Etiket arşivi: Himmet Uç

Ölümle Dalga Geçen Adam..

Divan-ı Harbi Örfi yani sıkı yönetim mahkemesinde 1908 sonrası Bediüzzaman yargılanırken, ölümle çok yönlü olarak dalga geçer. Bir kere harekete katılmaya cesaret etmek başlı başına bir cünun eseridir. Eseri yayımlayan Ramiz onun zekâsını tarif eder. “ Said Nursi filvaki ifrat-ı zeka itibariyle  hudud-ı cünunda idi. Fakat öyle bir cünun ki  onun ulvi ruh ve kemal-i aklına işarettir. “ Onun ruhunu bir zat şöyle ifade etmiştir.

Cunun başımda yanar ateş-i maalidir

Cünun başımda benim bir zeka-yı alidir

Benim cünunuma  rehber ziya-yı ulviyet

Benim cünunumu bekler azim bir niyet

Cünun delilik olarak anlaşılırsa dehaların aklı ile sıradan insanların aklı bir değildir. Bir psikanalist olan Barron ‘a göre “özgün kişiler  karmaşayı  ve bir dereceye kadar  dengesizlik durumlarını  tercih ederler, genel olarak  ortalama insanınkinden daha karmaşık psikodinamiklere sahiptirler , yargıları itibariyle daha bağımsızdırlar, kendilerini ifade etmede  ve baskın rol oynamada  diğer insanlara göre daha öne çıkarlar. Onların zekaları geometrik bir düzende değildir.Bunlar nesne ve olguları  başkalarınıngörmediği gibi  görmeyi de başarırlar. Ortalama kişiye göre  daha fazla fikri aynı anda taşıma , karşılaştırma  ve sentez yapma yeteneğine sahiptirler.Evreni ortalama insanın gördüğünden daha karmaşık bir yapı görürler. Organizmalarının  nesnel olarak özgünlülüğü azami derecededir. Yaratıcılıkları bu yüzdendir.(Psikanalitik edebiyat kuramı 116) Bediüzzaman’ın psikolojik ve psikanalitik portresi ve psikobiyografisi bir kitap olacak kadar büyüktür. Bizim son yüzyıllarımızda böyle bir zihinsel orjinallik  kimsede yoktur. Karşılaştırma da büyük bir eser olabilir. Ta on yaşından itibaren karmaşa ve kargaşaya atlar gibi girer ve hepsinden sağ salim çıkar. Böyle en az elli vaka vardır. Bunlardan en önemlilerinden biri otuz bir martı seyrederken olayın karakterini tahlil ederken yaptığı tahlildir. Otuz bir mart olayında hiç kimse onun kadar ateş  çenberine yakın durmamıştır.

“Mart’ın otuzbirinci günündeki  dehşetli hareketi , iki üç dakika uzaktan temaşa ettim. Müteaddid metalibi işittim. (farklı istekleri  işittim ) Fakat yedi renk  süratle çevrilirse yalnız beyaz göründüğü gibi ayrı ayrı matlablardaki fesadatı  birden bire indiren ve avamı anarşilikten kurtaran  ve efrad elinde kalan  umum siyaseti  mucize gibi muhafaza eden lafz-ı şeriat yalnız göründü. Anladım iş fena , itaat muhtel, nasihat tesirsizdir. Yoksa her vakit gibi yine o ateşin söndürülmesine  teşebbüs edecektim. Fakat avam çok , bizim hemşehriler gafil  ve safdil, ben de bir şöhret-i kazibe ile görünüyorum. Üç dakikadan sonra çekildim. Bakırköyüne gittim, ta beni tanıyanlar karışmasınlar . Rast gelenlere de karışmamak tavsiye ettim “D H Örfi 24) Büyük karmaşayı  seyrediyor ve duyduklarına karşı bir tavır alıyor ve neticesiz bir durum olarak görüyor ve çekiliyor. Ayrı ayrı maksatlardaki fesadat , cümlesi gösteriyorki istekler birbiri ile irtibatsız, işin içinde farklı parmakların olduğunu gösteriyor, işte dehaların bakışı ve kısa sürede problemi tahlil etmesi ve ateşten geri durması .  

Cümlenin devamı “  Eğer zerre miktar dahlim olsa idi , zaten elbisem beni ilan ediyor, istemediğim bir şöhret de beni herkese gösteriyordu. Bu işte pek büyük görünecektim . Belki  Ayestefenos’a kadar  tek başıma olsun Haraket ordusuna karşı mukabele ederek isbat-ı vücut edecektim . Merdane ölecektim . O vakit dahlim (içinde olduğum) bedihi olurdu. Tahkika lüzum kalmazdı”(D H Ö 25)Yeni dönemde tabiatı seyredip ondan ilahi sanata deliller çıkaran bir Bediüzzaman  önceki dönemde ihtilal ayaklanma türü bir olayı birkaç dakikada tahlil  eder ve geri durur. Hiçkimse  bu millet için onun kadar ateş çenbesinde dolaşmamıştır. Yüzyılın bütün şerlileri ve şerirleri, ikibin yıllık felsefe tarihi ve yüzyılların bilim tarihi yanılmalarını yapanlar, dünya ve türkiye ölçeğinde onun muhataplarıdır. Onu anlatacak çok büyük bilim adamları sosyologlar gerekir. Sadece şu otuz bir marttaki tavrı bizim tarih kitaplarımızda yerini alacak bir siyaset felsefesidir, bir kahramanlık mitidir . Romada ezilen insanları ayaklandıran Spartüküs gibi Van’ın  isparitinde böyle bir adam çıkmıştır.Bu olayların parametresi türk –kürt  nefret ve sevgisi olamaz. O ırkların kısır kalıplarına girmez bir adam. Hulusi Abi  için  “ Bu Hulusi Türk Kürt gibi değil bu başka bir adam “ dermiş, ya kendisi nedir, örneğini bul nerede.

Hareket ordusunun tavrı da bir yanlış kurgudur, çünkü istanbul’da ordu varken selanikten nasıl terkib edildiği belli olmayan bir ordu gelip payitahttaki hareketi bastırır. Onun terkibi ile isyancı kalabalıkların terkibi karışık, sanki iki hareketi aynı el yönetiyor.  Bediüzzaman bu geleceğim lazım adamı geri durur ama zekasının istidlali ile .

Hareketin isyancıların bağırtıları içinde safdil insanların şeriat lafzını kullanmalarına karşılık  onları kurtarmak isterse de farklı telakkiler onu geri turar, bu yüzden masum insanlar idam edilir. Bayezıttan  Sirkeci’ye kadar darağaçları kurulur.ihtilalcilerden farkını açıkça anlatır. “ Şeriatın bir hakikatına  bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat  sebeb-i saadet  ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat. İhtilalcilerin isteyişi gibi değil “

Masum insanları iğfal edip idam sehpalarına gönderen mantık dış kaynaklıdır. Bu konuda çok araştırma yapmış Ahmet Altan isyan günlerinde Aşk romanında isyancıların ceplerinde İngiliz sterlinlerini görenler olduğunu naklediyor. Milletin dini duygularını kullanıldığını Bediüzzaman görmüş , onları meyusiyetten kurtarmak için , takdir ettiği meşrutiyeti de lekeden kurtarmak ve tarihin otuz bir mart konusunda geleceğe yanlış  bilgilernakletmemesi için savunmasını yapmıştır. Bu konuda çok kitap var, bunların tahlili ve terkibi ve sentezi ile koca bir kitap  ortaya çıkar. Elimizde son yüzyılın en büyük olayları içinde bir büyük büyük adam var,ama aması çok uzun. Etrafımız korkak ürkek rahata alışmış bahadırlığını yitirmiş insanlarla dolu.Bu Bediüzzaman’ı anlatmak onun sevenlerin işi değil, çok farklı donanımlar gerekir, sadece sevgi  ile olmaz.  

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org

Ne Zamanki Ayetü’l-Kübra Gibi Ders Kitabı Yazarsanız..

Bilimler güya bize evreni anlatacakken,  konuşan kâinatı lal bıraktı, dilsiz hale çevirdi. Kafalarındaki şirki, inkârı, nihilizmi Allah’ın insan için hazırladığı hizmetçileri olan varlıklara yaydılar. Onları, birer harf iken müstakil, bağımsız varlık haline getirdiler. Bediüzzaman bilimlerin bu şirk vaveylasına isyan etti, bütün varlıkları Allah adına konuşturdu. Kerem nasıl Aslı’yı her gördüğü şeyden sordu ise, Bediüzzaman da bu büyük delil kitabında, her şeyden Allah’ı sordu. Kitapta sadece sorma ve konuşturma başlı başına bir sanat resmigeçidi.

Konuşma sanatı bütün edebiyat metinlerini işgal etmiş, çünkü konuşmak bir nevi ispat demektir. İnsan konuşur, kendini izah eder.  Din sadece namaz, oruç, hac bir de başörtüsü değildir.  

Kur’an’daki konuşmaları tasnif etmek lazımdır. Allah’ın konuşmalarını, peygamberlerin konuşmalarını, taşların, ağaçların konuşmalarını; daha neler ve ne konuşmalar… İsyan ediyorum, kızmayın beyler!  Kur’an ve Estetik diye bir kitap yazdım, ilahiyatta okutmak istedim.  O dersi koymadılar, sanattan habersiz adamlar. Bediüzzaman keşfedilmemiş, seksen yıl yaşamış, öleli de altmış yıl geçmiş, hala keşfedilmeyi bekliyor. Hâlbuki Kur’an’ın estetik düzeni ve sanatı üzerine çalışılsa daha geniş bir alana dönüşür, sanatçı da estetikçi de onunla uğraşır.

Bediüzzaman konuşan bir kâinatı, olayları, mekânları, insanları velhasıl her şeyi konuşturur. Küstürülmüş kâinatı ve üyelerini Allah’ın etrafında Mevleviler gibi koşturur. O varlıkları Allah’la buluşturur, küsmüş ve küstürülmüş kâinat onun sayesinde hem İlahı ile hem insanlar ile barışır. Yağmur yağar, sular akar, otlar yeşerir gibi öznesiz şirk cümleleri üzerlerindeki en büyük ateist yükü kaldırır. Gökyüzünden Allah’ın izni ile iner, yeryüzünden Allah’ın izni ile bitkileri çıkarır, onları insanların midesinin emrine verir; velhasıl bütün kainat onun yorumları ile konuşan ve Mevlevi gibi insanın ve Allah’ın etrafında dolaşan nesnelere, âşıklara dönüşürler. Bahar olur ağaçlar çiçek açar, meyve verir insanlara. Güller insanlara güler, bütün kâinat; “ben de varım, biz de varız“ sedaları yayar.

Eserin ilk cümlesi konuşma üzerine kurulmuş: “Kâinattan Hâlık’ını soran bir seyyah.” Kâinat konuşmayan bir nesneler topluluğu olduğuna göre Bediüzzaman bu nesneleri ve olayları konuşturacak demektir. Soran dediğine göre, cevap verecek olan da var.  Sormak fiili, seyyahın fiili. O soracak, kâinat da cevap verecek demektir. Ayetü’l-Kübra büyük fenni ve ilmi bilgiler ile zenginleştirilmiştir. Bu bilgilerin marifete dönüştürülmesi ayrı bir konudur. Biz konuşmalar üzerinde duralım. Hani bir adam birini arar da birisi onu görür ve “Ne arıyor bu adam?” der ya, işte öyle bir şey. Seyyah ararken, onun arayışını gören hava boşluğu, Bediüzzaman’ın tabiri ile cevv-i sema üç sesli fiille görünüyor. “Gürültü ile konuşarak bağırıyor.”

Tiyatro, konuşma ve konuşturma eğitimidir. Eğer dramaturg size; “Şunu söyleyin” derse onu söylersiniz. Farklı bir söz, sizi de oyunu da karıştırır. Bediüzzaman bir dramaturg gibi sahneyi kurmuştur. “Dünyaya gelen o yolcu adama ve misafire, cevv-i sema denilen ve mahşer-i acaib olan feza gürültü ile konuşarak bağırıyor. “Bana bak merakla aradığını ve seni buraya göndereni benimle bilebilir ve bulabilirsin.’” der.

Ne harika sahne? Bir adam yeryüzünde dolaşırken hava boşluğu ona sesleniyor. Bu adam sanatçı değil. Ya nedir? Nasıl, bir konuşturma ustası değil mi? Öyle bir şablon ve örnek bir metin ki Medresetü’z-Zehra’ya kitap yazmaya çalışan herkese doğuran bir metindir. İşte ders kitaplarını böyle yazmaya başladığımızda ölü dersler birden canlanacak. İşte o zaman sınavsız ve zorunluksuz (aktif ve doğru) öğrenme devri başlayacak. 

Hava boşluğunun yerine insanda, yeryüzünde ve kâinatta bütün nesne ve olayları koy, hepsi seyyahı çağırsınlar. Hava boşluğunun bağırdığını duyan seyyah, sesin geldiği tarafa yönelir ve oraya bakar. “O misafir onun ekşi, fakat merhametli yüzüne bakar; müthiş fakat müjdeli gürültüsünü dinler.” İfadede o kadar çok şey yapılmış ki, bunların hepsi sanatlı anlatım. Sıfata bak: “Ekşi, fakat merhametli yüzü.” Hem konuşma, hem görme, hem bakma, hem ifade etme. Gel de bu anlatıma hayran olma. Ya neye hayran olacaksın? “Ben bana kurban, ben bana hayran” diyor bir takım insanlar. Kendimize hayran olmaktan başka şeylere hayran değiliz ki…

Bediüzzaman ise, şaşkın seyyahına hava boşluğunun çağrısı ile cevap veriyor. Böyle bir şeyi hayal etmek… Onun hayran olacak nesnesi yok. O Allah’ın nesnelerine, hizmetçilerine, figüranlarına hayran, onları konuşturuyor. Onun elinde kâinat, susan kâinat iken konuşan kâinata dönüşüyor. Yani Bediüzzaman tevhid adına kâinatı konuşturan insan. Bu metinlerde hepimizin sanatçı ordusu olmamız lazım gelir. Evet, sanatçı ordusu… Konuşma, konuşturma, diyalog ustası Bediüzzaman. Bunları görünce bir onun uğraştıklarına, bir de bizim uğraştıklarımıza bakıyorum, hasta oluyorum, “Olmaz böyle şey” diyorum. Başka ne diyeyim?

Hava boşluğunu konuşturduktan sonra iç diyalog veya monolog yapar, kendi ile konuşur. “Sonra gözünü çeker, aklına bakar; kendi kendine der ki…” Çünkü göz perde, perdeyi çekeceksin ki, dışarıyı göresin. Sadece bu kelimeyi kurgulamak ne kadar harika? Devam ediyor. “Gözünü çeker, aklına bakar, kendi kendine der ki; atılmış bir pamuk gibi bu camid, şuursuz bulut elbette bizleri bilmez ve acıyıp imdadımıza, kendi kendine koşmaz ve emirsiz meydana çıkmaz ve gizlenmez.” Bulutun yerine hizmetimize tahsis edilmiş her şeye bak. İfadeyi onlara uygula. Buluttan sonra koyun de, inek de, rüzgar de, elma de, ağaç de, arı de, demir de, civa de, el de, ayak de, mide de, ıspanak de, maydanoz de, sonsuza kadar her şeyi böyle konuştur. Bir tiyatro eseri yaz: “Konuşan kâinat.” “Allah adına konuşan kâinat.”

Bu gariban koyun nasıl beni bilsin de süt fabrikası olsun?

Bu inek benim için nasıl protein ve süt kaynağı olsun, nasıl düşünsün?

Rüzgâr nasıl sesi arkadaşın kulağına taşısın, nereden bilsin, nereden bulutu taşısın, nereden tozlaşmayı yapsın?

Elma nereden seni ihtiyacına göre şekillensin?

Ağaç nasıl şeftali ağacı olmayı tasarlasın?

Arı nerden geometri öğrensin? Işıktan matematik hesapları yapsın? Yaptıkları o kadar çok ki, insana hizmet mektebinden arılık diploması aldıktan sonra senin hizmetine geliyor, sen adam olmazsan seni ısırıyor, “Adam ol” diyor.

Demir, senin vücut betonunu ayakta tutmak için bitkilere nasıl belli oranlarda gitsin? Fazla olsa bina gibi olacaksın, az olsa birden yere düşeceksin. Bu kimya dersini kimden aldı ıspanak ve demir?

Bütün nesneleri böyle cümlelerle konuşturabiliriz.

Kendi ile konuşur, rüzgâr ile konuşur, aklı ile konuşur; konuşa konuşa ruhları, imanları inşa eder. Hani sabahtan akşama kadar boş işler konuşan insanlar vardır ya, hâlbuki konuşmak ne kadar harika bir şey. 20. Mektup’ta insanın hitap çiçeğini açtığını söylüyor. Kime hitap? Allah’a hitap. Etten bir vücut yap. Ona konuşmayı yükle. Kendi ile konuşsun. Sonra namaza durup “Elhamdülillahi Rabbi’l-alemin – Yarabbi sen alemlerin Rabbisin.” Konuşsun, konuşsun, sonra konuşma bitince selam versin konuşmayı bitirsin. Namaz konuşma sanatı; konuşan, kâinatı dinleyen insanın onlara karşı onlar için Allah ile konuşması. Sema, ağaç, çiçek konuşurken kulum “hayyaale’s-salah” diyor. Gel sen benimle konuş, kâinatı senin için konuşturan “Ben senin de benimle konuşmanı istiyorum” diyor.

Haşir’de gerilimi icad eden anlayışsız adamın tutumu, Ayetü’l-Kübra’da gerilim yok gibi; ama durgun suda fırtına koparan Bediüzzaman fikrin hareketine, insan bedenini ve ruhun bedenini baz almış. “Sonra gözünü çeker, aklına bakar görür ki…” Burada gerilim kaynağı gözün, çıplak gözün, hakikate perde olduğu, aklın önüne perde olduğu, tarih boyunca bütün yanlış anlamaların ve dalaletlerin özünde gözün perdeli olması yattığı anlatılıyor. Gözün perdeleri ya ölürken açılır, ya kabirde açılır. Bu çok geç değil mi?

Perde kelimesi ile Bediüzzaman’ın büyük tanışıklığı var. Perde kelimesini ne mutasavvıfin, ne âşıkân evliya, ne de şair, şuara onun kadar anlamamıştır. Gözü perdelikten azat edip aklı konuşturur. Şahıs yok gibi; ama insan bedeninden şahıs özelliği olan davranışlar seçmiştir. Ne kadar harika, ince ruhlu ve kelimelere hakim bir insan.

Bütün Ayetü’l-Kübra’daki konuşmaları anlatmak bir kitabın hacmini aşar.

Necip Fazıl;

“Haykırsam kollarımı makas gibi açarak

Durun kalabalıklar bu sokak çıkmaz sokak” diyor ya.

Ben ne diyeyim;

“Haykırsam kollarımı makas gibi açarak

Haydi Ayetü’l-Kübra okuyun koşarak

Oradaki tevhid okyanusuna dalarak

Temizlenin olun pir ü pak ü zambak

Kim bu eseri bilir de okumazsa ayrıntılı

İmanı dar, kirli ve hem çıkıntılı

Bir sanat mektebi, bir aşk okulu

Bir menekşe hem de nübüvvet kokulu

Bir seyyaha açılır tevhidin yolu

Allah adına görür semayı, ufku

Ayetü’l-Kübra büyük bir delil

Onu bize ihsan etmiş Rabb-i Celil.”

Bu şiir bitmez, bu yazı da bitmez. “İkra” deyip “Bize okumayı öğreten sensin Allah’ım” demek lazım. En güzel okumaları gerçekleştiren Bediüzzamani bize kâinatı okumayı öğretti. Meleklere bir varlık yaratacağını söyleyince İlahımız, daha önce yaratılan bir türden dolayı itiraz ederler, “kan dökecek birini mi yaratacaksın” derler. Allah Adem’e esmayı öğretir, sonra melekler onun esma öğrenme ile kendilerine tefevvuk etmesi karşısında onun ilmine hürmeten susarlar. Adem’in şahsında her insana esmalar yüklenmiş,

Ne zamanki Ayetül Kübra gibi hakikatleri canlandıran/konuşturan ders kitapları vücuda getirebilsek, sanatla inancı, sanatla bilimi buluşturabilsek o zaman okullar marifet yuvası halini alacak. Bilimler faydalı olmaya başlayacaktır.

Prof. Dr. Himmet Uç

www.ulegder.net

Gösterici ve Tarif Edici Kimdir? Vassaf, Dellal Nedir?

Onuncu söz İkinci işarette peygamberlerin mutlak görevlerini anlatırken Bediüzzaman “hiç mümkün olur mu ki nihayet kemalde olan bir cemal  gösterici  ve tarif edici bir vasıta ile kendini göstermek istemesin

Nihayet kemalde olan bir cemal, yani eksiksiz nitelikleri olan bir kemal ve yine öyle bir güzellik ki hiç eksik yanı yok, böyle bir güzellik kemalini gösteren ve tarif eden biri gerekir. O eksiksiz güzellik ve kemal bu kainattır ve dünyadaki güzel eserlerdir. Peygamberler bu kemali ve cemali insanlara izah ederler. Bir diğeri de “hem mümkün olurmu ki gayet cemalde bir kemal-i sanat onun üzerine enzar-ı dikkati celbeden  bir dellal vasıtasıyla teşhir istemesin

Allah’ın sanat eserleri gayet cemaldedir, yani daha güzeli düşünülemez güzelliklerdir. Sanat eserleri de eksiksiz, noksan yanı olmayan mükemmelliktedir yani kemaldedir. Bu eksiksiz sanat eserlerine dikkat çeken nazarı dikkati celbeden dellallar gerekir, işte peygamberler bu eksiksiz güzellikleri insanlara anlatan dellallık eden  mukaddes insanlardır. Demek peygamberlik hem göstericilik, hem tarif edicilik, hem de dellallıktır.

Bediüzzaman da bu asırda peygamberin bu gösterici ve tarif edici, dellal vasfını eserlerinde asrın mantığına göre yapmaktadır, onun tebliğ ve davet metodu bu asırda böyle tecelli etmiştir. Nasıl büyük sanat eserlerini insanlara anlatan sanat uzmanları olur, her büyük sanat eseri hakkında sanat tarihi bilgisi verir bu uzman kişiler ve eseri tanıtırlar.

Bediüzzaman onuncu sözde “ fenzur “ diye başlayan bir ayetle bahse girer, bütün eser bu “fenzur ila asari rahmetillahi “ayetine göre şekillenir, Bediüzzaman bütün eser boyunca insanlara bakıp daha sonra yorumlamayı, göstermeyi öğretir.

Onuncu sözde  akla hitap ederken en çok kullanılan fiiller görünüyor ki (66) görüyor(66) görmüyormusun ki (66) gösteriyor ki (66) gösterir ki (66) görülüyor (66) Sadece 66 ıncı sahifede bahsi idare eden görmek fiilinin türevleridir.11 adettir. Anlatılan bahsi bir fiilin etrafında dokumak büyük bir dehayı ve mehareti gerektirir.

Bediüzzaman Kur’an okuma içinde Kur’an’ın bak gör fiiliniin tafsilatını anlatır. Kur’an’ı bu asrın insanına bu kadar dikkatli  ve görsel anlatan ve onlarla burada Haşri öldükten sonra dirilmek hakikatini anlatan bir başka kimse var mı? Adama bühtan etmeyin vallahi çarpar, kimse Bediüzzaman’lla dalaşmasın , çünkü onunla dalaşıp da iflah olan yok. Nice siyasiler, fikir adamları  geldiler gittiler onun dedikleri doğrultusunda idare ettiler ama ne zaman başka güçlerin idaresine ve ihtiraslarının idaresine yöneldiler, battılar. İşte Özal işte Mesut, işte Demirel. Çünkü o birlik içinde ülkeyi idare edin size mübarek olsun. Biz sizden bir şey istemiyoruz ülkenin istikrari devam etsin, insanların karnı tok sırtı pek olsun biz işimize bakalım siz de işinize bakın.

Bak ve gör fiilinin belirtileri yaygınlığı bütün bir Risale-i Nur’dur. Pencereler risalesinin başındaki ayette “onlara gerek içinde yaşadıkları alemin her tarafında, gerekse kendi nefislerinde ayetlerimizi göstereceğiz.” Senüriim ayatina  fil afaki vefi enfüsihim …” ısrarla diyor “ g  ö s t e r e c e ğ i z “ insanın  görevi bunları görmektir.

Bediüzzaman peygamberimize gösterici diyor neden çünkü Allah ayeti ile ona gösterme görevini vermiş, bu asırda Bediüzzaman gösterici görevini onun emri üzre yapıyor. 33 pencerede “senürihim” göstereceğiz fiilini nasıl uyguluyor bahsin adı pencere, öyle ya Allah ayetinde göstereci  diyorsa Bediüzzaman da otuz üç pencerede de mahlukata ve olaylara açılan pencereleri açıyor ve insanlara mümin , kafir, fasık, gafil, özellikle ateist ve nihilistlere gösteriyor. Onuncu sözün bakış noktası bab yani kapı 33 sözün ana bakış yeri ise penceredir.

Günlük dilden bir konunun felsefesine açılan kelimeler çıkarmış kelimeleri basit nesne isimlerinden ilahi sanata açılan kapılar pencerelere çevirmiş. Bediüzzaman dili ne kadar geniş alanlara açmış b ir  yorum ve felsefe dili oluşturmuş. Kıskanıyorsunuz Bediüzzaman’ı çünkü onun yaptığını yapacak ne ihlasınız ne de iktidarınız var, garibanlar.

Bediüzzaman’ın bir de remizler yani sembolleri anlattığı bahisler var ki onlar bir devirlik değil tarihi dil başarılarıdır. Sembolik dil kullanmak zorun zorudur. Dünyada sembolik roman neredeyse yok, karanlığın Yüreği romanı sembolik roman olarak kabul ediliyor, kim okur kim anlar. Bir Amerikalı tutmuş yazmış. Bediüzzaman’ın sembolizmi ise ayrı bir sanat konusu , yapma himmet uç neler söylüyorsun ne yapayım arkadaş elimi kolumu bağladılar Isparta’da fikirlerimin kabızı oldum, insanı diri  diri gömmek için bundan usta bir tecrid yapılamaz, Allah’ım bana kapılar pencereler aç.Üstadım senin himmetine sığındı himmet, ya meded…

Bir sembolik cümle yazalım. “ Ene künuz-ı mahfiye olan  esma-i ilahiyetin anahtarı olduğu gibi kainatın tılsım-ı muğlakının dahi anahtarı olarak bir muamma-yı müşkülküşadır, bir tılsım-ı hayret fezadır. O ene mahiyetinin bilinmesiyle  o garip muamma  o acip tılsım olan ene açılırve kainat tılsımını  ve alem-i vücubun künuzunu dahi açar. “

Ona sataşanlar gelin sizi imtihan edeceğiz bu cümleyi çözün bütün iftiralarınızı  o zaman konuşalım. Bu cümle bütün felsefe tarihin en zor bahsidir, bunların her bir cümlesinde bir çok filozofun cesedi ve efkarı görünür. Nasrettin Hoca’ya demişler ki bir adam gelmiş sorular soruyor cevap veremiyoruz gelsin demiş. Adam demiş dünyanın merkezi neredir hoca “eşeğimin ayağını bastığı yer” ama olur mu demiş hoca da “inanmasan ölçde gör” Gökte ne kadar yıldız var demiş “eşeğimin sırtındaki kılları kadar” olurmu demiş inanmasan sayda gör , demiş. Onun misali .

Otuz üç pencerede pencerelerden gösterir sonra körlere ve görmezlere sataşır.”işte ey biçare müflis felsefi.   Bu muazzam pencereye ne diyorsun?.. Şimdi ey biçare münkir-i gafil.. ey kozmoğrafyacı efendi… ey coğrafyacı efendi.. ey esbabperest biçare.. işte ey gafil

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org

Hapishane’den İsmi Azam’a!

Psikanalitik edebiyatta yalnızlık ve ona ek olarak zulüm büyük dehaların doğmasına sebep olmuştur. Hapishaneler büyük dershanelerdir, sağlı sollu hapse atılan ve zulme maruz kalan birçok insan oradan büyük zekâlar olarak çıkmışlardır. Kemal Tahir orta Anadolu ‘da on yılı aşkın hapis yatmıştır, bugünün mantığı ile baksan onun söylediği sözleri çerez gibi yiyen adamlar her yerde dolaşıyor ne devlet yıkılıyor ne de sistem.

Bir iki cümle yüzünden nice büyük insanlar hapishanelerinden dört duvarı arasında zulme terkedilmişler. Kemal Tahir, hapisten çıktıktan sonra doktora gider, döndüğünde Can Yücel sorar “neyin varmış Kemal?”, Kemal Tahir ne diyorsun Can yani Kemal nezle mi olsaydı, “Kemal Tahir kanserdir. Ama söz manidardır, bu kadar zulmü  gören bir adam ne olabilir ki, solculuktan Yol Ayrımı ile Osmanlı’nın büyük millet ve büyük devlet olduğuna dönerken, solun zulmü ile ahirete göçer ahirette, hem dönemin kör hukuku hem de kavak kafalı sol yüzünden heba olmuş adama Allah nasıl muamele eder o Adili Mutlak bilir ne bilelim. Bediüzzaman ”Sungur ben de on iki hastalık var ki sende biri olsa ölürsün“ der.

Cumhuriyetin değil çünkü Bediüzzaman ben dindar bir cumhuriyetçiyim diyor, bizim adı cumhuriyet olan ama zulmün en sefilini yapan cüce kafalıların paravan cumhuriyetini kastediyorum. Düşünüyorum o halde varım demiş Dekart, biz de düşünüyorum diyeni sana mı kaldı düşünmek düşünme düşürürüz diyoruz, o günde öyleydi, bugünde böyle, ben de yirmi yıldır düşünüyorum, birileri de  benim için düşünüyor. Düşünen adama menfaatleri gereği baskının  ve tecridin en alasını yapıp bak , ne kadar  yay gibi gergin diyen zevzekler. Diyarbakır tantanasından Isparta kampanasına , yaşasın hürriyet , hangi hürriyet zulm etmenin hürriyeti.

Bediüzzaman son devrin büyük mazlumlarından değil, tarihin en büyük mazlumlarından biri. Hapishanelerde büyük eserler yazmış, Hapishanelerin meyvelerini kendi anlatır.

 “ Denizli medrese-i Yusufiyesinin  bir ders-i azamı  M e y ve  R i s a l e s i   olduğu

Afyon Medrese-i Yusufiyesinin  kıymettar bir ders-i ekmeli “Ehhüccet üz Zehra olması gibi .

Eskişehir Medrese-i Yusufiyesinin  gayet kuvvetli bir ders-i azamı da ism-i Azamı taşıyan  Altı ismin altı nüktesini beyan eden bu Otuzuncu Lema’dır.

Denizli ‘de Meyve risalesini kaç kişi tanıyor diye bir gazeteci istatistiği yaptım, meyve deyince adamın bakkaldaki meyve aklına geliyor, nerede Meyve risalesi. Burada doğmuş ama doğduğu evde tanıyan yok. Bitirdik her şeyi diyenlerin cakasına payan yok. Isparta’da kırk yıldır yaşayıp Bediüzzaman evinin olduğunu farkında olan yok. On beş yıl yaşadığı bu şehirde onu andıran bir doğru dürüst kültür kurumu yok. Dosto’nun , Zola’nın, Hugo’nun , Dickens’in yaşadığı şehirlere bak. Biz hala bu kadar zulmü bir iki eser yazdığı için bu büyüklüğün yanında karınca kaldığı adamı eleştiriyoruz, bir zaman bunu sol yaptı şimdi sağcılığı felç olmuş, sağduyusu kötürüm sağcılar yapıyor.

Bediüzzaman’ın Eskişehir’de çektiklerini Tarihçe’nin ona ait bölümünde okuyunca ağladım, Bediüzzaman “elleri bağlı bir adama ordular taarruz ediyor” cümlesinin ne kadar yerinde olduğunu  gördüm.

Eskişehir’de görünen risaleleri şu cümlelerle anlatır. “ Kuddüs isminin bir cilvesi Şaban-ı Şerif’in ahirinde Eskişehir hapishanesinde bana göründü. “

Adl isminin bir cilvesi  Eskişehir hapishanesinde uzaktan uzağa göründü. “Hapishane değil Bediüzzaman’ın ulvi hakikatı görmek için, rasat kulesi”

İsmi Hakem Ramazan-ı Şerif ‘de görülmüş.

Ferd ismi Şevval-i Şerif’te Eskişehir Hapishanesinde bana göründü.

İsm-i Hayy’in bir cilvesi  Şevval-i Şerif’te Eskişehir Hapishanesinde uzaktan uzağa  aklıma göründü. Vaktinde kaydedilmedi . Ve çabuk o k u d s i  k u ş u avlayamadık. Tebaud ettikten sonra ….

İsm-i Kayyum ise İsm-i Hayy’ın bir hülasasıdır. O da Eskişehir’de yazılmış.

Mubarek aylar, zulümler ve yaşlı bir zat, bu hakikatler o hapishanenin penceresinden ona görünmüş. Hepsi geçti ama bu eserler harika.

Hayy ismi akıllara durgunluk verecek bir icmal gücü ile yazılmış. Hayat nedir, ve mahiyeti ve vazifesi nedir isimli baştaki paragraf fihristevari yazılmıştır. Eğer bu fihriste açılsa ne olur onu kendi söyler. Açılımı sayısız kitabın telifine neden olacaktır. “İsm-i Hayy’ın bir cilve-i azamı  ve ismi Muhyi’nin – iki isim ismi Hay ve İsm-i Muhyi , nasıl oluyor herhalde hay ismi kendi hayatı, ismi muhyi ise hayatı veren demek-  bir tecelli-i eltafı olan  bu hayatın Birinci Remizdeki fihristesi zikredilen bütün mertebeleri  ve vasıfları  ve vazifeleri  beyan etmek  o vasıflar adedince  risaleler yazmak lazım geldiğinden .. burada birkaç tanesine muhtasaran işaret edeceğiz.  Yirmi dokuz hassanın sadece dördünden remiz yani sembol olarak bahsetmiş, geriye yirmi beş kısım kalmış. Tek başına bir külliye olacak kadar büyük bir eser.

Her perspektifin  m e r t e b e, v a s ı f  ve   v a z i f e l e r i n i beyan etmek için vasıflar adedince risaleler yazmak gerektiğini söyler. Yirmi dokuz özellik yirmi dokuz üyeli bir oturum gerektirir. Sadeleştirmeye kızanlar, anlaşılmaya da kızıyor, gel de işin içinden çık. Hayy ismi klasik esma kitaplarının hiçbiri ile kıyaslanamayacak bir büyük risale .

İsmi Azam’ın İslam düşüncesindeki yerini anlatmak için bahsin sonuna bir hatime koymuş, o hatime bile bir kitap olacak düzeyde. Hz Ali’nin (ra)  altı adet ismi azamı var; “Ferd , Hayy, Kayyum , Hakem , Adl ve Kuddüs.” En büyük o ya ona altı büyük isim verilmiş, veya o görmüş. Bediüzzaman onun şakirdi   olduğu için onların açılımını yapmış. İmamı Azam’ın iki ismi var Hakem ve Adl, Rabbani’nin Kayyum, Geylani hazretlerinin ise Hayy ismi. “Pek çok zatlar daha başka isimleri ismi azam görmüşlerdir” Bediüzzaman  sadece eazımın isimlerini söyler. Kendi ismi azamları da herhalde Hz Ali’nin olanlardır. Bu altı bahsi müşahhas hale getiren bir başka kimse var mı onu bilmiyorum, ama zannetmiyorum. Sair esma kitapları kısmen tasavvufi ve teorik Bediüzzaman ise göstergebilimsel ve gözleme dayalı bakıyor. Bediüzzaman bütün esma ile alfabe gibi kainatı okuyor. Esma okumaları mektebi Risale-i Nur.  

İsmi Kayyum’un başında Bediüzzaman bir  i t i z a r ve onun arkasından bir i h t a r ‘da bulunur. ihtar ile itizar bir arada olmaz, çünkü ihtar verdiğiniz ve meselenin önemine işaret ettiğiniz yerde okuyucudan özür dilemezsiniz  veya üçüncü kişilerden , ama Bediüzzaman özür diler, bu ne demektir, bu da bize işte sizde bir yerdesiniz orayı görün demektir. İtizar da tabirat ve ifadelerde noksanlar ve intizamsızlıklar olabileceğini söyler, kim görecek, anlamak istemek yasak bir de  eksiği görmek nerede Türkçe’ye öyle hakimiyeti olan adamlar. İhtar da ise İsmi Azamın önemine işaret eder. Ne yapacaktı, bizim yapacağımız iş değil ki “ismi Azam’a ait nükteler azami bir surette geniş hem gayet derin “ olduğundan hem geniş sadece geniş değil azami bir surette geniş, iki sıfat arka arkaya, genişliğin ötesinde bir şey. Sonra hem de derin, derin bir bahsin derinliğine girilemez derin sular gibi . Hem geniş hem azami bir surette geniş hem de derin olan bir bahsi yakalamak zordur bu yüzden “ her adam her meseleyi her cihette anlamaz” demek anlamak için cehd ve gayret lazımdır bir de bilgi bu yüzden bilgiye atfen şöyle der. “Bilhassa birinci Şua maddiyunlara baktığı için daha ziyade derin gittiğinden” demek bu bahis materyalistlerin dünya kadar adam bunlar ikibin beşyüz yıllık bir fesad şebekesi . En büyük organizatörleri ise son  asırda Marks ve avane-i muzırrası. Çünkü o materyalizmi okula çevirmiş, bu yüzden kilise kendisine domuz diyor, onlar onun yaptığını bizden iyi biliyor.

Risale-i Nur bir fikir okyanusudur. Bak bu cümleye “ Birinci şuaına herkesin fikri yetişmez , fakat hissesiz de kalmaz. “ Demek fikri yetişecek şekilde eğitmek gerek. Sonra bu cümleye bak “ Saadet-i ebediyenin anahtarı olan imanın kuvvetleşmesi ehemmiyeti çok azimdir. İmanın bir zerre kadar kuvvetli olması  bir hazinedir” Ebedi saadetin anahtarı iman, kapıyı çevirdin anahtar içeride kırıldı, o zaman mı anlayacaksın imanının yetmediğini Himmet Uç, gel şimdi anla da çilingire Bediüzzaman’a git kuvvetli bir anahtarı birlikte yapın. Kapının önünde anahtarın içerde kalınca çilingiri bulamazsın Himmet Uç. Orada sende suç. Ağlamak kar etmez, gel burada terle , orada gülsün yüzün, olmasın yüzünde hüzün.

Necip Fazıl kendine “gaibi kurcalayan çilingir “ diyor. İyi bir vasıf ama gerçek çilingir Bediüzzzaman anahtarcı dükkanı gibi dükkanı Saadet-i Ebediye Anahtarları dükkanı neresi, Risale-i Nur…

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org

Mide İstiaresi Ve Sırr-ı Kayyumiyet

Bütün varlığı ayakta tutan “Kayyumiyet” sırrıdır. Toprağın ağaca dönüşmesi ve o ağacın toprağın üstünde ömrü nihayet buluncaya kadar çevresindeki tesirlere direnerek yaşaması bizim anlamakta zorluk çektiğimiz bir sırrın onun içinde var olması iledir. Aynı topraktan yapılan insanın toprak zerrelerinden inşası bir mesele, o zerrelerin birbirine dayanarak insanın ömrünün sonuna kadar onu ayakta tutması yine bir sırdır.

Ölümde nasıl olursa o sır birden yerini değiştirir ve koca insan birden yere yığılır. O insanı meydana getiren zerre ve hücreler arasındaki dayanışmanın bir şekilde kayyumiyete dönüşmesi, azaların birbiri ile irtibatları yanında birlikte varlıklarını devam ettirmeleri yine kayyumiyet sırrıdır. Bediüzzaman kayyumiyeti tarif eder.” Bu kainatın Halık-ı Zülcelali Kayyumdur. Yani bizatihi kaimdir, daimdir, bakidir. Bütün eşya Onunla kaimdir, devam eder ve vücutta kalır, beka bulur.  Eğer kainattan bir dakikacık olsun o nisbet-i kayyumiyet kesilse  kainat mahvolur.

Bir binadaki tuğlalar birbirine çimento  ve demir ile tutturulur ve o sayede bina birbirine dayanarak ayakta kalır. Bunun gibi bütün kainat böyle bir kayyumiyet çimentosuyla birbirine nasıl bağlanır, üstelik onlar arasında tam bir rabıta yoktur, tuğlaların bitişik rabıtası gibi .Bütün kainatı meydana getiren cüzler, parçalar birbirine nasıl bir bağ ile  hep birlikte bağlıdırlar, bu bağın o vücuttaki görüntüsü bizim anlayacağımız bir şey değil. Çimentoyu görüyoruz ama bu sayısızmahlukatı birbirine bağlayan program ve uygulamayı nasıl anlayalım.  

Ağaçların , bitkilerin,yavruların, çocukların kayyumiyet  sırrını kazanmak için yaptıkları kayyumiyet talimlerine bak, mesela bir çocuk  doğduktan dokuz ay sonra emeklemeye başlar, bir süre sonra bir yere tutunmaya başlar, tutunduğu yerden bir an ayrılır bir iki adam yürür ve düşer, tekrar kalkar yavaş yavaş yürümeye çabalar. Annesi onun arkasından tutarak yürümesini öğretir ona, o bir iki adım gider tam düşeceği zaman annesi tutar, düşmekten kurtulur. Bir süre sonra kayyumiyet sırrı gerçekleşir çocuk yürümeye başlar. Ağaçlar ekildikten sonra rüzgarın önünde eğilir kalkar, kimisi kırılır, kimileri de eğile kalka ayakta durmayı başarır kayyumiyyet sırrını gösterir. Yuvada kuşlar anne gelince ağızlarını açarlar, anne bir süre sonra onlara  uçmasını öğretir. Yavaş yavaş düşe kalka uçmayı öğrenir, bütün bu deneme yanılmalar kayyumiyet sırrının süreklilik kazanması ile gerçekleşir.Allah bu bütün kainatı kayyumiyyet sırrı ile nasıl bir sır ile bir arada tutar, tutmanın ötesinde bir de onlara hareketlilik verir, hareketli bir canlının kayyumiyet  sırrı ile sabit bir varlığın ağaç gibi kayyumiyeti farklı şeyler. 

Koca güneşi semada direksiz tutan güç ona nasıl bir kayyumiyet sırrı vermiştir, ağacı sabit bir yere tutunmasını sağlamak ile, boşlukta bu kadar ağır bir kütleyi kayyumiyet sırrı ile tutmak ve hareket ettirmek, düşürmemek dağıtmamak. Akıl bunun karşısında hayret eder. Subhanemen tahayyere fi sünuhil ukul. Subhane men bikudretihi yacüzül fuhul.

Bediüzzaman kayyumiyet sırrının kendisine ait olduğu Zat’ı tarif eder. “Evet bütün kainatı bütün şuunatıyla  ve keyfiyatiyle  kabza-i rububiyetinde tutup , bir hane bir saray hükmünde kemal-i intizam  ile tedbir ve idare ve terbiye eden Zat-ı Akdes..

Kabza bıçağın elle tutulan kısmı, kainatı kabzasından tutulan bir bıçak gibi görmek, hayale ne manalar veriyor. Eliniz kabzadan çekildiğinde bıçak nasıl yere düşüyorsa, kainatın kabzasını tutan onu bir an Bediüzzaman bir dakikacık diyor, bıraksa kainat bir anda onu ayakta tutan sırrı kaybeder.  

Şimdi şu cümleye bakalım ”Kainatta tecelli eden  Kayyumiyyetin cilvesi  vahidiyet ve celal noktasında  olduğu gibi  kainatın merkezi  ve medarı ve zişuur meyvesi olan  insanda dahi, Kayyumiyetin  cilvesi Ehadiyet ve Cemal noktasında  tezahürü var.”

Yani nasıl ki kainat sırrı kayyumiyetle kaimdir öyle de İsm-i Kayyum’un  mazharı ekmeli  olan insan ile, bir cihette, kainat kıyam bulur.Yani kainatın ekser hikmetleri maslahatları gayeleri insana baktığı için, güya insandaki cilve-i kayyumiyet  kainata bir direktir.

Kayyumiyet iki  yönlü, kainatı Kayyumiyet sırrı ayakta tutuyor. Aynı kainat insanla  da ayakta duruyor. İnsanın ayakta durması nasıl kainatı gerektiriyorsa, kainatı ayakta tutan da insandır. İnsana göre tasarlanmış kainat insan olmasa idi neye göre tasarlanacaktı. Mahsüle göre fabrika yapılır, fabrika mahsül ile ayakta durur. Kumaş üretemeyen fabrika kapanır, fabrika kumaşın kumaş fabrikanın ayakta durmasını sağlar.

İnsan kainatın kainat insanın sayesinde ayaktadır. Bunu kendi şöyle izah eder.” Kainatta münteşir bütün enva-ı nimeti  insanla tanzim etmek ve insanın menfaat ipiyle tesbih taneleri gibi  tanzim eder, nimetlerin iplerinin uçlarını  insanın başına bağlar, rahmet hazinelerinin umum çeşitlerine  insanı bir liste hükmüne getirir.

Bütün nimetler insana göre düzenlenmiş, insanın menfaat ipiyle düzenlenmiş kainat. O iplerin uçları insanın başına bağlı. İnsan menfaat ipi, iplerin uçları insanın başına bağlı. Bu menfaatların oluşması insanın başına bağlı ipe göre, böylece kainat insana bağlanmış, onun olmayışı birden tesbihin ipinin kopması veya başına bağlı ipin kopması gibi. Kayyumiyetle bağlı kainat ve insanla bağlı kainat. Kainatı ayakta tutan kayyumiyet, kayyumiyetin odağında da insan. Bu onu, o bunu ; o bunu bu onu, ayakta tutuyor.

Bediüzzaman kayyumiyetten sırrını dört mide örneği ile açıklar. Birbirine bağlı  ve sürekliliği sağlayan bir mideler zinciri. Mide  hayatın değil de yaşamın merkezinde, yaşamamız ona giren nimetlerle mümkün, o nimetler ile devamlılık arasında bağlantı var. İkinci  mide hayat midesi , üçüncü mide insaniyet midesi, dördüncü mide, İslamiyet ve iman midesi.

1 Mide :   “işte insanın bu ehemmiyetli camiiyyetidir ki , Zat-ı Hayy-ı Kayyum insana bütün esmasını ihsas etmek ve bütün enva-ı ihsanatını tattırmak için  öyle iştihalı bir mide vermiş ki o midenin geniş sofrasını hadsiz enva-ı matumatıyla kerimane doldurmuş.

Kayyumiyyetin birinci sırrı insan ile ona ihsan edilen nimetler arasında. Allah o mideyle ihsanlar arasında bir cazibe vermiş, o mideye hizmet eden şeyleri insanlar elde etmek için çalışıyor, çabalıyor, koşuşturuyor, bütün hareket bunları elde etmek için, şehirlerdeki bütün gayret ve keşmekeş insan midesinin hizmetine verilen şeylerin yetiştirilmesi ve tedariki ve yenilir hale getirilmesi için , fırınlar, tarlalar, lokantalar, daha nice şeyler bilerek bilmeyerek sırrı kayyumiyetin birinci midesini ayakta tutmak ve insanı ayakta tutmak için  çabalıyor. Küçük midenin hayatı ve süreklilği insanın fiziksel hayatının sürekliliği ve o süreklilik için çabalayan bütün dünyanın  gayreti bir sır ile bütün hayatı ayağı kaldırmış. Bu sırrı gören ve düşünen ve  ifade eden Bediüzzaman’a maşallah barekallah.

2 Mide Hem bu maddi mide gibi  hayatı da bir mide yapmış. O hayat midesine duygular, eller hükmünde gayet geniş bir sofra-ı nimet açmış. O hayat ise duyguları vasıtasiyle  o sofra-i nimetten her çeşit istifadeler ile teşekküratın her nevini yapar. Hayat midesinin elleri ise duygular, nasıl bir cümle alıştığımız mutadımız olan cümlelerden nasıl farklı. Ne kadar duygumuz var ise bizi hayatla ilgili kılmış, hayat midesinin elleri bunlar. Bizi bütün kainatla  dünyayla alakadar etmiş, mesela sevgi bir duygu bizi sayısız şeylerle alakadar etmiş, daha nice böyle duygular bu midenin alanı birinciden daha geniş, bütün duygular, psikoloji, edebiyat, sanat hep bu duygularla bağımlı ne kadar geniş bir mide dairesi.

Üdeba, fuzala, etnologlar, bir kelimeye mide kelimesine getirilen genişliğe bak, edebiyatta felsefede, dinde, sanatta Bediüzzaman’ı Hugo dan Şhakespeare’den üstün gören Akif ne kadar isabetli demiş, araştır dünya ve Türk edebiyatını bu mide kelimesine bizim bu midemizin dışında anlam veren bir babayiğit var mı?

İkinci mide hayat midesi, oku bir geri dön ne demek hayat midesi o nasıl şey hayatında mı midesi varmış. Midemizden dışarı çıkamadığımız için öbür mideler bu mide yüzünden sinip kalmış, Bediüzzaman midesiyle pek arası iyi olmadığı için diğer mideleri  nasıl görmüş. Bir avucun üçte biri kadar bir yemek bir kısmını yemin diğer kısmını Vahşi Şaban’a vermiş, üstadım zaten hepsi bir lokma bile değil üçte birini bana veriyorsun, demiş. Midelerde cünbüş, damaklarda davul sesi, dimağda ölü sessizliği. Oğlan evi günbür günbür kız evinde yas. Mideler kazınıyor fikir midesi tutmuş pas. Mutfakta şamata kitaplıkta toz tutan raflar. Aksesuar kitaplık ve kitaplar, ne kadar da çok kitabı varmış, ahir zamanda kütüphane zevki olacakmış demiş bir büyük . Metre ile kitap alıyor ekabirler, raflara metre işi kitap.  

3 Mide : ve bu hayat midesinden sonra bir insaniyet midesini vermiş ki  o mide hayattan daha geniş bir dairede  rızık ve nimet ister. Akıl  ve fikir ve hayal o midenin elleri hükmünde, semavat ve zemin genişliğinde o sofra-ı rahmetten istifade edip şükreder. Üçüncü  mide insaniyet midesi, akıl hayal ve fikir onun alanı, bütün ilimler buna dahil, tasarımlar, biçimlendirmeler, inşaat, mimari, heykel, daha neler neler insanın bu üçüncü midesi onun dini ve entelektüel gelişmesinin kaynağı.

4 Mide : ve insaniyet midesinden sonra hadsiz geniş diğer bir sofra-ı nimet açmak için İslamiyet ve iman akidelerini  çok rızık ister  bir manevi mide hükmüne getirip, onun rızık sofrasının dairesini mümkünat dairesinin haricinde genişletip  Esma-i İlahiyeyi de içine alır kılmıştır ki o mide ile İsm-i Rahmanı  ve İsm-i hakimi en büyük bir zevk-i rızki ile hisseder. Elhamdülillahi Ala Rahmaniyetihi ve Ala Hakimiyetihi , der ve hakeza , bu manevi mide-i kübra ile hadsiz nimet-i ilahiyeden istifade edebilir; ve bilhassa o midedeki muhabbet-i ilahiyye zevkinin daha başka bir dairesi var.

İslamiyet ve iman midesi. Bu midemizi doldurmak için  hangi gayretleri sarfediyoruz. Üç öğün yemek , en azından bir öğün de insaniyet midesine kültürel ve dini erzak taşımak . Bu midenin dairesi , mümkinat dairesi, Esma-i İlahiye, İsmi Rahman ve İsmi Hakim. Bu dört alandan aldıkları onun iman ve İslamiyet midesinin rızıkları.  Muhabbeti ilahiye bu midenin rızıklarından biri. Bediüzzaman bu midenin ihtiyaçlarını tedarik etmek için büyük gayret sarfetmiş, bu midenin  tarifini “manevi mide-i kübra“ olarak yapar ve diğer midelerden farkını ortaya koyar. Kulluk, diğergamlık ve dava adamlığı ve hakperestlik ve daha büyük ulvi hislerin hepsi bu mideden kaynaklanıyor. Allah’ı esmasını, büyük isimlerini, o esmanın kainata ve varlıklara yansımaları hep bu büyük midenin faaliyeti içinde.

Bu birbiri içinde mideler insanı kainata bir direk hükmüne getirmiş  ve bu midelerin etrafında yer alanlar koca kainatı maddesi ve manası ile ayakta tutuyor.

İşte Zat-ı Hayy-ı Kayyum  insanı bütün kainata bir merkez, bir medar yaparak  kainat kadar geniş bir sofra-ı nimet insana açtığının  ve kainatı insana musahhar ettiğinin  ve kainatın insan ile mazhar olduğu Sırr-ı Kayyumiyetle bir cihetle kaim olduğunun hikmeti …

Bu dört midenin bütün alanlarını birbiri içinde görmek ve onları insan ile kainat ile, Allah ile bütün mukaddes eşhas ile kavramlar ile, ilimler sanat edebiyat ile, bütün varlığı içine alan dört içiçe mide. Sırrı Kayyumiyetin idraki beşerin tasarlayamayacağı bir boyutta izahı.  Birbirini besleyen ancak halkaları gittikçe büyüyen dört mide insan ve kainat ve sırrı Kayyumiyet…

Mide kelimesi bir ihtiyacın ifade edildiği  bir mananın zarfı, insanın bu dört  büyük ihtiyacını anlatmak için Bediüzzaman’ın istiare olarak kullandığı bir kelime, midemiz fiziki hayatımızın devamı için, hayat midemiz de fiziksel varlığımızdan farklı bütün azalarımızın maneviyatımız ve duygularımızla birlikte meydana getirdiği bir armoninin kendisi, onun de bir istekler manzumesi var.

Üçüncü mide ise insaniyetimizin midesi, insan başka insaniyet başka, insaniyet insandan farklı bir cehdin ve gayretin mahsülü, onun da ihtiyaçlar güldestesi var.

Dördüncü ihtiyaç ise İslamiyet ve iman, bu dört midenin bir insanda sağlıklı  çalışması alakadar olduğu dairelerle münasebettar olması dengeli bir insan ve dünyayı meydana getirir. İnsan adeta bu dört odaktan dünyaya iaşe, ibateye, dünyanın ve kainatın hayatına, insanlığımızı alakadar eden şeylere ve en önemlisi iman ve islamiyetimize açılır, bir insanın kayyumiyeti bu dört mide ile alakadardır, onun kayyumiyetini sağlar bunlar. Aynı şekilde dinin, edebiyatın sanatın, ihtiyaçların, tarihin herşeyi içine alan büyük tazammunun zarfı bu mideler.

İnsanın bunlarla olan ilgisi kendi kayyumiyetini, dolaylı olarak alakadar olduğu insanların  kayyumiyetini sağlıyor. İnsanın dini dünyevi bütün hayatla ilgisi bu iplerle bağlı. İnsan kendi hayatını böyle dört mideden sağlayıp kainatla bağlantı  kurduğu gibi, kainatta bu ilgilerden boşa kürek çekmediğini anlar. İnsan hem kendi hem yaşadığı dünyanın bütün müesseselerini bu kayyumiyetle sağlar.

Peygamber olmadığı dönemlerde bu mideler boş, insanlık hazan rüzgarları ile meşbu, İslamın dine ve ilme hürmet etmesi ve yüceltmesinin nedeni bu midelerin hukuku için, Kayyum isminin sırrını bu kadar harika bir boyutta anlatmaya ne dersin, üç gündür bunları düşündüm birşeyler söylemek için gayret ettim. Kırık dökük birşeyler söyledim. Üstadımın ne kadar farklı bir dünyada ve boyutta yaşadığına her zaman hayret ederdim, o hayret vadisinin kenarında çelik çomak oynarken bunu gördüğümde düşünce dünyamda bir milat  bulmuş gibi oldum. Bediüzzaman en fazla dördüncü midenin ihtiyaçlarını tedarike gayret etmiş. Bu dört midenin insanla ve kainatla alakası bir roman olacak kadar geniş.

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org