Etiket arşivi: insan

Neden idealist insanlar az çıkıyor?

Neden idealist insanlar az çıkıyor?

Sosyoloji, insanı düşünme ve konuşma kabiliyetine sahip sosyal bir varlık olarak tanımlar. O halde sosyal hayata muhalefet eden ve sosyal hayattan tecride giren kimseler sosyolojik tabirden ihraç gayretine giren kimselerdir.

Meslek-i Nuriye cihetinden bakacak olursak, içtimai/sosyal hayatın her sahasında insan ve insani ilişkiler söz konusu olacaktır. Ehl-i imanın elinde küfre, fıska çeşit çeşit sapık düşüncelere karşı bir mitralyöz olarak ihsan edilen Risale-i Nur Külliyatı ile kendimizi teçhiz etmek bir zaruret halindedir. Çünkü muhteviyatı itibariyle bu mitralyöz her adüvvü alt edebilir. Lakin istimal etmeyi bilirsek. Yoksa elimizde ne olursa olsun hamallıktan öteye geçemez. Bizler de iddia ettiğimiz nur talebeliği sıfatına liyakat kesbetmek gayretinde olmazsak kuru bir söylemden ibarettir.

Meslek-i Nuriye başta olmak üzere ve tüm fikir akımlarının temelinde düşünceleri anlatmak yani tebliğ metodu vardır. Bu ilk insan ve peygamber ile başlamış olup ilk tebliğ meleklere eşyanın ismi ile olmuştur. Felsefenin ortaya çıktığı zamanda da böyle olmuştur. Ve meşaai (gezici, gezerek fikirlerini anlatan) filozoflar kavramı çıkmıştır. Nitekim bu bir gerçektir ki, kendisini ve davasını anlatan kimse muvaffak olur. Davasını ve düşüncesini anlatmayan kimse ise o dava ve düşüncenin hamalıdır. Ne atabiliyor ne işine yarıyor. Sadece ceremesini çekiyor.

Mitralyöz-ü nuriyede tebliğ metodu ve terk edilmemesi ve muvaffak olmak için temel şartlardan sayılan bir esas olduğuna dair birkaç misal. “Evet talebe, profesör, meb’us, kim olursa olsun, mes’uliyet dairesi olanlar, muhitini tenvir ile mükelleftir. Bir vilayet, hattâ bir memleketin saadet ve selâmeti, tenvir ve irşadı ile mükellef olanlar, elbette çok daha ziyade müteyakkız davranmak mecburiyetindedirler.” (1)

“Mustafa Oruç çok tali’lidir ki, kendi sisteminde ve ruhunda ve ciddiyetinde, az bir zamanda sizleri buldu. Bir iken on Mustafa oldu.” (2)

“Nur kahramanlarından Re’fet kardeşimiz, kendi sisteminde gayet ehemmiyetli Abdül’ehad namında bir büyük hocayı, Risale-i Nur’a tam bağlı bir kardeşi İstanbul’da bulmuş. Cenab-ı Hak ikisini de daima muvaffak eylesin, âmîn!” (3)

Ahir zaman müezzin-i azamı olan Üstadımız Bediüzzaman Said Nursi, bilhassa cemiyetin içinde ve her kademesinde Nur Talebesinin bulunmasını istiyor ki, “talebe, profesör, meb’us kim olursa olsun..” tabirini kullanarak bu meseleyi nazara veriyor. Çünkü bir Nur Talebesi, Risale-i Nur’un verdiği şuur ve tahkiki iman ile cemiyetin olumsuzluklarının etkisinde kalmadığı gibi okuduklarının verdiği hizmet şuuru ile başkalarına da el atmaya gayret edecektir. Zaten bu hamiyet sayesiyle o insan bu diğergamlık sebebiyle bir dâvâ adamı, bir idealist olur.

Zaten idealist olmayan bir insan hangi hizmet metodunu benimserse benimsesin cemiyetin hangi kademesinde olursa olsun ayakta kalmaya muvaffak olamaz ve sair insanları da kurtarmaya vesile olamaz, erir gider. Zaten seküler dünya tarzı idealist insan üretmeye en büyük bir manidir. Bu sebeple içtimai hayatın zaruretini alıp gayr-ı zaruri olan şeylerden uzak kalındığı nispette muvaffakiyet, başarı ve saadet hasıl olmaktadır.

Bazılarının, “Bu cemiyet çok bozuk, bu insanlar çok fena. Allah bunların şerrinden korusun, aman bunlardan uzak kalalım. Daha çok kendimizi kurtarmaya uğraşalım” şeklinde bütün bütün dünyadan uzak kalmak ve tebliğ metodunu terk etmek gayretine, yoluna düşüyorlar. Biz onların o mesleklerine bir şey demiyoruz ama Üstadımızın hizmet anlayışı böyle değil, ölçüsü de böyle değil. Yani, onun verdiği ölçüde, “Günü kurtaran kaptan!” anlayışının yeri yok. Aksine bu ölçüde, “Karşıda yangın ve fırtınaya tutulmuş görünen gemileri de kurtarmak” var. Çünkü içtimai hayatın gereği budur. Sosyolojik olarak da bu gereklidir. Çünkü, “İnsan, insaniyet cihetiyle gayrın elemiyle müteellim olduğundan, hadsiz bir eleme giriftar oluyor.” (4) Bu diğergamlık ile insanlaşıyoruz.

O halde beşeriyetin halası ancak tebliğ metoduyla mümkündür. Küllün saadeti ve ferahına ve manevi zenginliğine de bu vesile ile vasıl olabiliriz. Aksi takdirde cüz’ün salahı ve ferahı, küllün dalaletine ve buhranına sebeptir. Bu buhran ise, manevi havayı telvis ederek umuma sıkıntının sirayet etmesine sebep olmaktadır. Ben kendi köşeme çekilip okuyup anlayım terakki edeyim düşüncesi de tebliğ metoduna ters olan bir anlayıştır. Tebliğ etmeyen kimseler de şirk-i hafi tabir edilen enaniyetin kavi olduğu da anlaşılmaktadır. “Bahtiyar odur ki; kevser-i Kur’anîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nev’indeki şahsiyetini ve enaniyetini o havuz içine atıp eritendir.” (5) Enaniyet insanı tebliğden uzak tutmaktadır.

Ahir zaman müezzin-i azamına talebelik iddia edenleri, müezzin tebliğe davet ediyor.

“Karşımda müdhiş bir yangın var.. alevleri göklere yükseliyor, içinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda birisi beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müdhiş yangın karşısında bu küçük hâdise, bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler… ” (6)

“En bahtiyar odur ki: Dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, malayani şeylerle ömrünü telef etmesin; kendini misafir telakki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin; selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.” (7)

Selam ve Duayla

Muhammed Numan ÖZEL

Haşiye – Dipnot:

1-Tarihçe-i Hayat ( 29 )
2-Emirdağ Lahikası-1 ( 203 )
3-Emirdağ Lahikası-1 ( 252 )
4-Lem’alar (116 )
5-Lem’alar ( 166 )
6-Tarihçe-i Hayat ( 13 )
7-Mektubat ( 71 )

Kaynak: RisaleHaber 

 

www.NurNet.org

Risale-i Nur’dan ‘Bismillah’ dersini duyan iki yaşındaki Sofia’nın tepkisi

Esselamunaleyküm

Orta Amerikanın önemli ülkelerinden Guatemala’dan bütün abi ve kardeşlerimize selam ediyoruz. Evet daha yeni bir havadis mektubu yazmıştık. Fakat Hüsnü ağabey ile beraber olduğumuz Güney Amerika seyahati sonrası katıldıgımız Meksika – Guadalahara Kitap Fuarından müjdeli ve güzel haberler ve akabinde Guatemala ziyaretimizi de paylaşmak istedik.

Zira bu hizmetimizde bizim payımıza düşen buralarda bilfiil koşturmak olsa da, dualarını her zaman hissettiğimiz kıymetli ağabey ve kardeşlerimiz ile de manen beraber olduğumuzdan, bu havadisleri bilmeleri hakkı, bizim de bu güzel haberleri yazmamız boynumuzun borcudur diye telakki ediyoruz.

Nurları nasıl karşılayacaklarını merak ediyorduk

Uzun zamandır katılmayı arzu ettiğimiz, Dünyada ilk beşte, Güney Amerika’nın da en büyük kitap fuarı olan Meksika-Guadalahara’da bu sene yer bulmaya muvaffak olduk. Güney Amerika’da çok fuarlara katılmış, Latin halkının ilgi ve alakasını defaetle müşahade etmiştik.

Fakat yaklaşık 130 milyon nüfusu ile bölgede İspanyolca konuşulan en kalabalık ülke olan Meksika fuarına ilk defa katılmamızdan dolayı nurları nasıl karşılayacaklarını merak ediyorduk.

Daha fuarın ilk günlerinden itibaren anladık ki, zaman ve mekan değişse de bu asrın insanının manevi yaraları değişmiyor, muhtaç oldukları Kur’ani devaları farkından olmadan aramaya devam ediyorlardı. Bulanlar adeta bağrına basıyor ve hemen bu nurlardan istifadeye başlıyordu.

Bu hakikatler o kadar tesirli ki insan okuyunca ağlamak istiyor

Mesela, fuarın ilk günlerinde iki genç Meksikalı ve annesi standımıza gelmişti. Anne, Küçük Sözler’in arka kapağındaki kısmı okumaya başladı;

“Ey nefsim! Deme: “Zaman değişmiş, asır başkalaşmış; herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur.” Çünkü, ölüm değişmiyor; firak bekaya kalbolup, başkalaşmıyor. Acz-i beşeri, fakr-ı insani değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sür’at peyda ediyor.Hem deme: “Ben de herkes gibiyim.” Çünkü, herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır.”

Sanki sadece stand değil, binlerce ziyaretçinin olduğu fuar bir anda boşalmış, abla orada tek başınaymış da sessizce bütün benliğiyle bu sözleri okuyordu. Gözleri doldu ağlamaklı oldu, belki de son cümleleri bitiremedi.

Ona sorduk, niye bu kadar duygulandınız? Dedi ki; “Bu hakikatler o kadar tesirli ki insan okuyunca ağlamak istiyor.”

Hamdolsun, önce küçük kitaplardan alan bu ablamız br kaç gün sonra tekrar gelip kalan büyük kitaplardan da aldı, Rabbim istifadesini artırsın, hidayet versin, amin…

Hem Kur’an’ını hem de nurları aldı

Daha bir yıl önce Müslüman olan başka bir Meksikalı kardeşimiz de Kur’an-ı Kerim almak için fuara geliyor. Meksika bölümünü tamamen tarıyor ama Kur’an bulamadığı için üzgün bir vaziyette evine dönüyor. Sonra kendi kendine diyor ki, “niye uluslararası bölüme bakmadım, yarın gidip oraya bakayım bulamazsam bile en azından gittim, aradım, bulamadım derim” diyor.

Ertesi gün geldiğinde ise hasbel kader bizim standımızı buluyor, Kur’an-ı Kerimi görüyor ve heyecanla Kur’an-ı Kerim istediğini söylüyor. Fakat elimizde kalan son Kur’an olduğundan, başkalarına da göstermek için kullandığımızı, bir çok isteyen olduğu halde veremediğimizi söyledik.

Bunu duyunca çok üzüldü. “Fakat madem sen Kur’an-ı Kerim’i bulmak için bu kadar çaba sarfettin, tekrar fuara geldin, biz inanıyoruz ki bu kitabın sahibi zaten sensin” deyince bu kardeşimiz gözyaşlarına hakim olamadı ve ağlamaya başladı.

Sonrasında standımızdaki Risale-i Nurdan İspanyolca vecizeleri okurken de gözyaşlarının aktığını görüyorduk. Kur’an-ı Kerim’i bulmak için standa gelen sonra da hem kendisini hem de bu asra bakan en güzel dersini bulan kardeşimiz fuarın son günü tekrar gelip hem Kur’an’ını hem de nurları aldı, Rabbim istifadesini artırsın, amin.

Dördüncü Söz’ü baştan sona kemal-i merakla dinleyen ilkokul talebeleri

Kuzey Amerika’dan fuara gelip risale alanlar, Guadalahara’dan uzak eyaletlerde yaşayan, tekrar bu kitapları nereden bulacağım deyip küçük bir valizi risalelerle doldurup gidenler, farklı üniversitelerden gelip, risalelerin çok etkileyici olduğunu söyleyip kendileri ve üniversiteleri için nurları alanlar, cebindeki son parayı risalelere vermekten çekinmeyen lise talebeleri, Küçük Sözler’den Dördüncü Söz’ü baştan sona kemal-i merakla dinleyen ilkokul talebeleri ve niceleri…

Bunlar ve bunun gibi daha onlarca hikaye aslında bize şunu söylettiriyordu; “Elhamdulillahi, iyi ki gelmişiz.”

Bediüzzaman sanki bu sözleri bizim için yazmış

Bu arada anlatmadan geçemeyeceğimiz, fuarın halka açık olmadığı, sadece profesyonellerin geldiği günlerdeki bir ziyaretçinin söyledikleri hakikaten çok kıymetliydi. Uzmanlık alanı İspanyolcaya çevrilen eserlerin editörlüğü ve tashihi olan bu ziyaretçimiz girişinde “La koleksiyon Risale-i Nur de Turkia” “Türkiye’den Risale-i Nur Külliyatı” yazan standımıza giriyor ve üç kitap seçip rasgele farklı yerlerden okuyor.

Biraz okuduktan sonra biz sormadığımız halde şu itirafta bulunuyor. “Ben bu kitapları aslında tenkit niyetiyle okudum ki  nerelerde nasıl hatalar var bulayım, size göstereyim. Fakat hiçbir hata bulamadım. Bence bu okuduğum tercüme maksadına tam ulaşmış, vermek istenilen mesajı açık, net ve direk olarak okuyucuya ulaştıran mükemmel bir çalışma.”

Hamdolsun, bu sözler hakikaten de bizim için bir şükür vesilesi idi. Çok insanlardan duyduğumuz “okuduğumuz bu Sözler bizim kalbimize ve ruhumuza ulaşıyor. Bediüzzaman sanki bu sözleri bizim için yazmış” sözleri risalelerdeki manevi tesirin –çok şükür– tercümelere de aynen geçtiğini gösterirken, bu editörün sözleri ile de dil bilgisi ve edebiyat açısından da harika bir tercüme olduğunu ve nurlara tam bir ayna olduğuna kanaatimiz bir kez daha perçinlendi. Elhamdulillahi haza min fadli Rabbi…

“Bismillah” bahsini okumaya başladık 2 yaşındaki Sofia gürültü yapmayı bıraktı

Kitap fuarımız çok güzel irtibatlar, ileriye matuf nice güzel hizmetlerin müjdecisi nevinden onlarca güzel hatıralarla zihnimizde kalacaktı. En son gün yeni Müslüman bir aileyi ziyaretimizde yaşananlar ise nurların kıymetini ve bu diyarlarda hizmete ne kadar ihtiaç olduğunu gösteriyordu.

Daha birkaç gün önce Müslüman olan bir aile bulunduğumuz yerden araba ile yarım saatten fazla uzaklıkta bir yerdelerdi. Aynı gün Guatemala’ya uçak olduğundan program biraz sıkışıktı. O yüzden bizzat gitmek yerine kitap göndermekle yetinelim derken vakit az da olsa bir anda gitmeye karar verdik.

Daha yeni Müslüman olan bu mütevazi ailenin Sofia isminde daha iki yaşına gelmemiş küçük bir kız evlatları vardı. Biz orada iken Sofia uzak duruyor, yaklaşmıyor gürültülü bir şekilde oyuncakları ile oynuyordu. Ne zaman ki Birinci Söz’den “Bismillah” bahsini okumaya başladık Sofia gürültü yapmayı ve oyuncaklarını bırakıp dizimizin dibine gelip sessizce sözleri dinliyor ve o minik elleri ile adeta nurların sayfalarını okşuyordu. Birinci Söz bitene kadar bu hal devam etti.

Evet “Risale-i Nur’un fıtri talebeleri masum çocuklar” idi. Üstadımızın tabiri ile, “Bu masumların akılları derketmiyor, fakat ruhları bir hiss-i kablel vuku ile hissediyor ki; Risale-i Nur’la bunlar hem imanlarını kurtaracak, hem vatanlarını, hem kendilerini, hem istikballerini dehşetli tehlikelerden muhafaza edecekleri için bu hakikati kalbleri hissetmiş.”

Bu masum Sofia belki ilklerdendi ama inşaallah daha nice Sofiaların, Mariaların, Lusiaların da küçük bir numunesi idi…Rabbim sayılarını artırsın, amin…

Rabbim layık ellere geçip, istifade etmelerini nasip etsin

Bu tatlı hatırarla yadedeceğimiz Guadalajara’yı geride bırakıp sıra Orta Amerika ülkelerin’den Guatemala’ya gelmişti. Daha önce İstanbul’da bir programda tanıştığımız İslam Kültür Merkezi başkanı bizi havaalanında karşıladı.

Burada hem farklı camilerde görev yapan Mısırlı hocalar ile tanışıp onlara Risale-i Nurların İspanyolca ve Arapça tercümelerinden hediye ettik hem de Guatemala ve Orta Amerika’nın diğer ülkelerinde kullanılmak üzere bin adet Küçük Sözler’den baskıya girdik. Rabbim layık ellere geçip, istifade etmelerini nasip etsin inşaallah, amin….

İnşaallah sözlerin baskısı biter bitmez yakın zamanda medrese-i nuriye açılan Kosta Rika’ya gidip hem medreseyi hem de oradaki Müslüman kardeşlerimizi ziyaret edeceğiz. Çıktığımız bu seyahetin külli hizmetlere vesile olması için dualarınızı bekliyor, vakti ve imkanı olan ağabeylerimizi tekrar Latin Amerika’ya davet ediyoruz, vesselam.

Kaynak: RisaleHaber 

 

www.NurNet.Org

Bu Hizmette Nasıl Hizmet Edersek Karlı Oluruz ?

İslamiyete hizmet eden ve dar manada İslamiyeti kaliteli ve daha samimi olarak yaşamak ve yaşanmasına vesile olmak için teşekkül eden cemaatler esas itibarıyla insanların manevî hayatına hizmet için var olan ve öyle olup öyle kalması gereken kuruluşlardır. Nitekim Üstadımız, Nur Talebeleri için gösterdiği birinci hedef ebedî hayatları kurtarmak davasıdır.

Bu gaye ifa edilirken iştagal-i dünyevideki mevki nazara alınmamaktadır.Talebe, profesör, meb’us, kim olursa olsun, mes’uliyet dairesi olanlar, muhitini tenvir ile mükelleftir. Bir vilayet, hattâ bir memleketin saadet ve selâmeti, tenvir ve irşadı ile mükellef olanlar, elbette çok daha ziyade müteyakkız davranmak mecburiyetindedirler.” (1) sözleriyle de bunu bizlere ders veriyor Risale-i Nur. Ayrımcılık ise, İslami hizmetlerde söz konusu değildir. Çünkü Allah huzurunda makam ve mevki itibar sebebi değildir. Allah’ın insana itibar etmesi takvasıdır. (2)

Bu gayedeki hizmetlerin dünya hayatına bakan önemli neticelerinden biri ise, anarşiliğin ve serseriliğin önüne geçip huzuru temin etmektir.Risale-i Nur’un gösterdiği fevkalâde ıslahat ile bütün halkın gözü önünde şu on seneyi mütecaviz bir zamanda başta kendim olmak üzere birçok kimseler var ki, evlerinin yollarını öğrenmişler. Süflî gidişatları aile saadetine dönmüş. Şimdi anaları babaları, sebeb olanlara dua ediyorlar.” (3)

İnsanların imanı nisbetinde ahlâkı ve ibadet adabıyla disipline olmuş bir hayat anlayışına sahip olarak ifrat ve tefritten azade olmaktadırlar. Risale-i Nurdan tarz-ı hareket alan cemaatlerin en önemli ve öncelikli gaye ve hedefini teşkil ederken, hizmet ve iştigallerini bu gayeye yönelik faaliyetler oluşturmaktadır.

Nur talebeleri bu temel prensibin bir neticesi olarak, cemaatlerin ticaret, siyaset ve hele devlet idaresi gibi dünyevî işlerle doğrudan bir alâkaları olamaz. Çünkü alemlerinde ve dimağlarının merkezinde asıl gaye menfaat-i dünyeviye olmayıp ahirete müteveccihen say u gayret etmektir. Dünyevi işleri de Allah rızasını tahsil için en doğru şekilde yapmak gayretinde oldukları için bu güzel niyetle ibadet hükmüne tebdil etmek gayretindedir. Cemaat mensupları, ferdi olarak kendi şahısları adına ticaret de yapabilirler veya siyasetle de meşgul olabilirler. Bunda bir mahzur yoktur.

Bu meşguliyetlerini, cemaat tarafından yapılan manevî hizmetlere katkı ve destek vermek gibi bir amaca da yönlendirebilirler. Ancak burada ince ve hassas bir çizgi var. O da, söz konusu ticarî veya siyasî meşguliyetlerin, cemaatlerin şahs-ı manevîsi ile irtibatlandırılmadan yürütülmesi gereğinin altını çizmek gerekmektedir.

Toplumda bir yanlış anlama var. O ise, insanın mehasini şahsına, hata ve günahları müntesibi olduğu hizmete mal edilmektedir.

Bu dengeye dikkat edilmezse, cemaatlerin ticarîleşme ve siyasîleşme yoluyla dünyevîleşip yozlaşması neticesinde maksad araç, araç maksad olabiliyor. Binaenaleyh, manevî hizmetlerin ticarî veya siyasî amaçlar için istismar edilmek istendiği gibi suçlamalara malzeme verilmiş olunur. Bu da maddi ve manevi sıkıntılara sebep olabiliyor.

Hizmet başlatılmaya niyet edildiği zamanlarda mevcut olan halisâne duygular ve hizmet mülâhazaları, zaman içinde, kuralları başka merkezlerce belirlenen ticaret ve siyasetin kaygan zeminlerinde, giderek hızlanan bir süreç içinde aşınmaya ve helâl-haram hassasiyetleri törpülenmeye başlar. Bir süre sonra bakılır ki, Kavl ve amel ortasında uzun bir mesafe” (4) açılıp ithamlara zemin teşkil edilmiş olur. Cemaatler cemaat olmaktan çıkıp müflis gayelerin zemin veya çeşitli şeylerin bahçesi hükmüne geçebilir. Neticesinde itibarsızlaşır ve kısır döngü içerisinde tükenirler.

Bu kısır döngüye girmemek için istikamet dairesinde, sadece hizmetin esasatıyla meşgul olmak bir zarurettir. Ticarete, siyasete, günlük hadiselere ve hizmetin temel alanı olmayan yani imana taalluk etmeyen şeylerle meşgul olmadan tebliğ vezifesi ifa edilmelidir. Bu vazifeyi de şahısların rızasını tahsil etmek ve adeta resmi bir hizmet suretinde suhre tarzında değil, samimi, ihlas ile ve doğrudan doğruya Allah’ın rızasını esas maksad yaparak hizmet edilmelidir.

Hizmete zarar verecek davranışlardan ve ferdi hareket etmekten de azami derece de uzak kalmaya gayret edilmelidir.

selam ve dua ile 

Muhammed Numan ÖZEL

________________________________________

1-Tarihçe-i Hayat ( 29 )

2-Hucurat Suresi 13. Ayet meali: Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizi tanıyıp sâhib çıkmanız için milletlere, sülâlelere ayırdık. Şunu unutmayın ki ALLÂH’ın nazarında en değerli, en üstün olanınız, takvâda en ileri olandır. Muhakkak ki ALLÂH her şeyi bilir, her şeyden hakkıyla haberdârdır.

3-Şualar ( 576 )

4-Muhakemat ( 96 )

 

Kaynak: RisaleHaber

www.NurNet.Org

Hizmet Kimin işi ?

Hayat-ı içtimaiye bir süreçtir. Bu süreç içerisinde çeşitli meşguliyetler söz konusudur. Hatta bazen o kadar karmaşık bir hal olur ki insan dimağı adeta dumura uğrar mefluç olur. Bir zaman insan ufuklara dalıp maziyi tefekkkür ederse karşına adeta hayatının anatomisi çıkacaktır.  “Evet bakınız, zaman hatt-ı müstakim üzerine hareket etmiyor ki, mebde ve müntehası birbirinden uzaklaşsın.” [1] İnsan hayatın her kademesinde bir vazifesi olabilir. Ama onunla meşgul olmak ise nisbi bir şeydir.

Hayatında İman ve Kur’an hizmetine yer veren kimseler için Kitap, sünnet, icma, kıyas temel noktadır. Bu edille-i şer’iyyeden nebean hizmet hareketleri de yer edinmiştir.

Hizmet, bir takım ruhu, ekip işidir. Birlikteliğin meyvesi hizmettir. Nasıl ki futbolda takım oyunu varsa, bir arabanın çalışmasında mihanikiyet söz konusuysa aynısı hatta daha fazlası manevi hizmetlerde de söz konusudur. Dünyevi bir şey uğuruna tesanüd edipte ebedi bir hayata tesir eden hizmette tesanüd edememek feci bir şeydir. Adeta oynanan futboldaki o top kadar hizmete değer vermemektir.

Himette makam yoktur. Çünkü makamlar hizmet içindir. Tekebbür etmek için değildir. “Velayetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni tevazu ve mahviyettir. Tekebbür ve tahakküm değildir. Demek tekebbür eden, sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız.” [2] Farazi bir makam verilmesi orada hizmetin daha sistematik olması içindir. Yoksa bir makama gelen kimse burnunu ay’a kaldırırsa o kimse o makamda oturan çocuk karakterli birisidir ve çok tehlikelidir. Bu kimselere hiç söz hakkı veya vazife verilmemesi de yeridir.

“Hakikatların derkine mani’ olan benlik, gurur, ucb ve enaniyet gibi kötü hasletlerden kurtarıp, tevazu ve mahviyet gibi yüksek ve güzel ahlâklara sahib kılması…” [3] Çünkü mana aleminin ucu bucağı yoktur. Dibi görünmez. Rehberi edille-i şer’iyye olmayan kimseler dalmasıyla vurgun yememesi, gark olmaması ihtimal dışıdır. Bu sebeple mana alemine giren kimseler rehbersiz dalmamalı.

Bu hizmette, gurur, kibir, ucb, riya, ene, hodfüruşluk, benlik gibi kötü hasletlere yer yoktur. Ama beşeriyet itibariyle her insanda olması muhtemeldir bunların. Kemalat zaten bunlardan tecerrüd ile hasıl oluyor.

“Ve külfet ve hizmet makamında nefsini unutmak; fakat ahz-ı ücret ve istifade-i huzuzat makamında nefsini düşünmek, şiddetle iltizam etmek, nefs-i emmarenin muktezasıdır.” [4] 

Manevi hizmetlerde bir küll söz konusudur. Cüz olmak bu hizmette yersiz bir davranıştır. Hizmet ederken de enaniyete pay vermemeliyiz.

Hizmet kimin işidir dersek, beraber hareket edenindir. Ferdi hareket eden ya hizmet edemez veya hizmetten soğuyarak gayesine ulaşamadığı gibi kurda kuşa yem olur.

Medrese ve kitap merkezli hizmet esastır Risale-i Nur hizmetinde. Bu hizmette ben talebeyim, ben içtimaiyim, esnafım, müdebbirim, vakıfım gibi üstünlük taslayan sıfatlara yer yok. Bu hizmet tasavvuf meşrebi değil hakikat meşrebidir. O sebeple bu hizmette kimsenin sözü geçerli olmadığı gibi kimseye de endeksli değildir. Hizmet, medrese ve kitap merkezli olduğu için ortak akıl olan “meşveret hükümferadır.” [5]  Bu sebeple “ben esnafım dediğim olacak” veya “ben vakfım benim borum öter” gibi şeyler enaniyet kokan ham lakırdıdan öte değildir.

Artık işi öğrenip işe girmek dönemi bitti. Artık iş başı eğitim söz konusu. Birisi ehl-i hizmet, müdebbir, vakıf olarak bir yere gittiğinde evliya, kutub, mehdi, mürşid olarak gitmiyor. Orada hizmet birliği ederek hizmet etmeye gidiyor. Bu sebeple gittiği yerde boru öttürmeye çalışması “ham” olduğunun alamet-i kat’isidir. Bir hizmet beldesine yeni birisi geldiğinde eskiler o yeniyi aralarına alıp pişirmelidir. Yoksa o ayrı telden bu ayrı telden çalarsa hizmet olmaz orada. Üstadımız da abilere tesanüdü tavsiye ediyor zaten. Şahs-ı manevi dediğimiz kurumsal kimlik, tüzel kişi herkesin beraberliğiyle teşekkül eder. Ayrı telden çalanların olduğu zeminde şahs-ı manevi teşekkül etmez. Hizmet de lokal faaliyeti gibi olur.

Hülasa: “Hizmet sadece vakıflar tarafından yapılmaz. Yapılır anlayışı sakat bir fikirdir. Herkes hizmet yapabilir. Önemli olan, arkadaşlarımızın içinde, zihninde ve kalbinde hizmet aşkı olmasıdır. Her bulunduğu yer ve şart içinde hizmetini ön plânda tutabilirse ister kaymakam, ister savcı, ister hâkim, isterse tüccar olsun. Hizmetini aksatmadan yürütebiliyorsa, onda da bir nevi vakıflık sıfatı vardır ama vakıf değildir. Hayatın içine giren, hayatını kazanırken de hizmetini unutmayan, ön plânda tutan bir insan olarak kahramandır, fedakardır. Bu düşünceye hizmette tesanüd manasında ihtiyaç var. Tek kimsenin sözü hakikat meşrebinde olamaz. Oluyorsa naehillerce idare söz konusudur.

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Tarihçe-i Hayat (94)
[2] Tarihçe-i Hayat (82)
[3] Konferans (13)
[4] Sözler (477)
[5] Muhakemat (23)

Kaynak: RisaleHaber

www.NurNet.Org

insan ve istidatları

insan ve istidatları

İnsan, ahirzamanda kendisini ve istidatlarını bozulmaktan muhafaza etmekle mükelleftir. “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun.” (1) Bu ayet meali de bize ders veriyor ki, “Nev-i beşerin en büyük mes’elesi Cehennem’den kurtulmaktır.” (2) O halde birbirimizi cehenneme atılmaya yardım etmek yerine saadet-i ebediyeye girmesine yardım etmeliyiz. Ancak o zaman insan ismine layık oluruz.

Cennete girmek ve Rıza-yı ilahiyeye nail olmak insanın müsbet manada sırat-ı müstakim yolunda istidadlarını inkişaf ve inbisat ettirmesinden geçmektedir. “İstidadlarını kuvveden fiile çıkaran..” (3) insanlar ancak saadete erecektir dareynde. iman, Şems-i Ezelî’den ihsan edilmiş bir nur olduğu gibi; saadet-i ebediyeden de bir parıltıdır. Ve o parıltı ile, vicdanında bulunan bütün emel ve istidadlarının tohumları, bir şecere-i tûbâ gibi neşv ü nemaya başlar, ebed memleketine doğru hareket eder, gider.” (4)

İnkişaf ve inbisatın temelinde ibadet vardır. “Bir insanın o yüksek ruhunu inbisat ettiren, ibadettir; istidadlarını inkişaf ettiren, ibadettir.” (5) O halde bizler de ibadetlerimizin zayi olmaması için lakayd davranmamakla mükellefiz.

Zaten bizlerin dünyaya gönderilmesinin bir sebebi tabir-i caizse nereyi istiyorsan git elinle inşa et denildiği için değil midir? “Cenab-ı Hak, hikmet-i ezeliye ile inayet-i ezeliyenin iktizasınca, insanların kabiliyetlerinin tezahürünü ve istidadlarının neşv ü nemasını irade etmekle, nev’-i beşeri imtihan ve tecrübeye tâbi’ tuttu, zararları menfaatlara kattı, şerleri hayırların içine attı, güzellikleri çirkinliklerle cem’ etti; hepsini birbirine karıştırarak kâinatın hamuru ile beraber yaratılış teknesinde yoğurduktan sonra, kâinatı tegayyür, tebeddül, tekâmül kanunlarına tâbi’ tuttu.” (6)

Bu imtihan gereği hak ile batıl birbirine karışık bir hamur gibi yoğurulup karşımıza dünya çıkmamış mıdır?

Dünyada ne olursa olsun istidad ve kabiliyeti miktarınca bir beklenti söz konusudur ve olmalıdır. Çünkü, “her şeyi istidadı nisbetinde terfi’ etmek lâzımdır. Zira görünüyor ki göz, burun gibi bir a’za ne kadar güzel olursa, hattâ altundan olursa, haddinden büyük olduğu halde sureti çirkin eder.” (7) Aksi taktirde bir müvazenesizlik söz konu olacaktır.

Selam ve Dua ile
Muhammed Numan ÖZEL

(1)Tahrim Suresi 6. Ayet Meali
(2)Asa-yı Musa (50)
(3)Sözler (528)
(4)İşarat-ül İ’caz (42)
(5)İşarat-ül İ’caz (85)
(6)İşarat-ül İ’caz (143)
(7)Muhakemat (100)

Kaynak: RisaleHaber

www.NurNet.Org