Etiket arşivi: ismail aksoy

Fitnelere Dikkat!

Zamanımızın pek çok imtihanı var karşı karşıya kaldığımız… Ahir zaman fitnesinden Allah’a sığınan Allah dostları, bu fitnelerden istiâzeyi hep vird yapmışlardır dillerine… Onlar büyük tehlikeyi basiretle görmüş ve Ümmet’e rehber olmuşlar.

Allahümme ecirnâ minnâr… Allahümme ecirnâ min külli nâr…’‘ Yakıcı, tahrip edici, maddî/mânevî ateşlerden,  cehennemlerden sığınmışlar Rabbimize… Dinî ve dünyevî  musibetlerden, Mesih ve Deccal’in fitnesinden, sapıklıklardan, bid’alardan ve belalardan, nefs-i emmârenin şerrinden, Şeytanın desiselerinden, ahir zamanın tüm fitnelerinden…Ve arkasından, zamanın en cazibedar imtihan vesilesi olan aldatıcı nisa taifesinin şerrinden, belasından ve fitnesinden sığınmışlar!..

Bu zamanda Yusuf olabilmek çok zor!.. Züleyhalar köşe başlarını tutmuş kol geziyor. İnternette sinsice dolaşıyorlar avlarının peşinde… Karşı cins için de aynı tehlike söz konusu… Ne zaman bir av yakalasa, ne aile bırakır, ne huzur, ne ibadet, ne ahlâk ve ne de hizmet aşkı!.. İşi gücü nefis ve hevasını tatmin etmek… Bu yüzden nice aileler yıkıldı, ocaklar söndü, huzur ve sükûn berhevâ olup gitti. Ve malesef bu kasırgaya müslüman ailelerden tutulan çok oldu.

Nice müslüman hanımların  iffet, haya, iman ve ahlâkı bu kirli ve delaletli yolda yara aldı.  Eşinden, ailesinden, çevresinden ve sevdiklerinden oldu. Öyle bir kasırga ki, bazen facelerde vurdu, bazen mesengerde vs. sosyal medyada hep nefis, hevâ ve Şeytanın zebunu yapıp çıktı. Yerinde ve maksadına uygun kullanılmadığı zamanlarda, öylesine yolunu kaybettirdi ki, gece yarılarına kadar bu mayınlı tarlada gezdirip Şeytana maskara yaptırdı. Uykusuz gecelerin ardından sabah namazının geçirilmesi, iş yerinde yorgun, kızarmış gözler ve bitkin bir performans ve üzerinde kalan günah yükü! Bu fâni hayatta, bâkî hayatı kazanmak varken; boş, mâlâya’nî, günahtan başka sermaye üretmeyen fuzûlî işlerle iştiğal etmek hiç mü’mine yakışır mı? Tüm bunlar, iki rekat Teheccüd namazının lezzetine, kazandırdığı huzura denk gelebilir mi?

Çoğumuz, işimiz gereği teknolojiyi  kullanmak durumundayız. Onu kontrolümüzde tutup esiri olmamak en akıllı yoldur. Mesleğimiz gereği (e-okul, K12, not/ödev kayıtları hariç) günlük 30 dakika, bazen en fazla bir saati geçmez buralarda kalışımız.

Senin imtihanın hangisi?

Herkes bir imtihan süreci yaşar bu dünyada.

Her zaman stabil bir hayat mümkün değil. Engeller, engellemeler, tağyirler, tebeddülatlar/değişimler/tahviller/değişiklikler/tecelliler v.s…

Kimi eş, kimi aş, kimi maaşla denenir. Kimi evlat, kimi salât, kimisi tâat, kimi mahâret, kimi tahâret, kimisi de ikametle tecrübe edilir.

Kimisi mal, kimi servet, şöhret, güzellik, şân ve şerefle imtihan edilir.

Kimi ilim, kimi filimle, kimi zevk, kimi elemle, kimi belâ, hayat-ı a’lâ ile sınava tâbi tutulur.

Mü’minlerin imtihanı daha  bir başka…

Allah Teâlâ, rubûbiyyet (her şeyi yavaş yavaş kemâline kavuşturmak) sıfatıyla bizleri iki şekilde imtihana tâbi tutar:

Biri: lütuf ile,

Diğeri: kahr ile.

Bir başka deyişle; biri cemâl, diğeri celâl iledir. Sadece lütuf ve  cemâl ile terbiye olmayı düşünmek, imtihan sırrına aykırıdır. Cenâb-ı Hak, imân ehline önce kahrın tecellileriyle muâmele eder, daha sonra lütfun tecellileriyle onların yaralarını sarar ve yardımına koşar. İmân ehli üzerinde âdetullah (kevnî kanunlar, sünnetullah) çoğunlukla bu şekilde tecelli eder. Resûl-i Ekrem (a.s.m) ve Hz. İbrâhîm (a.s)’ın hayatı buna en güzel örnektir.

O Mâlikü’l-Mülk, Habîbini on üç  sene Mekke’de kahhâr bir elle çalkalandırdı,  müşrikleri başına musallat etti, Medine döneminde ise, O Zât-ı mübâreki on yıl münâfık, müşrik ve ehl-i kitapla mücâdele ve mücâhede ile imtihâna tâbi tuttu. Bunca sıkıntı ve zorlukların neticesinde başta kendisine ve ümmetine pek çok fetihlerin yolunu açtı. Özellikle Hz. Ömer döneminde İslâm’ı yücelterek aziz kıldı.

Kur’ân’a talebe olma şerefine erenler de bu tarz bir imtihan sürecinden geçmektedirler.

Cenâb-ı Hak, bazen lütuf ile okşar, hâdiseleri lehimize yönlendirir, ikramlarda bulunur, rahmetiyle sevdirerek dergâhına celb eder. Bazen de kahhâr bir eli işleterek belâ ve musîbetlerle te’dîb ve terbiye eder. Böylece izzet ve celâlini hatırlatır.

Mü’minlere dünyâda verilen belâ ve musîbetler günahlarına keffâret olur.

Kâfirin küfrü ise, o kadar büyük ve dehşetlidir ki, cezâsı bu düyâya sığışmadığından âhirete te’hîr edilir.(1)

Cemiyetlerin, toplumların, milletlerin değişik biçimlerde işledikleri isyân ve günahlar, gayr-i meşrû’ iş ve işlemlerin bu dünyada iken geri bildirim tarzında dünyevî cezalarıdır.

Mâdem ehl-i imân olarak Allah’ın rubûbiyyetine razıyız. Öyle ise, rubûbiyyetinin gereği olarak başımıza gelenleri de sabır ve rıza ile karşılamak durumundayız.

Kişi en sevdiği evlâdını kaybeder, çok sevdiği bedeni hastalığa müptela olur, meftun olduğu malı iflas eder, ani bir depremle evi yıkılır, eşyası telef olur, evlatları isyan eder, dostlardan azar işitir,  işleri yolunda gitmez. “Acaba ben ne yaptım” diye derin derin düşünür. Rabbine karşı nasıl bir tutum sergilediğini, hata ve kusurlarını gözden geçirir, otokritik yapar, değerlendirmelerde bulunur. Ve sonuçta nefsinin kusurlarını, hayatındaki eksileri not eder. İmânının gereğini yerine getirir, sevdikleriyle sınava tâbi tutulduğunu, mal ve canıyla denendiğini anlar.

“Ve sizi bir imtihân olmak üzere şer ile ve hayr ile tecrübe ederiz. (sonunda) bize döndürüleceksiniz”(2)

Acaba verilen vücûd, sağlık ve hayat nimetini ibâdet, taat ve hizmet yolunda mı, nefis ve hevâ yolunda mı harcıyoruz?

Bu imtihan ve tecrübe meydanında hiçbir kimse bu imtihandan muaf tutulmamıştır.

Allah’ın en sevgili kulu olmasına rağmen Hz. Muhammed (s.a.v)’ın uhud savaşında dişi şehid edilmiş, mübârek yüzü kana bulanmıştı. Hayatı boyunca sayısız eza ve cefâya katlanmış, günlerce aç ve sususz kalmıştı. (3)

Nûrânî kafilelerin önünde belâ ve musîbetler eksik olmamıştır.

Kur’ânı, İslâm’ı, Peygamberi sevmenin bedeli hep ağır olmuştur bu sırdan ötürü. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.v)’e, “Seni seviyorum” diyen bir sahâbeye, “O halde belâ ve musîbete hazır ol”şeklinde O sahâbiyi geleceğin sıkıntılarına hazır olması konusunda  irşâd buyurmuştur.

Demek belâ ve musîbetler, günahların neticesi, mükâfâtın da mukaddimesidir. Bir başka ifade ile, günahların keffâreti, gelecek saâdetin de müjdecisidir.

O halde, mülk bizim değildir. O, istediği gibi tasarruf eder. Biz O’nun tasarrufâtı

altında gizli olan hikmetlerini seyr etmek, takdirini fikretmek, kusurumuzu derk

etmekle mükellefiz.

Rahîm, Hakîm ve Vedûd ismini şefaatçi yaparak Rahmet-i Rahman’a iltica ediyor, her türlü fitneden O’na sığınıyor ve O’na tevekkül ediyoruz.

İsmail Aksoy

www.NurNet.Org

Dipnotlar:

1- bkz. Bedîüzzaman Said Nursî, Lem’alar, 10. Lem’a

2- Teğabun Sûresi, 15, Enfâl Sûresi, 28

3- bkz. a.g.y, Lem’alar, 25. Lem’a, 15. Devâ

Öyle bir nesil yetiştirelim ki…

Özel okullar başladı, devlet okulları da önümüzdeki hafta başlayacak eğitim ve öğretime…

2014-2015 eğitim öğretim yılı, yaklaşık 16 milyon 400 bin öğrenci ve 873 bin öğretmen ile Ülkemizin en önemli meselesi olmaya devam edecek.

Bir eğitimci olarak baktığımda, ülkemizin ana damarını teşkil eden gençliğimizi bekleyen tuzaklar ve olumsuzluklar karşısında öncelikle kale gibi bir imana ve düzgün bir akideye sahip olmaları lazım ki, kendilerini bekleyen tehlikelere karşı duyarlı, uyanık ve kararlı bir duruş sergileyebilsinler.

Öyle ise nasıl bir gençlik ve gelecek bekliyoruz?

Ne istediğini bilen, ama asla bilmişlik taslamayan, vakarlı, mütevazi bir gençlik.
Hedefi gözüne kestiren ve oraya doğru durmadan, yorulmadan koşan, gayret eden, ama asla bir yarış atı olmayan.

Müspet ve dinî ilimlerle donanmış, iki kanatla uçmasını başarabilen, iki günü birbirine eşit olmayan bir nesil istiyoruz.

Her zaman barıştan yana olan, ama zulme ve zalime karşı duran, zalimi alkışlama gafletine düşmeyen, daima mazlumdan yana olan bir gençlik. Siyonizm’in girdabında ezilen milletlerin ve İslâm Âlemi’nin sorunlarının ve dertlerinin farkında olan, buna karşılık Kur’ândan ve köklü kültürümüzden çareler üretebilen bir gençlik…

Kendi öz değerlerine sahip, başka kültürlerin esiri olmayan, farkındalık anlayışıyla küresel oyunların farkında olan ferasetli bir nesil…

Teknolojiyi kullanan, ama asla ona esir olmayan, günlük meseleler içerisinde boğulmayan, sanal alemin esiri olmayan, ne yaptığının, ne kadar yapacağının farkında olan bir gençlik…

Değişimin, gelişimin farkında olan, kendi çıkarları için haksızlıklara göz yummayan, millî-mânevî değerleriyle varlığının devamına inanan, estetiğe önem veren, sanatın farkında olan, ruh ve gönül dünyasında bu incelikleri dokuyabilen, turist gözüyle değil, mütefekkir bir seyyah anlayışıyla çevresine ve olaylara bakabilen bir gençlik…

Meseleleri, Kur’ân ve Sünnet çerçevesinde yorumlayan, okuyan, düşünen ve çözüm üreten bir nesil istiyoruz.

Tarihiyle barışık, Kur’âna âşık, zikre alışık bir nesil…

Ahlâk, edep, terbiye, haya ve iffet kavramlarını özümseyip hayat prensibi olarak benimseyen…

Eğitim ve öğretimin analitik düşünme, samimiyet, araştırma ruhu, bilgi ağı sistemiyle takip, mes’ûliyet şuuru, adalet ve kalite anlayışıyla takibinde hassas bir gençlik istiyoruz.

Eğitim kadrosunun da; gençliği bu hedeflere ulaştırabilecek kalite, anlayış, birikim, inanç, amaç, hedef ve ideal duygularıyla dop dulu olması gerekmektedir.

Bu inanç ve anlayışla ancak nesiller kurtarılabilir, milletin geleceği huzur, barış ve güvenle inşa edilebilir.

Gerisi laf-ı güzaf…

Yeni eğitim ve öğretim yılının tüm ülkemize, milletimize, velilerimize, anne-babalara ve tüm İslâm Âlemine hayırlar, bereketler, başarılar getirmesini yüce Rabbimizden niyaz ediyorum.

İsmail Aksoy

www.NurNet.Org

İtikadımız Üzerinde Oynanan Sinsi Oyunlar..

Maksadımız; herhangi bir cemaati, grubu, kitleyi tenkîd, tenkîs veya itham değil, sadece inananların bin dört yüz yıllık akidelerine yönelik sinsi planları  paylaşmaktır. İtirazlarımızı ortaya koyup Müminleri uyarmaktır. Zaten arzu edilen, beklenen ve bize de yakışan edep ve nezaket sınırları içerisinde Kur’ânî gerçekleri anlatmaktır.

Bütün meslektaşlarımıza, özellikle aynı çeşmeden Nur yudumlayan kardeşlerimize karşı en ufak bir sû-i zannım, hürmetsizliğim ve çürütmek  gibi sû-i edeb bir tavrım ve niyetim kat’iyyetle söz konusu değildir.

Önemli olan; Kur’ânın doğru ve sahîh anlaşılmasına âcizâne katkıda bulunmaktır.

Bizler, Müslümanlar ve tevhîd ehli olarak; hiçbir ferdi Cennete sokma gibi bir yetkiye sahip bulunmadığımız gibi, Cehennemden kurtarma yetkisine ve hakkına da sahip değiliz. Tüm insanlığın hidâyetini arzu eder, teblîğ vazifemize devam ederiz. Zâhire göre hükmeder, Şer’î delilleri ölçü alarak tesbitlerde bulunur, Hikmet ve Rahmet-i İlâhiyye’nin perde arkasına karışmayız. Hüküm Allah’ındır.

Ehl-i kitaba Kur’an nasıl bakar? Hıristiyanlar Cennete girebilir mi? Son yıllarda hız kazanan İslâm’ın protestanlaştırılması çabalarına nasıl bakmalıyız? “Muhammedün Resulullah” demeden ve inanmadan kurtuluş mümkün müdür? Zındıka komitesinin Din’i bozma ve Müslümanların itikatları üzerinde oynadığı oyunlar ve bunlara çanak tutanlar…

Bu ve benzeri ortaya konan hadiseler ve ölçüler; Kur’ân, Hadîs ve Müctehidlerin/ âlimlerin ortaya koyduğu delil ve hakikatlarıyla tesbît edildiği gibi, Üstad Nursî’nin bu görüş ve içtihadlarla bire bir örtüşen ’26. Mektub’un, 4. Mebhas, 5. Meselesinde’ , ‘Muhammedün Resûlullah’ demeyen kimsenin ehl-i necât  olmasının mümkün olmadığını ortaya koymuştur. Buyurunuz birlikte okuyalım:

Bediüzzaman Hazretleri açık bir şekilde, Hz. Muhammed (a.s.m)’i işittiği halde kabul etmeyenlerin, yani “Lâilâhe İllallah” deyip “Muhammedün Resûlullah” demeyen Yahudi ve Hıristiyanların ehl-i necât (kurtuluş ehli) ve ehl-i Cennet olamayacağını, Kur’ânî delillerle ebedî cehennemde kalacaklarını kesin ve kat’î olarak bildirmiş iken, O’nun maksat ve amacına tamamen aykırı bir biçimde bütüne bakmadan bazı ifadelerini alıp ters mâna vermek O’na bir iftira ve bir bühtandır.

Yıllardır devam eden ‘Gizli zındıka komitesi’ nin bir tahrîf ve tağyîr oyunudur.

Hz. İsâ’nın hakîkî dini, İslâmiyettir. Hıristiyanlık değildir. Âhirzamanda Hz. İsâ’nın geleceğine ve Şerîat-ı Muhammediyye ile amel edeceğine dâir hadîs-i şerifler, O’nun nüzûlüne kesin delâleti olduğu gibi, ileride îsevîlerden bir taife Müslüman olacak, ittifak ederek yer yüzünde İslâm’ı hâkim kılacaklardır.

Kitap ehline yapılan çağrılardan biri de şu anlamları çağrıştırmaktadır:

Ey mektep ehli, okur/yazarlar, ey fen bilimlerini tahsil edenler! Siz Hz.Muhammed (asm)’ın son peygamber olduğunu biliyorsunuz. Tarih kitaplarında okumuşsunuz ki, Hz. Mûsâ ve Hz. Îsâ (as) birer peygamber oldukları gibi, Hz. Fahr-ı Kâinat (sav) dahi Âlemlerin Rabbi tarafından sizlere gönderilen ve risâleti hadsiz mu’cizelerle desteklenen en son peygamberdir.

Okuduğunuz fenlere dikkat ederseniz, hepsi bir sistemden, düzenden bahsetmektedir. Âlemin bu düzeni ise tevhîdi ifade ediyor. Yani her şeyin tek elden idâre edildiğini gösteriyor.

İşte bütün bunlar gösteriyor ki, “Kelime-i Şehâdetin iki kelâmı biribirinden ayrılmaz, biribirini isbât eder, biribirini tazammun eder, biribirisiz olmaz. Mâdem Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm Hâtemü’l-Enbiyâdır, bütün enbiyânın vârisidir; elbette bütün vüsûl yollarının başındadır. Onun cadde-i kübrâsından hâriç, hakîkat ve necât yolu olamaz.” (Bediüzzaman, Mektûbât, 26. Mektup, 4. Mebhas)

Öyle ise tek kurtuluş, huzûr, saadet ve Cennet yolu hakîkî mânasıyla  kudsî kelime olan  “Kelime-i Tevhîd” den geçer.

Şimdi bir de aşağıdaki âyet-i kerimenin gerçeğine bakalım. Ne buyruluyor?

“Muhakkak o kimseler (Yahudi ve Hıristiyanlar) ki Allah’ı ve O’nun resullerinin tümünü inkâr  ederler.” (Nisa,150)

Yahudi ve Hıristiyanlar açıkça Allah’ı ve O’nun bütün peygamberlerini inkâr etmeseler, dilleriyle bu inkârlarını ifade etmeseler bile; Hz. Muahammed (s.a.v)’i inkâr etmiş olmakla ve bir kısım peygamberleri reddetmekle, bütün peygamberleri inkâr etmiş sayılırlar. Ve bu inkâr sonucunda Allah’ı da inkâr etmiş sayılırlar. Çünkü Allah’ın bin bir ismi ve kudsî sıfatları peygamberlik kurumunu, özellikle de Hz. Muahammed (s.a.v)’in peygamberliğini gerektirir. Bir başka ifade ile Risalet kurumu, Allah’ın kudsî sıfatlarına ve bin bir İlâhî isme dayanmaktadır. Bir ismi veya sıfatı inkâr etmek şirk (Allah’a ortak koşmak) olduğu gibi, o isim ve sıfatların kapsadığı peygamberlik müessesesini inkâr etmek  de şirk ve küfürdür.

Allah’a ve bütün peygamberlere düşman olan Yahudi ve Hıristiyanlar, “bazı peygamberleri kabul, bazılarını reddetmek” durumunu benimsedikleri için bu şirkten kendilerini kurtaramamışlardır. Yahudiler, Tevrat ve Hz. Musa (a.s)’a inanıp, İncil ve Hz. İsa (a.s) ile  Kur’ân ve Hz. Muhammed (asm)’ı inkâr ediyorlar. Hıristiyanlarsa, İncil ve Hz. İsa (a.s)’a inanıp, Kur’ân’ı ve Hz. Mauhammed (s.a.v)’i inkâr ediyorlar.

Oysa, bütün peygamberlerin Cenab-ı Hak’tan getirdikleri tüm İlâhî emirleri onaylamadıkça ve tüm hükümlerini tasdik etmedikçe imanın geçerli olması mümkün değildir. Bir kısmını kabul, bir kısmını reddetmek, tümünü inkâr etmek anlamına gelmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v)’i inkâr etmek küfür olduğu gibi, peygamberliğinin genel olduğunu ve evrensel bir mesaj içerdiğini inkâr etmek de küfürdür. Oysa, Müslümanlar, tüm peygamberleri ve onların tebliğ ettikleri hükümleri kabul ederler.

Dinler arası diyalog olmaz. Bir taraf son ve hak din, diğer taraflar batıl ve muharref…Hak ile bâtıl arasında işbirliği yapılamaz. Tebliğsiz, peygambersiz, irşadsız, davetsiz din anlayışı ve algısı olabilir mi?

Kitap ehlini hakka davet etmenin yolu, yöntemi bellidir. Kur’ân, İslâm’ı kabul etmeye, İslâm’ın alameti olan ve tüm peygamberlerin ittifak ettikleri “Lailahe illallah Muahammedün Resulullah” kudsi kelimesini ikrar etmeye daveti emreder.

Kur’ân-ı kerim, Müslümanlarla ehl-i kitabı bütün peygamberlerin ortak noktası olan kelime-i tevhidde birleşmeye çağırır. Yoksa hâşâ, Hak din olan İslâmiyetle bâtıl ve bozulmuş olan Yahudilik ve Hıristiyanlık dinlerinde birleşmeye değil. Çünkü Hak ile bâtılın bir arada bulunması mümkün değildir.

“Bizimle sizin aranızda bir olan kelimeye gelin” cümlesindeki birlik, dört noktada ortaya çıkmaktadır:

1) Bütün semâvî kitaplar, “Lailahe illallah Muhammedün Resulullah” kelime-i tevhidinde birlemişlerdir.

2) Ruhlara sorulduğunda, bütün ruhlar, “Kelime-i tevhid”i ikrar etmişlerdir.

3) İnsan yaratılışı, hal diliyle “Lailahe illallah Muhammedün Resulullah” cümlesini ilan etmişlerdir.

4) Tüm varlıklar, düzen ve tertipleriyle bu kelimeye şehadet etmektedirler.

İşte  son Nebi Hz. Muhammed (asm) tüm ehl-i kitaba çağrı yapmakta ve İslam’ın temel esası olan bu kelimeye davet etmektedir.

Bu Nebevî çağrının dışında kafalarına, heva ve heveslerine göre çığır açanlar, Onun kutlu caddesinden ayrılıp taban tabana zıt bir yola baş vurmuşlardır. Bu çağrı, İslam adına olmayıp zındıka komitesi (siyonizm) hesabına ve yararına gelişmiştir. Papa ve hahamların, din adına düzenledikleri “dinler arası diyalog ve hoşgörü” adı altındaki toplantıları sadece kendi bâtıl ve bozulmuş dinlerini Müslümanlara kabul ettirme gibi çok yönlü bir misyonerlik faaliyetidir. Bu yolla, kendi inançlarını öne çıkarıp Müslümanların inanç ve itikatlarını bozmaya ve tahribe yönelik sinsi bir çalışma ve bir entrikadır.

Netice olarak deriz ki: Müslümanların i’tikadları üzerinde oyunlar oynanmaktadır.

“Ilımlı İslâm” projesi sinsî bir şekilde İslâm âleminin inanç ve itikad esaslarını  tehdît eder bir durum almıştır.

Güya üç dinin mensupları el ele vererek “Sırat”ı geçme ve Cennete girme provalarıyla, Kur’ânsız, Hadîs’siz, Hz. Muhammed (sav)’siz, Sünnet-i seniyye’siz bir dînin, bir anlayışın hayallerini kurmaktadırlar.

Allah’ın izniyle çabaları boşa çıkacak, sonunda zelîl ve perişan olacaklardır inşâallah…

Kusur bizden, hidâyet ve tevfîk Allah’tandır.

İsmail Aksoy

NurNet.Org

Zaman ve Mekân İ’tibariyle Ölüsün!

Cenâb-ı Vâcibü’l Vücûd Kur’ân-ı Kerîm’de, başta Resûl-i Ekrem (s.a.v) olmak üzere her insan ferdine: Muhakkak sen öleceksin, onlar da ölecekler demiyor. Bilakis  şöyle hitâb ediyor: “Muhakkak sen ölüsün, onlar da ölüdürler.”( Zümer sûresi, 39:30)

Yani sizler ölüsünüz. Şayet beni imân ile tanır, bana ve emirlerime hakkıyla tâbi olursanız, ebediyyen diri, canlı ve hayatdar kalacaksınız. Aksi takdirde ölüm ile yokluğa mahkûm olacaksınız.

Allah’ı tanıyan ve bilen, ihyâ fiiliyle hayat bulur, can bulur, dirilişe erer. Tanımayan ise ölüme, yokluğa akar gider…

İnsan, içinde bulunduğu durum itibariyle ölüdür. İnsan bedeni bir terkîb ve tahlîl içinde sürekli çalkalanan bir âlem gibidir. Her gün milyarlarca zerre bedenden ayrılıp vefat eder, gider. Yerlerine yeniler gelip yerleşir, iş başı yapar. Tıpkı bir misafirhâne gibi dolar boşanır.

Zaman itibariyle insan ölüdür. Geçmiş zaman bir büyük mezaristandır. İçinde bulunduğumuz hazır gün ise bir tabut hükmünde olup başında cismimizin cenazesini taşıyor. Bu dünyadan yararlanma durumu sadece bir  nefes miktarıdır, bir ân-ı seyyâledir. İnsan ömrü, geçmiş ve gelecek zaman aralığında sıkışmış bir andır.

Sözüm ona, boş heves ve nefsânî beklentiler arasında  yeni bir  milâdî yıla girmeye yaklaştığımız şu günler ve devamı, ya geleceğimizi karartacak ya da, hayatın başlangıcı ve sonunu simgeleyen iki dağ arasında selametle arz hayatından berzah âlemine geçişimizi kolaylaştıracak, nurlu nazarların nurlu mahşerini önümüze serecektir.

İnsan, mekân i’tibariyle dahi ölü hükmündedir. Şu kocaman yerkürede insanın  işgal ettiği yer, ancak ayağını bastığı veya oturduğu mekândan ibarettir. İstifadesi ise, imân nuru, mârifeti, bakışı, tefekkür ve tezekkürü kadardır.

Sahip oldukları itibariyle de insan ölü hükmündedir. Dünyalık adına sahip olduğu şey, üzerindeki elbisesi ve midesindeki rızkıdır.

İnsan ölü hükmünde olduğu gibi, kâinat ve içindekiler de ölü hükmündedir. Çünkü, dünya, yedi temelsiz çürük direk üzerine bina edilmiştir. Bu rükünler, zaman ve mekân itibariyle iki kısma ayrılmaktadır.

“Zaman” itibariyle; 1) Gece ve gündüz 2) Mevsimler ve seneler 3) Asırlar ve devirler.

“Mekân” itibariyle; 1) Hava boşluğu 2) yer yüzü 3) Küre-i Arz’ın içi 4) Semâ.

Zaman ve mekân itibariyle nice âlemler, devirler, asırlar, mevsimler geride kaldı. Bu yedi rükün hep değişikliğin, zelzelenin, dönüşmenin, yıpranmanın, ıztırapların, feryatların muhatabı oldu ve olmaya devam ediyor.

Böyle kararsız ve devamsız bir âlemde gönlünü geçici heves ve arzulara kaptırmanın akıl kârı olmadığı selim akıl sahiplerince anlaşılmalı değil mi?

Her gün, her saat, her saniye yeni dünyalar kurulup, yeni dünyalar yıkılıyor. Yıkılan bu maddî dünyaları manevî kazançlara çevirmenin bir çaresi olmalıdır ve vardır.

Yokluktan, hiçlikten ve ölü olmaktan kurtulmanın çaresi Kur’ândadır. Onu kendimize tam rehber yaparsak kurtuluruz.

Kafileler peş peşe yollara revan olmuşlar… Bir kafile Cennet’e, bir kafile ise Cehennem’e gidiyor.

Cennet kafilesine dahil olmaya bakmak lâzım. Yılın başının veya sonunun ne kıymeti, ne önceliği var ki?.. Önemli olan hayatın sonu ve nasıl olacağı değil mi?

Öyle ise âhir zaman fitnesine karşı takvâ, salih amel ve günahlardan çekinmekle kendimizi muhafazaya çalışmaktan başka çare yoktur. Kur’ân’a, Sünnet-i Seniyyeye ve Müçtehid imamların/salihlerin/ariflerin yoluna sarılmalıyız. Gece namazlarında göz yaşları eşliğinde neslimize, milletimize, vatanımıza, âlem-i İslâm’a, geleceğimize bol bol dua etmeli, İslâm’ın ve hakaik-i imaniyyenin bütün cihana yayılması, kalplerde mâkes bulması, fitnelerin yer yüzünden silinmesi, kalplerde muhabbetin yeşermesi için çalışmalıyız.

Zaman; asla beddua zamanı değil, kenetlenme ve uhuvvetle kaynaşma ve ortak düşman olan zındıka komitesine/siyonist ve küresel güçlere karşı  mazlumun ve Hakk’ın yanında tek yürek olma zamanıdır.

Bu hana tek başımıza ve çıplak olarak geldik, yine tek başımıza ve çıplak olarak gideceğiz!

İsmail Aksoy

www.NurNet.Org

Resûl’e (s.a.v) Selâm, Kâ’be’ye ihtiram!

Şüphesiz âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev Mekke’deki Kâbe’dir. Orada apaçık nişaneler (ayrıca) İbrahim’in makamı vardır. Oraya giren emniyette olur.

Yol bakımından gücü yetip gidebilenlerin o evi haccetmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse bilmelidir ki Allah âlemlerden müstağnîdir.”(1)

İçinde bulunduğumuz atmosferde,Rabbimizin lütuf ve keremiyle çok mübarek ve önemli zaman dilimleri yaşanmaktadır. Şu günlerdekudsî bir  heyecanın yaşandığı Hac ibadeti ve şeâiri gibi…

İnşaallah cismen, ruhen, kalbenve fikren  havasını tenefefüs edeceğimiz  o mübarek beldelerde bulunmanın aşk ve heyecanı, insana tarifi imkânsız mânevî duygular aşılıyor.

Yukarıda zikrettiğimiz âyet-i kerîme ve diğer âyetlere göre hacc, tek bir ibâdet olmayıp, bir ibâdetler yumağıdır âdeta. Her biri bir takım fiil, davranış, hareket, terk ve yasaklardan oluşan ibâdetlerin bütünü hacc ibâdetini teşkil etmektedir.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Çünkü, hacc-ı şerif, bilasâle herkes için bir mertebe-i külliyede bir ubûdiyettir.” (2)

Bunların başlıcaları ihram, namaz, telbiye, çeşitli zikirler (Allah’ı çeşitli isim ve sıfatları ile anmak, Kur’ân, Cevşen, duâ, vird, zikir okumak gibi), Arafât ve Müzdelife vakfeleri, istiğfar, tavâf, güzel ahlâk, sabır, ihramlı iken yasaklara riâyet, yasakları çiğneme sebebiyle veya bazı mazeretlerden dolayı oruç, kurban, sadaka şeklinde yerine getirilen keffâret ve fidyeler, en hayırlısı takvâ ve amel-i salih olan mânevî azıklar edinmek, imanı tahkîk mertebesine çıkarma adına cehd ve gayret göstermek sûretiyle Rubûbiyet-i İlâhiyenin kemâlatını ilân, tevhidî sadâlara iştirak ile maddî ve mânevî kirlerden arınmaktır.

Bütün bu davranışlar doğrudan doğruya ibâdet olup Allah’a lâyık bir kul olma amacına yönelik olarak ve O’na yakınlık elde etmek için Allah tarafından vazedilmiştir.

Milyonlarca hacıların dilinden ve kalbinden yükselen Tekbir ve Telbiyeler, Arafat dili ve Kâbe kalbiyle Arş’a yükselmektedir.

Haccın “ferdî, ictimâî, iktisâdî, siyâsî…” sayısız faydaları oldukça fazladır.

Said Nursî, şu veciz ifadesiyle bu hususa vurgu yapmıştır:      “…o kudsî farîzayı ve din-i İslâmın kudsî ve semavî kongresi hükmünde olan bu hacc-ı ekberi büyük bir bayramın arefesi noktasında olarak bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz.” (3)

Ancak bu faydalar ibâdetlerin âcil (dünyadaki) mükâfatıdır; asl olan sırf Allah için, O’na kulluk borcunu îfa için yapılmış olmasıdır.

Hacc, yüzünü Cenâb-ı Hakk’a dönüşün bir göstergesidir. O, mutlak ezel ve ebedin sahibidir. O, sonsuzdur. O’nun sınırı, ucu bucağı yoktur. “O’na” dönüş, mutlak kemâl, mutlak iyilik, mutlak güzellik, mutlak güç, ilim, değer ve hakikate doğru hareket etmek; yani mutlak doğru hareket, mutlak kemâle doğru mutlak hareket ve sonsuzluğa doğru mutlak kanat açışın bir sembolü, ebedî hareket ruhunun mukaddes mekânlara yansımasıdır. Yani biz, bir “ebedî oluş”un yolcuları, bir “sonsuzluk hareketi”nin kafileleriyiz. Hacc, bu mahşerî kafilelerin tevhid semâsında ve merkezinde zirve yaptığı bir buluşmanın, tanışmanın, bilişmenin ve milyonlarca cismin tek bir ruh haline dönüşmesinin adı…

Bu seyrü sefer çizgisinin en son noktası rızâ-i İlâhîdir. Seferimiz, ebedî hicretimiz, öyle bir cadde, öyle bir yol üzerindedir ki onun son noktası yoktur. Haşir meydanlarında bile son bulmayacak olan bir ebediyettir, mutlak bir vuslattır.

Hac, bu mutlak vuslatın ince sırlarını içinde barındıran ebedîleşmenin bir provasıdır.

Hac süresince icrâ edilen bütün merasimler “ipuçları”dır, “işaret” ve “semboller”dir. Bir kişi secdenin anlamını kavramamışsa, sadece alnını yere koymuş olur! Hacc’ın özünü, ruhunu, hikmet ve önemini anlamayan kimse hediye dolu bir bavul ve boş bir zihinle ülkesine geri döner.

Hacc süresince; Tavafla, tevhid inancını bütün kâinata ilân edeceksin. Sa’y ile Hacer annemizin heyecanını yaşıyacaksın.

Hacer-i Esved ‘i, kulların ezelde Allah’a verdikleri kulluk sözünün bir mührü ve imzası olarak selâmlayacak, yeminini tazeleyecek ve O’na kul olma şerefini bir kez daha te’yîd edeceksin.

Tavâftan sonra Hacer-i Esved ile Kâbe’nin kapısı arasındaki duvara (Mültezeme) karın ve göğsü, elleri ve sağ yanağını bir müddet yapıştırarak bu şekilde bir vuslat neş’esini yaşayacak ve sonra Kâbe örtüsünden tutunarak duâ ve niyazda bulunacaksın, Kâbe’ye yapışan vücudun cehennemde yanmaması için niyazlarını Kâbenin Rabbi’ne arz edeceksin.

Böylece bir büyüğe karşı suç işlemiş olan kişinin, onun eteğine sarılarak affını istemesini temsil etmiş olacaksın. Kulun, bu şekilde mânen ve mecâzen eteğine sarılarak af dilediği, yakınlık ve lûtuf talep ettiği Yüce Zât’tan başka sığınacağı, dayanacağı, yalvaracağı, kulluğunu arz edeceği kimsenin olmadığını samimâne ve ısrarlı bir yakarışla ilân etmiş olacaksın. Çünkü duâda ısrar etmek Mevlâ’nın murâdıdır. İşte bu sarılış ve yakarış o ısrarın bir gereği olacaktır.

Kâbe’den Arafat’a gitmekle Âdem babamızın inişini göstereceksin. Arafat’tan Mina’ya gitmekle insanın yaratılış gayesini, şeytânî tuzaklara meydan okumanın çabasını ortaya koyacak, en sevdiklerini Rabbına kayıtsız ve şartsız kurban edebilmenin şuuruna ereceksin.

Birinci ve ikinci Akabe bey’atlarını Hz. Peygamber (asm) ile Medineliler arasındaki görüşmenin gerçekleştiği yer olarak hatırlayacaksın.

Hz. İbrahim’in sahasına gireceksin Mina’da… O’nun gibi davranmak üzeresin. O, oğlu İsmail’i kurban etmek üzere getirmişti. Şimdi düşünmelisin, senin İsmail’in kim veya hangisi? Servetin mi, makam ve mansıbın mı, sarayların/villaların mı, evin mi, çiftliğin mi, araban mı, şan ve şerefin mi, sosyal statün mü, güzelliğin mi, gençliğin mi? Hangisi? İşte o kimse ve neyse, buraya kurban etmek için getirmelisin.

Seni hizmetten, mânevî cihaddan alıkoyan, sorumluluğu kabule yanaşmayan, nefse firavuniyet veren, fedakârlıktan alıkoyan, ebrârın dâvet çağrılarına kulak tıkatan, rahatın için bahaneler uyduran, seni kör ve sağır eden her neyse… İşte onu çekinmeden kurban etmelisin.

Bu fırsat bir daha eline geçmeyebilir!

O gül kokulu Medine’nin gül Peygamberine salât ve selâmlarımızı iletirken, yıllar önce makbuliyeti tasdik olmuş bir hizmetin hâdimi olduğunu unutma!

“…Medîne-i Münevverede dahi o derece makbul olmuş ki; Ravza-i Mutahharanın Makber-i Saadeti üstünde konulmuş. Hacı Seyyid, kendi gözüyle Asâ-yı Mûsâ mecmuasını, kabr-i Peygamberî (asm) üzerinde görmüş. Demek makbul-ü Nebevî olmuş ve rızâ-i Muhammedî (asm) dairesine girmiş.” (4)

Böylesine ulvî ve lâhûtî duyguları yaşayan hacı kardeşlerimize, yol arkadaşlarımıza  ne mutlu.

Arzı ve semayı içindekilerle birlikte dualarına sığdırarak, Kâbe’yi ihlaslı sinelerine yerleştiren Allah’ın misafirlerine selâm olsun.

Selam olsun, Ravza-i Mutahharanın Nur sakini Nur Peygambere ve muvahhid ziyaretçilerine…

Selam olsun dualarını esirgemeyen mü’min kardeşlere…

Dualarımız sizinle ve şirket-i mâneviye ile beraber olacak inşallah…

Haklarınızı helal ediniz lütfen…

İsmail AKSOY / www.NurNet.Org

Dipnotlar:

1-Âl-i İmrân: 3/96-97

2-Said Nursî, Sözler, 16. Söz, 4. Şuâ

3-a.g.y, Emirdağ Lâhikası

4-a.g.y, Şuâlar