Etiket arşivi: kabe

Mekke’nin Fethi (630)

Tarih: 01 Ocak 630’da (Hicri 20 Ramazan 8)

 Fetih, “kapalı veya örtülü bir şeyi açmak” demek. İslâm’ın fetihleri, insanların kafa ve gönüllerini hakikate kapatan, onların ilâhî mesajın ışığını almasına mani olan “küfür örtüsü”dür. Miladi takvime göre 1 Ocak tarihi Mekke’nin fetih yıl dönümü. Bu vesileyle Efendimiz s.a.v.’in örnekliğinde fetihlerin en büyüğü olan Mekke’nin fethini, İslâm’ın gönülleri fethini hatırlayalım.

Mekke, alemlere rahmet olarak gönderilen eygamber Efendimiz s.a.v.’in dünyaya teşrif buyurdukları, çocukluk ve gençlik yıllarını geçirdiği şehir… Nübüvvet kitabının hem ön sözünün hem de son sözünün indirildiği, Hz. Adem a.s.’dan itibaren tevhit inancının merkezi ve müslümanların kıblesi olan Kâbe’nin de bulunduğu şehir…

Allah Rasulü s.a.v. kendisine peygamberlik vazifesi verildikten sonra önce Mekkelileri Allah’ın dinine davet etmiş, fakat onlar bunu kabul etmedikleri gibi müslüman olmaya başlayan herkese ellerinden gelen bütün eza cefayı da çektirmişlerdi. Hatta o kadar ileri gitmişlerdir ki, Rasulullah s.a.v.’i öldürme kararı almışlar, Cebrail a.s.’ın haber vermesiyle kurdukları tuzak boşa çıkmıştır.

‘Senden çıkarılmasaydım…’

Mekkeli müşriklerin bitmeyen eziyetleri sonucunda müminlerin dayanacak güçleri ve sabırları kalmayınca, Peygamber Efendimiz’in niyazıyla müminlere hicret, Mekke’yi terk etme izni verilmişti. Efendimiz s.a.v. Mekke’den çıkarılırken yaşlı gözlerle Mekke’ye dönmüş; “Ey şehir, senden çıkarılmasaydım vallahi seni terk etmezdim!” demişti.

indirHicret sonrası Mekkeliler yine boş durmadılar, Efendimiz s.a.v. ve müslümanları yok etmek için uğraştılar: Fakat Bedir’de hezimete uğradılar, Uhud’da umduklarına eremediler, Medine’ye kadar gelip Hendek bozgununu yaşadılar ve nihayetinde Hudeybiye antlaşması… Elbette bu yaşananların her biri Mekke’nin fethine zemin hazırlayan olaylardı. Ama sonuçları itibariyle diğerlerinden biraz daha önem ve farklılık arz eden Hudeybiye antlaşması olsa gerek. Zahiren bakıldığında müslümanların aleyhinde gibi görünen birçok madde vardı bu anlaşmada. Aslında Mekke’nin fethine açılan ve sonuçta İslâm’ın bütün iklimlere yayılmasına vesile olacak bir sözleşmeydi bu.

Feth’e açılan kapı: Hudeybiye

Hicretin üzerinden altı yıl geçmişti. Müminler, Efendimiz’le birlikte umre yapmayı çok istiyorlardı. Bunun üzerine Efendimiz s.a.v. Kâbe’yi ziyaret etmek isteyenlerin hazırlanmasını emretti. Hazırlıkların tamamlanmasından sonra bin beş yüz sahabi ile Mekke’ye doğru yola çıkıldı. Niyetlerinin barış olduğunu göstermek için yanlarına yolcu kılıcı denilen kılıçtan başka silah almamışlardı. Zülhuleyfe mevkiine geldiklerinde ihrama girdiler ve umre için niyet ettiler. Mekkeli müşrikler Efendimiz s.a.v.’in hareketini öğrenince toplanarak ne pahasına olursa olsun Mekke’ye girmesine izin vermemeyi kararlaştırdılar. Efendimiz s.a.v. de kan dökülmesini istemediği için Mekkelilerin bu tavrına karşılık onların teklif ettiği bir anlaşma yapıldı. Bu anlaşmanın bazı maddeleri şöyleydi:

• Müslümanlar bu yıl Mekke’ye giremeyecekler ve Kâbe’yi ziyaret edemeyecekler, gelecek yıl bu ziyareti yapabileceklerdir. Ertesi yıl ancak üç gün Mekke’de kalabilecekler, bu süre zarfında hiçbir Mekkeli onlarla görüşmeyecek.

• Kureyş’ten birisi bu arada İslâm’ı kabul eder ve müslümanlara sığınırsa, bu kişi müslümanlar tarafından kabul edilmeyecek fakat Mekke’ye iltica eden hiçbir müslüman iade edilmeyecek.

• Her iki taraf da diledikleri kabilelerle ittifak kurabilecek.

• Bu antlaşma on yıllık bir süre için geçerli olacak. Bu süre zarfında ne Kureyş müslümanlara ne de müslümanlar Kureyş’e saldıracak.

Bu anlaşma gereği Rasulullah s.a.v. sahabilerine geri dönme emrini verdi. Hem sahabeler hem de Rasulullah s.a.v. Kâbe’yi ziyaret edemememin üzüntüsü içindeydi. Ancak inen şu ayet ileride Mekke’nin fethedileceği müjdesini vermişti: “Doğrusu biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik.” (Fetih, 1)

Saldırmazlık anlaşması ile İslâm her geçen gün büyümeye başladı. Müşrikler ise İslâm’ın bütün Arabistan’a yayılmasından rahatsız oluyorlardı. Bu yüzden yavaş yavaş sulh maddelerini ihlâl etmeye başladılar. Hudeybiye Antlaşması’nın üzerinden 17-18 ay geçmişti ki, kendilerine bağlı bulunan Benî Bekr kabilesini kışkırtarak, müslüman olan Huzâalıların üzerine saldırttılar. Kendi içlerinden bazıları da bu olaya iştirak etti. Huzâa kabilesi baskına uğradıklarında namazdaydılar. Hunharca bir katliamla kimi secdede, kimi rükûda, kimi kıyamda iken şehid edildi.

Bu olayın hemen ardından Mekke’den gelen bir heyet Rasulullah s.a.v.’e daha önce fiilen bozdukları antlaşmayı resmen tek taraflı feshettiklerini söylediler. Oysa bu, müslümanları Mekke Fethi’ne davet demekti. Sonradan müşriklerin akılları başlarına geldiyse de iş işten geçmiş, sözleşme iki taraflı olarak feshedilmişti.

Kan dökmeden açılan kapı

Rasulullah s.a.v. Mekke’nin kan dökülmeden fethedilmesini istiyordu. Yine de çok hassas davranıyordu. Hassasiyeti her iki cephe için de geçerliydi.Kendi askerlerinden de Mekkelilerden de zayiat verilmesini istemiyordu. Hz. Peygamber s.a.v.’in tek arzusu Kureyş reislerinin İslâm hakikatini anlamaları idi.

Mekke’ye yaklaşıldığında Cuhfe denilen yerde amcası Hz. Abbas ile karşılaştı. Hz. Abbas r.a. müslüman olarak Medine’ye hicret ediyordu. Yanında ailesi de vardı. Efendimiz s.a.v. onları görünce sevindi ve, “Ben peygamberlerin sonuncusu olduğum gibi sen de muhacirlerin sonuncususun.” dedi. Hz. Abbas r.a. ailesini Medine’ye göndererek kendisi Rasulullah s.a.v.’in ordusuna katıldı. Dün terk ettiği Mekke’yi bugün fethetmek için yola koyulmuştu.

Bu yolculuk esnasında Rasulullah s.a.v. kendisine ilk vahiy indiği zaman Varaka b. Nevfel’le arasında geçen şu konuşmayı düşündü: Varaka şöyle demişti:

– Senin bu gördüğün, Allah Tealâ’nın Hz. Musa’ya gönderdiği Namus-i Ekber’dir (Cebrail’dir); keşke senin insanları İslâm’a davet ettiğin günlerde genç olaydım… Kavmin seni vatanından çıkaracakları zaman keşke hayatta olsam…

Bunun üzerine Rasul-i Ekrem s.a.v.:

– Onlar beni Mekke’den çıkaracaklar mı ki, diye sordu. O da:

– Evet! Zira senin gibi vahyi tebliğ etmiş bir kimse yoktur ki düşmanlığa uğramasın. Şayet senin davet günlerine yetişirsem sana son derecede yardım ederim, demişti.

İşte bu konuşmanın üzerinden 21, hicretten de sekiz sene geçtikten sonra Rasulullah s.a.v. tekrar Mekke’ye dönüyordu.

Mekkeliler hiç beklemedikleri bir anda on bin kişilik sahabe ordusunu karşılarında görünce akıl tutulması yaşamışlardı. Neye uğradıklarını şaşırdılar. Hiçbir şey yapamadılar. Herkes şimdi ne olacağını bekliyordu.
Rasulullah s.a.v. Mekke’ye girdiğinde, fethi kendisine nasip etmesinden ötürü minnet ve şükranını bildirircesine başını önüne eğiyordu.

Muhacirler ve Ensar Rasulullah s.a.v.’in dört bir yanını sarmıştı. Mescid-i Haram’a girdi. Hacer-i Esved’e doğru yöneldi ve selamladı. Sonra Kâbe’yi tavaf etti. Kâbe’nin içinde ve etrafında üç yüz altmış put bulunuyordu. Elindeki yay ile bunlara bir bir dokunuyor ve şöyle diyordu: “Hak geldi, batıl yok olup gitti. Zaten batıl her zaman yok olmaya mahkûmdur.”

Efendimiz s.a.v. tavafını bitirip Kâbe’nin kapısına geldiğinde, anahtar sorumlusu Osman b. Talha’yı çağırtarak Kâbe’yi açtırdı, içeri girdi. Önce orada bulunan putları bir kenara ittirdi. Ağaçtan yapılmış bir güvercin şeklindeki bir putu kendi elleriyle kırdı. Sonra duvarlarda melekler için çizilmiş bazı resimleri gördü. Yine duvarın bir yerinde Hz. İbrahim ile Hz. İsmail’in aleyhisselamın fal okları çekiyor halde yapılmış resimlerini gördü. “Allah bunu yapanları kahretsin! Vallahi, o ikisi hiçbir zaman fal oku çekmemişlerdir!” dedi. Ardından bütün bu resimleri sildirdi, Kâbe’yi putlardan da temizletti. Öğle namazı vakti olmuştu. Hz. Bilâl’e ezan okumasını emretti, ardından da öğle namazını kıldı.

‘Serbestsiniz!’

Mekke’ye girildikten sonra yaşanan hadiselerden en önemlilerinden birisi de Rasulullah Efendimiz s.a.v.’in yüce ahlâkının sonucu kalpleri fethetmesi olayıdır.

Herkes Kâbe’nin avlusunda toplanmıştı ve Efendimiz s.a.v.’in bundan sonra nasıl davranacağını merak ediyordu. Henüz İslâm’la müşerref olmamış binlerce Mekkeli müşriğin yanında müslüman askerler de hazır bulunuyordu. O zamanki savaş hukukuna göre O, bütün Mekke halkının öldürülmesini emredebilir, bütün Mekkelilerin varlıklarına el koyup bunu müslümanlar için ganimet malı sayabilir ve dağıtabilirdi. Efendimiz s.a.v. Kâbe’den çıktı ve insanlara şöyle bir konuşma yaptı:

“Ey Kureyş topluluğu! Muhakkak ki Allah, cahiliye gururunu, cahiliye atalarıyla övünüp büyüklenmeyi kaldırmıştır. Bütün insanlar Adem’dendir, Adem de topraktan yaratılmıştır!” Sonra şu ayeti okudu: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanışasınız diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstün olanınız, en çok sakınanınızdır. Şüphesiz ki Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdardır.” (Hucurat, 13).

Sonra şöyle buyurdu:

– Ey Kureyş topluluğu! Şimdi hakkınızda ne yapacağımı düşünüyorsunuz?

Kureyşliler hiç de hak etmedikleri bir merhameti isteyecek söz bulamayarak, utançtan başları öne düşmüş vaziyette şu cevabı verdiler:

– Sen soylu bir babanın oğlu, asil bir kimsesin. Senden hayır umarız.

Hz. Peygamber s.a.v. o zaman şöyle buyurdu:

– Ben, size Hz. Yusuf’un kardeşlerine dediğini söyleyeceğim: ‘Size bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yoktur.’ Gidin, serbestsiniz!

İşte bu genel aftan sonra kadın erkek herkes gelerek Rasulullah’a s.a.v. biat ettiler. Böylece Mekke’nin fethi tam anlamıyla tamamlanmış oldu.

Semerkand Dergisi

Elest Meclisi: Hac ve Rahmet Bendi: Kâbe

“Hem rabbın: Beni Âdemden, bellerinden zürriyyetlerini alıb da onları nefislerine karşı şâhid tutarak «rabbınız değilmiyim» diye işhad ettiği vakıt, «evet» dediler: «şâhidiz», Kıyamet günü bizim bundan haberimiz yoktu demeyesiniz.”  Elmalılı- 7:172

Lebbeyk! Allahümme Lebbeyk!

“Ey Allah’ım! Hizmetine geldim”

Emrinde! Huzurundayım! Buyurun efendim!

İhrama girerken milyon sedaların dilinden yükselen sestir.

Zaman ve tarih içinde madde ve manadan yükselen en anlamlı ifadelerdir.

Baştanbaşa ikrar! Baştanbaşa kabuldür!

Ve baştan başlangıçtan verilen söze varılan ahde vefadır.

Varlığın inanç felsefesinin en halis cümleleri en katışıksız ifadesidir:

“Lebbeyk, Allahümme lebbeyk! Lebbeyke la şerike leke lebbeyk!

İnne’l-hamde ve’n-ni’mete leke ve’l-mülk la şerike lek!”

“Allah’ım, davetine uydum, emrine amadeyim!  Senin ne eşin ve ne de ortağın var! Sana yöneldim! Bütün hamdler senin, nimetler senin ve mülk de senindir! Eşin ve ortağın yoktur!”

Mü’min ve muvahhid olabilmek: “Sen her şeyi tek başına yarattığın gibi hiçbir benzerin ve ortağında yoktur”a iman etmektir.

Allah’ım senin tek ilah olduğunu ikrar ediyor ve kulluk ve ibadet edilmeye layık tek Rabb olduğunu kabul ediyorum…

***

Kutlu beldeye giderken, yeniden “bezm-i elest” faslını yaşama şansına bahtiyarlığına ermek!

Vuslat üstüne vuslat!

Hiçbir şey yokken bütün ruhlar bir mana deryasında toplanmış, yaratılışın üstün gayesine bütün dikkatleriyle odaklanmış. Birbirine şahitlik eder: “elestü birebbiküm” (“Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”)  hitabına: “Kâlû: Belâ!” (“evet, şüphesiz sen bizim rabbimizsin.”) (Âraf, 171-172)

Bu sözler ete, kemiğe bürününce, duygularla bütünleşince bir kez daha nasıl dile gelir ve mahşeri görünüm nasıl tekrarlanırdı?  Kuvvelerin sınır bilmez istekleri karşısında kim o meclisin mana iklimini nasıl yâd edebilirdi? Ve o toplu ahenk nasıl yakalanabilirdi?

İşte o kutlu beldeye giderken, yeniden “bezm-i elest” faslı yaşanabilirdi.

Böyle bir fasılda, böyle bir halet-i ruhiye içinde olamadıysanız öyle birinin duasında bulunmakta büyük bir şans ve bahtiyarlıktır.

İlk insan âdemin her hücresine sinmiş nesiller boyu taşınan gen misali: varlığın-oluşun ahengine vurulmuş cevap.

Ve bu cevabın varlık üstünde halelenen zihinleri aydınlatan nuru. Ve bu nurun dile geldiği üstün meclis: BEZM-İ ELEST!

Bu meclisin ruhu her hac mevsiminde canlanırken hacıların ruh ve canlarında en derin ikrar ile dile gelir.

“Ben sizin Rabbiniz değil miyim” hitabı en derin kuvvetle cevabını bir kez daha bulur.: “evet!”

Öyle bir “evet” ki ucu “kal u bela” dan ebediyete gider.

Nasıl ki termal sularının üstünde buhar buhar sıcaklık yükseliyorsa Kâbe’nin üstünden dünya atmosferine ruhların heyecanından ve yüreklerden kaynayan kelimelerle dillerden gökyüzüne dualar yükselir.

Dualar! Dualar! Nefes nefes dualar!

Yerkürenin içini dolduran “mana” birikim yapıp kaynayıp sıkışmış kısmı buradan menfez bulur. Ve atmosferden semaya oradan kâinata usul usul yükselir…

Sayın İmamoğlu’nu böyle bir günün de bulmuştum. Duasına ortak olmuştum. Bu şiir de o günün ürünüydü.

                                  KÂBE “RAHMET BENDİ”NDE

 

I                                                                   II

Kâbe rahmet bendinde,                              Beni bu kez unutma,

Hacı şükür cehdinde!                                  O kapıda tek tutma!

Sen ki İmamoğlu’sun                                  Duydum sessiz geçerken.

Dua nedir bilirsin!                                       İhramını seçerken.

III                                                               IV

Bir şeyler getiriver.                                    Mekke üstünde çerağ!

Zem zem şerbetini ver.                             Mana yanarından dağ!

Bak şöyle bir buluttan,                              Püskürür nefes nefes!

Zaman üstü boyuttan!                              İlahi vahiyden ses!

V                                                              VI

Bulut bulut yükselir.                                  Sunum üstüne sunum!

Yayıldıkça yücelir,                                      Bitmiyor bu okunum!

Nefes alan her belde!                               Her şey duaya durmuş,

Okunuyor her dilde:                                  Şavkı eşyaya vurmuş.

VII                                                               VIII

Şimdi beni unutma!                                   Almışsın gülden koku!

O kapıda pek tutma.                                 Anama rahmet oku!

Duydum sessiz geçerken,                         Babama şifa dile.

İhramını seçerken!                                    Beni de an sevgiyle!

Dr. Sami Akın

moral haber

Kutsal Topraklarda Ulvi Duyguları Yaşamak

Müslüman olan her insanın kutsal toprakları görme iştiyakı vardır.Bu topraklara gitmeden önce hep o iştiyakı yaşayan birisiydim.Mübarek yerleri gördükten sonra bu özlemin boşuna olmadığını bir kez daha yaşayarak anladım.

Medine’ye varışımızla birlikte, ruhum bambaşka bir aleme gitti.Mescidi Nebevide Hz peygamberin(s.a.v) mübarek türbesinin önünden geçerken ve ona selam verirken çok farklı ve anlatılmaz duygular yaşıyorsunuz.

Orada cemaatle kıldığınız namazın bitmesini istemiyorsunuz.Okuduğunuz Kurandan çok büyük haz alıyor ve sanki kuranda geçen olayları yaşar gibi oluyorsunuz.

Bu mübarek yerde dünyanın her yerinden gelen dilleri ayrı,renkleri ayrı, memleketleri ayrı fakat aynı dine inanmış,aynı peygambere inanmış ve aynı fikriyata sahip olan insanlarla birlikte namaz kılıyorsunuz.Sağınıza bakıyorsunuz Pakistanlı,solunuza bakıyorsunuz bir İranlı,önünüzdeki bir Malezyalı ve daha yüzlerlerce farklı ırk ve milletler. Serdengeçtinin deyişiyle bu ayrılıkta gayrılık yok! Hepsi bir şeye inanmış, Allaha!.. Âlemlerin Rabbı olan Allaha, o­nun ulu Peygamberine(s.a.v).. o­nun büyük kitabına.. 

Medine de Cennet-ül bakiye,Uhud savaşının geçtiği ve Uhud dağının yanında olan Okçular tepesi,Kuba mescidi,Kıbleteyn mescidi,Hendek savaşının geçtiği ve hendeklerin bulunduğu yerde yapılan mescitleri gezerken insan bu olayların ve savaşların hayaline kapılıyor ve duygulanıyor.

Medine’deki yedi günün sonunda Hz Peygamberimizden(s.a.v)  ayrılmanın verdiği hüzün ve Allahın evi Kabe’yi görmeye niyet etmenin verdiği sevinçle Mekke’ye doğru yola çıktık.Otobüste Mekke’ye doğru giderken çöl ve kum fırtınası bana Hz Peygamberin Mekke den Medine’ye Hicret olayını hatırlattı.Şimdiki şartlarda bile bu çöldeki yolları geçerken insan zorlanıyor.Peygamberimiz hicret yolculuğunu o zor şartlarda nasıl gerçekleştirdi diye içinden geçiriyor.

Artık Mekke gözükmeye başlamıştı.İçimizi Kabe’yi görmenin heyecanı sardı.Mescidi harama giriş ve Kabe’yi ilk görüş.Çok farklı bir duygu.Acaba gerçek mi hayal mi diye içinizden geçiriyorsunuz.Evet Allahın evini görmek herkese nasip olmaz.Bu anı nasip eden Allaha binlerce şükür ediyorsunuz.

Umre ibadetini yapmak için gittiğimiz bu mübarek yerlerde arkamızda bıraktığımız.Ne aile ne çoluk çocuk hiç birisi aklımıza gelmiyor.Aklımız hep ibadet ve manevi ticaret yapmakla meşgul.Acaba ne kadar nafile namaz kılabilirim ne kadar kuran okuyabilirim düşüncesi zihninizi meşgul eder.İbadet yaptıkça daha da yapma ihtiyacı hissediyorsunuz.Ruhunuz dünyevi duygulardan uzaklaşıyor.Uhrevi bir aleme giriyor.

İhramda Kabe’yi tavaf ederken haşir gününün provasında olduğunuz hissine kapılıyorsunuz.Bu  his ile dünyanın ne kadar boş olduğunu anlıyorsunuz.Sizi Müslüman  olarak yaratan Allah’a binlerce şükrediyorsunuz.

Mekke’deki günlerimizin de sonuna geldik.Artık kutsal topraklardan ayrılacak olmanın hüznü içimize düştü.Dolu dolu bir on beş günün sonunda hüzünlü bir şekilde ve mübarek yerleri tekrar ziyaret etme iştiyakı ile manevi yönden huzurlu bir şekilde memlekete dönüş .

Evet Umre ibadeti için gittiğim kutsal topraklar da yaşadığım manevi duygularımı aktarmaya çalıştım.Anlattıklarımın yanında unuttuklarım daha çoktur.Fakat bu mübarek yerlere özlemi olan insanların haklılığına bir nebzede olsa da destek olmak için yazma ihtiyacı hissettim ve yazdım.

Allah herkese bu mübarek yerleri görmeyi nasip etsin.Selam ve dua ile…..

Hamit DERMAN

Haremeyn’in tarihi bu müzede

Mekke’deki Haremeyn-i Şerifeyn Müzesi, Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevi’nin geçirdiği aşamaları tarihî eserler üzerinden gözler önüne sererken ziyaretçilerini iki mukaddes mekanın geçmiş günlerinde yolculuğa çıkarıyor.

Kâbe, Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle ‘ilk beyt’. İbrahim Aleyhisselam ve oğlu Hazreti İsmail tarafından temelleri üzerinde ayağa kaldırıldı. Geçmişi daha da öncelere, Hazreti Adem’in tavaf ettiği Beyt-i Mamur’a uzanıyor. Mekke’nin sık sık maruz kaldığı seller sebebiyle yıkılan Kâbe, pek çok kez tamir edildi, yenilendi. Bugünkü binası 4. Murad dönemine ait. Peygamber Efendimiz (sas) zamanında Kâbe’nin etrafında boş bir alan bulunuyor, bu alanı Mekkelilerin evleri çevreliyordu. Hazreti Ömer zamanında ilk kez etrafı duvarla çevrildi, zamanla bu duvarların yerlerini kubbelerle örtülü mekânlar aldı. Harem-i Şerif avlusuna Makam-ı İbrahim, Zemzem kuyusu, dört mezhep için binalar yapıldı. Emeviler, Abbasiler, Memlükler, Osmanlılar ve Suudi Arabistan Krallığı zamanında sürekli genişlemelere ve yenilenmelere sahne olan Mescid-i Haram için dinî öneminin yanında geçen asırlar içinde önemli bir tarihî birikim meydana geldi. Aynı durum Medine’deki Mescid-i Nebevi için de geçerli. Mekke’de Hudeybiye yolu üzerinde 2004 yılında açılan Haremeyn-i Şerifeyn Müzesi, Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevi’nin geçirdiği aşamaları tarihî eserler üzerinden gözler önüne sererken ziyaretçilerini iki mukaddes mekânın geçmiş günlerinde yolculuğa çıkarıyor.

***

Kâbe sütunu

Kâbe’nin tavanını, içinde bulunan üç ahşap sütun taşıyor. Müzede yenisiyle değiştirilmiş tarihî bir sütun ile Hicri 65 yılına ait bir sütun parçası da bulunuyor.

***

Kâbe merdiveni

Anahtarı saadet asrından beri Beni Şeybe ailesi tarafından korunan Kâbe’nin kapısı belirli zamanlarda açıldığında içeriye tekerlekli bir merdiven yardımıyla giriliyor. Müzedeki Osmanlı döneminden kalma ahşap merdiven, bir sanat eseri şeklinde imal edilmiş. Abanoz ağacından yapılan üç tekerlekli merdivenin, bazı kısımları pirinçten dökülüp altınla yaldızlanmış.

***

Makam-ı İbrahim maketi

Hazreti İbrahim’in Kâbe’yi inşa ederken iskele olarak kullandığı taş, Makam-ı İbrahim adıyla anılıyor. Her tavafın ardından, Kur’an-ı Kerim’de “Makam-ı İbrahim’i namazgâh edin” ayetiyle bahsedilen bu makamın ardında iki rekat namaz kılınıyor. İbrahim Aleyhisselam’ın ayak izini barındıran taş, günümüzde kristal bir fanus ve pirinç bir kafes ile korunuyor.

***

Zemzem kuyusu

Hacılara Zemzem suyu dağıtmak Cahiliye döneminde bile ‘sikaye’ denilen önemli bir görev olarak biliniyordu. Günümüzde pompalarla çekilerek dağıtımı yapılan Zemzem, geçmişte kovalarla kuyudan çekilmekteydi. Zemzem kuyusu Suud yönetimi zamanında tavaf alanını daraltmaması için önce yer altına indirildi, daha sonra bodrum şeklindeki bu mekânın girişi de kapatıldı. Müzedeki Zemzem kuyusu Osmanlı eseri.

***

Mescid-i Nebevi Minber Kapısı

Peygamber Efendimiz (sas) ilk zamanlarda bir hurma kütüğüne dayanarak hutbe okumaktaydı. Cemaatin artması üzerine üç basamaklı bir ahşap minber yaptırıldı. Mescid-i Nebevi’nin minberi zamanla bugünkü minber formuna kavuştu. Günümüzde Medine’de bulunan minber, III. Murad tarafından yaptırıldı. Mermer minberin ilk yapılışından kalma kündekâri tarzdaki ahşap kapısı müzede korunuyor.

Ali Kahraman / Zaman Gazetesi

Dünya Kıble Günü Nedir?

Kıble, Mekke’de “Kabe” denilen kutsal bina olup, Allah’ın emri ile Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail tarafından yapılmıştır.

İstikbal-i Kıble; Namazı kıbleye yönelerek kılmaktır. Namazı kıbleye yönelerek kılmak şarttır. Mekke’de bulunan ve Kabe’yi gören kimse doğrudan doğruya Kabe’nin kendisine yönelir. Kabe’yi görmeyen kimse ise, Kabe’nin bulunduğu tarafa yönelerek namazını kılar.

Mekke şehrinin enlemi 21° 26 ‘ , boylamı 39° 49 ‘.

Güneşin arz üzerinde bakıldığında görüldüğü nokta (astronomik ifade ile deklinasyonu) her gün için değişmektedir.

Güneşin deklinasyonu;

21 Haziranda kuzey yarım küresinde +23° 27 ‘ , 21 Aralıkta güney yarım küresinde 23° 27 ‘ ‘dır.

Kıble Saati; Kabe’nin bulunduğu nokta, güneşin arz üzerinde bakıldığında görüldüğü yer ve bulunduğumuz nokta arasında oluşan küresel üçgenin trigonometrik çözümünün zaman cinsinden ifadesidir. Güneşin deklinasyonu değiştikçe kıble saatleri de günlük olarak değişmektedir.

Güneş arz üzerinde görünen seyri sırasında 28 Mayıs ve 16 Temmuz günlerinde bulunduğu yerden alınan izdüşümü Mekke‘nin tam üzerinde bulunduğundan Mekke’nin enlemi ( 21° 26 ‘ ) ile Güneşin deklinasyonu (21° 26 ‘ ) aynı olmaktadır.

Türkiye saatine göre 28 Mayıs gunu saat 12 18’de ve 16 Temmuz günü saat 12 27;’de Edirne’den Kars’a kadar kıble saatleri aynı olmaktadır.

Dünyanın değişik ülkelerinde, kendi mahalli saatlerine denk gelecek şekilde kıble saatleri değişmekle birlikte günleri değişmediğinden bu ki güne yani 28 Mayıs ve 16 Temmuz günlerine Dünya Kıble Günü denilmektedir.

diyanet.gov.tr