Etiket arşivi: Himmet Uç

Ümmetin Dağları..

Dağlar dağımdır benim

Dert ortağımdır benim…

Dağlar onun dağı dert onun ortağı, ortağı dert olanın başı dumanlıdır dağlar gibi.

Yine bir halk şairi;

Yüce dağım yağar bana kar o yandan kar buyandan

Al hançeri vur sineme yar o yandan yar bu yandan…” diyor.

Kendini bir yüce dağa benzetmiş, yüce dağlara her yandan kar yağar, o yağan karları karşılar ve şehirlerde insanlar felaketlerden korunmuş olarak yaşarlar. Yar kelimesini iki anlamda kullanmış bir yarmak parçalamak anlamında, ama yarmak kesmek değildir. İkiye bölmek gibi bir anlamı var. Diğer anlamı ise sevgili manasında ‘yar’dır ama yar kelimesi sevgiliden güçlüdür. Sevgili mevsimliktir ama yar ölene kadardır. Bu yüzden Hz. Ebubekir’e “Yar-ı gar“ denilmiş. Yaran dostlar demek. Savaş sırasında Hz. Ebubekir (ra) çadırdan çıkıp savaşa katılmak ister Cenabı Peygamber (asm) “Dur ya Ebabekir” der onu bırakmaz. Allah Resulüne iki büyük yar vermiş biri Hz. Hatice, diğeri Hz. Ebubekir. Bu büyük nübüvvet yükü onlar ile götürülmüş.

“Çekemem ben bu derdide

Balam bölek seninle…”

Hz. Hatice’nin hayatı ile ilgili yazdığı romanında Nurdan Damla hanımefendi, onun nasıl Peygamberimizin (asm) çevresinde bir koruma zırhı oluşturduğunu bütün heyetiyle anlatır. Özellikle nübüvvet gelmeden önce meydana gelen ilahi bir rüzgarın sadmeleri sırasında Hz. Hatice’nin telkinleri ona büyük istinadgah olur. Yürürken sağdan soldan gelen sesler, görülen tayflar Peygamberimizi ciddi rahatsız eder. Hz. Hatice ona güç ve enerji verir. Nebiyi Zişan, bütün şanların onun yanında şan olduğu şanlı nebi “Yoksa ben kahin mi olacağım Hatice“ der. Nebiler nebisine Hatice, “Yok ya Muhammed kahinler kötü insanlardır, sen hep iyi oldun iyi şeyler yaptın sen neden kahin olasın, sana Rabbin güzel şeyler hazırlıyor bak göreceksin” der.

Vahyin ışığı ile ilk karşılaştığında, Cebrail’i ilk gördüğünde klasik evren geometrisinin dışındaki bu olaylar karşısında itidalini Hz. Hatice’nin tavırları ile korur. Bir insan alışılmış nesnelerden korkmaz ama birden bire bir kanadı bir bulut kadar büyük Cebrail ile karşılışırsa nasıl bir hayret ve tahayyüre düşer. Hira’dan koşarak gelir hiçbir şey söylemez “üzerimi ört ya Hatice“ der. Vahyin ışığı bedeninde büyük seğirmelere neden olmuştur, bu yüzden bir süre böyle kalır.

Bediüzzaman, Peygamberleri dağlara benzetir. Nasıl dağlar insanlara gelen belaları omuzlarsa peygamberler de insanlara, ümmetlerine gelen belaları karşılarlar. Böyle bir peygamberin (asm) ümmeti olmasaydık, onun her ferde düşen sigorta hissesi ile yaşamasaydık kim bilir nerede sona ererdi ümmetin sonu? Hz. Hatice de Peygamberimize gelen musibetlere ve gerginliklere, zulümlere karşı bir dağdır, biri ümmetin belalarının dağı diğeri ümmetin peygamberinin dağı.

Daha doğduğunda secdeye kapanıp “ümmeti ümmeti“ diye tekellüm etmesi, dağvari bir tavırdır. O günden karı, buzu, fırtınayı karşılamış omuzunu dünyadan daha büyük bir yük altına almıştır. Bediüzzaman, “dünyadan daha büyük bir yük omuzlamıştır” diyor. Peygamberimiz daha doğduğunda dünyanın hali iyi değildi, büyük devletler hep putperest, bir kısmı da vahyin hakkını vermemiş dejenere olmuş ümmetlerdi. Yahudiler ve Hristiyanlar gibi. Doğduğu anda ümmeti ümmeti demesi birden dünya üzerindeki belaları zaafa uğratmıştır.

Dağlar o kadar önemli ki mukaddes kitabımız dağların evrenin fiziki yapısındaki önemine işaret eder. Bediüzzaman o ayeti çok değişik perspektiften izah eder. Çoğul perspektiften bir dağa bakmak da dokuz değişik bakışın taalluk ettiği alanlarda ilmi ve yorumu gerektirir, anlatılan ve anlatan ne kadar harika. Bir ami, çadırda oturan bir edibin bakışı, coğrafyacı bir edibin bakışı, medeniyet ve heyet-i ictimaiyede mütehassıs bir hakimin hissesi, hikmet-i tabiiyenin bir feylesofunun bu kelamdan nasibi. Dağlara altı değişik bakış açısından bakar. En sıradan da en üst düzeye kadar bakış açılarına göre dağlara bakmak, bakan yorumcunun ne kadar farklı alanlarla eşyaya ve nesnelere, olaylara baktığını göstermez mi? Bediüzzaman için de bir ami, coğrafyacı edip, bu iki şeyi ihtiva eder. Biri coğrafyacı hem de edip, ikisi bir araya gelmeyebilir. Demek o hem ediptir, hem de coğrafyacı kim Bediüzzaman. Biri şair, bir metne şairiyyet yüklemek bu da Bediüzzaman’ın vasfı, bir ifadeyi şairane hale getirmek, ne kadar zengin perspektifler gizli.

Risale-i Nur aslında dikkatle okunursa şiirsellik zaten var. Ne nesre benziyor ne de nazıma ikisi ortasında ikisinin de özelliğini taşıyan bir metin. Bir metni şiirselleştirmekten haberi olmayan okuyucular tek düze ve monoton okurlar, aslında Risale-i Nur nasıl okunur onun da bir metodolojisi var.

Çadırda oturan bir edibin de bundan hissesi, hem göçebe olacak hem de edip, ikisi bir arada hem çadırda oturan, hem de edip olacak o gözde Bediüzzaman’da gizli. Nice devlet adamları geldi geçti hep aynı şekilde eşyalara bakan perspektif yoksulu. Bizim edebiyat sanat ve felsefe ve dinde en büyük eksiğimiz perspektif yoksulluğudur, elli yıldır aynı şeyleri anlatan insanlar, dilencilerden daha huzursuz edici. Bediüzzaman ve perspektif bir sanat konusu. Perspektif fikri bize yabancı hep aynı şeylere aynı şekilde bakan insanlar istila etmiş herşeyi, farklı bakana bir yama yamarlar kıyamet. Perspektif düşmalığı ayrı bir şey.

Dünyanın en zengin metinlerinin karşısında durgun sular gibi bakan insanlar. Güzel şey görememek ne kadar sıkıntı verici. Bir de buna bak “ medeniyet ve heyet-i ictimaiyenin mütehassıs bir hakimi” Tam dört vasıf içiçe. Hem medeniyet tarihçisi , medeniyet tahlilcisi, hem sosyal hayattan anlayan yani sosyolog, hem ikisini birden anlayan, anlayan değil mütehassıs, o işin uzmanı . Sonra bir de hakîm yani filozof olacak. Mesela günümüzün müştehir sosyologlarından Weber hem ekonomici hem de sosyolog ama onda bu özellikler yok. Sosyolog Bediüzzaman o da ayrı bir özelliği. Sonuncu perspektif “ hikmet-i tabiiyyenin bir feylesofunun şu kelamdan nasibi” yani fizik, kimya , biyoloji, matematik , geometri gibi konuların hepsinde uzman olacak hem de bunların felsefesini yapacak tam kendisi iste. Bir insanın eserindeki biyografisi bu demek nerde doğdu nerde azraille buluştu, eserleri karpuz sayar gibi şunlar bunlar Bediüzzaman orada yok, burada gizli. Burada altı perspektif var ama onların herbiri ayrı ayrı perspektifler ihtiva ediyor.

Bediüzzaman burada bir bilim tarihi sorunu daha anlatmış oluyor, tek bir bilimle değil birçok bilimin imtizacından hasıl olan bir şekilde bakıyor, bugün tek bakış açısı eksikliğinin yanında birde birçok ilmin verileri ile bakmak. O fakirlik bunu ifadeye fakirlik yetmez burada züğürtlük demek daha makul. Neden Bediüzzaman “mütefennin değilse bu bahsi okumasın” diyor, yani bu bahsi ancak birçok ilimde karihası olan okumalı diyor, peki Risale-i Nur’da mütefenninlerin okumayacağı bahisler ne kadar hadi buna bir zihin sarfedelim. Ders okuyor hem ne metin dediği “ şimdi şurayı da okuyayım, hadi bitti hadi bitti sanki arkasından kovalayan biri var“ birden arkasından Bediüzzaman bağırsın mı kardeşim acelen ne..

Dağlar seni delik delik delerim

Kalbur alıp toprağını elerim

Buraya da hasta eşini şehire götürmek için koşturan adamın yavuklusu yolda tabutu istihkak eder, atın altında sevdiği şehadet getiriyor, kalkıp elini dağlara kaldırıp “ dağlar seni delik delik delerim” ya ne deseydi gariban. Yine bir başkası belki yemen de asker bekli Galiçya’da her sabah kalkar Fatma aklına gelir, ne desin aşık “ eğil eğil dağlar başından aşam,” Keşke dağlar eğilseydi. Ya Bediüzzaman “ bu dağları Yıldız sarayına değişmem “ der. O kadar bakış açısını içinde toplayan bir adam ne yapsın, hep anlaşılmadığından şikayet etti , hatta “Menderes beni İnönü’ye rüşvet verdi” der ne garip değil mi? Çektiklerini bazen anlatmış ya hepsini anlatsaydı;

“Ne kalem dayanır ne kağıt

İster dünyayı ister kendini dağıt

İster ağla ister yak yağıt

Sonunda karşında altı dar üstü geniş bir tabut

Gidiyorsun bekliyor seni mabut.”

Dağları bir dörtlükle bitirelim, köy yerinde çocuğu ölen bir baba;

“Kırmızı gül ile boyandı dağlar

Hastanın halinden ne bilir sağlar

Yastık melül mahzun döşek kan ağlar

Yol verin yavruma beyler ağalar…” der.

Bedri Rahmi der ki, öyle şairler gördüm şairliğimden utandım, işte bu şiiri söyleyen şair gibi, öyle kilimler gördüm ressamlığımdan utandım, köy yerinde kök boyalarla boyanmış Fadime ananın kilimi, şair ve ressamı utandırır.

Isparta’ya kar yağdı, güneş ışığında dağların ve düzlüklerin parlayışı, mevsimi öldürüp kefenini boynuna geçirmiş evrenin sahibi, dağlar ve karı yazacaktım elimden gitti kalem, değişti bütün alem.

Dağlar dağlar, ölen öldü kaldı sağlar

Evde yârim sılada anam ağlar.

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org

Hüznün Şairi; Mehmet Akif Ersoy

Hüznün Şairi , Mehmet Akif

Türkiye yeni bir döneme girdi, rahatın ve lüksün ve siyasetin nimetlerine boğulmuş olan muhafazakârlar, silahlarını birbirine yöneltti. Radyolar, televizyonlar birbirini kıyasıya eleştiren yazarlar ve yorumcularla dolu. Onları dinlerken üzülmemek elde değil, yüz yıllık bir mücadele sonucu hakkın zaferi ile sonuçlanan son dönemde, bütün tarihimizde olduğu gibi, refahın arkasından birbirimizle uğraşmaya başladık. Korkarım bu sorumsuz eleştiri bombardımanların sonucunda büyük belalar ve hezimetlere uğrayabiliriz.

Şöyle yukardan bir bakarsanız Türk basınında insanlara faydalı olma ve onları eğitme gibi gayeler kayboldu, idealsizlik ve hedefsizlik dava sahiplerinin davası oldu. Çile en iyi eğitici öğe iken onun yerini file, Allah korkusunun yerini başka korkular aldı. Eleştiri disiplini yok, hiçbir zaman olmadı, olacağı da yok.

Mehmet Akif bir ayeti şöyle tefsir eder “ Ya eyyühellezine amenuittekullaha hakka tükatihi” –Ey Müslümanlar Allah’tan nasıl korkmanız gerekiyorsa öyle korkunuz”

Ne irfandır veren ahlaka yükseklik ne vicdandır
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır
Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havfı Yezdan’ın
Ne irfanın kalır tesiri katiyyen ne de vicdanın

Fakat ahlakın izmihlali en müthiş bir izmihlal
Ne millet kurtulur zira ne milliyet, ne istiklal
Oyuncak sanmayın Ahlak-ı milli, ruh-ı millidir

Akif hayatında birbiri içinde hüzünler yaşamış bir şair. O artistik hislerini tatmin etmeye çalışan cemiyetten çekilmiş fildişi kulesinde tepinen şairler gibi değil, bir milletin hepsi hüzün olan dönemlerini yaşamış bir büyük insandır. Fatih’de otururken babasını kaybeder, iktisadi imkânları yoktur, baytar mektebine yürüyerek gider. Gençlik yıllarının hüznüdür. Daha sonra okulu bitirir, baytarlık yaparken Anadolu’nun her yönü ile geri kalmışlığını seyreden hüzne boğulan bir şairdir. Kartal’da bir düğüne gider, topyekûn sefaleti anlatır, bir romancı gözüyle.

Sorma Kartal’da idim ben de bu çarşamba günü
Dediler Korna’da dünden beri var köy düğünü
Hoşlanırsan hadi olmaz mı? Pekâlâ gideriz
Hem biraz kır görürüz hem de güreş seyrederiz

Keşke gitmem demiş olsaydım… İlahi o ne hal
O nasıl maskara dernekti tarifi muhal
Topu kırk elli kadar köylü serilmiş bayıra
Bakıyor harmanın altındaki otsuz çayıra

Bet beniz sapsarı biçarelerin hepsinde
Ne olur bir kişi görebilsem zinde!
Şiş karın sıska çocuklar gibi kollar sarkık
Arka yusyumru göğüs çökmüş, omuzlar kalkık

Gözlerin busbulanık rengi kapaklar şiş şiş
Yüz buruşmuş uzamış cephe daralmış gitmiş
Gezecek yerde o avare nazarlar dalıyor
Serilip düştü mü bir noktaya kaldırması zor!

Sıtmadan boynu bükülmüş o dimdik Türk’ün
Düşünüp durmada öksüz gibi küskün küskün
Gövde teşrihlere dönmüş o bacaklar değnek
Daha yaş yirmi iken eller ayaklar titrek

Öyle seksenlik adamlar aramak pek yanlış
Kırk onun ömrüne son merhale olmuş kalmış
Değişik sanki o arslan gibi ırkın torunu
Bense İslam’ın o gürbüz civan unsurunu

Kocamaz derdim asırlarca sorulsaydı eğer
Ne çabuk elden ayaktan düşecekmiş o meğer…
Neyse değnekçi gelip “Meydan açılsın savulun!
Der demez başladı kalbi sesi yırtık davulun

Güm güm ötmek ne gezer, tık nefes olmuş kasnak
Göğsü tokmak gibi küt küt vuruyor hışlayarak
Zurna hım hım mı nedir söylemiyor bir türlü
Üfleyen çingenenin rengi mezar kendi ölü

..

Biri tıksırdı ta ensemde.. Acayip bu da kim ?
Ne göreydim kelebek tarlası olmuş da içi

..

Pehlivanlar hani derken söküvermez mi Hocam
Birbirinden daha biçare sekiz çıplak adam
Ah o soygunluğu rüyada gören korkardı
Çünkü gömlek gibi etten de soyunmuşlardı

Bir delik torbaya girmiş kimi kispet yerine
Çekivermiş kimi bir lime çuval dizlerine
Kiminin giydiği çakşır, kiminin bez şalvar
Kiminin uçkuru boynundan asılmış donu var

Acaba yağ sürünürler mi desem yağ nerede?
Bereket onun madeni varmış derede
Sağ omuzlarda birer başları kertikli ağaç

Kadın erkek suyu aktarmada bakraç bakraç
Sonra nerdense gelip “ yağlanınız haydi” sesi
Çöktü meydanda duran kaplara hepsi

..

Bu merasim de bitip başlayacak dendi güreş
Çırpınıp çırpınarak çıktı nihayet iki eş
Daha ilk elde boşansın mı alınlardan ter
O göğüsler sana ötsün mü körükten de beter

..

Hele çok sürmeyerek dördü de cansız düştü
İki biçare serilmiş yatıyorken yerde
Kalkın artık dediler lakin o derman nerde
Güreşin böylesi hiç görmediğim bir şeydi
Orta baş hepsi de bunlar gibi avareydi.

Bu Akif’in hüznünden bir parça…

Anadolu’da milli mücadele ruhu uyandırılmak gerekmiş, karış karış dolaşmış milleti ikaz etmiş. Üstelik karşıda halifeliği milli mücadele aleyhine kullanan zavallılar var. Akif hüzünlü. Milli mücadele başarıya ulaşmış, yeni devlet kurulmuş, Akif’in kafasındaki senteze göre bir devlet olmamış, bu sefer karış karış dolaştığı ülkede karış karış takip edilmiş, Ali Şükrü Bey öldürülünce o vatanından ayrılmanın zamanı geldiğini şartlar gereği görmüş, Akif yine hüzünlü. Mısır’a gitmiş oradaki hüznünü anlatmış bu dörtlüklerde.

Resim için

Beni rahmetle anarsın ya işitsen bir gün
Şu sağır kubbede haib sesimin dindiğini?
Bu heyulaya da bir kerecik olsun bak ki
Ebediyyen duyayım kabrime nur indiğini
(620)

Çocukluk hüzün, gençlik hüzün, savaş öncesi hüzün, savaş sonrası gurbetin hüznü, ölmek için gelir İstanbul’a, öldükten sonra yine hüzün.
Bir ceride Türkiye’de münteşir, 

Türkiye’yi düşman çizmesinden kurtaran adamları O serlevha altında suçlar

Akif elinde Sıratımüstakim klişesi dolaşır Anadoluyu karış karış
Uyan ey millet cehline kurban gidiyorsun
Demiş ağlamış, vatan kurtulmuş,başı baştakilerle uyuşmamış
Dişini sıkmış eleştirmemiş zorunlu gitmiş Mısır diyarına
Bediüzzaman ingiliz aleyhine kitap yazmış İstanbul’da
İki talebesi ile dolaşmış dağıtmış ingilizin siyasetini dağıtmış
Şimdi ağzından bal yerine zehir akıtan bir zavallı
Bu milletin yıldızlarına taş atıyor, ağlasam ne çere, sızlasam ne ders
İstiklal Marşı yazmış Akif , parayı almayı kendine yedirememiş
Ankara soğuğunda giyecek paltosu yok
O müstesna insanı eleştirir, ne zihindir, ne zeka
Sağlam tahtaya basamaz basar hep faka
Yazar değil mezar dizmiş ceridelerin köşelerine
Eleştir kaz tüyü yastıkta yat
İpekli yorganda kendini mutlu say
Safahat’ı okumayanı yaparsan yazar
Rahatın içinde ağzına geleni yazar

Ne demiş Akif;

Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim
Onu dindirmek için kamçı yerim çifte yerim
Adam aldırmada geç diyemem aldırırım
Çiğnerim çiğnenirim Hakkı tutar kaldırırım
Biri ecdadıma saldırsa hatta boğarım
Boğamaz sın ki hiç olmazsa yanımdan kovarım
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam
Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam

Şu mısraları söyleyen adamı eleştirmeye ar eder adam, kızarır galata francalası gibi.

İmparatorluk yıkılıp gitti, Sultanı Merhum Abdülhamit Han mezarı mukaddesine. Bediüzzaman geldi manevi sultan, imparatorluğun enkazından çıkardı bir imparatorluk ruhu, bütün dünyada okunur eserleri, sade bu ülkede değil, Mevlana’dan sonra en büyük kültür ve din imparatorluğu kurdu. İmparatorluğu Güney Amerika’dan güney Afrika’ya kadar uzanır. Nice şaşkına pusula olmuş eserleri. İmparatorluğu yeniden kurmuş bir adama saldıran adama bak bir karış aklı yok. Ne söylediğinden haberi var, ne bu müstesna insanlardan .
Akif ‘in hüznünü yazayım derken , düştü kalem başka başka bir yere demişler.

Kalem bastı bir bahsi düşvara nagah
Saded nerde ben nerdeyim Allah Allah

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org

Türkçe ve Bediüzzaman

1923 de İzmir’de toplanan iktisat kongresinde amele murahhaslardan İzmirli Nazmi ve arkadaşı tarafından Latin harflerinin kabulü konusunda bir önerge verilmiş ve reddedilmiştir. Kongre başkanı olan Kazım Karabekir, Hakimiyet-i Milliye gazetesinde “Latin Harflerini Kabul edemeyiz “ başlığı altında bir yazı yayınlamıştır.

Paşa’nın ifadesinden alıntılar; ”Binaenaleyh bugün bir kuvvet vardır ki bu kuvvet cihana karşı bu propagandayı yapıyor: Türk yazısı güçtür, okunmaz. Bendeniz bu mesele ile bizzat uğraştım ve Arnavutluk ihtilali içinde bulundum. Acaba bu Latince kabul edilebilir mi? Bu kabul edildiği gün memleket hercü merce girer. Her şeyden sarf-ı nazar bizim kütüphanelerimizi dolduran mukaddes kitaplarımız, tarihlerimiz ve binlerce cilt asarımız bu lisanla yazılmış iken büsbütün başka bir şekilde olan bu hilafını kabul ettiğimiz gün, en büyük felakete derhal bütün Avrupa’nın eline güzel bir silah verilmiş olacak, bunlar alem-i İslam’a karşı diyeceklerdir ki; ürkler ecnebi yazısını kabul etmişler ve Hristiyan olmuşlardır. İşte düşmanlarımızın çalıştığı şeytankarane fikir budur. Büsbütün lal ve ebkem olur ve bütün alem-i İslam’ı üzerimize hücum ettirir ve kendi aramızda birbirimizi yeriz “(Agah Sırrı Levent, Türk Dilinin Gelişme ve Sadeleşme Evreleri s 367)

Şükrü Saraçoğlu harflerin kaldırılmasını 1924 Yılı 25 şubatında bir konuşmasında ileri sürmüş mecliste büyük hücumlara uğramıştır. (Aynı eser, S. 368)

Mehmet Ali Tevfik ve Cenap Şahabettin, harflerin kaldırılmasına karşı beyanlarda bulunmuşlardır. Bu lehte ve aleyhte münakaşalar sonrası, devletin ve hükümetin harfleri kaldırmak konusundaki birliktelikleri 3 Kasım 1928 de yeni harflerin kabulü ile olay kapanmıştır. Ama mecliste milletin dinini, edebiyatını, kültürünü, tarihini savunacak insanlar olmadığı için milletin rağmına bu inkılap kabul edilmiştir. İsmet paşa bu münakaşalar sırasında Dolmabahçe’de yapılan toplantı da çok garip iddialar öne sürmüş talihsiz bir konuşma yapmıştır.

“Milleti cehaletten kurtarmak için kendi diline uymayan Arap harflerini terk edip Latin esasından Türk harflerini kabul etmekten başka çare yoktur. Komisyonun teklif ettiği alfabe hakikaten Türk alfabesidir, katidir. Türk milletinin bütün ihtiyaçlarını temin etmeğe kâfidir. “ (Aynı eser 374)

Latin alfabesini kabul ile millet birden bire alim olacaktır. Bin yıllık alfabe birden bire alfabelikten çıkmış Latin harfleri ile kabul edilen alfabe hakikaten Türk alfabesi olmuştur. Ne tuhaf asılsız, yanıltıcı iddialar. Kazım Karabekir’in dediği gibi bütün milletin mazisi, dini ve tarihi bir anda hurafe-i nisyana atılmıştır.

Necip Fazıl’ın dediği gibi;

Allah’ım sen acı bu saf millete
Akşam yatar sabah kalkar başıboş

Milletin hukukunu kim savunmuştur, dil, tarih, edebiyat öylesine gitmiştir. Bugün Erdoğan’ın yaptığı Osmanlıca hamlesi ne kadar büyük bir terakkidir, bunu anlamak zor değil. Halbuki Latin alfabesi kabul edilir, ama Osmanlıca ’da devam ederdi, bütün bu sıkıntılar yaşanmazdı. Bugün bir doçentin çevirdiği Osmanlıca metin okunmuyor sadece Latin alfabesine çevriliyor, o devirde bunu bir rüştiye öğrencisi yapabiliyor. Rübab-ı Şikeste’den bir şiiri okuyup anlatan büyük oranda doçentlik için yol alıyor, o gün o şiiri bir idadi ve rüştiye öğrencisi anlıyordu.

Bütün bu çalışmalar ve dayatmalar yapılırken Bediüzzaman şu eserleri telif eder.

Zehre Arapça 1923
1923 Zehrenin zeyli Arapça 1923
1923 Hubab Arapça 1923
1923 Zeyl-ül Hubab Arapça 1923
1922 Hutuvat-ı Sitte Türkçe ve Arapça 1922

1926-1930 SÖZLER
1926 Birinci söz Türkçe
1926 İkinci Söz Türkçe
1926 Üçüncü Söz Türkçe
1926 Dördüncü Söz Türkçe
1926 Beşinci Söz Türkçe
1926 Altıncı Söz Türkçe
1926 Yedinci Söz Türkçe
1926 Sekizinci Söz Türkçe
1926 Dokuzuncu Söz Türkçe
1926 Onuncu Söz Türkçe
Onbirinci Söz Türkçe
Onikinci Söz Türkçe
Onüçüncü Söz Türkçe
Ondördüncü Söz Türkçe
1933 Ondördüncü Söz’ün Zeyli Türkçe
Onbeşinci Söz Türkçe
Onaltıncı Söz Türkçe
Onyedinci Söz Türkçe
1927 Onsekizinci Söz Türkçe
Ondokuzuncu Söz Türkçe
1926 Yirminci Söz Türkçe
1926 Yirmibirinci Söz Türkçe
1926 Yirmiikinci Söz Türkçe
1929 Yirmiüçüncü Söz Türkçe
Yirmidördüncü Söz Türkçe
1927 Yirmibeşinci Söz Türkçe
Yirmialtıncı Söz Türkçe
1929 Yirmiyedinci Söz ve Zeyli Türkçe
Yirmisekizinci Söz Türkçe
1928-30 Yirmidokuzuncu Söz Türkçe
1928-30 Otuzuncu Söz Türkçe
1928-30 Otuzbirinci Söz Türkçe
1928-30 Otuzikinci Söz Türkçe
1928-30 Otuzüçüncü Söz Türkçe

Bediüzzaman bu münakaşalar yapılırken Barla’da eserleri Osmanlıca olarak yazıyor ve Barla’da kurduğu birkaç vilayet ve kasaba ve köyde, ikinci planda bütün Türkiye’de adeta bir matbaa coğrafyasında hem Osmanlıca öğretiyor, hem de yazdırıyordu. Sessiz sedasız beş yüz bine yakın nüsha Osmanlıca risale yazıldı. O eserleri yazanlar bugünlere kadar geldiler ve hala Osmanlıca risaleler var, ders yapılıyor ve Hayrat Vakfı da Türkiye’de Osmanlıca öğretimini üstlenmiş bulunuyor. Bediüzzaman eserlerini Osmanlıca yazdı, tashih etti.

Daha sonra Türk dil kurultayları ve Güneş Dil Teorisi konuşuldu. Daha sonra ders verilmedi. “Güneş Dil Teorisi, Türkçe’nin dünya tarihindeki ilk dillerden biri olduğunu savunan dil bilim teorisidir. Teori, 1930’lu yıllarda Mustafa Kemal Atatürk tarafından desteklendi ve bizzat geliştirildi[1], ancak dil bilimciler tarafından kabul görmedi ve kısa sürede önemini yitirdi.[2] Atatürk’ün 1938 yılında vefatının ardından İbrahim Necmi Dilmen Ankara Üniversitesindeki Güneş-Dil Teorisi ile ilgili derslerine son verdi. Öğrencileri bunun sebebini sorduklarında “Güneş öldükten sonra onun teorisi nasıl hayatta kalabilirdi” diye cevap vermişti.[3]” Google Güneş Dil Teorisi )

Bütün bu dil tahribatları cereyan ederken, Bediüzzaman Osmanlıca ile eserlerini yazdı, talebeleri Osmanlıcanın yayılmasına çalıştılar. Kimseyle kavgasız dövüşsüz, teorik mülahazalara girmeden…

Dil hakkında yüz yıldır yapılan bütün tahrip çalışmalarında dilden atılan bütün kelimeler, onun eserlerinde yaşandı okundu ve kullanıldı. Ve Bediüzzaman yüzlerce dilcinin ve teorisyenin yıkmakta birbiri ile yarıştığı bir Türkçe’nin ölümüne dur dedi ve bugün bu dil onun sayesinde yaşamaktadır.19 yüzyılın son çeyreğinden itibaren Yüz elli yıllık bir süre içinde Bediüzzaman dili korumuştur, hem Türkçeyi hem de Osmanlıcayı. Onun yaptıklarının geri atılmaz adımlar olduğu bugün daha iyi anlaşılmaktadır. Bütün Türkçüler ve dilciler onun yaptığını yapamamıştır. Türk milleti ona medyun-u şükrandır.

Sözler, Lemalar, Mektubat, Şualar, Tarihçe-i Hayat, Mektuplar‘ın dili üzerinde yapılacak köklü bir araştırma onun yüzyıllardır kullanılan dili nasıl koruduğunu gösterir. Gündemden kaldırılmasına çalışılan din ve dilin korumasını tek başına başaran bu insanın neden bu kadar zulme ve ihanete maruz kaldığı, karşısındakilerin ne kadar büyük bir gayretin sonucu başarısız oldukları görülmektedir.

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org

“Mevlana ve Bediüzzaman” Bir Transkritik

Mevlana’nın babası “Sultan ül ülema Bahattin Veled’di. Anası ise türbesi Karaman’da bulunan Mader Sultan’dı.

Baba kuvvetli bir şahsiyete sahip bir âlim ve şeyhtir. Mevlana ilk otuz yılda 1200-1231 arasında onun gölgesindedir. Belh, Afganistan’ın tanınmış şehirlerindendi. Türkçe ve Farsça birlikte konuşulurdu.

Bediüzzaman ise çocukluğunda Türkçe –Kürtçe – arapça belki farsça konuşulan bir muhitte büyüdü.

Bediüzzaman bir köylü ailesinden geliyordu, babası Sofu Mirza anası ise Nuriye hanımdı.Sofu Mirza tarladan dönerken hayvanlarının ağzını bağlar, çocuklarına başkalarının tarlalarından yenilen otlardan dolayı haram süt vermek istemez. Anası Nuriye Hanım’ın kucağında camdan dışarıyı seyrederken ileri yaşlardaki kâinat seyirlerini yapar ve gözü onlardan mana balları çıkarırdı.

Bediüzzaman daha buluğ çağından önce kimsenin şemsiyesi altına girmemiş, hayatının daha o yaşlarda hesabını kendi kendine yapan, medreselerdeki eğitim sistemini eleştiren, hocalarına başkaldıran, ama bir şeyler yapmak isteyen, kısa sürede bütün sıralı eğitimi aşıp beklenmedik bir noktaya gelen bir şahsiyettir.

HAYATI YÖNLENDİREN RÜYALAR

Her iki ailenin hayatında rüyalar önemlidir. Bahattin Veled ihtişamlı bir otağda Peygamberimiz bütün yakınları ile birlikte oturmuş sohbettedir. O sıra Bahattin Veled saygı ile huzura gelip Efendimizin iltifatlarına mazhar olmuş, kendisine sağ başta yer gösterilmiştir. Hz Muhammed bu alime iltifat ve etrafındakilere hitap ile “Bahaddin’in katımızda itibarı büyüktür, onu bundan böyle Sultan ül Ülema diye anınız” demiştir. Ertesi gün aynı rüyayı gören üçyüz bilgin saygı ile Sultan ül Ülema’nın medresesine gelirler, gördükleri rüyayı hepsi aynı şekilde anlatır, aynı anda bu kadar insan aynı rüyayı görmüştür, o da aynı rüyayı gördüğünü anlatır.

Bediüzzaman da Peygamberimiz ona “ümmetimden sual sormamak şartı ile sana ilim verilecektir” demiştir. Demek ilahi bir takdir ile iki büyük okulun kuruluşu için tensibatı kudsiye belirlenmiştir. Yavuz da bir sabah namazından sonra bir sipahi neferinden gördüğü rüyayı dinler. Çar-yar-ı Güzin hazeratı Topkapı sarayının kapısına gelir ve o gönül ehli sipahi neferine “Padişahına söyle harameynin koruma ve kollama görevi kendisine verildi” der ve giderler. Büyük hükümdar ağlar, secdeye kapanır. “Hasan Can orduyu hazırlayın sefer mukadderdir” der. Hayrola hükümdarım der musahibi , o da “ Hasan Can bir yukarıdan emir almadan hangi işe gireriz, öyle değil mi?” Kur’an bağlılık iki büyüğün de temel hareket noktası idi.

Men bende-i Kur’anem eğer candarem
Men hak-i reh-i Muhammed Muhtarem

Bediüzzaman da hem Kur’an ‘a hizmet eden hem de onun için;

Kur’anımız yer yüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem” diyecek kadar Kur’an’ın davasını savunuyordu. Bu Kur’an sevgisinden farklı bir durumdu, kişisel anlamda kişi Kur’an’ı okur ve onunla amel edebilir ama bu söz de Kur’an’ın davasını dava edinmek vardır.

“Elde Kur’an gibi bir mucize-i baki varken başka bürhan aramak aklıma zait görünür
Elde Kur’an gibi bir bürhan-ı hakikat varken münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir” der.

Bediüzzaman ünlü Risalet-i Ahmediye risalesinin başında. Peygamber için söylediklerinin hareket noktası ise bütün sözlerinin onun güzelliğinden etkilendiğidir. “Evet şu söz güzeldir. Fakat onu güzelleştiren güzellerin güzeli olan evsaf-ı Muhammediyedir”Aleyhissalatu Vesselam.

DÜNYEVİ MAKAMLARDAN UZAK

İkisi de dünyanın en büyük makamlar ve mevkilerinden uzak ve o mevkileri işgal edenlerden daha büyük itibara sahiptiler.

Mevlevilik padişahları da cazibesine almış, büyük sanatçılara mekteplik etmişti.

Goethe Mevlananın birkaç tercüme beytini okuduktan sonra hayret ve hayranlığa , complekse düşmüş Farsca öğrenerek onu taklid etmeye başlamıştır.

Molla Cami onun için “peygamber değil ama kitabı var “ demiştir.

Bediüzzaman’ın eserleri de her sınıf insanı cazibesine kaptırmıştı.

Yaşadığı süre içinde başta Osmanlı padişahları, daha sonra meşrutiyet ve cumhuriyet dönemlerinde her devrin siyasi iktidarlarını ve reislerini etkilemiş, yerine göre onlarla mücadele etmiş, yerine göre onlara siyasi anlamda makul fikirler ilka etmiştir.

Her iki okul da gelenek ve töreye, usül ve erkana çok bağlı idiler.

Her iki insan da İslamiyet’e taze bir yorum getirmişlerdir. Bu yorum devirlerinin ve olumsuzluklara göre şekilleniyordu.İnsanların ilgisini çekmişler ve büyülemişlerdir.

İKİ BÜYÜK OKYANUS

Bu iki büyük insanı anlatmak iki okyanusun arasında kalmak gibi zor bir şey.

Mevlana şule-i Şems ile akıl almaz ve zaten aklı hiçe sayan çılgınlıkların doruğundaki göz cisimlerine dönmüştü, Mevlevilik bu cazibenin etrafında oluşmaya başlayacaktı.

Peygamber öksüz ve sahipsiz biriydi, ama herkes onun sayesinde bin yıldır kaybettiği maverai ve lahuti yolu bulmuş olacaktı. Akif’in dediği gibi

Ondört asır önce yine böyle bir geceydi
Çölden ayın ondördü bir öksüz çıkıverdi

Allah isterse bir köy köşesinden âlemi tesir altına alan nebevi güneşler çıkarırdı ve öyle yaptı.

Bahattin Veled bulunduğu bölgede çekilmez, alimler onu kıskanır, o da göç etmek ister.Aile önce haca daha sonra Diyar-ı Rum’a doğru hareket ederler.

Yollarındaki Nişabur’dan ayrılırken bir büyük veli “ Subhanallah bir derya bir ırmağın peşine düşmüş gidiyor” der. Irmak Sultan Bahaattin ve

Deniz de Mevlana’dır.

SOSYAL İLİŞKİLER AĞI

Nişabur, Bağdat, Kabe , Ravza, Şam, Halep, Malatya , Erzincan , Sivas, Kayseri , Niğde, Larende(karaman) a gelirler.

Peygamberimiz Suriye ve civar ülkelere gider ticaretle uğraşır, insanları tanır, itikadları tanır, Allah onu peygamber yapmak istemiştir, ama insanları tanımasını gerekli bulmuştur, kırk yaşına kadar insanları , çevreyi ve itikadları, sosyal ilişkiler ağını tanımıştır.

Bediüzzaman da Van, İstanbul, Ankara, Kostruma, Avusturya , Rusya , Almanya , Erzurum , Pasinler, Trabzon ,Burdur, Isparta , Şam, Selanik gibi şehirlerde yaşamış, insanları tanımış, portrelerini çizmiş , dünya görüşlerini anlamış velhasıl büyük bir yenilik ve değişim hareketinin sahibi elbette değiştireceği cemiyeti bir camın arkasından göremezdi.

Bahaddin Veled de felsefe aleyhtarı idi , onun halifesi Seyyid Burhaneddin ve Tebrizli Şems , Sultan Veled’de de aynı durum mevcuttur.

Bediüzzaman bütün felsefeyi ve filozofları değil, ateist ve nihilist ve materyalist , Natüralist felsefecilere karşı idi. “Risale-i Nur’un şiddetle tokat vurduğu ve hücum ettiği felsefe ise , mutlak değil belki muzır kısmınadır. Çünkü felsefenin hayat-ı ictimaiye-i beşeriyeye ahlak ve kemalat-ı insaniyeye ve sanatın terakkiyatına hizmet eden felsefe ve hikmet kısmı ise Kur’an ile barışıktır, belki Kur’an’ın hikmetine hadimdir, muaraza edemez. Bu kısma Risale-i Nur ilişmiyor, müstakim menfaattar felsefeye ilişmiyor.

Mevlana’nın mesnevisi kıyas erbabını küçümseyen örneklerle doludur. Hasta ile Sağır, Dudu ile Kuyumcu, Şaşı ile Üstad ve Öğrenci ile Gemici bunlardandır.

ESAS HEDEF TEVHİD

Mevlana da Bediüzzaman da öğretilerinin önemli teması olarak tevhidi görürler. Mevlana” Allah’a kıyas ve akıl yolu ile değil, gönül ve aşk yolu ile varılır” der. Mevlana’nın muhatabı kalptir, çünkü o dönemde hitap daha çok kalbedir, akıl materyalizm, nihilizm, inkârcı görüşler ve felsefe ile tanışmamıştır. Bu yüzden akıl sorun çıkarmaz, hitap daima kalbedir.

Bediüzzaman’ın asrı ise batı felsefesinin fena kısmı , fenden gelen fikirler, maddeci ve tabiatçı görüşler yüzünden aklın sağlıklı yorum yapamadığı bir dünya vardır. Bediüzzaman aklın almadığı hakikatleri ispatlarla, aklı ikna etmekle başarır.

Onun büyük eserlerinde sürekli akıl şüpheden kurtulup temizlendikten sonra inanır ve arkasından aklın şüphesinden kurtulması ile kalp de akıl ile birleşir, akıldan kalbe bir yol çizilir. Mesela Dördüncü Söz namaz ile ilgilidir iki sahifelik eserin on cümlesi aklı namaza ikna etmek içindir.

AKIL KALB BERABERLİĞİ

Haşir risalesinde akıl âhireti kabul etmekte zorlanır, Bediüzzaman otuz üç epizotluk bu eserinde inanmayan bir insanı inanmaya akli kıyaslar ve muhakemelerle hazırlar, bahsin sonunda akıl artık kabul eder. Ve Bediüzzaman bütün bahiste aklı ikna edip âhireti kabule getirdikten sonra yaptığından emindir ve eserinin bu konudaki fevkaladeliğini anlatır. “ Eğer haşrin gelmesini gelecek baharın gelmesi gibi kati bir surette anlamak istersen haşre dair Onuncu Söz ile Yirmidokuzuncu söze dikkat ile bak. Eğer baharın gelmesi gibi inanmaz isen gel parmağını gözüme sok” (Sözler 103)

Bütün eserlerinde aklı ikna ettikten sonra akıldan kalbe yol açar, nice nihilist ve ateistler onun ikna metodları ile ikna olmuş ve kalpleri de akıllarına boyun eğmiştir.

Her iki öğreti sahibinin hayatında da medreseler önemlidir. Mevlana’nın hocalığı yetişme yılları hep medresede geçer.

MEDRESELERİN KAPATILMASI

Bediüzzaman medreselerde başlayan eğitimini medresede yenilik yapma fikri ile değişik bir tarzda devam ettirir. Osmanlı medresesi asra intibak edemediği için yenilik yapamamıştır.

Bediüzzaman medreselerin kapatılması ile üzülür , ama Risale-i Nur Dershanelerinin talebeleri tarafından her yerde açılmasını ister. Açılan dershanelerde Risale-i Nur okunur, dostluk , arkadaşlık gibi duygular güçlenir. Hayatını hizmete adayan vakıf denilen yetişmiş nur talebeleri hem okur hem de başkalarının okumasını sağlar onlara hakikatleri belletir ve bir evde yaşamak için gerekli olan vazgeçilmez eylemleri hep yapar hem de başkalarını onlara alıştırırlar.

Mevlevihanelerde de aynı şekilde Mevlevi adayları yetişir ve Mevlevihanenin bütün ihtiyaçlarını karşılayacak bir şekilde eğitilir, ülkenin çeşitli yerlerine irşad için gönderilirler. Bu şekli ile iki büyük mürşid gayr-i resmi okullar tarzında insanları eğitirler. Bunların derneği , kitabı , kaydı kuyudu yoktur. Siyasi maksatları , sistemle kavga gibi hedefleri yoktur.

Mevlana da Bediüzzaman da kuruyan denizin suyunu artırarak suladığı yerleri yeşertirler. Denizin suyunu kurutanlarla kavga etmezler, denizin suyunu artırarak onun suyunu azaltanların da orada boğulmasını sağlarlar.

Mevlana’nın hayatında Şems’in tesiri büyüktür. Onu terekesine alıp sonsuzluğa uçuran yıldız suvarisi Şems’tir.

Hazret-i Mevlana’nın medreselerinde çağın ilmine bakış açıları geliştirmek gibi bir direk iddia yoktur. Çünkü sorun ilimlerden ileri gelmemiştir.

ALLAHA GİDEN YOLLAR

Ama Bediüzzaman fenlerden gelen inkâr fikirlerini temizlemek için bütün ilimleri okur ve onlardan Allah’a giden yolları kapayan yorumları açar ve oralardan Allah’ a giden yollar belirler.

Eserlerinde her ilimde Allah’a giden kapılar, yollar ve pencereler vardır, Allah’a giden yolda engel olan perdeleri kaldırır ve dar bir dünyaya sıkışmış modern dünyanın insanının akıl ruh ve kalp dünyasını geliştirir.

Hazret-i Mevlana asrı gereği böyle bir faaliyette bulunmaz.

Mevlana’nın hayatında Konya ne kadar önemli ise Bediüzzaman’ın hayatında da Isparta önemlidir. Birinin Belh ten kalkıp Konya’da karar kılması diğerinin Van’ın İsparit nahiyesinden kalkıp Isparta’da karar kılması anlamlıdır. İkisi de orta Anadolu şehridir, kaderin bu tensibinin hikmetleri nedir fazla bilinmez.

Mevlana’nın beş büyük dostu vardır. Babası Bahattin Veled, Seyyid Burhaneddin, Tebrizli Şems, Kuyumcu Selahattin, Çelebi Hüsamettin, Sultan Veled.

Bediüzzaman’ın hayatında Hulusi,Sıddık Süleyman,Hafız Tevfik,Abdullah Çavuş,Husrev,Refet ve Hafız Ali, Mehmet Feyzi,Hasan Feyzi, Abdullah Yeğin, Çalışkanlar Hanedanı , Tahiri Mutlu,Zübeyir,Sungur,Ceylan, Bayram,Hüsnü,Ahmet Feyzi, Fırıncı ve Birinci ve başkaları vardır. Bunlar onun hem arkadaşları hem de davasının en önemli ilk uzuvlarıdırlar.

Mevlana’nın oğlu Sultan Veled tarikatı organize etmiş ve çağlara devretmiştir.

Bu önemde Bediüzzaman, Zübeyr Gündüzalp ve Hizmetkârları ile aynı şekilde davanın metodolojisini uygulamış ve organize etmiştir.

Şeyh Burhanettin ona dokuz yıl mürşitlik etmiş ve onu hemen tutuşmaya hazır bir çıra haline getirmiştir.

Bediüzzaman’ın hayatında Abdulkadir Geylani ,

İmam-ı Rabbani onun nebevi ve lahuti yolunun pusulasını tutmuşlar ve onu denetlemişlerdir yaşadığı bütün sürece, onların perde arkasındaki direktifleri ile hizmet hayatı devam etmiştir. Hazreti Ali de onun manevi hayatının bir başka pusulasıdır. En son hocalarından biri de Küfrevi hanedanındandır.

Bediüzzaman büyük ıztıraplar çekmiştir, bunlar tecrid, hapis, zulüm, işkence , zehirlenme gibi şeylerdir.

Mevlana’nın hayatında bu tür öğeler yoktur. En büyük ıztırabı müdevven bilimsel dünyasının Şems’in taşkın hareketleri ile sarsılmasıdır, Şems olmasaydı o sadece ilmi ve hikmetleri ile bilinecekti, Mevlana da eksik olan aşkı ve heyecanı Şems ona vermiştir.

Sultan Veled, Kur’an-ı Kerim’in

18 inci kehf suresindeki olayları babası ile Şems arasındaki olaylara benzetir. Hızır hz Musa’dan hareketlerinin anlamını sormamasını ister, her halde ona inkıyat etmeyi ister. Ne delinen geminin, ne de yıkılacak duvarın hikmetini sormamasını ister. Hazreti Mevlana da Şems’in hareketlerindeki zahiren mantıkla çatışan halleri sorgulamaz, ona teslim olur. O Mevlana’nın etrafındaki suni şöhret zırhını parçalar, hakka göre hareketini sağlar halka göre değil. Nesimi gibi “Ben şişeyi taşa çaldım namusu arı neylerem “ söylettirir ve söyler.

İKİ BÜYÜK İNSAN VE ANADOLU

Şemsten sonra Mevlana kelama, didara ve sırra koşmuştur. Bir madene ateş vererek ondan altın ruhlar çıkarmayı Şems ona hazırlamıştır, Birçok insan Mevlana’nın etrafında onun insanlığa bir irşad kâbesi olması için çalışmışlar ve katkılarından sonra bir vesile ile sahneden çekilmişlerdir. Şems ya kaybolur veya ölür, belki de öldürülür, eşi Kimya da Şems’ten yedi gün önce ölmüştür.

Babası hocaları ve Şems onun ruhunu bir plastik madde gibi biçimlendirmiş ve sonradan sahneden çekilmişlerdir. Anadolunun mukaddes toprağını mayalamak için Allah bu iki büyük insanı orta anadoluda bu büyük milletler toplululuğuna manevi hizmet için hazırlamıştır.

Bediüzzaman’ın yetişme yıllarında ve daha sonraki hizmet yıllarında gaybi bir ekibin onunla birlikte çalıştığı eserlerindeki satır aralarındaki kayıtlardan anlaşılır. Zaman zaman bu felaket ve helâket asrının adamı bir perdenin arkasında bir büyük ekibin denetimi veya gözlemi ile bulunurlar. İdraki maali bu küçük akla gerekmez , zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez.

Hazret-i Mevlana Şems’in bir süre sahneden çekilmesine dayanamaz onu arar, Şam’a gider çaresiz geri döner, ama onun çekilmesi aradığı şey onun iç dünyasına girmiştir, aslında aradığı Şems değil kendisidir. Iztıraplar, uykusuzluklar, kararsızlıklar Şems’ten sonra uzun zaman onu bırakmaz. Ama onlar sarsılan klasik dünyasının taşlarının yerine oturmasını sağlar.

Büyük karşılaşmalar her zaman şaşkınlığa neden olmuştur. Şemsin telkinleri onun bedenine şemsi yerleştirmiş ve şems daha sonra ortadan çekilmiştir. Şemsin geniş ruhu ve heterojen dünyası Mevlana’yı klasik dünyasından yeni bir dünyaya taşımıştır. Geometrik bir insan olmaktan çıkıp denetlenemez bir ruh yapısına sahip olmuştur Şems’ten sonra Mevlana.

Mevlana din ile birlikte musiki ve sanatı da telkin dünyasına sokmuş ve dini sanat ve musiki ile birlikte hale getirmiştir. Mevleviliğin büyük tesiri bu terkipten ileri gelmiştir.

Bediüzzaman ruhu belirleyen öğeler olarak mütalaa ve gözlem ve ibadeti getirmiştir.

Kendisi de eserlerini okumuş talebelerini okumaya teşvik etmiş, eserlerinin teenni ile okunmasını teşvik etmiş , ayrıca âlemi sanatlı bir gözle bir arı gibi , bir mütalaacı gibi , bir seyirci gibi seyretmeyi örgütleyerek dine sanatçı gibi kainata bakma ve büyük sanatçıya açılan kapılar, pencereleri, yolları görmeyi örgütlemiş ve kendisi bunları bizatihi yapmıştır.

Hayatın her safhasında bir temaşacı bir sanat yorumcusu bir büyük estetikçi gibi âlemi yorumlamış ve yorumlamayı örgütlemiştir.

Özellikle namaz konusunda her anı ve her rüknünü canlı tutmak için namazın derinliğini hissettirerek anlatmış ve namazın insanın dünyasına katkısını belirlemiştir.

NEFİS TERBİYESİ

Mevlana başka mutasavvıflar gibi hiçbir zaman batıni yolları seçmemiş, söz ve davranışlarının çok belirli ve İslami olmasına önem vermiştir.
Mevlana muhakkik ile mukallidi ayırır. “Bunlar Davut ile ses gibidir. Kağnı da feryad eder ağlar, öküzde de yük vardır.

Onun için nefsi körletmek değil , nefsi yenmek ve aşmak önemlidir.”Heva ve hevese eğilip ot gibi rüzgarın geldiği yöne eğilme “ der.

Meylin olmadan sabrın manası yoktur” der.

Nefsi çok istediği şeylere karşı iradesini bilemek nefsini yenmesini sağlamaktır.

Arzuları öldürmek değil onları yenmek ve aşmak gerektiğini söyler. Onları yükseltmek , billurlaştırmak ve arıtmak gerektiğini söyler.

Bediüzzaman bütün bunlardan ayrı nefis ile kalp ve akıl münasebetlerini iyi ayarlamayı esas almış, sünnete uymayı ve haramlardan kaçınmayı esas almıştır.

Çünkü Mevlananın toplumunda kadın ve erkeğin yeri, iyi ile kötünün uzaklığı mesafesi modern toplumdan farklıdır, bu yüzden sünnete ittiba o asırda başka bu asırda başkadır.

Bediüzzaman’da da böyledir.

‘’ Kendisi sanki yedim demiştir” ama öğrencilerinin bu tür eylemlerine karışmamıştır. Bedeni hizmetten engelleyen tavırlara karşı çıkmıştır, kendisi yemeden yaşamış gibidir, ama talebelerine iktisatla hareket telkinlerinde bulunmuştur, çünkü hizmet gayret ile olur, tasavvufi tavır insanı belli duvarlar arasına kilitler.

Nasıl güneşin etrafında gezeğenler onun dönmesinden aşkından ve deveranından güç alıyorsa Mevlana da sema ve Mevlevi musikisi ile hem kendi ruhunu ve hem de Mevlevilerin ruhunu olgunlaştırıyordu.

Bediüzzaman’ın hayatını hastalıklar ve zulümler belirlemiştir. Hastalıklar ve zulümler onun ruhunu gayesine hazırlayan demircinin balyozu ile dövülen ateşteki demir gibi izler bırakmışlardır. En büyük eserlerini en büyük zulümlere maruz kaldığından yazmıştır.

Mevlananın hikmetleri ruhsal taşkınlıklar ve aşk ve musiki ile yazılmıştır.

Bediüzzaman ‘ın eserlerinde ise farklı ruh halleri görülür, her eseri farklı ruh hallerinin ve akıl kalb imtizaçlarının neticesidir.

Mevlana “ âhiret için de bir sanat öğren ki bağışlanma kazancını elde edesin. O âlem de kazançla yazarla dolu bir şehirdir, zannetme ki kazanç yalnız bu âlemdedir ve bu sana kâfidir.”der.

Bu aşağılık nefis senden fani kazanç ister, fakat niceye dek, bu aşağılık şeyleri kazanıp duracaksın, bırak artık yeter. “

Ulu Allah bu alemin kazancı o kazancın yanında çocuk oyuncağı kalır” buyurdu, hani çocuklar dükkancılık oynar ya . Fakat zaman geçirmekten başka bir şey ellerine geçmez, gece gelip çatar, çocuk evine döner. Dinin ise kazancı aşktır. “

Mevlevi, sema musiki , şiir , oruç , namaz sayesinde ruhunu adi duyuş ve hazlardan arzulardan kurtarır. Sema ruhun gücünü artırır, Arındırır ve yüceltir. Gökte milyonlarca yıldız nasıl intizam içinde dönerse , kargaşaya düşmeden . Sema ‘da üstün bir nizam içinde ruh dönerek yücelir. Ruha ahenk kazandırır.

Necip Fazıl

Kaçır beni ahenk al beni birlik
Artık barınamam gölge varlıkta
Diyerek bunu ifade eder.

Itri ve Şeyh Galip bu havada yetişmişlerdir, Mevlana sema, musiki ve şiir, ile din ve sanatı birleştirmiştir. Ona göre avamın orucu yemeği içmeği terk etmektir, seçkinlerin orucu ise Allah’tan gayrisini terk etmektir. İmamın arkasında nasıl cemaat düzenle hareket ederse, toplumsal ruhsal kurtuluş bu düzende ise , aynen öyle de yıldızlar da imamları olan güneşin etrafında dönerler. İki sema birbirini çağrıştırır. Bediüzzaman da namaz ile insanın ve evrenin hayatı arasında kozmik ve zamansal bağlar kurar, namaz bütün bu değişimleri çağrıştıran onlarla empati kuran bir büyük seremonikal tavırdır.

Bediüzzaman bu dünyayı bir kitap olarak anlatır, insan gözü ile o kainat kitabını okur, mütalaa eder, Mevlana da dünyayı ötenin bir tezahürü olarak görür. Semayı birleştirme ve ahenk aracı gören Mevlana yanında Bediüzzaman varlık arasındaki tevhidi birliktelikleri, armonikal duruşları cemal ve kemal-i ilahinin aynası görür.

Bediüzzaman” marifetullahın en yüksek makamı lezzetleri terketmektir “ der

Allah cemali ile perdesiz tecelli ederse insan buna tahammül edemez, ama Allah dağa perdeli tecelli ettiğinde onu yeşillendirir, süslendirir , bu perdeler arasından gelmiş olan güzellik insanı etkiler, ama perdesiz tecelliye insan dayanamaz. Perdesiz tecelli ederse dağ parçalanır.Mevlana ömrü bir gölge avı olarak görür,

Bediüzzaman ise insanı gölgeye yapışmış ve yolunu şaşırmış olarak görür, hakikatı görmesi için gölgeden başını kaldırması gerekir.

Bediüzzaman da hikâyeler anlatır, Mevlana da. Hikâyelerin farkı biri kalbi harekete geçiren diğeri de aklı daha sonra kalbi harekete geçiren hikâyelerdir.

Bediüzzaman’ın hayatı da ölümü de trajikir. Bütün bir hayat trajedinin safhaları gibidir, bunun nedeni de toplumda din büyük oranda tesirini kaybetmiş, düşmanlar büyük komiteler haline gelmiş, avam da gaflet ve ülfet ile dinin mahiyetini kaybetmiştir. Bu yüzden Bediüzzaman büyük çileler çekmiştir.

Hz. Mevlana’nın ölümü bir aristokrat İslam büyüğünün ölümüdür, hristiyanlar ve papazlar dahi onun arkasından göz yaşı dökmüş onun engin bakış açısını yadetmişlerdir. Bugün iki meslek tarzı da dünyada hala devam etmekte, Mevlevi ve Mevlana bakış açısı bütün dünyayı aydınlatmaktadır.

Bediüzzaman ve eserleri de bin yıldır inkar edilen kitaplı dinlerin temel argümanlarını küfrün tasallutundan kurtarmış, dünyanın birçok iklimlerinde gece gündüz Kur’an güneşinin şuaları olan eserleri ile insanlığı aydınlatmaktadır.

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org

Hazreti Mevlana Müzesi ve Bediüzzaman’ın Isparta’daki Evi

Mevlana Hazretlerinin mekanını belgesel deneme tarzında bir önceki yazıda anlatmıştım. Isparta’da bulunduğum için Bediüzzaman Evi veya Said Nursi evi  Hazreti Mevlana’nın mekanını dolaşırken hep gözümün önüne geliyor ve çağrışımlarla mukayese ediyordum. Mevlana Müzesi bir büyük kompleks. Mevleviliğin ve Mevlana hazretlerinin çevresinin birçoğunun eşyaları, elbiseleri ve öğretileri ile yer aldığı bir büyük alana inşa edilmiş heybetli ve azametli bir antik mimari eserler topluluğu. Kapıdan komplekse giriş haşmetli bir çağrışım dünyanın dört bir yanından gelen davetliler, özel biletlerle  müzeye giriyorlar. Ziyaretçi gelirleri çok büyük bir yekün tuttuğu ve devlete büyük bir gelir kapısı olduğu kesinlikle ortada.

Bediüzzaman Evi iki küçük evden oluşuyor, asıl onun dünyasını yansıtan ise sadece bir evin bir üst katı.  Üst katın bir bölümü Hazretin eşyalarına ayrılmış kapıları sürekli açık olan eşyaların bulunduğu yerlere bakılabiliyor ve seyredilebiliyor. Mevlana ve ailesinin eşyaları ise özel camlı korumalı dolaplarda sergileniyor, gelenlerin eşyalara dokunma lüksü yok. Tabii Bediüzzaman Hazretlerinin eşyaları ve kullandığı nesneler, özel elbiseleri henüz taze olan hatıratının izlerini taşıyor, Mevlana hazretlerinin hatıraları ise biraz daha kronik bir zaman dilimine dağılmışlar. Bediüzzaman Evi’ndeki  küçük odaya o kadar nesne ve eşya konulmuş ki birbiri içinde yüze yakın kitap , özel eşya ve nesneler var. Bunların bir büyük mekanda camlı  koruma dolaplarına konarak İngilizce ve Türkçe izahları yapılsa çok büyük bir teşhir salonu gerekir. Mevlana’nın azameti maneviyesine uygun bir teşhir gözetilmiş, Bediüzzaman’ın eşyaları ise adeta bir küçük mekana üst üste yığılmış, tıkış tıkış bir küçük oda.

Bediüzzaman’ın eserleri yüzünden niceleri zengin olmuş, istediği kadar basmış, üsluba müdahale edilmiş, talebeleri sadece hayıflanan ve teşeffi cümlelerinin ötesinde bir şey yapmamışlar.  Hazreti Mevlana’nın hatıratı Bediüzzaman kadar canlı değil, ama eserleri ve tesirleri canlı. Bediüzzaman’ın eşyaları ve hatıratı daha canlı ve henüz  toplumdan toplanmayan mitoloji derecesine gelmiş hatıraları bile var, Isparta’da bu hatıraların bazılarına rastladım oldukça ütopik ve fantastik, ama insanlar onlara inanmışlar, çünkü insanda reel olana değil hayal ve ütopyaya daha çok ilgi duyuluyor, evliyanın kerametlerine bire bin katıp söylemek de bunlardan biri değil mi bu yüzden Üstad keramet türü hatıraları desteklememiş ve yaymamış.

Abdülhak Hamit;

Az çok hayalden gelir insana tesliyet

Hep yüzü gülmez iğbirardır hakikatin

Derken insanın hayal olana ütopyaya olan yakınlığını anlatıyor.

Bediüzzaman  Evindeki eşyalar yığma türünde bir araya getirilmişler. Bediüzzaman ve beş büyük talebesinin kaldığı evin üst katında bir oda ibadet, bir oda mutfak ve bir oda Bediüzzaman’ın özel odası olarak kullanılmış, diğer oda talebelerinin kaldığı yer. Merdivenden yukarı çıkınca soldaki birinci odada bir camekanın arkasında  beş tane cübbe ve gece giyilen yekpare elbiseler bulunuyor, cüppelerin asli parçları belli değil, çok otantik ve etkileyici. Birinci camekanda  biri beyaz  diğeri sarı sarıklar ve iki takke bulunuyor. Çorapları, meshleri, mendilleri , bir küçük battaniye , bir tane altın, bir de yine ŞamlıHafız’ın eserleri yazdığı rahle bulunuyor. Üç tane sırt kaşıyan  muntazam tahtalar da var.  Bir camekanda altıtane resim var, çeşitli ebatlarda çekiliş veya yapılmış.  Bir camekanda birkaç kahve cezvesi,bir ampül bulunuyor.  Tesbihi, traş tasları, usturası, iki adet özel muhafazalı misvakları. Dört tane termos, iki küçük çaydanlık, Üstadın vekaletnamesi , buralarda sergileniyor.

Feneri, küçük özel imalat bir sobası, abdest leğeni , mangalı, nalınları , bir demlik altı, sefer tası , üç tane ibrik özel eşyaları olarak sergilenmiş. Bütün bu eşyalar  Hazreti Mevlana’nın teşir alanı gibi büyük bir salona  veya salonlara sığacak kadar büyük bir yekün teşkil ediyor. Elliye yakın eşyaya özel camekanlar yapılsa büyük bir müze alanı gerekir. Tesiri bütün dünyaya yansımış olan bir büyük, insanın eşyaları yığma bir mantık ile kamuya açılmış. Hz Mevlana’nın müzesinde bir haşmet ve düzenlilik ve azamet olduğu kesin. Sürekli denetlenen bir muhit var Mevlana müzesinde, Ama Bediüzzaman evinde küçük  çok küçük bir mekana yüklenmiş iki yüze yakın nesne var.

Bediüzzaman’ın el yazması eserlerinden alınmış nüshalar  otuz civarında, Hz Mevlana’nın birkaç eseri var vitrinlerde. Ama her biri ayrı teşhir ediliyor. Bediüzzaman’ın Latin alfabesine  çevrildikten sonraki ilk baskı eserlerin örnekleri oralarda teşhir ediliyor, Elliye yakın dile çevrilmiş eserler de  iki camekanda görünmeye arzedilmiş. Bu küçük odadaki  malzeleme salonlara yetecek kadar geniş tutulmuş. Bu evin civarı istimlak edilip  büyük bir alanın Bediüzzaman’ın hatıraları eşyaları ve eserlerinin teşhirine açılması gerekir,yoksa bu şekilde çok iptidai bir görüntü arzediyor.Bediüzzaman’ı sevenler bu iki mekanı karşılaştırınca çok daha farklı şeyler hissedebilir, Bediüzzaman’ın metrukatının garibanlığını görürler. Eserlerin basımından elde edilen gelirlerin yüzde onu bunlara ayrılmış olsaydı bu derbederlik yerini daha başka şekillere terkederdi. Mevlana müzesini hergün binlerce insan ziyaret ediyor, para ile giriliyor ve büyük gelirler elde ediliyor. Bediüzzaman’ın eserlerinin, metrukatı  eşyalarının, ve mekanlarının yüzeysel teşhiri  insanın yüreğini parçalar, bunu Mevlana Müzesini görünce ister istemez hissettim.

Hazreti Mevlananın ailesinin eşyaları ve makberleri de müzeye dahil edilmiş, Bediüzzaman’ın ona yakın ilk sıddık talebelerinin eşyaları da yapılacak bir müzeye dahil edilebilirler. Oraya giren şahıs hayatı boyu unutamayacağı görsel ve işitsel fedakarlık, samimiyet  örnekleri görür, bir davanın seyrini takibederler. Hatta üstadın bütün Anadolu ve dünya mekanlarının maketleri yapılarak tarihsel sıraya göre Bediüzzaman mekanları gezdirilebilir ve bilgiler verilebilir, bir de eserlerinin telif sırasına göre teşhiri yapılır ve eserlerin özelikleri anlatılabilir uzman kişilerce. Mevlana müzesinde her dilden tercümanlar turistlere bilgi veriyor biz de çoğu hayal mahsülü şeyler anlatılıyor. İki mekan ve iki izlenimler grubu ile hissettiklerimi yazdım. İnşallah ateizmi, nihilizmi, dinsizliği eserlerinin kılıçları ile mağlub etmiş bu evrensel insanın eserleri ve metrukatı onun azameti ruhiye ve eserlerine uygun teşhir edilir, biz de onları görür istirahatgahımıza gideriz.

Ölmeden görürsem millette ümid ettiğim feyzi

Yazılsın sengi kabrime vatan mahzun ben mahzun

Diyor Namık Kemal

Prof. Dr. Himmet Uç

NurNet.Org