Etiket arşivi: insan

KARŞIMIZDAKİNE NASIL BAKMALIYIZ?

KARŞIMIZDAKİNE NASIL BAKMALIYIZ?

İnsan, tabiri bir kompleksin tamamına verilen isimdir. Yani bir küll’e verilen isimdir. Bir bütünlüğü temsil eder. İnsan vücudunun bir parçasına yani cüz’e insan değil aza denilir. Manevi hizmetler de insan vücudu gibidir. Tek ve parça olarak düşünülemez. Düşünüldüğü zaman ona hizmet denilmez ve istenen netice de ele geçmesi adeta imkânsızdır. Yani netice noksan ve metod hatalı, fikir ise marazlıdır. Çünkü, “insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkid etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez.. belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder; yoksa o vücud-u insanın hayatı söner,  fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârane uğraşmaz, birbirinin önüne tekaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkid edip sa’ye şevkini kırıp atalete uğratmaz. Belki bütün istidadlarıyla, birbirinin hareketini umumî maksada tevcih etmek için yardım ederler, hakikî bir tesanüd bir ittifak ile gaye-i hilkatlerine yürürler. Eğer zerre mikdar bir taarruz, bir tahakküm karışsa; o fabrikayı karıştıracak, neticesiz akîm bırakacak.”[1]

Hizmet-i Nuriyede ekseriya yaşanan sıkıntıların temelinde var olan şey nur hizmetinde Risale-i Nur’un esasatı yerine nefs, heva ve şahsi anlayışlarla hareket etmektir.

Hizmet düsturları Barla, Kastamonu, Emirdağ Lahikaları ve Tarihçe-i Hayat isimli eserlerde talim etmiştir uzaktan eğitim sisteminde. Bu eserler “Değişen dünya hâdiseleri, geniş ve küllî mes’eleler ve şartlar altında isabetli hizmet-i Kur’aniyenin esaslarını ders veriyor.”[2] Bu sebeple hizmet düsturlarını bilmemek veya işine gelmediği için başka metodlar koymak ve tatbik etmek nurculuktan ihraçtır. Çünkü Bediüzzamanın davasında Bediüzzamanın metodu caridir. Esaslar bir yana benim anlayışım esastır deyip yerine kendi anladığımızı tatbik etmek hatalı bir fiildir.

Geniş ve külli hadiseler karşısında şahsi anlayışlar denizden katrenin katresi ancak olabilir. Bu sebeple bizler fiilimizi esasat-ı nuriyeye göre yapmalıyız.

      Hizmetimizdeki tüm ferdler bir bütünlüğün parçasıdır. Yani küll’ün cüz’üdür. Bütünlük ve beraberlik ancak hizmeti netice verir. Her ferd bir istidad sahibidir ve farklı bir mizacı ve istidadı kabiliyeti var. Bu sebeple herkesi basma kalıp olarak şekillendirmek cânilikten başka bir şey değildir.

     Farklı müstaidlerin beraber hareket etmesi neticesinde fevkalade bir netice hâsıl olur. İhlas Lem’alarında ki iğne ustalarının misali bunun tecessüm etmiş halidir. Arzu eden bakabilir.

     Bir hizmet beldesi ve zemininde hizmet eden kimseler herkesten ziyade müteyakkız davranmalıdır. Bunun için de esasat-ı nuriyeyi hizmet metodu olarak tatbik etmelidir. Şahsi anlayışlarını islah etmeli. Farklı müstaidlerin önünü kapatmak yerine onun o hareketini ulvi gayeye tevcih etmelidir. Âkıl olan bunu yapar çünkü o müstaid kendisini daha da terakki edecektir.

     Hizmet zemininde ferdlerin kusurlarını nazara alıp hareket etmemek elzemdir. Çünkü önüne geçmek ve uzaklaştırmak yerine kusurunu kapatıp hizmette şevkini kırmamak vücubiyet derecesinde elzemdir.

     Bu tesanüdün neticesinde ancak iddia edilen şeye takarrüb edilebilir. Fiil makuse olursa netice de …

      “hayat-ı ebediye içindeki saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz.. ve sahil-i selâmet olan Dâr-üs Selâm’a ümmet-i Muhammediyeyi (A.S.M.) çıkaran bir sefine-i Rabbaniyede çalışan hademeleriz.” [3]

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

 

 


[1] Lem’alar ( 160 )

[2] Emirdağ Lahikası-1 ( 9 )

[3] Lem’alar ( 161 )

Kâinat Kur’an, insan âyet…

Büyük Selçuklu Sultanı, Alpaslan’ın oğlu Melikşah’ın devlet bütçesinden eğitim ve öğretim için en yüksek payın ayrılması isteğine bazı komutanlar, “Ordumuzun beldeler fethetmesi için en yüksek bütçenin orduya verilmesi lâzım” şeklindeki itirazlarına devletin büyük veziri Nizamülmülk şu mealde bir cevap veriyor:

“Nizamiye Medreselerinde (üniversitelerinde) size öyle bir ordu hazırlıyorum ki, yüreklerinde kin yerine iman, ellerinde kılıç yerine kalem, kafalarında problem yerine çözüm olacak ve hem çabaları, hem de dualarıyla cihanın yüreğini fethedecekler. Ancak böyle bir fetih kalıcı olur.”

Bunun tek şartı var: “Doğru hoca” yetiştirmek: Zaten “doğruhoca yetiştiremeyen milletler “sahte hoca”ların istilâsına uğrar! “Sahte hoca”ların yetiştirmeleri de ya toplumu bölmeye çalışır ya da Meclis’i bombalatır.

Osmanlı Devleti’ni kuran Kayı Aşireti ilk büyük bölünmesini “âlim” olup “fazıl”olmayan bir hoca yüzünden yaşadı. Ertuğrul Gazi’nin ağabeyleri, Dımışık Hoca’nın dolduruşuna gelerek aşiretin yarıdan fazlasıyla birlikte geri döndüler. Büyük acılar yaşandı. Kendileri de yok olup gittiler. Akıbetleri bile belli değil.

Öte yandan İstanbul da “fazıl” bir “âlim” sayesinde fethedildi. Ak Şemseddin, en umutsuz demlerinde Padişah’ı ya ziyaret ediyor ya mektup gönderip tazeliyordu.

Binlerce örnek var, ama sadece bu iki örnek bile “doğru hoca”nın önemini kavramaya yeter.

Gerçek şu ki, biz “iyi hoca” (muallim) yetiştiremiyoruz. Bu yüzden öğretmenlerin tüm maddi sorunlarını çözüp bir elleri yağda, bir elleri balda yaşatsak bile (nerede o günler) “insan” sorunumuz çözülmeyecektir. Kısacası “doğru insan”yetiştirebilmek için, evvelâ “doğru hoca” yetiştirmemiz gerekiyor. 

“Müeddib” kelimesini daha önce bir yerlerde okudunuz mu, bilmiyorum. Bir nevi “muallim” olduğunu söyleyebilirim. İslâm eğitim sisteminde müeddiblerin önemli bir yeri var. “Terbiye eden, edeblendiren, bilgi ve görgü öğreten” manasına gelen bu kelimenin kökü “edeb”dir. 

“Edeb” kelime olarak bilinir, ama ondan türeyen “müeddib” erbabı dışında pek kimse tarafından bilinmez. “Edeb”i, “hayâ”yı unuttuktan sonra, “müeddib”i nasıl hatırlayalım? O kadar ki, çoğu sözlüklerden kovuldu. Türk Dil Kurumusözlüklerinde ise zaten hiçbir zaman yer bulamadı. Hatta “fazilet” kelimesi bile atılıp, yerine “erdem” getirildi.

Ankara’nın “Solfasol” denen bir semti var. Osmanlı asırlarında bu semtin adı“Zülfazıl”ken (Zülfadl), cumhuriyet döneminde “Solfasol”a dönüştürüldü…

Sebebi malum: “Zülfazıl”, “çok faziletli” demektir. Fazilet: Değer üreten, meziyet (kişiyi yücelten nitelikler) sahibi; ilim, irfan, iman ve şefkat ile ulaşılan yüksek derece. Dini ve ahlâki vazifelere riayet etme anlamlarını içerir… 

Üstelik “Zülfazıl” ismi Hacı Bayram-ı Veli’nin orada dünyaya gelmesinden dolayı verilmişti. Bir bakıma Veli’nin fazileti semte isim olmuştu.

Kelime olarak bile “fazilet”e tahammül edemeyen anlayış yüzünden isim değiştirildi: Semt anlamsızlığa teslim edildi. Geçelim…

Diyeceğim şu ki, devletimiz her okula bir “müeddib” tayin etmeli, bir de “âdab dersi” (insanlık dersi de olabilir)koymalı…

Öğretmenlerimiz çocuklarımızı bilgilendiriyor, ama “doğru insan” olmayı öğretmiyor: “Müeddib”ler işte bu açığı kapatacak… 

“Edeb”, “adab”, “ahlâk”, “fazilet”, “vicdan”, “namus”, “hâya”, “sabır”, “adalet”, “nezaket”, “nezahet”, “nezafet”, “nefaset”, “estetik” gibi, varlığı “insan” yapan kavramları okutacaklar. 

Bunları bilmeyen insan dünyanın en bilgili insanı da olsa, önce kendine, sonra vatanına, milletine, devletine ve tüm insanlığa zarar verir!

Unutmayalım ki, el yapımı bomba yapıp patlatarak bir sürü mazlumu hayattan koparan “terörist” de kimya ilmini kullanmaktadır!

Yani iş ilimde değil, ahlâk ve fazilette…

Yavuz Bahadıroğlu

Bediüzzaman ve Risale-i Nur’da Leyle-i Ber’at

Bediüzzaman ve Risale-i Nur’da Leyle-i Ber’at

“Üstadımız leyle-i beratınızı tebrik ediyor. Hem selâm ve dua ediyor.” (Emirdağ-2 – 231)

“Nur Risalelerini ne kadar sık sık okursak, bu dualardan daha ziyade feyz alıyoruz. Duaları, evradları mübarek gecelerde, hususan Leyle-i Regaib ve Leyle-i Mi’rac ve Leyle-i Berat, Leyle-i Kadir ve Cuma geceleri gibi vakitlerde okuyoruz.” (Hanımlar Rehberi – 158)

“Mübarek Leyle-i Beratınızı ve gelecek Ramazan-ı Şerifinizi tebrik ederiz. Bu sene Berat Gecesi, Nurcular hakkında çok bereketli ve kerametli.” (Emirdağ-1 – 170)

“Bu şuhur-u selâse, seksen küsur sene bir ömrü kazandırıyor. Elbette sizler gibi mücahidler, onu kazanmağa çalışacaksınız. Cenab-ı Hak her bir gecesini sizin hakkınızda Leyle-i Mi’rac ve Leyle-i Berat ve Leyle-i Kadir kadar kıymettar eylesin, âmîn.” (Kastamonu – 86)

“Leyle-i Berat, bütün senede bir kudsî çekirdek hükmünde ve mukadderat-ı beşeriyenin programı nev’inden olması cihetiyle Leyle-i Kadr’in kudsiyetindedir. Herbir hasenenin Leyle-i Kadir’de otuzbin olduğu gibi, bu Leyle-i Berat’ta herbir amel-i sâlihin ve herbir harf-i Kur’anın sevabı yirmibine çıkar.” (Şualar – 505)

“Elli senelik bir manevî ibadet ömrünü ehl-i imana kazandırabilen Leyle-i Beratınızı ruh u canımızla tebrik ederiz.” (Şualar – 505)

“Kur’an-ı Hakîm’in herbir harfinin bir sevabı var, bir hasenedir. Fazl-ı İlahîden o harflerin sevabı sünbüllenir, bazen on tane verir, bazen yetmiş, bazen yediyüz (Âyetü’l-Kürsî harfleri gibi), bazen binbeşyüz (Sure-i İhlas’ın harfleri gibi), bazen onbin (Leyle-i Berat’ta okunan âyetler ve makbul vakitlere tesadüf edenler gibi) ve bazen otuzbin (meselâ haşhaş tohumunun kesreti misillü, Leyle-i Kadir’de okunan âyetler gibi).” (Sözler – 346)

“Seksen sene bir manevî ömr-ü bâki kazandıran şuhur-u selâsenizi ve mübarek kudsî gecelerinizi ve leyle-i regaibinizi ve leyle-i mi’racınızı ve leyle-i beratınızı ve leyle-i kadrinizi ruh u canımızla tebrik ve herbir Nurcunun manevî kazançları ve duaları umum kardeşleri hakkında makbuliyetini rahmet-i İlahiyeden rica ve hizmet-i Nuriyede muvaffakıyetinizi tebrik ederiz.” (Emirdağ-2 – 121)

“Sizin Leyle-i Berat’ınızı ve gelecek Ramazanınızı tebrik eder ve bu gelecek Leyle-i Kadr’i hakkınızda ve hakkımızda bin aydan daha hayırlı olmasını ve defter-i a’malimize böyle geçmesini Cenab-ı Hak’tan niyaz ediyoruz ve böylece, bayrama kadar
ﺍَﻟﻠَّﻬُﻢَّ ﺍﺟْﻌَﻞْ ﻟَﻴْﻠَﺔَ ﻗَﺪْﺭِﻧَﺎ ﻓِﻰ ﻫَﺬَﺍ ﺍﻟﺮَّﻣَﻀَﺎﻥَ ﺧَﻴْﺮًﺍ ﻣِﻦْ ﺍَﻟْﻒِ ﺷَﻬْﺮٍ ﻟَﻨَﺎ ﻭَ ﻟِﻄَﻠَﺒَﺔِ ﺍﻟﺮَّﺳَٓﺎﺋِﻞِ ﺍﻟﻨُّﻮﺭِ ﺍﻟﺼَّﺎﺩِﻗِﻴﻦَ duasını etmeye niyet ettik.” (Kastamonu – 91)

“Leyle-i Berat hürmetine ve duanız berekâtıyla hakkımızda mübarektir.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi – 52)

“Herbir harf-i Kur’anın sevabı yirmibine çıkar. Sair vakitte on ise, şuhur-u selâsede yüze ve bine çıkar. Ve bu kudsî leyali-i meşhurede onbinler, yirmibin veya otuzbinlere çıkar. Bu geceler, elli senelik bir ibadet hükmüne geçebilir. Onun için elden geldiği kadar Kur’anla ve istiğfar ve salavatla meşgul olmak büyük bir kârdır.” (Şualar – 505)

“Câmi’ dualarla dua etmek; 
hem hulus ve huşu’ ve huzur-u kalb ile dua etmek;
hem namazın sonunda, bilhâssa sabah namazından sonra;
hem mevâki’-i mübarekede, hususan mescidlerde;
hem Cum’ada, hususan saat-i icabede;
hem şuhur-u selâsede, hususan leyali-i meşhurede;
hem ramazanda, hususan leyle-i kadirde dua etmek
kabule karin olması rahmet-i İlahiyeden kaviyyen me’muldür. (Mektubat – 279)

“İhlâsını rehber yap, besmele çek Kur’âna,
Namazını mirac yap, tekbiri çek Yezdan’a,
Tevhidini siraç yap, kandili yak merdane,
Nurlar Kur’ân tefsiri bize büyük ni’mettir,
Şâkirtlere vazife ihlâs ile hizmettir.
Emelimiz kudsîdir sarılalım Kur’ân’a (Mufassal Tarihçe 3 – 1723)

Bayram Yüksel (rh) ağabeyimiz mübarek gecelerde üstadımızın tatbikatı hakkında anlatıyor ki;
“Bu şekilde Regaib, Berat, Mirac Gecelerinde teksir lâhikası gönderirdi.* Dolayısıyla çeşitli mevzularda, Risale-i Nur’un neşri, hizmeti ve faaliyeti ile ilgili müjdeli haberleri Nur Talebelerine gönderirdi.”

Tahiri Mutlu ağabeyden Üstadımız ve Leyle-i Ber’at hatıratıdır.

Bugün, Berat günüdür. Çok mübarek bir gündür. Bugünün kıymetini bilmeliyiz.
Bugün; Kur’an, evrad, evrad-ı Kutsiye ile geçireceğiz. Başka şeyle meşgul olmak yok.

Üstadımız gece uyumayalım diye dört mübarek gece ikindiden sonra bizleri yatırırdı. Bu dört gece Leyle-i Berat, Leyle-i Kadir, leyle-i Mirac, leyle-i Regaip.

Gece de Uyumayalım diye kontrol ettirirdi.
Bu dört gecede Üstad bizleri gece yatırmazdı sık sık gelir uyumayalım diye kontrol ederdi. Kadir Gecesi iki üç defa yanımıza geldi.

Bu dört gecede Biz cemaat olurduk. Üstad bize namaz kıldırırdı.
Bu dört gecede sabah derslerine namazdan evvel yapardık.

Zübeyir Efendi ayakta duramayacak kadar hastaydı yatıyordu.
Üstad: “kalk Keçeli” diye bağırdı.
Üstad, hastalık yorgunluk diye bir şey kabul etmezdi.
Zübeyir efendiye: “amden (kasıtlı) yapıyorsun” derdi. (Üstadımız Bediüzzaman Said Nursi – 2  (455 / 456)

Selam ve Duayla

Muhammed Numan ÖZEL

Yazarın tüm yazıları için TIKLAYIN

Kaynak: RisaleHaber

www.NurNet.Org

İstediğim gibi neden ibadetlerimi yapamıyorum?

İstediğim gibi neden ibadetlerimi yapamıyorum?

“İman, Sa’d-ı Taftazanî’nin tefsirine göre: “Cenab-ı Hakk’ın istediği kulunun kalbine, cüz’-i ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur” denilmiştir.” [1]

İman öyle bir tılsım bir sırdır ki, peygamber evladına nasip olmaz, belki İslam’dan habersiz diyarda yaşayan birisine nasip olur. Bir nevi nasip işi. Ama sadece nasip denilip her şey tüm neticesiyle beraber kadere verilmez. Biz ehl-i sünnet itikadımıza göre Hayr Allah’tan, şer insanın nefsinden sudur eder. Mutezile ve Cebriyenin görüşleri ise ya bütününü insana veriyor ya da bütününü Allah’a isnad ediyor. Her iki fırka da bu cihetten ehl-i sünnetten ayrılmaktadır. Akıllarınca Allah’ı kutsamak ve tenzih etmek için bunu yapmaktalar ama hata etmişler. “İşte ey ehl-i hak ve ehl-i hidayet! Şeytan-ı ins ü cinnînin mezkûr desiselerinden kurtulmak çaresi: Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan ehl-i hak mezhebini karargâh yap ve Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın muhkemat kal’asına gir ve Sünnet-i Seniyeyi rehber yap, selâmeti bul!” [2]

İnsan kendi sisteminde var olan irade ve ihtiyarını kullanarak küllü bir niyet ve arzuyla İslamiyete ve hakikatlerine müteveccih olup gördüğü, okuduğu şeylerde mahza aklını kullanmak yoluna sapmadan illet ve hikmet arasındaki irtibatı nazara alarak istikamette ve ehl-i sünnette kalabilir. Bir mesele de sadece illeti veya hikmeti nazara almak. Yoksa ya Cebriye ya Mutezile’ye kayabilir. (Mezhepler hakkında yazının sonunda malumat verilecektir. Bütünlük açısından buraya girmedim.)

İnsanın irade ve ihtiyarını istimal etmesi hususu çok ehemmiyetlidir. “Dikkat edersen görürsün, çalışırsan anlarsın, cüz’-i ihtiyarını bu emre sevk edersen Allah da muvaffakıyet verir. Bulur ve bilebilirsin.” [3] Burada bir sistemin işleyiş serencamı anlatılıyor. Yani formulüze edilmiş hali. Formül belli olduktan sonra binlerce soru çözülebilir. İnsan da dikkat, çalışmak, ihtiyarını/iradesini kullanması neticesinde muvaffak olabilmektir. “Nazeninlerin mehirleri dikkattir”[4] formulünü iyi anlamak ve kullanmak gerekmektedir.

Muvaffakiyet ve “Tevfik isterseniz, kavanin-i âdetullaha tevfik-i hareket ediniz. Yoksa tevfiksizlik ile cevab-ı red alacaksınız.” [5] Ne kadar isterseniz bunun misalini görebilirsiniz.

İnsanın imanını kuvvetlendirmek için elden gelen çabayı da sarf etmesi elzemdir. Çünkü “İman, bir hüsn-ü münezzeh ve mücerreddir.”[6] “iman farzdır, marifeti lâzımdır.”[7]

“İman-ı tahkikî ilmelyakînden hakkalyakîne yakınlaştıkça daha selbedilmeyeceğine ehl-i keşf ve tahkik hükmetmişler ve demişler ki: Sekerat vaktinde şeytan vesvesesiyle ancak akla şübheler verip tereddüde düşürebilir.

Bu nevi iman-ı tahkikî ise yalnız akılda durmuyor. Belki hem KALBE, hem RUHA, hem SIRRA, hem öyle LETAİFE sirayet ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor; öylelerin imanı zevalden mahfuz kalıyor.” [8] “Bunun için, bir insanın en başta elde etmeye çalıştığı ilim; iman ilmidir. İlimlerin esası, ilimlerin şahı ve padişahı; iman ilmidir.” [9] Bizler de imanımızı taklitten tahkike çıkartmalıyız. Ve bunun yollarını vesilelerini bulup istimal etmeliyiz. Çünkü iman düşmaları ve dinsizler, Müslümanlarında kendilerine iltihak etmesini istiyor ve bunun için ellerinden gelen çabayı sarf ediyorlar.

Neticesinde ise dinsiz değil ama dinsizcesine yani hayatında dinin yeri çok küçük bir alana hapsedilmiş insanlar karşımıza çıkıyor. Cenazede, bayramda… gibi. Dizi filmler, oyunlar ve çeşitli şeylerle adeta insana dinini yaşamaya zaman bırakmamaya çalışıyor bu dinsizlik komiteleri.

İnsanın manevi hayatının merkezi olan, “İman, altı rüknünden çıkan öyle bir vahdanî hakikattır ki, tefrik kabul etmez. Ve öyle bir küllîdir ki, tecezzi kaldırmaz. Ve öyle bir külldür ki kabil-i inkısam olmazlar. Çünkü herbir rükn-ü imanî, kendini isbat eden hüccetleriyle sair erkân-ı imaniyeyi isbat eder. Herbiri herbirisine gayet kuvvetli bir hüccet-i a’zam olur.[10] İnsanın imanının sağlamlığı ve tahkikliği nisbetinde “taate, suhre gibi değil, belki iştiyakla itaat edip ubudiyeti îfa eder.” [11]

Bir de “ibret, fikret, ünsiyet gibi üsare ve şiralarından vicdanda o tatlı, iman balları yapar.”[12] Burada insana düşen muhakkik olmaktır. Yani delillerle, bürhanlarla hareket etmektir. Taklit değil tahkik mesleğinde emin adımlarla yürümektir. “Muhakkikin şe’ni; gavvas olmak, zamanın tesiratından tecerrüd etmek, mazinin a’makına girmek, mantığın terazisiyle tartmak, her şeyin menbaını bulmaktır.”[13] Zamanın getirdiği şartlara sıkışıp kalmamak yani geniş bir ufka malik olmaya gayret etmek. Taassup ki -at gözlüğü olarak nitelendiriyorum- manilerden uzak durmak. Akıl ve mantık terazisinde yani illet ve hikmet yolunda yürümekle menbalara inmektir.

“İman, bir intisabdır. Öyle ise insan, iman ile insanda tezahür eden san’at-ı İlahiye ve nukuş-u esma-i Rabbaniye itibariyle bir kıymet alır.”[14] Madem hakikat budur, madem illet ve hikmet terazisinde, havf u reca arasında bulunarak imanımızı tahkik ve tahkim etmek tek çıkıştır. Bizler de elimizden gelen tüm çabamızla imanımızı tekmil etmek yolunda yürümek değil, ilerlemek değil, var gücümüzle koşmalıyız. Bu sayede üzerimizde inayet-i ilahi ve Tevfik-i rabbani tecelli ederek Muhibbullah makamına vasıl olabiliriz.

Şayet sıkıntı çekiyor ve psikolojik olarak da korkuyorsak doğru düşünmediğimiz, doğru yaşamadığımız ve yalnız kalmamızdan kaynaklanmaktadır. İmanımızın gereği gibi amel edemememiz ise bundan kaynaklanmaktadır. Namaz başta olmak üzere diğer ibadetlerimizdeki noksanlar ve süreksizlik de bundandır.

Doğru düşünen, yaşayan insanlarda huzur hasıl olur. Bir insanda huzurun fazla olması imanının ilmelyakin, aynelyakin ve hakkalyakin hangi mertebede ve o mertebenin neresinde olduğu ölçüdedir. Yani, huzur terakki nisbetindedir. “Herkesin kalbinde nasihatlarıyla iman cihetinde bir yasakçı..”[15]

“İşte Risale-i Nur, hem fevkalâde ihlası ve hem yalnız tevhid ve iman akidelerinin hizmetini esas meslek ittihaz ederek bir kudsiyet kazanması ve mahiyetinde bütün hakaik-i Kur’aniye ve İslâmiye mevcud bulunarak her tarafı kaplayacak bir nur-u hakikat olması dolayısıyla, rahmet-i İlahiye canibinde bu millet-i İslâmiyeyi, maddî-manevî felâket ve helâket tehlikelerinden, bir sedd-i Kur’anî ve nur-u imanî olarak muhafazaya vesile olmuştur.”[16]

  • Mezhepler; Ameli, itikadi ve siyasi olmak üzere temelde üç kategoriye ayrılır.

-Ameli: Hanefi, Şafi, Maliki, Hanbeli

-İtikadi; Eş’ari, Maturudi ve Selefilik

-Siyasi; Şialık, Vehhabilik

Selefilik mezhebi müntesibi olmadığı için tedavülde değildir. Şimdi oratada Biz Selefiyiz diyen kimseler ise aslında mezhepsizdirler. Mezhepsizliklerini selefilik kılığında örtmeye çalışmaktadırlar.

Amelen Hanefi olanlar, itikadda Maturudidir.

Amelen Şafi, Maliki, Hanbeli olanlar itikadda Eş’aridir.

Selam ve duayla

Muhammed Numan ÖZEL

Yazarın Tüm yazıları için TIKLAYINIZ

[1] İşarat-ül İ’caz ( 42 )

[2] Lem’alar ( 78 )

[3] Barla Lahikası

[4] Muhakemat ( 84 )

[5] Tarihçe-i Hayat ( 58 )

[6] Lem’alar ( 127 )

[7] Sözler ( 614 )

[8] Kastamonu Lahikası ( 18 )

[9] Sözler ( 749 )

[10] Asa-yı Musa ( 55 )

[11] Mektubat ( 456 )

[12] İşarat-ül İ’caz ( 71 )

[13] Muhakemat ( 26 )

[14] Sözler ( 311 )

[15] Emirdağ Lahikası-2 ( 77 )

[16] Tarihçe-i Hayat ( 156 )

Kaynak: RisaleHaber

 

www.NurNet.Org

MANEVİ HİZMETLERDE DÜNYA MALI

MANEVİ HİZMETLERDE DÜNYA MALI

“Tâlût, ordu ile hareket edince, “Şüphesiz Allah, sizi bir ırmakla imtihan edecektir. Kim ondan içerse benden değildir. Kim onu tatmazsa işte o bendendir. Ancak eliyle bir avuç alan başka.” dedi. İçlerinden pek azı hariç, hepsi ırmaktan içtiler. Tâlût ve onunla beraber iman edenler ırmağı geçince, (geride kalanlar) “Bugün bizim Câlût’a ve askerlerine karşı koyacak gücümüz yok.” dediler. Allah’a kavuşacaklarını kesin olarak bilenler (ırmağı geçenler) ise şu cevabı verdiler: “Allah’ın izniyle büyük bir topluluğa galip gelen nice küçük topluluklar vardır. Allah, sabredenlerle beraberdir.” [1]

     Hizmetlerin hedefi rıza-yı ilahidir. Bu gaye ile yola çıkıpta yoldan savrulanların durumunu Furkan-ı Hakimde Rabbimiz anlatıyor. Talut (as), Musa (as)’dan sonra gelen bir nebidir. Döneminin deccalı ve zalimi olan Calut ile mücadele ve mücahade etmiştir. Talut (as)’a ittiba eden mücahitler toplandığı zaman dönemin nebisi (as) onlara hitap etti. Düşmanla karşılaşmaya giderken bir ırmaktan geçileceği ve o sudan bir avuçtan başka içilmemesi gerektiği vehakeza söyledi. Nebi (as)’ın dediği gibi ırmağa gelince çokları o ırmaktan içtikçe içti ve yürüyecek bir halleri kalmadı. Peygamber ordusu, deccal ordusuna karşı sayıca azınlığa düştü lakin mücahitler sayıca üstün olan düşmana galip geldi. O su içip şişenler ise mücahitlere ayak bağı olup, bir parça ümitsizliğe sebep oldular.

     Bu kıssayı biz kendi alemimize tatbik edecek olursak karşımıza bakalım tefekkürümüzde ne çıkacaktır.

     Talut (as) biziz.

     Mücahitler ise, akıl, kalb, ruh vs. latifelerimiz ve kuvalarımızdır.

     Calut ise, nefsimiz ve onu tahrik eden her şeydir.

     O ırmak ise, dünya malı metaıdır.

     Bir avuç olan su, insan hayatına ve hizmetlerine kifayet edecek olan helal ve meşru miktardır.

     İçtikçe içenler ise, dünya malına hırs ile “hel min mezit” daha yok mu diyenlerdir.

     Ordudan ayrılanlar, inkisar-ı hayale düşenlerdir.

     Bizler de hizmetimizi ifa ederken, dilencilik yapmamalıyız. Hizmetimiz dünya metaı ve bunun içinde ki mamelaik için değildir. Bizim gayemiz Hizmettir, hakkı anlatmaktır deyip bunun için şöyle bir bina yapmalıyız, bu araçları almalıyız diyorsa adımız gibi kat’i bilmeliyiz ki bunları söyleyen kimseler Talut (as) ise Calut savaşında ırmaktan su içip içip şişenlerdir. Bunlarla ne hizmet edilir ne de yola çıkılır. Hatta bunlarla berabersek helak olmamak için bunlardan uzak durulup mesafe konmalıdır. Hizmetimizin selameti için bunlardan ayrılıp müstakim yerler ve kimselerle irtibatımızı kavi tutmalıyız.

     Manevi hizmetlerde, maddi şeyler esas ve gaye ise o hizmet manevi değil maddi bir hizmettir. Hedef doğru lakin usul ve metos hatalı hale gelmiştir. Aklını, su içenlerle raptedenlere bu kıssa ve temsil küçük ve hakir görüleceğini tahmin ediyorum. Benim gayem hizmettir, netice ise Rabb-ül aleminindir.

     Calut’un yoluna giden ve onun safında olan şeylerde bir kaide yoktur. Çok şey onlarca mubahtır. Ama Talut (as) safında serbestiyet yoktur. Bir nizam, intizam, mizan ve muvazene vardır. Bunlara uymak gereklidir.

     Kur’an-ı Kerim, Hadis-i Şerif ve Risale-i Nurdaki isimler birer şablondur ama hadiseler gerçektir. Talut, Calut, Musa, Firavun, Hüsrev, Re’fet, Said, Deccal, Zülkarneyn.. bunlar şablondur, makamdır. Bu makamların hususiyetlerini taşıyanlar o makamın müntesibidir. Adeta küçük bir Talut, küçük bir Calut olur insan. Hadiseler genelken biz şahsımızla özleştirip ona göre tatbik etmeliyiz.

     Selam ve selamet sağ yolun yolcuları olan süeda ve ebrara, levn ve itab ise Kabil ve onun yolunun yolcularına olsun..

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Bakara Suresi 249. Ayet meali

 

 

www.NurNet.Org