Etiket arşivi: milliyetçilik

Müsbet Milliyet ve Menfi Milliyetçilik

Milliyeti şöyle değerlendirirsek, her insanın fıtri olarak kendi milletini sevmesi müspet milliyettir ve güzeldir, Ama bu, başka ırk ve milletlerden olanlara düşmanlığa dönerse menfi milliyetçilik olur, dolayısıyla zararlıdır.

Cenab-ı Allah şöyle buyurmaktadır: “Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım, tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa sizi kabile kabile yaptım ki, yekdiğerinize karşı inkârla yabanî bakasınız, husumet ve adâvet edesiniz değildir.” (Hucurat Sûresi, 49:13)

Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra da, birbirinizi tanıyasınız diye milletlere ve kabilelere ayırdık.” (Hucurat Sûresi, 49:13.)

Bediüzzaman hazretleri insanlar arasında tanışmak ve yardımlaşmak ile ilgili açıklaması şöyledir:

“Şu âyet-i kerimenin işaret ettiği teârüf (tanışmak) ve teâvün (yardımlaşma) düsturunun beyanı için deriz ki: Nasıl ki bir ordu fırkalara (tümen), fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere, tâ takımlara kadar tefrik edilir. Tâ ki, her neferin muhtelif ve müteaddit münasebatı ve o münasebata göre vazifeleri tanınsın, bilinsin tâ, o ordunun efradları, düstur-u teâvün (yardımlaşma kanunu) altında hakikî bir vazife-i umumiye görsün ve hayat-ı içtimaiyeleri a’dânın (düşman) hücumundan masun (korunan) kalsın. Yoksa tefrik ve inkısam, bir bölük bir bölüğe karşı rekabet etsin, bir tabur bir tabura karşı muhasamat (karşılıklı düşmanlık besleme) etsin, bir fırka bir fırkanın aksine hareket etsin değildir.

Aynen öyle de, heyet-i içtimaiye-i İslâmiye (Müslümanların sosyal hayat yapısı) büyük bir ordudur; kabâil ve tavâife (kabile ve taife) inkısam (bölünme) edilmiş. Fakat bin bir bir birler adedince cihet-i vahdetleri (birlik yönü) var: Hâlıkları bir, Rezzakları bir, Peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitapları bir, vatanları bir, bir, bir, bir, binler kadar bir, bir… İşte bu kadar bir birler uhuvveti, muhabbeti ve vahdeti iktiza ediyorlar. Demek, kabâil ve tavâife inkısam, şu ayetin ilân ettiği gibi, teârüf (tanışma) içindir, teâvün (yardımlaşma) içindir; tenâkür (karşılıklı inkâr etme) için değil, tehâsum (düşmanlık) için değildir.

Ayette bildirilen erkek ve dişiden murat, Hz. Âdem ve Hz. Havva’dır. Bütün insanlar onların torunları durumundadır. Hz. Âdem’in aynı zamanda ilk Ayette farklı milletlere ayrılmanın hikmeti, insanların birbirlerini tanımaları olarak nazara veriliyor. Gerçekten de her milletin kendine has bazı özellikleri vardır ve bu özelliklerden hareketle bir insanın hangi millete mensup olduğunu belirlemek mümkündür. Farklı milletlere mensup olma da çatışma vesilesi değildir. İnsana kıymet kazandıran mensup olduğu ırk değil, sahip olduğu faziletlerdir. Yoksa hemen her millette hem iyiler, hem de kötüler bulunmaktadır.

Menfi Milliyetçilik: Menfi milliyetçilik fikri her devirde başrolü üstlenmiş ve devletlerin tahribine de yol açmıştır. Osmanlı’da son dönemlerinde yaşanan vahdet şuuru yerine ırkçılık cereyanına itilmesi çöküşünü hızlandırmıştır. Çünkü Devlet-i Aliye adeta kavimler haritasına dönmüştü. Başta İngiliz, Fransız ve Portekizliler olmak üzere Avrupalı tüm sömürgeciler Asya’da, Afrika’da, Hindistan ve Uzak Doğuda sömürgeleştirme faaliyetlerini bu sözde “medenileştirme” görevlerine dayandırıyorlardı. ABD’de ise ırkçılık önceleri katliam ölçüsünde yerlilere, daha sonra da siyahlara yöneldi. ABD olmak üzere tüm Avrupa ülkelerinde varlığını sürdürmekte; özellikle ırk ayırımının yasal olarak sürdüğü Güney Afrika ile İsrail’de en katı ve acımasız biçimiyle egemenliğini yürütmektedir.

Irkçılık eğilimleri İslâm dünyasında ondokuzuncu yüzyılın sonlarında canlanmaya başladı. Batılı devletlerin Osmanlı Devletinin parçalama planlarının bir parçası olarak canlandırmaya çalıştıkları bu düşünce, İttihad ve Terakki yönetiminin benimsediği ırkçı politikaların da etkisiyle ayrılıkçı hareketleri besledi. Osmanlı Devletinin parçalanmasından sonra oluşan birçok yeni devlet gibi Türkiye Cumhuriyeti de ırkçılıktan önemli ölçüde etkilendi. Özellikle Fransız ihtilalından sonra hızla yayılan menfi milliyetçilik rüzgârları, Osmanlı içinde yaşayan farklı milliyetlerin kan bağına dayalı milliyetçilik heveslerini harekete geçirerek, büyük birlikteliğin dağılması sürecinin başlamasına sebep olmuştur. Zira İmparatorlukların dağılması uluslaşma sürecini de meydana getirmiş.

Görüldüğü üzere hilekâr ve aldatıcı Avrupa zalimleri Müslümanlar arasına bu menfi milliyetçiliği sızdırıp ta ki parçalayıp onları yutsunlar. Menfi milliyetçilik emeli taşıyanlar hele güçlü sayılan ırkların diğer ırkların üzerinde egemenlik kurma ve sömürme girişimlerinde meşrulaştırıcı bir gerekçe olarak kullanıldı, ezilen kesim ise karşıdakine müteyakkız yani dikkatli ve uyanık olmaya meylettirdi, o da fırsatını kollar ne zaman imkân elline geçerse o zaman kin ve nefret duygusunu muzaaf bir şekilde gösterir. İşte Menfi milliyetçilik, ırkçılık tarzında bir yaklaşımdır. Bu tarz milliyetçilikte kendi ırkından olanları üstün görmek vardır. Bu fikirde olanlar, kendi ırklarından olanları, haksız bile olsalar başkalarına tercih ederler. Başkasını yutmakla beslenmek, menfi milliyetçiliğin en belirgin özelliğidir.

İnsan, yaratılışı gereği kendi akrabalarına daha bir yakınlık duyabilir. Mensup olduğu milleti diğer milletlerden daha fazla sevmesi de bu yakınlığın bir gereği olabilir. Bunda bir problem söz konusu olamaz. Ama bazıları kendi kabile ve milletini sevme duygusunu, başka kabile ve milletlere düşman olmak şekline getirirse, problemler işte o zaman başlar. Birinci hâl gayet normaldir, ama ikinci hâl zararlıdır. Örneğin bir insanın benimsemiş olduğu partiyi desteklemesi gayet normaldir. Ama bu, benim partimden olanlar iyi diğerleri kötü şekline gelirse çok ciddi problemleri de beraberinde getirir. İnsan, insaflı olmalıdır. Kendi milletinden olanların bazen haksız olabileceğini kabul etmeli, bizden olanlar daima haklıdır gibi genellemelerden kaçınmalıdır.

Bediüzzaman, “menfi fikr-i milliyet’ dediği şey, ırkçılıktır. Irkçı olmayan milliyet ise, ‘müsbet milliyet sınıfına girmektedir!” “milliyet” tanımı ile kasdı budur. Nitekim, sık sık “Milliyetimiz de yalnız “müspet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti”dir” diyerek bunu vurgulamaktadır.

Hadis-i şerifte ferman etmiş:

İslam, Câhiliyetten kalma ırkçılık ve kabileciliği ortadan kaldırmıştır. Müslüman olduktan sonra, Habeşli bir köle ile Kureyşli bir efendi arasında hiçbir fark yoktur“.  Bu ibare, İslâmiyet öncesi câhiliye âdetlerine dönmekten meneden hadislerden iktibas edilmiştir. Bu mevzuda birçok hadis-i şerif rivayet edilmiştir. Bunlardan birisi şöyledir: “İslâm dini, kendinden önceki bâtıl olan fiil, hareket, âdet ve inanışları keser, kaldırır.” Buharî,

Kâfirler, kalplerine cahiliyet taassubundan (körü körüne bağlılık) ibaret olan o gayreti yerleştirdiklerinde, Allah, Resulünün ve mü’minlerin üzerine sükûnet ve emniyetini indirdi ve onlara takvada ve sözlerine bağlılıkta sebat verdi. Zaten onlar buna lâyık ve ehil kimselerdi. Allah ise her şeyi hakkıyla bilir.” Fetih Sûresi, 48:26.

İşte şu hadîs-i şerif, şu âyet-i kerime, kat’î bir surette menfi bir milliyeti ve fikr-i unsuriyeti kabul etmiyorlar. Çünkü müsbet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti ona ihtiyaç bırakmıyor.

Netice itibariyle, menfi milliyetçiliğin tarihin ispatiyle çok zararları görülmüştür. Örneğin Emeviler, fikr-i milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için hem İslam âlemini küstürdüler, hem de kendileri çok zarar gördüler. İşte menfi milliyetçiliğin neticesi görüldüğü üzere tahriptir, yıkımdır ve felakettir. “Dil, din bir ise millet birdir.” Madem öyledir. Hakikî unsuriyete değil, belki dil, din, vatan münasebatına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dâhildir.

Müsbet milliyet: Buda toplumsal hayatın ihtiyacı dâhilinde meydana gelmektedir. Bireyler, kavimler, cemaatler hatta devletler kendi aralarında yardımlaşma ve dayanışmayı gerektiren faydalı bir kuvvet ve önemli bir ihtiyaçtır. İslam kardeşliğine bir vasıtadır. Ancak İslam milliyeti, İslamiyet’e hizmetkâr olmalı, kal’a ve zırh olmalıdır. Müsbet milliyet, her insanın kendi milletinden olanlara sahip çıkması, onların problemlerini çözmek için gayret göstermesidir. Bu tarz milliyet, diğer milletlerin inkârı ve kötülenmesi değildir, kişinin kendi akrabalarıyla daha yoğun münasebet içinde olması gibi, kendi milletinden olanlarla daha yoğun bir teşrik-i mesai yapması vardır.

Bu ifadelerden anlaşıldığı üzere “milliyetçi”lik için müspet bir kullanım söz konusu değildir. Bununla birlikte, her nasılsa, Risale-i Nur’un milliyetçiliği ikiye ayırdığı, menfî milliyetçiliğe karşı olup müsbet milliyetçiliği tasvip ettiği şeklinde genel bir hüküm çıkarılmıştır. Aslında “müspet milliyetçilik” değil, söz konusu “müspet milliyet”tir. Bununla da hususan “müspet ve mukaddes İslamiyet milliyeti” kast edilmektedir. Görüldüğü üzere Risale-i Nur, “İslâm milliyetçiliği” dahi önermemektedir. Maharetçe geri bir Müslüman saatçi yerine, mahir bir Rum veya Ermeni saatçiyi tercih gibi, “Emaneti ehline tevdi edin” İlâhî emrine dayanan hakkaniyetli bir tavrı desteklemektedir.

Bediüzzaman diyor ki: “İslâmiyetin verdiği uhuvvet içinde bin uhuvvet var; âlem-i bekàda ve âlem-i berzahta o uhuvvet bâki kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavî olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine ikame etmek, aynı kal’anın taşlarını kal’anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev’inden ahmakane bir cinayettir.

İşte, ey ehl-i Kur’ân olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin senedir Kur’ân-ı Hakîmin bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’ân’ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’ân’a ve İslâmiyete kal’a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehâcümâtı def ettiniz. Tâ ”Allah öyle bir topluluk getirecektir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler ve Allah yolunda cihad ederler.” Mâide Sûresi, 5:54.

âyetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi Avrupa’nın ve frenk-meşrep münafıkların desiselerine uyup şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız.

CÂ-YI DİKKAT BİR HAL: Türk milleti anâsır-ı İslâmiye (Müslüman unsurlar, milletler) içinde en kesretli (çokluk) olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır. Sair unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam (bölünme) etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi). Hâlbuki küçük unsurlarda dahi hem müslim ve hem de gayr-ı müslim var.

Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et. Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş; ondan kàbil-i tefrik değil. Tefrik etsen, mahvsın. Bütün senin mazideki mefâhirin (övünülecek şeyler) İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefâhiri kalbinden silme.”(26 mektup/3.mebhas)

Elhasıl, Bediüzzaman’ın dediği gibi:”Milletimiz bir vücuttur. Ruhu İslamiyet, aklı Kur’an ve İmandır.

Rahmet-i İlâhiyeden ümit kesilmez. Çünkü, Cenâb-ı Hak, bin seneden beri Kur’ân’ın hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayraktar tayin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatini, muvakkat arızalarla inşaallah perişan etmez. Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini idame ettirir.”

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

Kamu Yöneticisi

www.NurNet.org

Günümüz Sorunlarına Çözümler : Milliyetçilik

İslam tarihinde bilindiği gibi ilk milleyitçilik hareketi Emeviler döneminde başlamış ve çok acı neticeler verdirmiştir. Fakat; asıl meselemizi ilgilendiren milleyetçilik ise, 1719 Fransız ihtilali ile başlamıştır. Ve Avrupa’da dalga dalga yayılıp, Avrupa devletlerinde uzun süre savaşlara neden olup 1. dünya savaşı gibi umumi bir felakete sebep olmuştur. Hoşgörü ve adaletin hakim olduğu Osmanlı Devleti 30 civarında milleti 6 asır bünyesinde barındırmış ve idare etmiştir. Avrupa’nın dessas zalimleri dışardan bir türlü yıkamadıkları Osmanlı Devleti’ni ırkçılık taunuyla zamanla yıkmayı başarmışlardır.

İlim ve irfan abidesi olan Bediüzzüman bütün ömrü boyunca asrımızdaki iman hastalığının tedavisi için çalıştığı gibi bu milliyetçilik illetinin de çaresi için müminler arasında uhuvvet ve muhabbetin tesisine bütün ruh-u canıyla çalışmış ve birliğimizi bozan milliyetçilik fikrinin Avrupa’dan geldiğini şöyle ifade eder:

“Fikr-i milliyet şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan Avrupa dessas zalimleri bunu İslamlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar. Ta ki parçalayıp onları yutsunlar.” (Mektubat 298)

Ve demiş ki: “Ben, ‘El islamiyetu cebetil asabiyetel cahiliyete’ ferman-ı kat’isiyle, eski zamandan beri menfi milliyet ve unsuriyet perverliğe, Avrupa’nın bir nevi Frenk illeti olduğundan, bir zehr-i katil nazariyle bakmışım. Ve Avrupa o Frenk illitini İslam içine atmış; ta tefrika versin, parçalansın, yutmasına hazır olsun.” (Mektubat 59).

Kısacası, ırkçılık bütün güzel hasletleri yıkar, muzır hasletlerin türemesine sebep olur. Bediüzzaman, tüm milliyetçilik hareketlerine karşı sergilediği temel ilke, İslam toplumunun birliği, beraberliği ve rahatıdır. Ve hayatı boyunca müsbet hareket tarzıyla buna çalışmıştır. Yanlış olarak gördüğü idarecileri de ikaz etmiştir. Dahilde silahla mücadele yolunu kapatıp anarşiye sebebiyet verecek her türlü yolu engelleyip asayişi muhafazaya çalışmıştır.

Hatta bir gün on kadar aşiret reisi Bediüzzaman’a gelerek Şeyh Said’in yanında olduklarını ve ona iştirak etmek istediklerini söylediklerinde, Bediüzzaman onlara şiddetle karşı çıkmıştır. Dinimizde Müslümanların birlik ve beraberliğini bozacak ve harici düşmanlara karşı kuvvetlerini kıracak hiçbir dahili isyana yer olmadığını izah etmiştir. Ve bu tür girişimlerin arkasında ecnebi parmağının olabileceğini hatırlatmıştır. Aşiret reislerini ikna edip vazgeçirmiştir.

Yine Bediüzzaman uhuvvet risalesi adlı kitabında, mümine karşı kin ve düşmanlık yapmanın çok büyük bir zulüm olduğunu şöyle ifade eder: “Ey insafsız adam, şimdi bak ki, mümin kardeşine kin ve adavet ne kadar zulümdür. Çünkü nasıl ki sen adi küçük taşları Kabeden daha ehemmiyetli ve Cebel-i Uhuttan daha büyük desen, çirkin bir akılsızlık edersin. Aynen öylede; Kabe hürmetinde olan iman ve Cebeli Uhut azametinde olan İslamiyet gibi çok evsaf-ı islamiyeye muhabbeti ve ittifakı istediği halde, mümine karşı adavete sebebiyet veren ve adi taşlar hükmünde olan bazı kusuratı iman ve İslamiyete tercih etmek o derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük zulüm olduğunu aklın varsı anlarsın.” (Mektubat 65)

Evet, birlik ve beraberliğimizi iktiza eden sebepler yüzlerdir, ayrılığımıza ise birdir. Mesala, Allah’ımız bir, dinimiz bir, kıblemiz bir, peygamberimiz bir, binlerce bir bir birliğimizi gerektirdiği halde, sırf unsuriyetperverlik fikriyle ona karşı cephe almak, düşman nazırıyla bakmak ne derece büyük bir zulüm olduğunu aklı olan, vicdanı sönmeyen herkes anlar.

Mehmet Naci Sonmez

www.NurNet.org

 

Mehmet Akif ve Bediüzzaman

BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ VE MEHMED AKİF ERSOY

Bediüzzaman ve M.Akif iki güzel insan. Bu gönüldaşlar,  âlem-i İslam da gördükleri hastalıkları bedenlerinde hissetmiş ve tedavi çarelerini düşünmüş iki Lokman hekim…

Şan, şöhret ve makamdan kaçmış mütevazi ve alçak gönüllülükte hüsn-ü misal olmuş, hakikatı haykırmada hiç kimseden korkmamış iki  büyük kahraman…

Milletimize fikir ve manevi sahada öncülük etmiş değerleri hayattayken anlaşılamamış, fakat onlar doğruluğuna inandıkları her konuda taviz vermeden hayatlarını geçirmiş milletimizin en zor anlarında ümit kaynağı olmuş kıymetli simalaramızdandır.

İnsan gerek Risale-i Nur’ları gerekse Safahat’ı okurken aynı duyguları hissediyor ve aynı mesajları alıyor. En azından ben bu hissiyata sahip oluyorum. Aşağıda yazacağımız örneklerde sizlerinde aynı şekilde düşüneceğiniz kanaatindeyim. Çünkü bu iki değer, yaşadıkları devirde dine ve manevi değerlere olan lakaytlığa şahit olmuş bundan son derece endişe duyarak Kur’an’a müracaat etmişlerdir. M.Akif bunu;

Kur’an’dan alarak ilhamı

Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı

beytini kaleme almasına sebep olurken, sanki bu çağrıyı duyan Bediüzzaman da külliyatındaki bütün hakikatleri Kur’an’dan alarak Kur’an’ı;

“Şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi.. ve âyât-i tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi.. ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri… Ve zeminde ve gökte gizli Esmâ-i İlahiyenin mânevî Hazînelerinin keşşâfı.. ve sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakaikın miftahı.. ve şu İslâmiyet âlem-i mânevîsinin güneşi, temeli, hendesesi.. ve avalim-i uhreviyenin mukaddes haritası… ve insana hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubûdiyet, hem bir kitab-ı emir ve davet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem bütün insanın bütün hâcât-ı mâneviyesine merci’ olacak çok kitabları tâzammun eden tek, câmi’ bir KİTAB-I MUKADDES.” olduğunu muazzam bir tarifle ifade etmiştir.

Bizim en ciddi meselelerimizden olan milliyetçilik konusunda Bediüzzaman müstakil bir risale kaleme almıştır. O yazdığı risalede milliyet fikrini müsbet ve menfi olmak üzere ikiye ayırarak ayet ve hadislerin kesin bir şekilde, menfi milliyeti ve fikr-i unsuriyeti kabul etmediğini, müsbet ve mukaddes İslamiyet milliyetinin, ona ihtiyaç bırakmadığını ifade etmiştir. “ Evet, acaba hangi unsur var ki, üç yüz elli milyon vardır? Ve o İslâmiyet yerine o unsuriyet fikri, fikir sahibine o kadar kardeşleri, hem ebedî kardeşleri kazandırsın? Evet, menfi milliyetin tarihçe pek çok zararları görülmüş. Ezcümle, Emevîler, bir parça fikr-i milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için, hem âlem-i İslâmı küstürdüler, hem kendileri de çok felâketler çektiler. Hem Avrupa milletleri şu asırda unsuriyet fikrini çok ileri sürdükleri için, Fransız ve Almanın çok şeâmetli ebedî adâvetlerinden başka, Harb-i Umumîdeki hâdisât-ı müthişe dahi, menfi milliyetin nev-i beşere ne kadar zararlı olduğunu gösterdi.” diyen Bediüzzaman İslam dünyasında Emevileri ve Avrupa’da da Fransız ve Almanları tarihte örnek göstererek bu fikrin geçmişte çok ağır ve elim neticeler verdiğini müşahhas örneklerle ortaya koymuştur.

Aynı şekilde M.Akif Safahat’ta sanki  Bediüzzaman’ın nesir olarak ifade ettiklerini manzum olarak bakın nasıl terennüm etmiştir.

Hani milliyetin İslam idi… Kavmiyyet ne!

Sarılıp sımsıkı dursaydı a milliyetine.

“Arnavutluk” ne demek? Var mı şeriatte  yeri?

Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri!

Arap’ın Türk’e; Laz’ın Çerkez’e, yahut Kürt’e

Acem’in Çinli’ye rüçhanı mı varmış? Nerde!

Müslümanlıkta “anâsır”mı  olurmuş? Ne gezer!

Fikr-i milliyeti tel’in ediyor Peygamber

En büyük düşmanıdır rȗh-ı Nebi tefrikanın;

Adı batsın onu İslama sokan kaltabanın!

Şu senin akıbetin bin bu kadar yıl evvel.

Sana söylenmiş iken doğru mudur şimdi cedel?

diyerek menfi milliyetin  zararlarını adeta ruhunda hissederek mezkȗr beyitleri kaleme almıştır.

Bunun yanında Bediüzzaman bizim en büyük düşmanımızın cehalet, zaruret ve üçüncü olarakta ihtilaf’ı saymıştır.

Fikirlerini hiç kimseden çekinmeden anlatan bu iki mümtaz şahsiyet  dinlenilmediği vakit veya anlaşılamadığı zamanlarda da aynı duyguları paylaşmıştır. Mesela Bediüzzaman şarktaki aşiret reisleriyle olan muhavere ve münazaralarında o yüksek fikirleri idrak edilmediği vakit ;

Ey muhataplarım! Ben çok bağırıyorum. Zira asr-ı sâlis-i aşrın (yani on üçüncü asrın) minaresinin başında durmuşum; sureten medenî ve dinde lâkayt ve fikren mazinin en derin derelerinde olanları camiye dâvet ediyorum.

İşte ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslâmiyeti bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz. Tâ ki, hakikat-i İslâmiyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temevvüc-sâz edecek olan nesl-i cedid gelsin! derken

M.Akif’te benzer şekilde sözleri anlaşılmadığında;

-Siz, ey heyakil-i bȋ-ruhu devr-i mazinin

Dikilmeyin yoluna kârbân-ı âtinin

Nedir tarȋkını kesmekte böyle isti’cal?

Durun, ilerlesin Allah için şu istikbal

Yani; Ey mazi devrinin ruhsuz heykelleri

Gelecek kervanın yoluna dikilmeyin

Yolunu kesmekte acele etmek nedir?

Allah için durun şu istikbal ilerlesin demiştir.

Hülasa edecek olursak Bedizzaman Said Nursi ve Mehmet Akif Ersoy soysal hayatta gördükleri eksiklerin temel sebebini İslami esaslardan ayrılmaktan kaynaklandığını düşünürler. Zira Bediüzzaman ve Akif milletin hastalığının kaynağını za’f-ı diyanete(dini hassasiyetlerde zayıflamaya) bağlarlar. Bu duygu ve düşünceyle halka güven verip harekete geçirmek için bazı ayet ve hadisleri Bediüzzaman nesir olarak Akif’te manzum olarak asrın idrakine uygun şekilde yorumlaya çalışmışlardır. Yukarda mezkur olunan misaller bu ortak düşüncenin bir-iki örnekleri nevindendir.

Hamiyet sahibi bu iki kahraman simanın eserleri okunduğunda hep aynı dertle dertlendiklerine şahit olacaksınız…

Ahmet Gözütok

www.nurnet.org

Menfi Milliyetçilik – Irkçılık (Video)

Menfi milliyetçiliğin (ırkçılığın) damarlara işlediğinde ne kadar kötü sonuçlar doğurabileceğini gösteren bir video.

Sorulan sorular ve cevapları:

  • Irkçılık ve Milliyetçilik Islam’da yasak mı? Ruhun ırkı var mıdır?
  • MİLLİYETÇİLİK, ırkçılık nedir?
  • Milliyetçilik, ırkçılık hakkında bilgi verir misiniz? Kendi milletimi diğer milletlerden daha fazla sevmem caiz midir?
  • Bediüzzaman’ın ırkçılığa bakışı nasıldır?
  • Irkçılık Ve Milliyetçilik İle İlgili Hadisler

    Irkçılığa (asabiyyeye) çağıran Bizden değildir; ırkçılık için savaşan Bizden değildir; ırkçılık üzere, asabiyye uğruna ölen Bizden değildir.” (Müslim, İmâre 53, 57, hadis no: 1850; Ebû Dâvud, Edeb 121; İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3948; Nesâî, Tahrim 27, 28)

    “Asabiyet (kavmiyetçilik) dâvâsına kalkan, onu yaymaya çalışan, bu dâvâ yolunda mücâdeleye girişen Bizden değildir.” (Ebû Dâvud, Edeb 112)

    Vasîle bin el-Eskâ (r.a.) anlatıyor: “Ben, ‘Yâ Rasûlallah! Adamın kendi kavmine bir zulüm üzerine yardım etmesi asabiyetten (ırkçılıktan) mıdır?’ diye sordum. Hz. Peygamber (s.a.s.): “Evet” buyurdu.” (İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3949; Ebû Dâvud, Edeb 121, hadis no: 5119; Ahmed bin Hanbel, 4/107, 160)

    Rasûlullah (s.a.s.)’a soruldu: “Kişinin soyunu, sülâlesini (kavmini, ulusunu) sevmesi asabiyet (kavmiyetçilik, ırkçılık) sayılır mı?” Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: “Hayır. Lâkin kişinin kavmine zulümde yardımcı olması asabiyettir/kavmiyetçiliktir.”(Ahmed bin Hanbel, 4/107, 160; İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3949)
    “Zulüm ve haksızlıkta kavmine yardıma kalkışan kişi, kuyuya düşmüş deveyi kuyruğundan tutup çıkarmaya çalışan gibidir.” (Ebû Dâvud, Edeb 113, 121, hadis no: 5117)

    “Kim kâfir olan dokuz atasını onlarla izzet ve şeref kazanmak düşüncesiyle sayarsa, cehennemde onların onuncusu olur.” (Ahmed bin Hanbel, 5/128)

    “Bir kısım insanlar vardır ki, cehennem kömüründen başka bir şey olmayan adamlarla iftihar ederler, övünürler. İşte bunlar ya bu övünmeden vazgeçerler, ya da Allah nezdinde, pisliği burunlarıyla yuvarlayan pislik böceklerinden daha değersiz olurlar.” (Ahmed bin Hanbel, 2/524; Ebû Dâvud, Edeb 111)

    “Aziz ve Celil olan Allah sizden câhiliyye devrinin kabalığını ve babalarla övünmeyi gidermiştir. Mü’ min olan, takvâ sahibidir. Kâfir olan ise şakîdir. Siz, Âdem’in çocuklarısınız. Âdem de topraktan yaratılmıştır. Bazı adamlar, (kâfir olarak ölen) kavimleriyle övünmeyi terketsinler. Çünkü onlar cehennemin kömüründen bir kömürdürler, yahut onlar, Allah indinde burnu ile pislik yuvarlayan pislik böceğinden daha aşağıdırlar.” (Ebû Dâvud, Edeb 120, hadis no: 5116)

    “Müslüman cemaatten ayrılan ve itaat yolunu terketmiş olarak ölen kimsenin ölümü, câhiliyye ölümüdür. Ümmetime karşı harekete geçerek mü’minin imanına saygı duymaksızın ve sözleşmeli bulunduğu kimseye karşı olan ahdine vefâ göstermeksizin suçlusuyla suçsuzuyla bütün ümmetimi vurmaya kalkışan kimse Benim ümmetimden değildir. Asabiyet/ırkçılık duygusuyla öfkelenen, asabiyet uğruna savaşırken yahut ırkçılık dâvâsı güderken körü körüne açılmış bir bayrak altında ölen kimsenin ölümü câhiliyye ölümüdür.” (Müslim, İmâre 57; Nesâî, Tahrim 27; İbn Mâce, Fiten 7; Ahmed bin Hanbel, 2/306, 488.

    “Kim hevâsına uyarak bâtıl yolda cenkeder, kavmiyetçiliğe (asabiyet) çağrıda bulunur veya kavmiyetçiliğin sevkiyle öfke ve tehevvüre kapılırsa, câhiliyye ölümü üzere (kâfir olarak) ölür.” (İbn Mâce, Fiten 7)

    “Bir kimseyi ameli geri bırakmışsa, nesebi, soyu onu kurtaramaz, yükseltemez, ilerletemez.” (İbn Mâce, Mukaddime 17, hadis no: 225)

    “Allah indinde en şerefliniz takvâca en ileri olanınızdır. Arabın Arap olmayan (acem) üzerine bir üstünlüğü yoktur. Arap olmayanın da Arap üzerine bir üstünlüğü yoktur. Siyah derili olanın beyaz derili üzerine bir üstünlüğü yoktur, beyazın da siyah derili üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük sadece takvâ iledir.” (Cem’u’l-Fevâid, 1/510, hadis no: 3632)

    Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:

    “Yedi sınıf insan vardır ki, Allah, Kıyamet gününde, kendi gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı zamanda, onları kendi gölgesinde gölgelendirecektir:

    1- Adaletli davranan yönetici.

    2- Allaha ibadet ederek büyüyüp yetişen genç.

    3- Çıkıp dönünceye kadar kalbi mescide bağlı olan kişi.

    4- Buluştuklarında da, ayrıldıklarında da Allah sevgisinde birleşip, birbirini seven iki kişi.

    5- Alımlı bir kadın kendisini sevişmeye davet edince, “Ben âlemlerin Rabbi olan Allahtan korkarım,” diyen namuslu kişi.

    6- Sağ elinin verdiğini sol eli bilemiyecek derecede yardımını gizli yapan insan.

    7- Issız yerde Allahı anıp da gözleri dolu dolu olan kişi.”

    Ebû Hureyre radıyallahu anh. Buhârî.