Etiket arşivi: insan

Prensiplerimizden Vazgeçmemeliyiz!

Prensiplerimizden Vazgeçmemeliyiz!

“Bu âhirzaman fitnesinde, açlık ehemmiyetli bir rol oynayacak. Onunla ehl-i dalalet, bîçare aç ehl-i imanı derd-i maişet içinde boğdurup, hissiyat-ı diniyeyi ya unutturup, ya ikinci, üçüncü derecede bırakmağa çalışacak..”[1]

Ahir zamanda olduğumuz alenidir. Hatta neredeyse alamet-i ekber kaldı sadece. Yani güneşin batıdan çıkması kaldı. Bunun garbdan tulu’ meselesi ise İslamiyet garbda inkişaf etmesidir. Diğeri de zahir manadır.

Ahir zaman denmesinin sebebi ise; eski zamanlarda bir insanın ömrünce işlediği günahları ve haramları bugün bir insan rahatlıkla işleyebilecek bir potansiyele sahip olması ve eskide dünyanın genelinde işlenen günah ve zulümlerin bugün bir mahallede işlenebilir bir hale gelmiş olmasındandır.

Aslında dünya veya zaman kötü değil. Zaman içinde insanlar nefs-i emaresini havalandırıp adeta             “fetret derecesinde din ve din-i Muhammedî’ye (A.S.M.) bir lâkaydlık perdesi”[2] gelmiş olması neticesinde hevalarını ilahlaştırıp onlara secde eder derekeye inmiş olmasından tezahür etmiştir. Nefsi-i emmarenin de maddi olarak tatminsiz olması neticesinde hayat süresi insanlar için bir yarış atı gibi koşturmak ve mücahede etmek gibi bir şey olmuştur.

            Dünyayı taabbudi bir mertebeye getirmek ise “lâkaydlık perdesi”[3]ni insanlar üzerine bir battaniye gibi sermiş ve bu uyuşukluk da gafleti ve ülfeti netice vermiştir. Okunanlar sadece okunan metinde kalıyor. Yani okunan başka tatbikat başka oluyor.

Sekülerizm; toplumda ahiretten ve diğer dini ruhani meselelerden ziyade dünya hayatına odaklanılması yönündeki hareket olarak tarif edilmektedir. Müslümanlar materyalizmle 19.yy. karşılaştılar ve koca devletler materyalizmin şövalyesi oldular. Rusya ve Çin gibi.. Hatta Türkiye de bir ara meyletti materyalizme.

Materyalizm fikri olarak çökmesine ve şövalyelerinin yok olmasına karşın insanlık fikrî olarak menfaat üzerine endeksli bir hayata teveccüh ettiler. Ve sekülerizmin ellerinde birer kukla olarak kendilerini buldular. Her yapılan şeyde menfaat ve fayda gözetleyip hayat kar ve zarar dengesi üzerine konuldu. Müslümanların şuurlu davranmayanları ise adeta lâ dini yani dinsizcesine bir lâkaydlıkla hayatı bütün “dehşetli vicdan azablarıyla ve dünya hayatının bütün bütün fâni ve muvakkat olması ve medeniyet fantaziyelerinin aldatıcı ve uyutucu olduğu..”[4] bilmesine rağmen gaflet  hayatı “batn ve fercin hizmetine..”[5] münhasır zannederek hayvancasına, dinsizcesine bir derekeye indirdi. “Deccal’ın yalancı Cennet’i ise, medeniyetin cazibedar lehviyatı ve fantaziyeleridir.”[6] sözünün insanlık kuvve-i şeheviye ve gazabiyesiyle imza attı. Bir ürünün reklamında en küçük şeyin teşhirinde bile teşhir malzemesi olarak gelincik çiçeklerimiz olan taife-i nisa kullanılır hale geldi. Hal böyle olup kuvve-i şeheviye ve gadabiye ise ifrata girip insanların istikameti batın ve ferç oldu. “mütemadiyen ehl-i dalalet nazar-ı dikkati şu fâni hayata celb ede ede..[7]ehl-i ahiret olan insanlarda da var olan nefsin sesini dinlemeye sevketmiştir. “Şu asırda ehl-i dalalet eneye binmiş, dalalet vâdilerinde koşuyor.[8] Binaenaleyh ehl-i hak ve ehl-i sünnet vel cemaat olan insanlar ehl-i dalaletin kamyonlarla dalalete sevkiyatından her vesileyle uzak durmak gayreti içerisinde olmalıdır. En azından gayret etmelidir. Bu sebeple de salih veya müttaki olarak bildiği insanlarla daha fazla zaman geçirmelidir ki “zaîf şeyler içtima’ ettikçe kuvvetleşir. İncecik ipler topak yapılsa, kuvvetli halat olur. Kuvvetli halatlar topak yapılsa, kimse koparamaz.[9] bu misal hayatında tezahür etsin.

 Hayatında gayesi Hakaik-i imaniye ve Kur’aniye olanların hayatlarında “Hakaik-i imaniye, her şeyden evvel bu zamanda en birinci maksad olmak ve sair şeyler ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalmak ve Risale-i Nur’la onlara hizmet etmek en birinci vazife ve medar-ı merak ve maksud-u bizzât olmak lâzım..”[10] iken gaflet ve ülfet battaniyesinin insanı hantallaştırmasıyla bu dava meselesi ötelendi ve hizmet zeminleri garip bir hal aldı. Yeni insanlar kazanmak şöyle dursun var olan mevcud kaybolmaya ve bu hadise umursanmamaya başladı.

            Medreseler mülk olması gibi bir mana tezahür etti. Lüks medreseler ve ortamlar var ama bu lükslük içinde ihlas yetmez veya görünmez oldu. Devasa medreseler oldu ama bazı mefhumlar kaybolmaya, içi boşalmaya başladı.  “اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللّٰهِ âyeti ile اِتَّبِعُوا مَنْ لاَ يَسْئَلُكُمْ اَجْرًا âyeti gibi insanlardan istiğna hakkındaki âyâtın mühim bir sırrını tefsir eder. Ve ilim ve dini neşre çalışan insanlar, mümkün olduğu kadar istiğna ve kanaatla hareket etmezse; hem ehl-i dalaletin ittihamına hedef olur, hem izzet-i ilmiyeyi muhafaza edemez. Hem salahat ve neşr-i din gibi umûr-u uhreviyeye mukabil hediyeleri almak, âhiret meyvelerini dünyada fâni bir surette yemek demektir.”[11] Hizmetin temel prensipleri göz ardı edinmeye ve bazı şeyler perdelenmeye başladı.

Sekülerizm dediğimiz melanet ne bulursan at yarım saat kaynat mantalitesiyle her yerde karma bir şey meydana getirdi. Karma bir kültür oluştu. Komünizmin halkların kardeşliği ve sloganının kültürel manada zeminini ihzar etti.

Her yerde aynı manaya gelecek şekilde bir kültür ve kavram yozlaşması tezahür etti.

Bunun neticesinde mefhumlarımız, ideallerimizden ve prensiplerimizden taviz verir bir hale geldik.

Derdimiz davamız olacakken medeniyet-i fantaziyeler almaya başladı. Samimi dostluklar menfaat işlemine döndü.

Samimi bir tevbe ile davamıza mesleğimize dönüp canla başla hizmet etmeliyiz Kur’an tilmizi olmak yolunda. Tebliğ kulak ardı edinmek yerine ön plana gelmeli. Merhum Said Özdemir ağabeyim “bir yere giderken hizmet niyetiyle git ki güzel bir niyetle ibadet hükmünü alsın.” Sözü nazarlara alınmalı.

Ahir zamanda açlık hükmedecek hadisini açgözlülük olarak da görsek zannederim hata etmiş olmalıyız.

Karnı aç olanı doyurmak kolay ama gözü aç olanı doyurmak namümkündür.

Hizmetlerde de manaya hizmet etmeli maevi açlığı gidermeliyiz. Yoksa aç gözlülükle mal mülk ticaret sevdası bir yere kök salarsa orada dava mefhumu kaybolmaya dünya sevgisi köklenme başlamıştır.

Ne mutlu o adama ki medeniyet-i fantaziyeye esir olmaz.

Bedbahtır o adam ki hakkı hak bilir ama imtisal etmez.

Rabbim meslek-i hademe-i Kur’aniyede ayaklarımızı sabit etsin.

“Dostlarla uzun konuşmak hem tatlı, hem makbul olduğundan; şu kısa mes’elede uzun konuştum, belki de israf ettim.[12]

 

            Selam  ve Duayla

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Kastamonu Lahikası ( 140 )

[2] Kastamonu Lahikası ( 111 )

[3] Kastamonu Lahikası ( 111 )

[4] Sözler ( 154 )

[5] Sözler ( 126 )

[6] Mektubat ( 58 )

[7] Tarihçe-i Hayat ( 293 )

[8] Mektubat ( 425 )

[9] Mektubat ( 119 )

[10] Kastamonu Lahikası ( 117 )

[11] Mektubat ( 484 )

[12] Mektubat ( 350 )

İncitmekten Sakınanlar !

İncitmekten Sakınanlar !

     Cenab-ı Hakk’a nâzır ve ona vâsıl olan yollar, kapılar; âlemin tabakaları, sahifeleri, mürekkebatı nisbetinde bir yekûn teşkil etmektedir.” [1] bu herkesçe malumdur. Ve dikkat edersek “âlemin” diye bir tabir kullanmış müellif. Âlem ise bir terkiptir bir bütündür ve içersinde yaratılan her şeyi ihata edecek bir genişliği vardır. Kısacası masivaullah tabir edebiliriz.

            Bir de bu Âlem tabirini insan için kullanılacak olursak karşımıza daha çetrefilli bir mesele çıkacaktır ki mahiyet-i insaniye, şu kâinatın bir misal-i musaggarı olduğundan; âdeta âlemde ne varsa, insanda nümunesi vardır.[2] bizler bunu bilsekte bilmesekte tam olarak bu böyledir.

bebeklerde-güvenli-baglanma

          İnsanın merkezi ise bütün bu Âlemleri tahlil, analiz, sentez edecek merkezi insan kalbidir. O kalb öyle bir mahiyeti ve merkeziyeti var ki dimağı dumura uğratacak bir ihatası ve mihanikiyeti vardır. Öyle derindir ki normal zamanda yüzebildiğin veya topuğunuzu ıslatmayacak olan o sular birden bire derinleşir ve dev diritnavtlar ancak dayanabilir bir hâlde gelir ve kendinizi o batın-ı kalbin ihata ettiği derinliklerde bulursunuz. İşte o zaman anlarsın ki Yükselmededir marifet iklimine her an Bambaşka ufuklar açıyor ruhuna..[3]bu ufuklar Âlemlerin insana veya insanın Âlemlere yolculuğunu anlatır.

            Hani bazen deriz ne oldu dalmışsın hayrola? Veya dalmışım öyle.. işte bu dalmak tabiri alemler arası boyutlar arası geçiş demektir. İnsan başka bir Âleme dalmış olduğu için bir nevi geçici donma yaşıyor. Nasıl ki pc’lerde aşırı yüklenmeler veya bir problem olduğunda donma oluorsa insanda da bu donma dalıp başka Âlemlere geçtiğinde olmaktadır. Âlemlerin kapısı, kilidi, kavsağı ise KALB’dir.

            Bu hususta     Üsvet-ün Hasenemiz olan Rasulü Ekrem (a.s.v.): “İnsan vücudunda bir et parçası vardır. O düzelirse bütün vücut düzelir. O bozuk olduğunda bütün vücut ifsada uğrar bozulur. İyi bilin ki o et parçası KALB’dir.[4] buyurarak kalbin ehemmiyeti üzerine durmuştur. Nitekim Vekil-i Rasulü Ekrem (a.s.v.) olan Bediüzzaman Said Nursi ve telifi olan Risale-i Nur Külliyatında “kalb bir kumandan gibi, letaif askerleriyle kahramanane maksada yürüsün.[5]sözüyle kalbin bir kumandan bir merkez olduğunu ve en üst söz ve rütbe sahibi olduğunu beyan etmektedir.

            Risale-i Nur Külliyatında Batın-ı Kalb ile alakalı:

            “Samed âyinesi olan bâtın-ı kalb ile sanem-misal dünyevî mahbublara perestiş etmek, o mahbubların nazarında sakildir ve istiskal eder, reddeder.[6]

“Bâtın-ı kalb, âyine-i Samed’dir ve ona mahsustur.[7]

“Elhasıl: Dünyayı ve ondaki mahlukatı mana-yı harfiyle sev. Mana-yı ismiyle sevme. “Ne kadar güzel yapılmış” de. “Ne kadar güzeldir” deme. Ve kalbin bâtınına, başka muhabbetlerin girmesine meydan verme. Çünki bâtın-ı kalb, âyine-i Samed’dir ve ona mahsustur.[8]

            Bu mehazlere baktığımızda karşımıza çıkması muhtemel olan şeylere beraber nazar edelim isterim.

Samed ayinesi: Pek yüksek, dâimi, âli ve içi dolu. Manalarını ihtiva etmektedir. Mana-i ismiyle kainata nazar edip bu vecihten bir şeye muhabbet edilmesiyse o kalbi yorar. Lakin mana-i harfi denilen Allah namına istemek ve muhabbet etmek ise insanı Rabb’e Samed olana ulaşmakta bir asansör görevi yaparak o yolu kısaltır ve zahmeti azaltır.

Batın-ı kalb ise: tabir-i caizse Cenab-ı Hakkın hususi mahrem alanıdır. Ve oraya giriş izni yoktur. Latife-i Rabbaniyenin merkezi de belki ayine-i samedin kab-ı kavseni olarak tesmiye edebiliriz. Bu sebeple mahrem diye tesmiye ediyorum.

Bizler de beğendiğimiz ve sevdiğimiz ne varsa mana-i harfiyle sevmeli ve o veçheden bakmalıyız.

Bu tarz-ı nazar oldukça insan her şeyle hoş geçinir. Dalı meyveyi çiçeği incitmeye çekinir. Adeta kainatta ne varsa hoş geçinmeye gayret eder.

Tekellüm sıfatı insanda tecelli etse de ya Hayr söyler yada susar. Çünkü dilini tutan kurtacaktır. Konuşunca da misk u amber rayihalı kelam sarf eder.

Kainatta ne varsa kendisine dost addeder. Yapan olur yıkıcı ve kırıcı olmaktan kaçınır. Ya gül’e çekirdek olur ya gül olur ya güle yaprak olur yada o gülü korumak için etrafında diken olur. İncitmek emelini gütmez.

Başı bu alemlerin en âlâsında da olsa, gözü mahfiyet ve tevazuda olur. Kibirle yürüyüp yeri delebileceğini zannetmez. Bildikleri daha da tevazuya sebep olur. Bambaşka ufuklarda alemlerde de gezse. Bu sebeple de tekebbür edemez.

Verenin Rabb olduğu iyiliklerin ondan, şerlerin nefs-i emareden olduğunu bilir. Bu sebeple daima bir vakara bir tevazuya bürünür. Mehasinin bir ihsan-ı ilahi olduğunu derk etmiştir. Birisi zerrece bir şey yaptıysa hayr manada onu tebrik ve taktir eder. İncitmekten bozmaktan içtinab eder çekinir.

Gayretullaha dokunacak hareketten havf eder ve temkinli adım adar. Daima zihninde şu levha asılıdır. “hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma! Dünyayı yutan büyük letaiflerini onda batırma.[9] buna göre hatt-ı hareket eder ve Kitabullahın ve Sünnet-i Rasullahı bu harekette tatbik eder.

            Böyle bir kalbi incitmek ve kırmak ise o insana yapılabilecek en büyük bir haksızlık olur. Çünkü o kalbin sahibi hangi alemlede dolaşıp burada görünüyor bilemezsin. Halk arasında derler ya deli mi veli mi diye bunu bilemeyiz.

            Belki beğenmediğimiz birisi bizden kat kat üstündür bunu bilemeyiz.

            Bizler kusursuz değiliz. Bu sebeple belki kendimizde olmayan kusurları başkasında görüp gördüğümüz o kusur sebebiyle onu incitirsek bizde olupta başkasının gördüğü kusurlarla birisi de bizi incitebilir. Nitekim kusursuz hiçbir insan yoktur. Kusursuz dost aramak muhali taleb etmektir. Kimse kusursuz dost bulamaz. Ancak buldukları da kendisi gibi aynı türden kusuru bulunmayan kimselerdir.

            İnsan kendi kusurunu görmez görse istifar eder, tevbe eder dergah-ı ilahiyeye yanaşır. (BKZ: Sözler 41, Lem’alar 87)

            İnsanların müsbet ve beğendiğimiz taraflarını geliştirmekle, beğenmediğimiz ve menfi olan tavır, düşünce, davranış, fikirlerini izale edebiliriz. Yoksa onda bu, bunda şu var deyip uzaklaşmak ise neticesi pek iyi değildir. Birileriyle tesanüd edip beraber hareket etmek “ve birbirinin güzel huylarından istifade [10]ederek birbirini inşa edip hayattan meşru manada zevk almaya çalışmaktır. Bu hayatta Dost edinmek ne hoştur. Bu bir başkadır başka. Allahın insana en güzel ikramı hediyesi ihsanı ise kalbe mukabil bir dosttur.

Son olarak “Hem nasılki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârane uğraşmaz, birbirinin önüne tekaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkid edip sa’ye şevkini kırıp atalete uğratmaz. Belki bütün istidadlarıyla, birbirinin hareketini umumî maksada tevcih etmek için yardım ederler, hakikî bir tesanüd bir ittifak ile gaye-i hilkatlerine yürürler.[11]

            Selam  ve Duayla

Muhammed Numan ÖZEL

Kaynak: RisaleHaber

www.NurNet.Org

[1] Lem’alar ( 89 )

[2] Asa-yı Musa ( 235 )

[3] Asa-yı Musa ( 259 )

[4] Buhari-İman: 39 Müslim-Musakat:107

[5] Sözler ( 495 )

[6] Sözler ( 358 )

[7] Sözler ( 640 )

[8] Hanımlar Rehberi ( 87 )

[9] Lem’alar ( 136 ) 

[10] Asa-yı Musa ( 19 )

[11] Lem’alar ( 160 )

İnsan Külli Ubudiyet İçin Yaratılmıştır

İbadet, Cenab-ı Hakk’ın varlık ve birliğini, azamet ve kibriyasını tasdik ederek emrine itaat ve kulluk etmektir. İbadet, Hâlik ile abd arasında pek yüksek bir nisbet ve şerefli bir rabıtadır.”1

İbadet, İslâm dininin ruhu ve temelidir. İman edip hakkıyla ibadet eden insan, kâmil manada Müslüman olur ve Cenab-ı Hakk’ın muhabbet ve rızasını kazanır.

Cenab-ı Hakk’ın bizlere emrettiği ibadetlerin bir kısmı malî, bir kısmı da bedenîdir. Bunlar namaz, oruç, zekât, hac ve tefekkür gibi ibadetlerdir. Hastalıklara ve musibetlere sabır ve tahammül etmek ise menfi ibadetlerdendir.

Cenab-ı Hak, insanı kendisine itaat ve ibadet için yaratmıştır. Nitekim Kur’an-ı Kerimin’de:

“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.”2

buyurarak bu hakikati ifade etmiştir. Bazı müfessirler liya’budun kelimesini liya’rifun olarak da tefsir etmişlerdir. Yani insanın yaratılmasından asıl maksat, Halık’ını bilmek, O’na itaat ve ibadet etmek ve böylece O’nun rızasını kazanmaktır.

“O’nun muhabbetiyle kendinden geçmektir. Kalbin göz bebeğinde aks-i nurunu yerleştirmektir.”3

Evet, insanın yaratılışındaki asıl gaye, Allah’a iman etmek ve ona gönül hoşluğuyla ibadet edip rızasını kazanmaktır. Şu ayetlerde de aynı hakikat şöyle zikredilmektedir:

“Ey insanlar! Hem sizi, hem de sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz. Böyle yapmakla her türlü zarardan korunmayı ümit edebilirsiniz.”

“O Rabbiniz ki, yeryüzünü size bir döşek, göğü de bir kubbe yaptı. Gökten yağmur indirip, onunla size rızık olarak çeşitli mahsuller çıkardı. Öyleyse siz gerçeği bilip dururken, sakın Rabbinize eş koşmayın.”4

Bediüzzaman Hazretleri bu ayet-i şöyle izah etmektedir.

İbadet, şükürdür. Şükür, mün’ime edilir; yani nimetleri veren zâta şükretmek vâcibdir. Yani: Rabbinize ibadet yaptığınızda şerik yapmayınız. Zira Rabbiniz ancak Allah’tır. Sizi, nev’iniz ile beraber halkeden odur. Ve Arz’ı size mesken olarak hazırlayan odur. Semayı sizin binanıza dam olarak yaratan odur. Ve sizin rızık maişetinizi tedarik için suları gönderen odur. Hülâsa, bütün nimetler onundur; öyle ise bütün şükürler ve ibadetler de ancak onadır.”5

Öyleyse insan, vazife-i asliyesi olan ibadeti kendi saadet ve selametine vesile yapıp, Allah’ın ibadetten müstağni olduğuna itikat etmelidir. Yani insan, Cenab-ı Hakk’ın hiçbir mahlukun ibadetine muhtaç olmadığının şuurunda olmalıdır.

İbadet yalnız ve yalnız Cenab-ı Hakk’ın rızasını kazanmak için yapılır. Çünkü

Ubudiyet, emr-i İlahîye ve rıza-yı İlahîye bakar. Ubudiyetin dâîsi emr-i İlahî ve neticesi rıza-yı Hak’tır. Semeratı ve fevaidi, uhreviyedir. Ubudiyetin esası olan, acz ve fakr ve kusur ve naksını bilmek ve niyaz ile dergâh-ı uluhiyete karşı secde etmektir.”6

İnsanın en mükemmel fiili kendi vicdanın sesiyle riyasız olarak aşk ve muhabbetle yaptığı ibadettir. Zaten ibadetin hakikatı da budur. Bir kulun aşk, muhabbet ve hürmetle halıkını sevip O’nu tazim etmesi, cidden şerif ve nezif bir ibadettir.

Ubudiyet insanın kulluğunun şuurunda olup ona göre hareket etmesidir. Her şeyde olduğu gibi, ubudiyet ve kullukta da rehber ve önder Hazret-i Peygamber’dir (sav).

Rabb-ül Âlemîn, meyve-i âlem olan insana, âlemi içine alacak bir vüs’at-i istidad verdiğinden ve bir ubudiyet-i külliyeye müheyya ettiğinden ve hissiyatça kesrete ve dünyaya mübtela olduğundan, bir rehber vasıtasıyla, yüzlerini kesretten vahdete, fâniden bâkiye çevirmek istemesine mukabil; en a’zamî bir derecede, en eblağ bir surette, Kur’an vasıtasıyla en ahsen bir tarzda rehberlik eden ve risaletin vazifesini en ekmel bir tarzda îfa eden, yine bilbedahe o zâttır.”7

Ubudiyet-i külliyenin bir vechesi de Cenab-ı Hakk’ın insana verdiği nihayetsiz istidat ve kabiliyet ile O’na ayinedarlık etmesidir. Mesela gözüyle Cenab-ı Hakk’ın kainattaki asarına bakıp temaşa etmesi, kulağıyla ibretli şeyleri dinlemesi, dilinin taamlar için bir müfettiş olması ve aklıyla en büyük ibadet olan tefekkürü yapmasıdır.

Ulema-i Kiram Hazretleri ibadeti dörde ayırmışlardır:

1. Cenneti kazanmak için yapılan ibadetler,
2. Cehennem azabından kurtulmak için yapılan ibadetler,
3. Allah’ın rızasını kazanmak için yapılan ibadetler,
4. Muhabbetullah için yapılan ibadetler.

Bütün kullar Cenab-ı Hakka ibadet etmeye borçludurlar. Bundan hiç kimse hariç kalamaz. İnsanın yaptığı ibadetler Cenab-ı Hakk’ın vermiş olduğu geçmiş nimetlere bir şükürdür, gelecek nimetlere mazhar olmak için değildir.

“Evet biz ücretimizi almışız. Ona göre hizmetle ve ubudiyetle muvazzafız.”8

Zira Cenab-ı Hak, bizi kendisinin bir ihtiyacı olduğu için yaratmadı. Ancak kemal-i kereminin icabı olarak halkedip, bütün nimetler ile perverde etti.

İşte insan, şu kâinata geldikten sonra iki cihet ile ubudiyeti var: Bir ciheti; gaibane bir surette bir ubudiyeti, bir tefekkürü var. Diğeri; hazırane, muhataba suretinde bir ubudiyeti, bir münacatı vardır.”

“Birinci vecih şudur ki: Kâinatta görünen saltanat-ı rububiyeti, itaatkârane tasdik edip kemalâtına ve mehasinine hayretkârane nezaretidir.”

“Sonra, esma-i kudsiye-i İlahiyenin nukuşlarından ibaret olan bedi’ san’atları, birbirinin nazar-ı ibretlerine gösterip dellâllık ve ilâncılıktır.”

“Sonra, herbiri birer gizli hazine-i manevîye hükmünde olan esma-i Rabbaniyenin cevherlerini idrak terazisiyle tartmak, kalbin kıymet-şinaslığı ile takdirkârane kıymet vermektir.”

“Sonra kalem-i kudretin mektubatı hükmünde olan mevcudat sahifelerini, arz ve sema yapraklarını mütalaa edip hayretkârane tefekkürdür.”

“Sonra, şu mevcudattaki zînetleri ve latif san’atları istihsankârane temaşa etmekle onların Fâtır-ı Zülcemal’inin marifetine muhabbet etmek ve onların Sâni’-i Zülkemal’inin huzuruna çıkmağa ve iltifatına mazhar olmaya bir iştiyaktır.”

“İkinci Vecih, huzur ve hitab makamıdır ki; eserden müessire geçer, görür ki: Bir Sâni’-i Zülcelal, kendi san’atının mu’cizeleri ile kendini tanıttırmak ve bildirmek ister. O da iman ile marifet ile mukabele eder.”

“Sonra görür ki: Bir Rabb-ı Rahîm, rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmek ister. O da ona hasr-ı muhabbetle, tahsis-i taabbüdle kendini ona sevdirir.”

“Sonra görüyor ki: Bir Mün’im-i Kerim, maddî ve manevî nimetlerin lezizleriyle onu perverde ediyor. O da ona mukabil; fiiliyle, haliyle, kaliyle, hattâ elinden gelse bütün hasseleri ile cihazatı ile şükür ve hamd ü sena eder.”

“Sonra görüyor ki: Bir Celil-i Cemil, şu mevcudatın âyinelerinde kibriya ve kemalini ve celal ve cemalini izhar edip nazar-ı dikkati celbediyor. O da ona mukabil: ‘Allahü Ekber, Sübhanallah’ deyip, mahviyet içinde hayret ve muhabbet ile secde eder.”

“Sonra görüyor ki: Bir Ganiyy-i Mutlak, bir sehavet-i mutlak içinde nihayetsiz servetini, hazinelerini gösteriyor. O da ona mukabil, ta’zim ve sena içinde kemal-i iftikar ile sual eder ve ister.”

“Sonra görüyor ki: O Fâtır-ı Zülcelal, yeryüzünü bir sergi hükmünde yapmış. Bütün antika san’atlarını orada teşhir ediyor. O da ona mukabil: ‘Mâşâallah’ diyerek takdir ile, ‘Bârekâllah’ diyerek tahsin ile, ‘Sübhanallah’ diyerek hayret ile, ‘Allahü Ekber’ diyerek istihsan ile mukabele eder.”

“Sonra görüyor ki: Bir Vâhid-i Ehad, şu kâinat sarayında taklid edilmez sikkeleriyle, ona mahsus hâtemleriyle, ona münhasır turralarıyla, ona has fermanlarıyla bütün mevcudata damga-i vahdet koyuyor ve tevhidin âyâtını nakşediyor. Ve âfâk-ı âlemin aktarında vahdaniyetin bayrağını dikiyor ve rububiyetini ilân ediyor. O da ona mukabil; tasdik ile, iman ile, tevhid ile, iz’an ile, şehadet ile, ubudiyet ile mukabele eder.”

“İşte bu çeşit ibadat ve tefekküratla hakikî insan olur, ahsen-i takvimde olduğunu gösterir. İmanın yümnüyle emanete lâyık, emin bir halife-i arz olur.”9

Mabud-u Hakk’ın emrettiği ibadetler, insanların gücünün yetmeyeceği şekilde değil, hatta insan takatinin çok altındadır. Müfessirler, Cenab-ı Hakk’ın emrettiği ibadetlerin insan takatinin son sınırı olmadığını ifade etmişlerdir. Yani bunun sınırı orucu bir ay tutmak ve namazı beş vakit kılmak değildir. Öyle ise, O’nun emirlerini yerine getirmede tembellik göstermek, hatta hiç yapmamak mümin kullarına yakışmadığı gibi, hem de bir cinayet-i azimedir.

Zerrelerden yıldızlara kadar, canlı cansız her şey Allah tarafından vazifelidir. Onların vazifeleri ibadetleridir. Her şey ibadet ile mükellef iken, elbette insan gibi mükerrem, şuurlu bir mahluk bundan müstesna olamaz.

Cenab-ı Hak, âhirette bizlere:

Ey Kullarım! Ben sizleri yoktan var ettim. Sizin nihayetsiz ihtiyaçlarınızı yerine getirmek için bütün kainatta olan enfusi ve afaki nimetlerimle size teveccüh ettim. Yani size ihsan ettiğim bu hadsiz maddî ve manevî nimetleri başınızdan aşağı döktüğüm halde siz kimin huzurunda eğildiniz, kime secde ettiniz, kime hizmet eylediniz ve nimetlerin şükrünü kime ettiniz? Şükür ve ibadet bana layık iken, beni unutup kimlere el açıp boyun eğdiniz?”

dediğinde, o huzurda hâsıl olan hayâ ve utanma ateşi, cehennem ateşine nisbeten daha ağır ve şiddetli olmaz mı?

Öyle ise her insan, şu ulvi hakikatı her türlü kötülüğü isteyen nefs-i emaresine söylemelidir:

“Ey nefs-i emmarem! Sana tabi değilim. Sen istediğin şeye ibadet et ve istediğin şeyin peşine düş; ben ancak ve ancak beni yaratıp, şems ve kamer ve arzı bana müsahhar eden Fâtır-ı Hakîm-i Zülcelal’e abd olurum.”10

Tevhid bülbülleri unvanına layık olan müezzinler, şairin ifade etttiği,

“Emr-i Bülentsin ey ezan-i Muhammedî!
Kâfi değil sadana cihan-ı Muhammedî!”

ulvî hakikatını minarelerden yükselen lâhuti bir sada ile mü’minlerin kalplerine sürur ile doldururlar. İşte o müezzinler seher vakti “Es-selatü Hayrun Min ennevm” nidası ile insanları uyku gafletinden uyandırarak, dergâh-ı ilâhiyeye kulluk vazifeleri için davet ederler. İlahi feyizlerin sağnak sağnak yağıp tecelli ettiği o seher vaktinde, azamet-i subhaniyeyi temaşa eden ve O’nun vahdaniyetini ve kudretini müşahede eden hakiki neşe erbabı için, bundan daha büyük bir lezzet ve mazhariyet tasavvur edilemez. Hakiki aşk ile gark olan bir mü’min, o vakitte abdest alıp ubudiyetini ilan etmekle ebedi bir saadete kavuşur ve o vaktin letafetini zevk eder.

Allah’ın rızasını kazanmak kadar büyük bir saâdet düşünülemez. Bunun en büyük vesilelerinden biri ibadettir. İbadetle insan, kalbini Allah’a bağlar; tevekkül ile O’na istinad eder, hadiselerin tazyikinden kurtulur, huzur ile yaşar. İbadet, insanların kalplerinden uzaklık perdesini kaldırır ve onları daimî bir huzura kavuşturur, tâ ki gaflete dalarak Allah’ı unutmasınlar.

İnsan ibadetsiz olmaz. Zira ibadet insanın,

“Bu misafirhane-i dünyada, aciz ve fakir kalbine kut ve gıda ve elbette bir menzili olan kabrinde gıda ve ziya ve herhalde mahkemesi olan mahşerde senet ve berat ve ister istemez üstünden geçeceği sırat köprüsünde nur ve buraktır.”11

Dipnotlar:

1 İşarat-ül İ’caz, s. 83.
2 Zariat Suresi, ayet, 56.
3 Sözler, s.129.
4 Bakara Suresi ayet, 21-22.
5 İşaratül İcaz, s. 95.
6 Lem’alar, s. 132.
7 Sözler, s. 578.
8 Sözler, s. 360.
9 Sözler, s. 329-330.
10 Mesnevi-iNuriye, s. 109.
11 Sözler, s. 271.

Yazar: Mehmed Kırkıncı

Kırma kalbimi, nasıl olsa bir gün duracak!

Sevgili ve değerli kardeşlerim;
 
Fonda sezen aksu ; git , git , git-me dur! Yalan söyledim.. Ne olur ayrılığa daha hic hazir değilim..” çalıyor ama siz duymuyorsunuz. Elbette şaka:) Sizi tebessüm ettirmek istedim:) ama anladığınız üzere konu gidenlerle alakali..
 
Allah cc. bazen bazı insanları hayatınızdan çıkarır. Çünkü yerine daha hayırlı insanlar getirecektir. Ve bunun için hayatınızda yer açıyordur..
İnsan  gidenin arkasından gözyaşı dökerken gelenin  getirdiği hayrı göremiyor çoğu zaman.. çünkü  akıl ve kalp perdelenmistir. Ben bunu hakedecek ne yaptım? Diye düşünmekten Allah’ın bize yaptığı iyiliği göremiyoruz o an..
Çok sonra akıl başa gelir. Tıpkı kabre konduğunuzda basınız tahtaya vurup öldüğünüzün farkına varmanız gibi..
Bu yazıyı da şuan bu durumda olan kardeşlerimi uyandırmak için yazıyorum.. Uyuyanları uyandırmaya bir uyanık yeter öyle değil mi? 🙂
 
Şimdi Allah’ın hayatınızdan çıkardığı insanlara bir bakın.
 
Bu bir haram sevda
Belki eski bir çocukluk arkadaşı
Ya da bir hayat eşi olabilir.. yerini siz doldurun işte..
Onların hayatınızda sizce ne gibi bir görevleri vardı ? Vazifelerini tamamlayıp da gittiler. Hiç böyle düşünmüş müydünüz?..
Haram sevgiliniz,  sizin tövbe etmenize ve Rabbinizi bulmanıza vesile oldu.
Çocukluk arkadaşınız hiç beklemediğiniz bir yanlış yaptı ve onun sayesinde Allah dan başka güvenilecek kimse olmadığını anladınız.
Hayat eşiniz bir başka yol tuttu ve sizi ruhen ve kalben bıraktı. Siz onun sayesinde bu yolda sadece Allah cc. Sizi bırakmayacağını öğrendiniz. . ila ahir..
Görünüşte şer gibi gözüken sebepler perdesinin arkasında ki büyük rahmet kapısını gördünüz mü? Heh işte o kapıdan girin:)
Bütün sebepler , bütün insanlar , bütün olaylar aslında sizin Allah’ı bulmanız için bir yoldur.. Sonucunda sizi Allaha götüren her şey, şer gibi gözükse de hayırlıdır..
Bunun için neden benim başıma bu geldi? Değil , bu olayın arkasında Allah cc. bana ne demek istedi? diyeceğiz.. inşAllah. . O zaman göreceğiz ki ; tevekkül denizinde sabır kayığına  binen sonunda Rabbine kavuşmaya kürek sallayan birer neferleriz biz:)
Hayat boyunca ya siz birilerinin ya da birileri sizin imtihanınız olur. Bu böyledir . İmtihan kağıt kalem ile olmaz azizim kul kul ile sınanır.. Ama hepsi sonuçta sizin iyiliğiniz içindir şüphesiz. Allah bilir siz bilmezsiniz..
 
Ama Burcu abla öyle olmuyor insan bu can taşıyor canı yanıyor diyorsunuz biliyorum..
Haklısınız. Canına yandığım ne de hassastır şu kalp.. ince bir terazi. Sanki camdan yaratmış Allah. Keşke karşımızda ki kişi kalbimizi kırdığında ses çıksaydı dimi. Anlasaydı. . Hatta bazen “kırılgandır lütfen hassas davranın ” yazıp kalbinin üzerine yazası geliyor insanın:)
Ama merak etmeyin o kırılma sesini Allah cc. Duyuyor..
Ve devam ediyor “Ben kırık Kalplerdeyim. .”
 
Yerlere göklere sığmayan (cc) senin kalbine sığıyor. .Herkes gitse de O gitmiyor. Herkes bıraksa da seni O bırakmıyor. Kimse dinlemese O dinliyor kimse sevmese O seviyor..
 
Şimdi git secdeye.. Rabbim de.. teşekkür ederim .. Bunca kalabalığın içinde benim sessiz haykırışımı duyuyorsun. . Kainatta bir zerreyim ama bana tenezzül ediyorsun.. Herkes bir gün adımı unutacak ama sen beni unutmamak unutturmamak üzere mahşer de tekrar diriltip huzuruna getiriyorsun. . Belki de sen , kalbime girmek için bir vesile yarattın hersey belki de bu secdeye gelip huzuruna gelmem içindi. . Özledin ve kalbimi kırmalarina müsaade ettin.. Ah ne kadar yüce ne kadar incesin..
 
Olaylara bu açıdan baktığınızda bırakın sizi kıran, üzen ,hayatınızdan giden insanlara öfkelenmeyi onlara  teşekkür edesiniz geliyor:) Bırakın giden gitsin. Öyle ya gelenin yeri gidenin yolu hazırdır bizde:)
 
Unutmayın siz Resulullah ın  (sav) ümmetsiniz.  Ve O hep sevdikleriyle imtihan oldu.. Çocuk yaşta öksüz ve yetim kaldı .. Çünkü Onun sahibi , koruyucusu Allah’dı. .
Allah bazen bütün dallarınızı kırar .Çünkü tek tutunacak dalınızın O olduğunu anlamanızı ister..
 
Anlayabilme/niz duasıyla..
Burcu Ercivan
www.NurNet.Org

Dert anlatınca azalmıyor ki! Feraha kavuşsun gönül

Dert anlatınca azalmıyor ki! Feraha kavuşsun gönül

Ağrımız ! Anladıkki, dert diye bir başkasına yakındığımız, derdi vereni şikayet etmekten öte bir marifet (!)değilmiş. Dert anlatınca azalmıyor yahut kaybolmuyor ki feraha kavuşsun gönül. Aksine paylaşmak ile derdin daha çok arttığı bir dönemdeyiz.Güvenmek, artık büyüklerin anlattığı güzel hikayelerin başkahramanı oldu. “Çöküşünü seyrettiğimiz şey, merhametimizdir, insanlığımızdır, kardeşliğimizdir. Ötesi yok .”  Özellikle maddi manevi taarruzların çok olduğu bir dönemde güzel ahlak üzere büsbütün tam olmakoldukça güç bir durum olmuştur.“Acaba türümüzün en önemli özelliklerini taşıyor muyuz? Hareketlerimiz ve sözlerimiz nerelere saplanıyor? Acaba insan denince hatırlanıyor muyuz?”

İyi olmak istiyorsak eğer kötülüğümüze de inanmamız gerekir. Diğer taraftan dostluk ve insanlık üzerine kurulu her ne varsa hayatta gözden geçirmek ve yeniden değerlendirmek de faydavar.Herkesin bir kusurunu bulup, kendi kusurlarını unutan dostunu kaybetmeye mahkum oluyor. Halimizi, birde başkasından dinlemeli. Halimizi, yani bir nev’i nefsimizi… İşte dostluk bunun içindir. Omuz omuza olup beraber adım atmaya ihtiyacımız varken karşı karşıya geldiğimiz günlerin acısı ancak hakiki bir dost tesellisi ile diner.
Ona yazmak değil O’nu yazmak için vesile olan nimettir , dost … “Güven olmazsa dostluk olur mu ? Dostluk olmazsa bağlanma olur mu? Bağlanma olmazsa eylem olur mu? “ . Bunları düşünüp muhakeme etmek gerekir elbet. Pakdil’in Fethi Gemuhluoğlu için dediği gibi “Onun her sözü, konuştuğu her insanın üzerinden ,kürek kürek kül kaldırıyordu.” Böylesi bir  dost aramak yahut olmak …
Dost, merhamete, şefkate muhtaç olduğumuz  anlarda aciz kalıp bitap düştüğümüz , mustarip olup , avane gezdiğimiz anlarda  eksik kaldığımız yerden tamamlayandır. Gün olur ki bir kış günü sırtında  yük iken kaderin,  arkana dönüp baktığında görmek istediğindir belki de … Geçirdiğimiz imtihanlar bize dost mu getirir düşman mı bilinmez ama , acı ve tecrübe getireceği ve neticede insan edeceği muhakkaktır.
İnsaf dinin yarısıdır. Peki ya insan bunun neresinde?  Yara almış gönlekavl-i leyyin ile  dokunalım,. Dost arayalım usanmadan… “Dost istersen Allah yeter. Evet, O dost ise her şey dosttur.”Sözünü yaşayana kadar.  Zira insan kimi zaman zulmeder, kusur görse saklamaz, dert anlatsan anlamaz. Bu dünya başka bir gezegenin cehennemi değilse eğer birbirimize karşı sabır ile dayanıp iyi olmak zorundayız. “İyi, bir yanıyla rahatsız edicidir.”  Fakat biz buna da razıyız.  Kaleler fedailer ister. Bir gönlü fethetmek için kaleye ulaşmak zorundayız , vesselam.
Allah hepimizi sevsin. Ta ki bizler de birbirimizi sevelim. Muhabbet ile…
Zahide Aydoğdu
  İbrahim Tenekeci
  Ali Ural , Posta Kutusundaki Mızıka
  Ömer Doğru
  Nuri Pakdil , Bağlanma sf 61
www.NurNet.Org