Etiket arşivi: ismail aksoy

İnsanlık Sana Muhtaç Ey Nebî!

O’na iman eden, Onu destekleyen, Ona yardım eden ve Onunla indirilmiş olan Nûr’a uyan kimseler, kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir.” (A’râf sûresi, 7/157)

İnsanlık Sana muhtaç,
Emrin başımızda taç,
Namazın oldu mi’râc,
Adın (S.A.V) dertlere ilaç…

Ey doğuşu özlenen ve ilk insandan beri yolu gözlenen Nebî !
Ey şefkat ve merhamet ufkuna erişilmez muhteşem zirve !
Ey Hira’dan ufkumuza doğan İlâhî Rahmet !
Ey Cenâb-ı Hakk’ın Nûr’u, âlemlerin gururu ve sürûru !

Günahkâr, âsî, yolunu kaybetmiş insanlığa yeniden senin rehberliğinde ve önderliğinde zulmetten Nur’a çıkışın, Kur’ânca, Sünnetçe bakışın yolunu gösteriver de; daralan gönüller rahatlasın, tıkanan işler çözülsün, ağlayan yetimler gülsün, mazlumlar sevinsin, günahlar silinsin, helal gıdalar yenilsin, tembeller silkinsin, gaflet perdesi delinsin, kötüler ve kötülükler çekilsin, arza adalet insin, feryatlar dinsin, gönüller incinmesin, zalimler sevinmesin, haksızlar gülmesin, insanlık yeniden dirilsin, hak-hukuk bilinsin, Sünnetin hâkim olsun, gönüllere nur, ruhlara sevinç dolsun!…

Seni gönderen Zât-ı Zülcelâl’in ve Senin hakemliğinde tağûtî düzenler ve sistemler yerine Semâvî mesajlar çınlasın kulaklarda ve yerleşsin kalplerde…

Yerleşsin ki; akan kanlar, işlenen günahlar, kirlenen yer ve gök temizlensin O rahmet esintileriyle…

Kavgalar barışa, şerler hayra, karanlıklar nura dönüşsün.

Hanelerdeki keşmekeşlik, huzursuzluk bertaraf olsun, bozulan aile yapısı mutlulukta zirve yapsın, sosyal denge, psikolojik travmalar yerini sulh ve sükûna, barış ve kardeşliğe bıraksın.

Çünkü Sen (a.s.m), tüm dünyanın problemlerini bir kahve içimi süresinde halledebilecek donanımla gönderildin.

İnsanlığa hidayet rehberinle, hastalıkların teşhisiyle elindeki eşsiz reçete ile indin cahiliyye çağının ortasına…

Medeniyet öğrettin vahşilere, nezaket dersi verdin devrin ve devirlerin cebbarlarına…

Çünkü Senin getirdiğin Nûr ile görmeyenler bile görür, işitmeyen kulaklar işitir, kapalı kalpler açılır, yolunu şaşıranlar istikameti bulur hale geldiler.

Çünkü Sen; en mükemmel üstad, şaşmaz ve şaşırtmaz en doğru rehber, Kur’ân’ın tercümanı, en mükemmel insan, en mükemmel mürşid, en mükemmel öğretmen, en büyük dellâl, Kâinatın mânevî güneşi, insanlığın şanlı bülbülü, umum cennet ehlinin reisi, insanlığın iftihar vesilesi oldun.

Senin getirdiğin NUR’a gözünü kapayanlar, gündüzleri kendilerine gece yaparlar.

Sana uyanlar, sana uyananlar, gür sadânı duyanlar, ona uyanlar hep kazandılar. Barışa, özgürlüğe, mutluluğa susayanlar hep seni andılar, güzele, doğruya, huzura, hakka kanatlandılar.

Gözlerini kapayanlar, ebedî kalacaklar sandılar ve aldandılar…

Hoş geldin âlemimize, şefkat getirdin gönlümüze, bizi anlattın bize. Rabbimizi tarif ettin hepimize. Kâinat sarayının sırrını çözdün ders verdin bize

Salât, Selâm; Kâinatın iftihar tablosu, Rahmet Nebîsi, şefkat öncüsü ol Resûl’e, O’nun kutlu sahâbîlerine ve kıyâmete kadar O’na tâbi olanlara olsun.

İsmail Aksoy

www.NurNet.Org

NOT: Müdakkik ve muhakkik muhterem NurNet.ORG okuyucularının ve âlem-i İslâm’ın Mevlid kandilini tebrik ediyorum. İsmail Aksoy

Mevlana İle Yeniden Buluşmak!

Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazanmak yolunda en önemli araç ve en geçerli vasıta; Hazreti Muhammed (sav) efendimiz olduğu için, Bediüzzaman’la Mevlana Hazretlerinin buluşma noktası; Allah aşkı, rızası, muhabbeti noktasından başlarken, Hazreti Peygamber ve Onun çizmiş olduğu sünnet-i seniyye çizgisiyle devam eder. Zira Allah’ın razı olacağı tarzın, Hazreti Peygamber Efendimizin çizmiş olduğu rota olduğu, yüce kur’ânın sarih beyanlarıyla ortadadır. Bu iki güzide şahsiyetin ve diğer tüm Allah dostlarının buluşma noktası, Allah’ın rızası ve Hazret-i Muhammed (s.a.v)’e tâbi olmak cihetiyle en mühim buluşma rotasını teşkil etmektedir.

Biz mü’min kulların bu kutlu buluşmayı ve kesişen noktayı dikkatimizden uzak tutma gibi bir lüksümüz elbetteki olamaz.

O zevât-ı kirâm, kur’ân ve Sünnetten aslâ taviz vermemiş, hayatları pahasına cansiperâne müdafaa etmişler, cehd, gayret ve mesailerini bu uğurda sarfetmişlerdir.

Mücedditler, Hz. Peygamber (s.a.v)’in vârisleri, asırların rehberleri ve mânevî önderleridirler.

Allah (c.c), hikmetinin gereği olarak her asra, zamanının şartlarına ve ihtiyaçlarına uygun, insanların yolunu aydınlatacak rehberler göndermiştir. Her asırda bir mürşid gönderdi ki, insanlık istikametten ayrılmasın, yolunu şaşırmasın…

Asırlara mânevî mührünü vurmuş, Allah’ın kitabına ve Resûlünün Sünnetine hizmeti hayatının en yüce gayesi edinmiş bu mâneviyat erleri, serâpâ nur neşreden şahsiyetleriyle şarktan garba tüm âlemi aydınlatmaktadırlar.

Ömer b. Abdülaziz, İmam-ı Muhammed b. İdris eş-Şafiî, Ebu’l-Hasen Ali el-Eş’ârî, Ebu Hamid el-İsfereyânî, Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazalî, Fahreddin-i Râzî, Mevlâna Celâleddin-i Rumî, Hafız İmam Zeynüddin-i Irakî, Celâleddin-i Suyutî, Müceddid-i Elf-i Sanî İmam-ı Rabbanî (Ahmed Fârukî es-Serhandî), Şah Veliyullah Dehlevî, Mevlâna Hâlid-i Bağdadî, Bediüzzaman Said Nursî…

Hayatları ve davaları, ümmet nazarında birer destan olarak ruh ve gönüllerde makes bulmuştur ve bulmaya da devam etmektedir.

O bahtiyar insanlardan biri de Mevlâna Celâleddîn-i Rûmîdir.

O’nun açtığı kur’ân sofrasında insan, sözünü, yüzünü, gönlünü ve ruhunu güzelleştirmektedir..

Onun dergâhı, mânevî estetiğin merkezidir. Sabır, feragat, fedakârlık, nefis ve duyu terbiyesi ve tezkiyesinin okuludur. Bin bir günde Esmâ-i Hüsnânın tecelliyatıyla arınma ve paklanma ameliyesidir.

Kişisel gelişim de (NLP) diyebileceğimiz kıvamda insan unsurunun yetiştirilmesidir.

O, Bediüzzaman Hazretlerinin ifadeleriyle, âlemi baştan başa akıl ve kalp gözüyle gören bir makamda bulunmaktadır.

Hazret-i Mevlâna, Benlikten sıyrılarak hak kapısının eşiğinde her dem niyazda olan, rıza üzere gözünü ebediyetlere diken, nefsini bilmekle Hakk’ı tarif eden, her tecelliyi Hak’la bilip Hak’la idraka çalışan, Hak yolunun hakkını veren, benlik ve enaniyetten geçip marifet ve Hakka kurbiyyet kapısını açan bir Allah dostudur.

Onun mânevî terbiyesine baş koymuş DERVİŞ ise, kelimenin harflerinde manasını bulan dünya, riya, varlık, yalan ve şehveti terk yolunda azmetmiş bahtiyar erlerdir.

Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî (ra)’nin bir kısım sözleri,maalesef yanlış yorumlanarak Müslümanların zihinlerinde istifhamlar oluşturulmaktadır. Meselâ bir sözünde Mevlâna şöyle der: “Ne olursan ol, yine gel!”. Bu söz doğrudur, ancak Mevlânâ Celâleddin’in murâdı üzere olsa… Yoksa, hevâ ehlinin anladığına göre değil. Mevlânâ’nın hakíkí murâdı/maksadı ise, ancak bir takım esaslara göre anlaşılır. O kasd edilen mâna ise üç noktada toplanır :

Birincisi: Yahûdîler, neseben Yahûdî olmayanları Yahûdî dinine kabûl etmiyorlar. Çünkü, onların inancına göre din, Yahûdî ırkı üzerine kurulmuştur ve millî bir dindir. Hak Din olan İslâmiyete göre ise böyle bir inanç bâtıl ve merdûttur. Yâni, din-i Muhammedî (asm), belli bir kavmin dini değildir. Belki bütün ırklara hitâb eden ve onları mes’ûl tutan bir dindir. “Ne olursan ol, yâni hangi ırk ve dine mensûb olursan ol, din-i Muhammedî (asm)’a gel!” demektir.

İkincisi: Diğer peygamberlerin her biri, belli bir kavme peygamber olarak gelmiştir. Resûl-i Ekrem (asm) ise umûm insânlara peygamber olarak gelmiştir. Buna binâen, “Ne olursan ol, yâni hangi ümmetten olursan ol, ‘Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Rasûlullah’ de! Ve Kur’ân’ı kabûl et!” demektir.

Üçüncüsü: Eski şerîatlarda tevbenin kabûlü, ancak kebâiri işleyen kimsenin kendisini öldürmesine bağlı idi. Mücerred tevbe kâfî değildi.

Şerîat-ı Muhammediyye (asm)’da ise nasûh tevbe ile günâhlar afvolur. Onun için “Ne olursan ol, yine gel! Yâni, günâhım çoktur diyerek rahmet-i İlâhiyyeden ümidini kesme! Allah tevbeleri kabûl eder. Gel, günâhından tevbe et!” demektir. Yoksa, “Bulunduğun gayr-i meşrû’ hal üzerine devâm et!” demek veyâ onların günâh olan hallerini hoş görmek demek değildir.

Mevlâna Hazretleri, Kur’ânın koyduğu ölçüleri en iyi bilen ilim erbabından birisiydi. İslâm ulemâsına aykırı bir görüşü ortaya sürmesi düşünülemez.

Bediüzzaman Hazretleri konuya aşağıdaki veciz ifadeleriyle son noktayı koymaktadır:

Âlem-i İslâmın cadde-i kübrâsı, o umûm eimmenin(imamların) caddesidir; muazzam ümmet, cadde-i kübrâda gidebilir. Başka husûsî ve dar caddeye sevk edenler, idlâl ediyorlar.”(Mektûbât, Yirmi Dokuzuncu Mektûb, Yedinci Kısım)

Bir fikre da’vet, cumhûr-i ulemânın kabûlüne vâbestedir. Yoksa, da’vet bid’attır, reddedilir.”(Hakíkat Çekirdekleri)

Makalemizi O gönül sultanının bir sözüyle noktalayalım:

Nice insanlar gördüm, üzerinde elbisesi yok. Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok.

Mevlâna (r.a) ile yeniden buluşmak temennisiyle.

İsmail Aksoy

Kaynak: www.NurNet.Org

Kur’an’a Sevgi ve Saygı

Daha çocukluk yıllarımda Kur’âna duyulan sevginin ve saygının sayısız örneklerini gördüm ve yaşadım çevremde…

Çocuğuna hafızlık yaptırıyor diye, atının sırtına attığı en değerli malzemelerden dokunmuş halı heybesini torununun hocasına hediye eden rahmetli dedemi unutmak mümkün mü? Erkenden kalkıp dinlenmiş bir hafıza ile Kur’ân ezberine başlasın diye imsak vakti elinde ısıtılmış ibrik suyuyla bekleyen rahmetli babacığımın Kur’an için beslediği saygının benzerini çok az gördüm hayatım boyunca…

O iman dolu sinelerde Kelamullah muhabbeti, muhabbetullah ve muhabbet-i Resûlullah ile bütünleştiği için, onun önünde kemal-i ta’zîm ve hürmetle eğilmiş ve Kur’âna hizmet yolunda evlatlarını seferber etmişlerdi.

Allah yolunda yürüyenlerin esas mesleklerinde ve meşreplerinde Kur’ân ve Sünneti esas tutan velî kullar hep olagelmiştir. Onlar sağlam kulpa sarıldıkları için delâlete düşmekten biiznillah korunmuşlardır.

“Ey insanlar, bâhusûs ey müslümanlar! Allah’ın dinine, İlâhî hükümleri beyan eden Kur’âna ve Sünnete toplu olarak yapışın.” (Âl-i İmrân, 3:103)

Kur’ânın en birinci tefsiri yine Kur’ândır. Çünkü Kur’ânın bir kısım mücmel âyetlerini, başka ayetler tafsil eder, açıklar. Daha sonra Sünnet, sahâbe, müfessir ve büyük müçtehidlerin görüşleri Kur’âna açıklık getirir, daha anlaşılır olmasını sağlar.

Zamanımızda ortaya çıkan bir takım yanlış akım ve teşebbüslerin Kur’ânın anlaşılmasına  yönelik bir katkı sağlamadığı, aksine Onun mâna ve ahengini bozduğu, yanlış tefsir ve yorumlarla onun ruhuna aykırı çalışmaların tahribat ve fesada sebebiyet verdiği âşikârdır.

Öncelikle bilinmesi gerekir ki; Kur’ânı tefsir edebilmek için Arapça diline ve lügatına hakim olmakla birlikte: Tefsir Usûlü, Hadis Usûlü, Fıkıh Usûlü, Kelam Usûlü, Sarf-Nahiv bilgisi, Münazara, Belâğat, Bedî’ ve Beyan ilimlerine vakıf olmak gerekir.

“Edille-i Şer’iyye (dört delil”) denilen “Kitap, Sünnet, İcmâ-ı Ümmet ve Kıyâs-ı Fukaha”ya uygun düşmek ve yukarıda ifade ettiğimiz ilimlerin tespit ettiği çerçevedeki ölçülere uymak şartı ile Kur’ân ve Hadise verilen her mâna doğrudur; bu esaslara riayet edilmeden verilen her mâna da bâtıl ve yanlıştır.

Geçmişte yazılan binlerce tefsir, bu kriterler dikkate alınarak kaleme alınmıştır.

Kur’ân-ı Hakimin Kelâm-ı Ezelîden gelmesi, tüm asırlardaki insanlığın bütün tabakalarına ve fikirlerine hitap etmesi sebebiyle mânasında hârika bir kapsam ve küllî bakış söz konusudur.

Bu bitmez tükenmez hazineden asırlardır insanlık ve özellikle Kur’âm âşıkları hep istifade ede gelmişlerdir. Ortaya çıkan mânalar silsile halinde Risâlet kaynağından alınmıştır. İbn-i Cerîr et-Taberî, Kur’ânın tüm mâna denizini birbiriyle irtibatlı ve senetli halkaya bağlayarak Risâlet kaynağına dayandırmış, o tarzı takip ederek oldukça mühim ve değerli büyük tefsirini yazmıştır.

Kur’ân bir bütün olarak anlaşılmalıdır. Ayetler birbirine bağlıdır ve biri birini izah eder. Bir kısım âyetler vardır ki Peygamber hadisiyle açıklanmıştır. Kur’ânın “nâsih ve mensûhu, siyak ve sibakı, sebeb-i nüzûlü, hâs ve âmmı, mücmel ve mufassalı” vardır.

Hz. Peygamber (s.a.v)’in bir vazifesi de tebyîn (Kur’ân âyetlerini izah etmek) dir.

Meselâ: Kur’ân-ı Kerimde geçen “es-Salât” kelimesi “duâ” anlamına da gelmektedir. Birileri çıkıp da bu kelimeyi sadece “duâ” anlamında alarak; Namaz yoktur, sadece Allah’a dua etmek vardır şeklinde yorumlasa, Allah muhafaza bu durum delâlettir, sapıklıktır.

Çünkü Resûl-i Ekrem (a.s.m) Kur’ân âyetlerini uygulamalarıyla, sözleriyle ve fiiliyle tefsir etmiştir. O mübarek Zât nasıl izah etmiş ve yaşamışsa gerçek de odur. O Zât-ı Ekrem bütün hayatı boyunca namazı beş vakit olarak kılmış ve bu, başta sahâbeler olmak üzere  ümmetin icmâ’ı haline gelmiştir.

Kur’ânın etrafında üç büyük sağlam sur vardır. Bu surlar Kur’ân hakkındaki fâsit te’vîl ve tefsirleri reddeder, ehil olmayanların Kur’ân hakkındaki yanlış yorumlarına sed çeker. Bu üç sur ise;

1. Sünnet-i Seniyye

2. Sahâbenin icmâı

3. Mezhep imamlarının içtihatlarıdır.

Bid’a ehli, öncelikle mezhepleri, daha sonra sahâbeyi, ardından da Sünnet-i Seniyyeyi bertaraf edip ortada sadece Kur’ânın varlığını öne sürüyor. Onu da kendi görüş ve düşünceleri istikametinde tefsir ve te’vîle yeltenerek yanlış mâna vererek Kur’ânı tahrîfe yelteniyor.

Günümüzde en büyük tehlike budur. Müslüman kardeşlerimizin ve özellikle ilim ehlinin çok dikkatli ve uyanık olmaları oldukça önem arz etmektedir. İman ehlini bu noktadan aldatıyor ve inançlarını sarsmaya çalışıyor bu çevreler. Ama bu kasıtlı çevreler bilmeliler ki, kur’ân hem lâfzı, hem de mânasıyla İlâhî muhafaza altındadır. Her türlü tebdil, tağyir ve tahriften korunmuştur.

Bugüne kadar Kur’âna verilen sahih ve doğru mânalar, günümüze kadar yazılı olarak gelmiştir.

Bediüzzaman Hazretlerinin bu meselede feveranı ne kadar yerinde ve isabetlidir: “Sahâbelere karşı iddiâ-yı rüçhân nereden çıkıyor? Kim çıkarıyor? Şu zamanda bu meseleyi medâr-ı bahsetmek nedendir? Hem müçtehidîn-i izâma karşı müsavât dâva etmek neden ileri geliyor?”

Bu sorunun cevabında; iki kısımdan bahsediyor. Sâfi diyanet ehli ve ilim ehli, diğeri mezhepsizliklerini büyük müçtehidlere karşı müsâvât iddiasıyla ortaya koyan gayet müthiş mağrur insanlar…(Sözler, 27. Sözün zeyli)

Ortaya sürmek istedikleri bahane ise; Kur’ânın sırları bilinmiyor, müfessirler hakikatını anlamamışlar… şeklinde kafa karıştırıcı hezeyanlarıdır.

Şimdi sonuç itibariyle deriz ki, sâfî bir imana sahip Kur’ân sevgisiyle yoğrulmuş, hak ve hakikate gönül bağlamış Kur’ân âşıkları nerede, bilgiçlik iddialarıyla Kur’ân hakikatlerini ve mânalarını daracık zihnine yerleştiremeyen ve gönlünde onun sevgisine yer vermeyen sözde âlim, özde cahiller nerede?

Sizce Kur’ân kime ve kimlere şefaat eder?

İsmail Aksoy

www.NurNet.Org

Takva Eğitimi

Cenâb-ı Hak, Kur’ân’da imandan sonra en çok takva hakikatine dikkat çeker.

Takva; Kur’an dilinde insana tavsiye edilen en güzel elbisedir. A’raf sûresi bu fıtrî lisana şöyle tercüman olur: Takva elbisesi: İşte bu en hayırlıdır. Libasu’t takva zalike hayrun.”A’raf: 7/ 26.

Takva Kur’an-ı Hakîm’de etka, ittika, müttaki gibi tabirlerle 285 yerde geçer. Cenab-ı Hak ezelî İlâhî kelamıyla takva sahiplerini sevdiğini, onların dostu olduğunu, onlarla beraber bulunduğunu, yardım ve rahmetinin her zaman onların üzerinde bulunduğunu ve her daim takva sahiplerini en iyi bilen olduğunu insana hatırlatır ve takvaya dâvet eder.

Takva; Rubûbiyyet makamının yüceliğine erişmek için günahlardan kaçınarak ibadet madalyalarıyla ödüllendirilmiş, insaniyet-i kübra kıvamında zinetlendirilmiş bir üniforma mesabesindedir.

Takva bir vikayedir, yani korunmadır. Çekinmek, korunmak, itaat etmek gibi mânaları taşır bünyesinde. Allah’a karşı sorumluluk bilincinin geliştirilmesi, kişinin bu sahada eğitilmesi anlamlarını taşır. Kur’ân’ın ve Resûlullahın emir ve yasaklarına karşı son derece duyarlılık bilincinin geliştirilmesi ve topluma yaygınlaştırılması hedeflenmiştir.

Elimizi attığımız, gözümüzle gördüğümüz, dilimizle ifade ettiğimiz, ruhumuzla algıladığımız, kalbimizle hissettiğimiz, kulaklarımızla işitip vicdanımızda değerlendirdiğimiz her şeyin filtre edilmesi, süzgeçten geçirilmesi gerekir.

Toplumun her katmanında erkek ve kadınıyla bu eğitime çok ihtiyaç var.

İlkokuldan itibaren, Rabbimize gereği gibi kul olabilmenin yol ve yöntemlerini ruhlara nüfûz ettirmedikçe, toplumun ıslahı ve felahına engel koymuş oluruz.

Her haliyle ve fiiliyle toplumun değer yargılarını gözeten dürüst, yalansız, hilesiz, zararsız vatandaşlar yetiştirmenin yolu takva eğitiminden geçer.

Özellikle tüm eğitim kurumlarımızda, sosyal medyada, basın-yayın ve görsel zeminlerde Takvâ eğitimi seferberliği ilan edilmeli, başta devlet olmak üzere sivil toplum kuruluşları, aileler, sorumlu ve yetkili tüm kanallar bu işi önemsemelidirler…

Bediüzzaman Hazretleri meseleye Kur’ân penceresinden bakarak çok isabetli tespitlerde bulunmuştur.

Bugünlerde, Kur’ân-ı Hakîmin nazarında, imandan sonra en ziyade esas tutulan takvâ ve amel-i salih esaslarını düşündüm. Takvâ, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek; ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. 

Şu tespite bakar mısınız, takvâ eğitiminin nasıl verileceği ne kadar veciz ifade edilmiş:

Hem, takva içinde bir nevi amel-i salih var. Çünkü, bir haramın terki vaciptir. Bir vacibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Böyle zamanlarda, binler günahın tehâcümünde bir tek içtinab, az bir amelle, yüzer günahın terkiyle, yüzer vacip işlenmiş olur. (Kastamonu Lahikası)

Takva ve Sünnet-i Seniyye sırrıyla günlük hayatımızdaki hal ve davranışlarımız, yemek, içmek gibi sıradan işler dahi ibadet şuuruyla yapılır. Böylece âdetler ibadetlere dönüşür.

Kalpler yaralı, zihinler karışık, ruhlar perişan, aile hayatı Sünnet dairesinin haricinde yol alıyor… İyiliğe, ma’rûfa davet edenler, kötülüklere set çekenler horlanıyor, öteleniyor olsa da, sonsuzluk ülkesine kanat çırpan insanlığın kurtuluşu adına en evvel ve başta gelmesi gereken bu görevi yerine getirmede göstereceği bir zerre çabanın bu zamanda çok, ama çok ehemmiyeti ve özgül ağırlığı olsa gerek…

Her gün binlerce günahın hücumuna maruz kalan bir gencin sığınacağı takvâ ile Kur’ânî atmosferi soluklaması, onun ebedî hayatını kurtaracaktır inşallah…

Her gün güzel elbiselerle müzeyyen bir vaziyette çıktığımız sosyal hayatın tehlikeli tuzaklarından içimizdeki takvâ libasıyla korunmak gerektiğini öncelikle nefsimize kabul ettirmemiz gerek.

Her şeyimiz kudret elinde olan yüce Rabbimize sığınıp, O’nu noksan ve eksiklerden ârî ve berî olduğunu, tek övgüye layık Zât-ı Akdesi senalarımızla şanını yücelttiğimizi ve Ondan başka hiç bir ilah ve ma’bûd bulunmadığını günde beş vakit namazda defalarca ilân ettiğimiz ve belki de farkına ve idrakine varmadan tekrar ettiğimiz bir Sübhâneke duasında yoğunlaşmış takvâ eğitiminin farkındalığıyla ibadetlerimizi, hayatımızı, geleceğimizi, sağımızı ve solumuzu koruma altına alabileceğimizin şuuruyla yaşamak bahtiyarlığına erişebiliriz!..

İsmail Aksoy

www.NurNet.Org

Aşure Günü Neler Oldu? Muharrem Ayı Neden Önemli?

Âşûre Günü bizi  bekliyor. Muharrem’in onuncu gününe yaklaşmaktayız. Âlem-i İslâm için hayır ve bereketler ile  İttihad-ı İslâm’ın muştusunu beraberinde getirsin inşâallah…

Bu kutsal Muharrem ayının üstünlüğü, müslümanlar için önemi ve değeri oldukça dikkate değer bir aydır.

İçinde barındırdığı olaylar ve zamanımıza kadar İslâm Ümmetinin ciğerini dağlayan tarihî olaylara şahitlik yapması açısından da önem arz etmektedir.

O, Hicri takvimin ilk ayı ve Allah (c.c)’ın Tevbe suresinde bahsetmiş olduğu dört kutsal aydan  birisidir. (1)

“Şehrullahil-Muharrem” olarak meşhur olan, yani Allah’ın (c.c.) ayı Muharrem diye bilinen Muharrem ayı, İlâhî bereket, bağış ve feyzin, Rabbânî ihsan, cömertlik ve keremin coştuğu, zulüm, vahşet ve dehşetin dünyayı sardığı, mazlûmiyet ve mağduriyetin kol gezdiği bir atmosferde, rahmetin bollaştığı bir aydır.

Bütün zaman ve mekân Allah’a aittir ve Rahmeti de ezelden ebede her yeri kuşatmıştır. Ancak Allah Teâla’nın rahmetine ermenin önemli bir fırsatı olduğu için Peygamberimiz tarafından bu şekilde ifade edilmiştir.

Âşûre Günü ise Muharrem’in 10. günüdür. Âşure Gününün Allah (c.c.) katında ayrı bir yeri ve değeri vardır. Bu önemli günde Cenâb-ı Hak  peygamberlerine  çeşit çeşit   nimet ve ikramlarda bulunmuş ve bu günün kudsiyetine değer atfetmiştir. Bu günlerde oruç tutmak çok faziletli ve sevaptır.

Bugüne Âşûra denmesinin sebebi, Muharrem ayının onuncu gününe denk geldiği içindir. Cenâb-ı Hakk’ın bu günde bol ikramı vardır.

Bu ikramların aşağıdaki hususlardan kaynaklandığı  belirtilmektedir:

  1. Allah, Hz. Musa’ya (a.s.) Âşûre Gününde bir mu’cize ihsan etmiş, denizi yararak Firavunun takibinden O’nu ve inananları kurtarmış, düşmanını  sulara gömmüştür.
  2. Hz. Nuh (a.s.)’ın  gemisi Cûdi Dağının üzerine Âşûre Gününde demirlemiştir.
  3. Hz. Yunus (a.s.)’ın  balığın karnından kurtuluşu Âşûre günü gerçekleşmiştir.
  4. Hz. Âdem’in (a.s.) tevbesi Âşûre günü kabul edilmiştir.
  5. Hz. Yusuf (a.s), kardeşleri tarafından  atılmış olduğu kuyudan Âşure günü   çıkarılmıştır.
  6. Hz. İsa (a.s) o günde  dünyaya gelmiş ve o gün semâya yükseltilmiştir.
  7. Hz. Davud’un (a.s.) tevbesi o gün kabul edilmiştir.
  8. Hz. İbrahim’in (a.s.) oğlu Hz. İsmail o gün doğmuştur.
  9. Hz.Yakub’un (a.s.),  hasretinden dolayı kapanan gözleri o gün görmeye başlamıştır.
  10. Hz. Eyyûb (a.s.) hastalığından o gün şifaya kavuşmuştur.(2)
  11. Ayrıca, Hz. İbrahim’in  bugünde ateşten kurtulduğu
  12. Hz.Yakub’un, oğlu Hz. Yusuf’a bugünde kavuştuğu kaynaklarda kaydedilen rivayetler arasındadır.

İşte bu kadar anlamlı  ve kudsî hâdiselerin yıldönümü olan bu mübarek gün ve gece, Saâdet Asrından beri Müslümanlarca hep güzel bir tarzda değerlendirilmiş ve kutlana gelmiştir. Bugünlerde ibadet cihetiyle daha çok yoğun mesai harcamışlar, daha müteyakkız ve şuurlu bir hayat geçirmeye, derûnî alemlerini zenginleştirmeye daha çok  gayret sarf etmişler, hasenat hanelerini zenginleştirmeyi bir mânevi kazanç olarak görmüşlerdir. Daha çok tefekkür, tezekkür, tövbe/istiğfar, okuma/anlama gibi faaliyetlerini artırmışlardır. Çünkü, Cenab-ı Hakkın bugünlerde yapılan ibadetleri, edilen tövbeleri kabul edeceğine dair hadisler ve rivayetler mevcuttur.

Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm Medine’ye hicret buyurduktan sonra orada yaşayan Yahudilerin oruçlu olduklarını öğrendi. “Bu ne orucudur?” diye sordu.

Yahudiler, “bugün Allah’ın Musa’yı düşmanlarından kurtardığı, Firavun’u boğdurduğu gündür. Hz. Musa (a.s.) şükür olarak bugün oruç tutmuştur” dediler.

Bunun üzerine Resûlullah Aleyhissalâtü Vesselam da, “Biz, Musa’nın sünnetini ihyaya sizden daha çok yakın ve hak sahibiyiz” buyurdu ve o gün oruç tuttu, tutulmasını da emretti.(3)

Tirmizî’de de geçen bir hadiste Peygamberimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Âşure Gününde tutulan orucun Allah katında, o günden önce bir senenin günahlarına keffaret olacağını kuvvetle ümit ediyorum.”(4)

İslâm bilginleri aşûre orucunun vacip değil, sünnet olduğunda görüş birliği etmişlerdir. Yalnız İslâm’ın başlangıcındaki hükmü konusunda, Ebû Hanîfe vacip derken, İmam Şâfiî müekked bir sünnet olduğunu söylemiştir. Ramazan orucu farz kılındıktan sonra, bu oruç müstehap olmuştur. Ayrıca Yahudiler’e benzememek için Muharrem’in 9,10 ve 11’nci günlerinde oruç tutmak güzel görülmüştür.

Bu mânâdaki bir hadisi İbn-i Abbas rivayet etmektedir. Bunun için, müstehap olan, aşure gününü ortalayarak, bir gün önce veya bir gün sonrasıyla oruç tutmaktır.

Bu günler bize bir de Musa (a.s)’ın Firavun’a karşı mücadelesinin hikâyesini hatırlatıyor. (5)  Ve yaşanılan zamanın Firavunlarıyla mücadele yollarını  anlatıyor.

Yine Allah (c.c) bize Firavun’ın nasıl insanlara zulmettiğini, insanları baskıyla küçük gruplara böldüğünü, insanların yeni doğmuş erkek evlatlarını öldürdüğünü , insanlara nasıl baskı uyguladığını, inanç hakkı tanımadığını, zorbalık ve zulümle tek adam olarak hükmettiğini anlatmaktadır. Her devirde o devrin mütegallibeleri/baskıcı güçleri/güç odakları tarafından Tevhîd ehline uygulanabilecek  işkence, zulüm, sürgün, hapis ve entrikaların zındıka komitasıyla işbirliği içinde ve Hamanların desteğiyle  yapılacağına işaret edilmektedir.

“Çünkü Firavun o ülkede  son derece despot (ululuk taslıyan) ve çok aşırı gidenlerdendi”(6) âyetiyle nice diktatörleri  feci ve acı âkibetlerin beklediğini vurgulamaktadır.

Günümüzde de bir çok modern Firavunlar, müsrifler/haddi aşanlar, hak/hukuk tanımayan zalimlerle karşı karşıyayız. Süfyanizmin kalıntıları ve O’nun tahribatını/saltanatını  koruma çabaları, rejim/sistem baskısına dönüşerek  nice mazlumların göz yaşlarını sel haline getirmiştir.

Bu gün dünyanın küstah ve kibirli Firavunları ve süper zalimleri Musaları yok etmek, diriliş ve iman hareketinin önünü kesmek, nûrânî muştularını söndürmek için  gaddarâne ve orantısız bir  güç  kullanmaktadırlar. Rabbânî kafilelerin, nur kervanının seyr u seferini, firavunvârî taktik ve engeller durduramıyacaktır inşallah.

Musa (a.s) İsrail oğullarını Firavun’dan kurtardı. Hak’da sebat edenler de inşâallah Muhammed (s.a.v)  Ümmetini ve tüm insanlığı  şirkten, sanemperestlikten, izmlerden, küfür ve delâletin dehşetinden, Kapitalizmin sömürü düzeninden, ahlâksızlıktan, ebedî idam ve yokluktan, ihtilaf, cehâlet ve fakirlikten kurtarıp huzura, nura, ilme/ümrana, hakiki medeniyete, ebedî saâdet ve dirilişe kavuşturmak zorundadır.

Firavun’ın saltanatı,  tüm güçlerin elinde olduğuna inandığı halde feci bir şekilde son buldu. İnşaallah devrimizin Firavunları, süfyan ve deccal ruhlu  karanlık mihrakları  da  zaman gelecek ki, Müslüman dünyasında akıttıkları kan gölünde ve kustukları küfür deryalarında Muharrem ve âşûre hürmetine, aynı Firavun ve adamlarının denizde boğulduğu gibi boğulacaklardır.

Tıpkı Müslümanları terörist ilân eden bu günkü  siyonist ve terörist İsrail’in yandaşları ve taraftarlarıyla  birlikte mazlum ve masumların “ah”larında boğulacağı gibi.

İsmail Aksoy / www.NurNet.Org

Dipnotlar:
1-Tevbe: 9/36

2-Sahih-i Müslim Şerhi, 6:140
3-İbn  Mâce, Siyam: 31.
4-Tirmizî, Savm, 47.
5-Kasas: 28/1-6
6-Yunus: 10/83