Etiket arşivi: kanaat

İktisat Nedir?

Balancing Money and the EarthKökeni Arapça’daki “kasd” kelimesidir.  Aşırı gitmeme, aşırı davranmama,  Tutum, tutma. Biriktirme ve  artırma gibi anlamlar ifade etmektedir.

Kırkıncı hocamız, kanaat ile iktisadi şöyle tarif eder: “Kanaat; sebeplere müracaat ettikten sonra, Allah’ın ihsan etmiş olduğu neticeye razı olmak anlamına gelirken, iktisat ise; verilen bu neticeyi yani ihsanı, tutumlu ve yerinde kullanmak anlamındadır. Tabiri yerinde ise; patronun verdiği maaşa razı olmak kanaat, o maaşı ay sonuna kadar idare edip tutumlu bir şekilde harcamak da iktisat oluyor.”

Cenab-ı Allah Ayet-i Kerime’de şöyle buyurur: “Yiyiniz, içiniz israf etmeyiniz.”  A’raf /31

Bediüzzaman, Lem’alar eserinde iktisad için şöyle diyor: “BİRİNCİ NÜKTE: Hâlık-ı Rahîm, nev-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde şükür istiyor.  İsraf ise şükre zıttır, nimete karşı hasâretli bir istihfaftır. İktisat ise, nimete karşı ticaretli bir ihtiramdır.

Evet, iktisat hem bir şükr-ü mânevî, hem nimetlerdeki rahmet-i İlâhiyeye karşı bir hürmet, hem kat’î bir surette sebeb-i bereket, hem bedene perhiz gibi bir medar-ı sıhhat, hem mânevî dilencilik zilletinden kurtaracak bir sebeb-i izzet, hem nimet içindeki lezzeti hissetmesine ve zâhiren lezzetsiz görünen nimetlerdeki lezzeti tatmasına kuvvetli bir sebeptir. İsraf ise, mezkûr hikmetlere muhalif olduğundan, vahîm neticeleri vardır.”

İsraf, boş yere mal ve ömrü sarf eder, İnsanın asıl ihtiyacı bir iki ise israf  yüzünden bunu ona ve yirmiye çıkarıyor. Böyle olunca  çoğalan ihtiyaçları karşılayacak maddi imkanları bulmakta zorlanır. İşte böyle lüzumsuz ihtiyaçları temin edemeyince de bu sefer harama girmeye başlar.

İsrafa girenlerin zafiyetinden istifade eden namussuzlar, o zafiyet içine girenlerin namus ve haysiyetlerini az bir para karşılığında satın alıyorlar. Şayet memursa rüşvetle iş yapar, amir de buna göz yumar.

Münasebetle alakalı bir vakıa:

Vakti zamanda bir Kurumun amiri, veznedarına “Yapacağın ödemelerde para küsuratını müşteriye ödeme, bu küsuratlarla dairenin ihtiyaçlarını temin ederiz,”  veznedar da “olur efendim,”demiş. Gün begüm hâsılat artınca çay-şeker alımından vazgeçilerek günlük tahsilâtı aralarında paylaşırlar. Gayri meşru yollarla elde edilen parayla helalini de kaybeden veznedar, daha da aşırıya gidilerek hem görevini, hem maneviyatını hem de aile düzeni tamamen kaybeder. Bu vakıa umman denizinden bir katredir. İşte haram yollara düşmenin birinci nedeni; israftır. İmanı zayıf olan biri, Lüks yaşayabilme sevdası için her türlü ahlaksızlığa başvurur, hem dinini hem de namus ve haysiyetini dünyanın adi zevkleri için  ayaklar altına alır.

Lezzet ve keyif helal dairesinde olmalıdır. Haram yollardan elde edilen  lezzet ve yapılan  keyif görüldüğü üzere insanı şerefinden eder. Üstad’ın ifadesi ile “Helal dairesi keyfe kâfidir, harama girmeye lüzum yoktur.” Meşru dairede insan serbest olsa da israf yapmamak gerekir. Lezzeti şükür için istemektir.

Konu israf ve iktisattan açılmış iken asıl maksat malı yerinde ve ihtiyaç sahiplerine ulaştırmak lazımdır. Bu nedenle; mübarek Kurban Bayramı’nın yaklaştığı bu günlerde, insanların genel durumunu göz önünde bulundurarak, çevremizdeki fakir ve aç insanlara yardım elimizi uzatmak ne kadar vicdana uygun düşer.  Zaten dini bayramların bir amacı da yardımlaşma, dayanışma, birlik ve beraberliği sağlamaktır. Çünkü mal da, mülk ta  imtihan ve insanlık içindir. Allah için yapılan yardımlaşmalarda hayır var, hayır da israf yoktur. Verilen mal sadaka hükmüne geçer.

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

Örnek Hayatlar: Gencin böylesi

ARABİSTAN’IN DEĞİŞİK yerlerinden kabilelerin, İslâm’ı kabul etmek üzere Medine’ye heyetler yollamaya başladığı dönemde, Benî Tucîbler de, Medine’ye geldiler. Benî Tucîb, Kinde kabilelerinden biriydi ve Yemen’de otururlardı.

Hicretin dokuzuncu yılında gelen onüç kişilik Benî Tucîb heyeti, mallarının zekatlıklarını da yanlarında sürüp getirmişlerdi.

Onların İslâm’ın emirlerine kabule peşinen hazır olduklarını gösteren bu tutumları, Peygamber Efendimizin hoşuna gitti.

Kendilerine:

“Siz hoşgeldiniz!” buyurdu ve Bilal-i Habeşî’ye misafirleri en iyi şekilde konuklayıp ağırlamasını emretti.

Benî Tucîb heyetinin:

“Yâ Rasûlallah! Allah’ın mallarımız içindeki hakkını sana sürüp getirdik!” demelerine karşılık da:

“Onları geri götürüp fakirlerinize bölüştürünüz!” buyurdu.

Benî Tucîb heyeti:

“Yâ Rasûlallah! Biz, ancak fakirlerimizden artmış olanını sana getirdik!” dediler.

Bu cevabın bildirdiği davranış inceliği ve güzelliği, Hz. Ebu Bekir’i öylesine etkilemişti ki:

“Yâ Rasûlallah!” dedi. “Arap heyetleri içinde, doğrusu, şu Tücîb heyeti gibisi yoktur!”

Peygamber Efendimiz, buna karşılık:

“Hidayet Yüce Allah’ın elindedir. Allah, hayrını dilediği kimsenin kalbini iman için açar!” buyurdu.

Tücîb oğulları heyeti, Hz. Peygamber’e birtakım şeyler sordular. Kendileri için, sordukları şeylerin cevapları yazıldı. Daha sonra, Efendimize, Kur’ân’a ve sünnete dair sorular sordular. Onlardaki bu iştiyak, Hz. Peygamberin onlara yönelik rağbet ve teveccühünü ziyadeleştirdi.

Nitekim, birkaç gün Medine’de oturduktan sonra gitmek istediklerinde, kendilerine:

“Ne diye acele ediyorsunuz?” denildi.

“Gerimizdekilerin yanlarına dönüp Resûlullah’tan gördüklerimizi, kendisine söylediklerimizi ve kendisinin bize verdiği cevapları onlara bildireceğiz!” dediler.

Peygamber Efendimizin yanına gelip vedalaştılar.

Peygamber Efendimiz onları Bilal-i Habeşî’yi gönderdi. Bilal’e de, kendilerine bahşişlerinin verilmesini emretti.

Sonra:

“Sizden, bahşiş verilmeyen kimse kaldı mı?” diye sordu.

“Evet!” dediler. “Binitlerimize bakmak üzere, yaşça en küçüğümüz olan bir genci arkamızda bırakmıştık.”

Peygamber Efendimiz:

“Onu da bize gönderin! “buyurdu.

Heyet üyeleri, binitlerinin yanına dönünce, gence:

“Resûlullah’ıın yanına git de, ondan hâcetini al! Biz ondan hâcetimizi aldık ve kendisine veda ettik!” dediler.

Benî Tücîb heyetinin genci, Peygamberimiz Aleyhisselamın yanına geldi ve:

“Yâ Rasûlallah!” dedi. “Ben, Ebzâ oğullarından bir kimseyim. Biraz önce senin yanına gelen, dileklerini yerine getirdiğin cemaattenim. Benim de dileğimi yerine getir!”

Peygamber Efendimiz, ona:

“Senin dileğin nedir?” diye sordu.

Genç:

“Yâ Rasûlallah! Benim dileğim, arkadaşlarımınki gibi değildir! Onlar İslâmiyeti özleyiciler olarak geldiler, zekatlarından sürüp getirdiklerini de getirdiler” dedikten sonra, kendi dileğini şöyle açıkladı:

Fakat sen Allah’tan bana mağfiret etmesini, beni rahmetiyle esirgemesini ve bir de kalbime zenginlik vermesini dile!”

Peygamber Efendimiz, bu dilek karşısında:

“Ey Allahım!” diye dua etti. “Ona mağfiret et ve rahmetinle esirge! Kendisinin kalbine de zenginlik ver!” diye dua etti.

Sonra da, bu dileğinden başka birşey istemediğini ima etmiş olmasına rağmen, bu gence de heyetin diğer üyeleri gibi bahşiş verilmesini emretti.

Benî Tucîb heyeti, yurtlarına, ev halklarının yanına döndüler.

Bunlardan bir cemaat, ertesi yıl hac mevsiminde Minâ’da Peygamber Efendimizle buluştu.

Bu cemaatin:

“Biz Ebzâ oğullarıyız!” diye kendilerini tanıtmaları üzerine, Hz. Peygamber:

“Geçen yıl sizinle birlikte bana gelen genç ne yapıyor?” diye sordu.

Cevap şuydu:

“Yâ Rasûlallah! Allahu Teâlânın verdiği rızka ondan daha kanaatlisini görmemişizdir. İnsanlar dünyayı aralarında bölüşecek olsalar, o genç ona göz ucuyla bile bakmaz.”

Bu gencin samimî bir kalble istediği şey karşısında Hz. Peygamber’in yaptığı duanın bereketiyle, o genç, hayatı boyunca, dünyanın kendisini aldatamadığı, Allah’ın kendisine verdiği rızka kanaatli halis bir kul olarak yaşayacaktı.

Benî Tucîblerin bildirdiğine göre, Peygamber Efendimizin vefatından sonra Yemen halkı İslâm’dan dönmeye kalktığında, bu genç kabilesine Allah’ı ve İslâm’ı anlatmaktan geri durmamış; ve onun bu gayretleri sayesinde, başka kabileler içinden nice insan irtidad ederken onun kabilesi içinden bir tek kişi bile İslâm’dan dönmemişti…

 18/11/2005

© 2013 karakalem.net, İsmail Örgen

 

Çocuklara iktisat bilinci nasıl kazandırılır?

Aile eğitimi sırasında çocuk, anne-babanın sözlerinden çok davranışlarından etkilenir. Onları taklit ederek sosyal davranışlar kazanır. Anne-baba çocuğa ahlakî davranışlar kazandırmak için her gün pekçok şey söyler, nasihatler eder. Eğer anne-baba bu sözleri ve nasihatleri günlük hayatında yaşamıyorsa, çocuğun öğrendikleri bilgi düzeyinden öteye geçmez. Çocuklar aile büyüklerinden ve öğretmenlerinden birçok şeyler duyarlar, ancak bunlardan pek azı çocuklarda tutum ve davranış değişikliğine yol açabilir. Çocuk sevgi, saygı, şefkat, yardımlaşma, işbirliği, dürüstlük, çalışkanlık, başkalarının haklarına saygı gibi sosyal ve ahlakî davranışları, okulda verilen teorik bilgilerle değil, ailede görerek ve yaşayarak kazanır.

Müslüman anne-babalar olarak, hemen hepimiz, Allah’ın “Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz” emrini biliriz. Buna rağmen bazı ailelerde nimete gereken saygı gösterilmemekte, her gün tonlarca bayat ekmek ve yemek artığı çöpe atılmaktadır. Demek bu ailelerde Allah’ın “israf etmeyiniz” emri bilgiden ibaret kalmakta, davranışlarına yansımamaktadır.

Seneler önce akrabam olan genç bir bayanı çöpe ekmek atarken görünce şöyle demiştim: “Ekmek nimettir. Neden çöpe atıyorsun? Nimete saygın yok mu?” Genç bayan, “Ne yapayım, eşim ve çocuklar bayat ekmek yemiyor” diyerek kendisini savunmuş; nimete saygısı olduğunu göstermek için de ekmeği öpüp alnına götürdükten sonra çöp kutusuna atmıştı.

Genç bayanın ekmeğe gösterdiği saygı teğet bir saygıydı, gerçek saygı değildi. Bu aile tanıdığım bir aileydi. Yemeğe “Bismillah” diyerek başlıyor, sonunda “Elhamdülillah” diyerek Allah’a şükrediyorlardı. Ancak bu besmele ve şükür gelenekten ve ezberden ibaretti. Çünkü onlar da anne ve babalarından öyle görmüşlerdi. Muhtemelen bu genç bayanın da bayat ekmeği çöpe atan bir annesi vardı. Onun kızı da ileride anne olduğu zaman aynı şeyi yapacak; bunun nimete karşı bir saygısızlık ve israf olduğunu düşünmeyecektir.

Nimetin gerçek sahibi

Müslüman anne-babalar olarak yemeğe başlarken “Bismillah”, bitirince “Elhamdülillah” deriz; çocuklarımıza da öğretiriz. Eğer bu kelimelerin ne anlama geldiğini ve niçin söylediğimizi anlayacakları bir dille açıklamazsak, çocuklar bu kelimelerin ne anlama geldiğini kavrayamaz, teğet bir dille söylemiş olurlar.

Çocuklarımızın bu kelimeleri duygusal zekâlarıyla kavramaları için şöyle bir açıklama yapılabiliriz: “Çarşıdan bir yiyecek aldığımız zaman karşılığında satıcısına para ödüyoruz. Halbuki o yiyeceklerin gerçek sahibi satıcılar değildir, Allah’tır. Acaba o yiyeceklerin gerçek sahibi olan Allah verdiği bu nimetlere karşılık bizden ne istiyor? Nimetlerin gerçek sahibi (Mün’im-i Hakiki), bizden üç şey istiyor: Zikir, şükür ve fikir. Yemeye başlarken ‘Bismillah’ (Allahım, Senin adınla başlıyorum) dememiz zikirdir. Yedikten sonra ‘Elhamdülillah’ (Allahım, verdiğin bu nimetler için Sana teşekkür ederim) dememiz şükürdür. Yerken bu nimetleri Allah’ın yarattığını, rahmetiyle binlerce canlı türünü yiyeceksiz bırakmadığını düşünmek fikirdir.

Çoğu evlerimizde çocuklara “Bismillah” ve “Elhamdülillah” (zikir ve şükür) demeyi öğretiyoruz, fakat aynı hassasiyeti fikir konusunda göstermiyoruz. Böylece Allah’ın bizden istediği üç şeyden ikisini yani zikri ve şükrü yerine getirmiş oluyoruz. Ancak yerken bu nimetin bize nasıl ulaştığını pek düşünmüyoruz ve çocuklarımızla bunu konuşmuyoruz. O zaman Allah’ın bizden istediği üçüncü şeyi yani fikri yerine getirmemiş oluyoruz. Fikir eksik olduğu için nimetin kıymetini takdir etmiyor, gereken saygıyı göstermiyoruz. Eğer nimete saygımız olsaydı, her gün tonlarca yemek artığı ve ekmek çöpe atılır mıydı?

“Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz”

Amerika’da master yaptığım yıllarda, çalıştığım üniversitenin yemek salonu açık büfe şeklindeydi. Öğrenciler ve hocalar dilediği yemekten, salatadan, meyveden veya tatlıdan dilediği kadar alabiliyordu. Yemekhanenin giriş kapısında “Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz” anlamına gelen şu yazı vardı: “Take what you need. Eat what you take.” (Yiyeceğin kadar al, aldığını da ye.)

 Bir gün aynı masada yemek yediğimiz Çinli bir arkadaşı, tabağında kalan son pirinç tanesini almaya çalışırken görünce dayanamadım; denemek için dedim ki: “Bir pirinç tanesi için neden bu kadar uğraşıyorsun? Bırak tabakta kalsın.” Çinli arkadaşın verdiği cevap çok düşündürücüydü:

 “Her Çinli bir pirinç tanesi israf etse, Çin nüfusuyla çarp bakalım kaç ton pirinç yapar? Biz kalabalık bir ülkeyiz, israf etme lüksümüz yoktur.”

 Yine denemek için dedim ki:

 “Şu anda Çin’de değil, Amerika’dasın. Tabağında bırakacağın pirinç tanesi Çin’i değil, Amerika’yı zarara uğratacaktır.” Güldü. “Amerika’yı bu şekilde zarara uğratmak onurlu bir davranış olmaz” dedi.

Çinli arkadaşı bu onurlu davranışından dolayı tebrik ettim. Bir Müslüman olarak düşüncesini paylaştığımı söyledim. Rabbimizin bu konudaki, “Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz. Çünkü Allah müsrifleri sevmez” buyruğunu açıkladım. Çok hoşuna gitti. Tam o sırada, Ürdünlü bir arkadaş tabağındaki yemek artıklarını çöp sepetine boşalttı. Bunu gören Çinli arkadaş Ürdünlüyü göstererek, “O Müslüman değil mi?” dedi.

 O kadar üzüldüm ki, ne diyeceğimi bilemedim. “Dur, bunu kendisine soralım” dedim. Ürdünlü arkadaşa seslendim. Çinli ile aramızda “nimete saygı ve israf” konusunda geçen konuşmaları aktardıktan sonra dedim ki: “Arkadaş seni yemek artıklarını çöpe dökerken görünce, ‘O Müslüman değil mi? Neden israf ediyor?’ diye sordu. Ben de bunu kendisine soralım dedim.”

Ürdünlü arkadaş Çinliye döndü. Kendinden emin bir şekilde, “Ben kendi ülkemde israf etmem. Amerika’yı sevmiyorum. Burada, ne kadar çok israf edersem Amerika’yı o kadar zarara uğratmış olurum” dedi. Çinli, “Amerika’ya kızarak davranışını değiştirmen onurlu bir düşünce değil” dedi.

 Allah’a inanmayan Çinli ile Allah’a iman etmiş Ürdünlü arasındaki bu düşünce farkı nerden kaynaklanıyordu? Şüphesiz aileden ve okuldan aldıkları eğitim farkından kaynaklanıyordu. Muhtemelen Çinli de Amerika’yı sevmiyordu. Buna rağmen tabağında kalan son pirinç tanesini dahi israf etmeyecek bir ahlaka sahipti.

Kutu

Çocuklara iktisat bilinci kazandıracak oyun

Gerekli olanlar:

Birkaç buğday tanesi

Bir kaşık un

Bir dilim ekmek

Çocuklarımıza oyunla nimetin kıymetini anla­tabilir, duygusal ve zihinsel yönden nimeti israf etmeyecek bir hassasiyet kazandırabiliriz. Oyunun adı “Bu bize nereden ve nasıl geliyor?” olsun. Oyuna temel gıdamız olduğu halde en çok israf edilen ekmekten başlayabiliriz. Oyun için, birkaç buğday tanesi, bir kaşık un ve bir dilim ekmek gerekecektir. Aynı oyunu başka günlerde sebze ve meyve türü yiyecekler için oynayabiliriz.

Bütün aile üyeleri sofra başında toplandığı için yemek sa­atleri sohbet için iyi bir fırsattır. Özellikle akşam yemekleri sohbet için oldukça uygundur. Bismillah diyerek yemeğe baş­ladıktan sonra anne veya baba (tercihen anne) çocuğa “Ye­meğini yerken benimle bir oyun oynamak ister misin?” diye­rek dikkatini çeker. Oyun çocukların en sevdiği işlerden biri olduğu için kabul edecektir. Anne eline aldığı bir dilim ekme­ği çocuğa göstererek “Söyle bakalım bu ekmek bize nereden ve nasıl geliyor?” diye oyunu başlatır. Çocuğun aklına gelen ilk cevap bakkal veya fırın olacaktır. Anne “Oraya nereden geliyor?” diyerek çocuğa yardımcı olur. Sonra birkaç buğday tanesini gösterir. “Ekmeğin temel maddesi bu gördüğün buğ­day taneleridir” der ve sorar: “Buğday nereden geliyor?” Ço­cuğa ipuçları vererek oyunu yönlendirir ve şu sonuca varıl­masını sağlar:

“Buğday taneleri çiftçi tarafından toprağa eki­lir. Toprak olmadan buğday taneleri filiz verip büyüyemez, başak veremez. Buğday tanesini de toprağı da yaratan Al­lah’tır. Çiftçinin görevi sadece buğdayı toprağa ekmektir. On­dan sonra elinden bir şey gelmez. Toprağa ekilen buğday ta­nesinin büyümesi için su (yağmur) gerekir, ısı ve ışık (gü­neş) gerekir, hava gerekir. Yağmuru, güneşi ve havayı yara­tan Allah’tır. Buğday taneleri toprakla beslenerek büyür, ba­şak verir. Bir başakta 20-30 adet buğday vardır. Çiftçi buğday başaklarını toplar, harmana getirir. Buğday tanelerini başaktan ayırır, çuvallara doldurur. Çuvalları değir­mene götürür. Değirmende buğdaylar öğütülür, un haline ge­tirilir. Un çuvallara doldurulur. Çuvallardaki unlar fırınlara götürülür. Fırıncı bir kazana un doldurur. Üzerine su döker. İyice yoğurarak hamur yapar. Hamuru küçük parçalara ayıra­rak içinde ateş yanan fırına koyar. Fırında pişen hamurlar ek­mek olur. Fırıncı pişen ekmeklerin bir kısmını raflara dizer, bir kısmını bakkala satar. Biz de gider, en yakın bakkaldan veya fırından ihtiyacımız kadar ekmek alırız.”

Oyundan çıkarılacak ders: Ekmeği çöpe attığımız zaman başta buğdayı yaratan Allah’a, sonra ekmek oluncaya kadar emeği geçen çiftçiye, değirmenciye, fırıncıya ve ekmeği satın almamız için gereken parayı kazanan babamıza saygısızlık yapmış oluruz.

Ali Çankırılı

Moral Dünyası Dergisi

Mü’min Ve Kısmet

Hakikî mutluluk ve saadetin vesilesi kadere teslim ve kısmete rızadır. Mutsuzluğun vesilesi de sıkıntı ve memnuniyetsizliktir. İlâhî takdire boyun eğmek, kader ve kısmetine razı olmak, imanın mühim bir esası ve mü’minin üstün bir vasfıdır.

İman sahibi bir mü’minde düşünce şudur: Kendisini, kendisinden önce düşünen birisi var. Onun için doğmadan ve doğduktan sonra nimetler hazırlayan ve ebedî saadetin yollarını gösteren Rabb-i Rahimi var.

İnsana bu kadar önem veren, bütün kâinatı onun emrine veren bir Yaratıcıya karşı insanın vazifesi şükür, rıza ve kanaattir. Zira insanın şikâyete de, verilen nimetlere sahip çıkmaya da hakkı yoktur. Bize ihsan edilen nimetlerin hiçbirine kendi imkânımız ve gücümüzle kavuşmadık. Bir an bize ihsan edilen bu nimetlerin vazifelerini bıraktığını düşünelim. Onları çalıştıracak, vazifelerini yaptıracak gücümüz var mı?

En büyük varlığımız olan aklımıza sahip olmak için özel bir mesaimiz var mı? Hiçbir şeyle değişemeyeceğimiz mükemmel duyularımız ve organlarımız bize verilirken herhangi bir müdahalemiz oldu mu? Hayır. Aksine, hepsini hazır bulduk. Onlar en münasip şekilde yerli yerine konurken bize sorulmadı.

Bütün bu verilen paha biçilmez âletlerin karşılıkları olan nimetler de verilmiş ki, bir işe yarasın. İşte verilen bu nimetlerin fiyatı ve karşılığı ise, bunları verene şükretmek ve teşekkürde bulunmaktır. Bunun haricindeki tavır ve şikâyetler, yâni itirazlar, bütün bunlara hakkı varmış gibi, Yaratıcıyı itham eder tarzda itiraz ve kısmete razı olmamak, insanı hakikî kulluktan çıkardığı gibi, İlâhi rahmetten de uzaklaşmasına sebep olur.

Resulullah (asm) Efendimiz şöyle buyurmaktadır: “Allah tarafından kendisine takdir edilene razı olması insanoğlunun saadetindendir. Allah tarafından hayırlı şeyi istemeyi terk etmesi ve Rabbinin kendisine takdir ettiğine (kısmetine) kırgın olması, âdemoğlunun bedbahtlığındandır.’’ (Tirmizî, Kader: 15)

Bediüzzaman Hazretleri de rıza ile alâkalı olarak şunları söylemektedir: “Madem O’nun Rububiyetine razıyız, O Rububiyeti noktasında verdiği şeye de rıza lâzım. Kaza ve kaderine itirazı işmam eden (hissettiren) bir tarzda, ’ah, of’ edip şekvâ (şikâyet) etmek bir nevî kaderi tenkittir. Rahimiyeti ittihamdır. Kaderi tenkit eden başını örse vurur kırar. Rahmeti ittiham eden, rahmetten mahrum kalır.’’ (Lem’alar, s. 10)

Sadece dünyaya bağlanıp onun için çalışan kimsenin dini işleri de nifaka döner. Allah’ın kendisine takdir ettiği malı elde eden ve dünyadan kazandıklarıyla mânevî hayatını rahatça devam ettirme niyetinde olan kimse gerçek yolu bulmuş demektir. Burada asıl olan, Allah’ın takdirine rıza göstermektir. Resûlullah Efendimiz (asm) kısmetine razı olan, Allah’ın kendisine lâyık gördüklerine kanaat eden mü’minleri dostları arasında saymıştır:

Dostlarımın içinde en çok imrendiklerim: Hâli hafif olan (bakmakla yükümlü olduğu aile fertleri az), namazın mânevî zevkinden hissesi olan, Rabbine halisâne ibadette bulunan, ona gizlilik halinde de itaat eden, insanlar içinde gizli kalan, parmakla gösterilecek kadar tanınmayan, kendisine değer verilmeyip iltifat edilmeyen mü’min. Kendisine yetecek kadar rızkı olan ve buna sabreden mü’min. Ölümü çabuk, ardından ağlayanları az ve mirası da cüz’î olan mü’min.” (İbn-i Mâce, Zühd: 4; Tirmizî, Zühd:35)

Hırs göstermeden çalışıp kanaat gösteren ve elinden geldiği kadar şükrünü edâ eden bir mü’min Allah ve Resûlü’nün (asm) dostudur. Kanaat etmeyip devamlı şekvada bulunan ve hırsa kapılan ise, nifaka düşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Yâni dinde riya durumuna düşmektir.

Şu şükür ölçüsünü mezcedersek Allah ve Resûlü’nün (asm) dostluğunu kazanırız: “Şükrün mikyası, kanaattır ve iktisattır ve rızadır ve memnuniyettir. Şükürsüzlüğün mizanı, hırstır ve israftır, hürmetsizliktir; haram ve helâl demeyip rastgeleni yemektir.’’ (Mektubat, Bediüzzaman Said Nursî, s. 341)

Kasım Ferşadoğlu / Nur Postası

Allah’ın sana ayırdığına razı ol, “insanların en zengini” olursun!

Nice insanlar vardır ki malları çoktur ama kanaat ve şükür gibi manevî duygulardan mahrum oldukları için sürekli bir doyumsuzluk içinde yaşamaktadır.

Ölüp gidince de arkalarında “paylaşılamayan”, ya da “har vurulup harman savrulan” bir servet bırakırlar. Mal zengini olarak yaşarken, amel ve sevap fakiri olarak ölürler.

Rivâyete göre Hz. Mûsâ, Allahü Teâlâ’dan:

– Hangi kulun daha zengindir? diye istifsarda bulundu. Allahu Teâlâ:

– Verdiğime en çok kanaat eden, buyurdu (Gazzâlî, İhyâ, 3/529).

Toplumda nice insanlar vardır ki, malları çoktur ama kanaat ve şükür gibi manevi duygulardan mahrum oldukları için sürekli bir doyumsuzluk içinde yaşamaktadırlar. Gözleri sürekli daha fazla maldadır. Hiç bitmeyen bir hırsla sürekli “mal” ve “daha fazla kazanma” peşinde koşarlar. Paylaşma, yardımlaşma, sadaka ve zekât gibi değerler onların semtine hiç uğramaz. Çoğu kez kendi kazandıklarından kendileri bile yeterince istifade edemezler. Ölüp gidince de arkalarında “paylaşılamayan” “paylaşmak için kavga edilen” ya da “har vurulup harman savrulan” bir servet bırakırlar. Mal zengini olarak yaşarken, amel ve sevap fakiri olarak ölürler.

Oysaki, insan için gerçek zenginlik ahiret zenginliğidir. Eğer yapılan işler ve kazanılan mal ahiret adına bir değer ifade ediyorsa kıymetlidir. Yoksa kazandığı mallar, kıyamete kadar insanın sırtında bir yük olarak kalır. Sefasını başkası çeker; sahibi ise sürekli bir ıstırap, sıkıntı ve azap çeker. Zira gözü ve kalbi aç olan kimse bütün dünyaya sahip olsa da, fakirlikten kurtulamayacaktır.

Diğer taraftan toplumda nice kıt kanaat geçinen ama “gözü tok” kimseler vardır. Bu kimselerin malları az da olsa, gönülleri zengin olduğu için, elde olanla yetinmeyi bilip şükrederler. Aslında gerçek zengin onlardır.

Hedefi ahiret olan ve Allah’ın rızasını her şeyden üstün tutan bir insan, dünyaya gereğinden fazla kıymet vermez. Servetinin hesabını bile bilmeyen nice zenginler bu dünyadan gelip geçmiştir. Hiçbirisi dünyada ebedi kalmamıştır. Peygamber Efendimiz bizleri ahiret yolcusu olmaya çağırmakta ve şöyle buyurmaktadır:

Kimin arzusu ahiret olursa, Allah onun kalbine zenginliğinden koyar ve işlerini derli toplu kılar, artık dünya ona hakîr gelmeye başlar. Kimin hedefi de dünya olursa, Allah iki gözünün arasına (dünyanın) fakirliğini koyar, işlerini de darmadağınık eder. Netice olarak, dünyadan da eline, kendisine takdir edilmiş olandan fazlası geçmez.” (Tirmizî, kıyâmet 31)

Günümüzde dünyada oldukça fakir ülkelerin yanında çok geniş imkanlara sahip halkı zengin ve müreffeh devletler de vardır. Ne var ki zengin ülkelerin ekonomileri iyi olsa da, insanları mutlu değildir. Sahip oldukları onları mutlu etmemekte, sürekli yeni fanteziler peşinde koşmaktadırlar. Afrika’daki insanlar açlıktan ölürken, bu ülkelerde intihar edip hayatını sonlandıran insan sayısı her geçen gün artmaktadır. Lükse, eğlenceye harcanan paralar ve yapılan israflarla bir ülke kendisi kadar ama fakir bir ülkeyi ihya edebilecek durumdadır.

Kanaat en büyük hazinedir

Bir insanın, Allah’ın kendisine takdir buyurduğu şeylere razı olması ancak kanaatle mümkündür. Kanaat, Müslümanlara verilmiş çok önemli bir huzur ve mutluluk formülüdür.

Günümüzde insanları mutsuz eden ve hırsa sevk eden faktörlerden biri, sürekli kendinden daha iyi konumdakilere bakmaları ve kendi durumlarını onlarla kıyas etmeleridir. Oysaki, kazanmanın ve zenginliğin insan açısından bir sınırı yoktur. Eğer bir insan bir hadiste ifade edildiği gibi bir vadi dolusu altını olsa bir ikincisini ister. Öyle ise bu yol, yani sürekli kendini daha iyi konumda olanlarla kıyaslama doğru değildir.

Özellikle her şeyden şikâyet eden ve sahip olduğu nimetlere karşı şükür vazifesi olduğunun şuurunda olmayan kimseler için, aslında şükür gerektiren ne çok şey olduğunu göstermesi bakımından, Peygamberimiz’in hayat tarzı bir ibret levhasıdır. Dünya kendisi hürmetine yaratılan Nebiler Sultanı’nın dünya karşısındaki duruşu, herkes için örnek alınması gereken bir husustur.

Yücel Erdoğan / Diyanet Haber