Etiket arşivi: Muhammed Numan Özel

Prensiplerimizden Vazgeçmemeliyiz!

Prensiplerimizden Vazgeçmemeliyiz!

“Bu âhirzaman fitnesinde, açlık ehemmiyetli bir rol oynayacak. Onunla ehl-i dalalet, bîçare aç ehl-i imanı derd-i maişet içinde boğdurup, hissiyat-ı diniyeyi ya unutturup, ya ikinci, üçüncü derecede bırakmağa çalışacak..”[1]

Ahir zamanda olduğumuz alenidir. Hatta neredeyse alamet-i ekber kaldı sadece. Yani güneşin batıdan çıkması kaldı. Bunun garbdan tulu’ meselesi ise İslamiyet garbda inkişaf etmesidir. Diğeri de zahir manadır.

Ahir zaman denmesinin sebebi ise; eski zamanlarda bir insanın ömrünce işlediği günahları ve haramları bugün bir insan rahatlıkla işleyebilecek bir potansiyele sahip olması ve eskide dünyanın genelinde işlenen günah ve zulümlerin bugün bir mahallede işlenebilir bir hale gelmiş olmasındandır.

Aslında dünya veya zaman kötü değil. Zaman içinde insanlar nefs-i emaresini havalandırıp adeta             “fetret derecesinde din ve din-i Muhammedî’ye (A.S.M.) bir lâkaydlık perdesi”[2] gelmiş olması neticesinde hevalarını ilahlaştırıp onlara secde eder derekeye inmiş olmasından tezahür etmiştir. Nefsi-i emmarenin de maddi olarak tatminsiz olması neticesinde hayat süresi insanlar için bir yarış atı gibi koşturmak ve mücahede etmek gibi bir şey olmuştur.

            Dünyayı taabbudi bir mertebeye getirmek ise “lâkaydlık perdesi”[3]ni insanlar üzerine bir battaniye gibi sermiş ve bu uyuşukluk da gafleti ve ülfeti netice vermiştir. Okunanlar sadece okunan metinde kalıyor. Yani okunan başka tatbikat başka oluyor.

Sekülerizm; toplumda ahiretten ve diğer dini ruhani meselelerden ziyade dünya hayatına odaklanılması yönündeki hareket olarak tarif edilmektedir. Müslümanlar materyalizmle 19.yy. karşılaştılar ve koca devletler materyalizmin şövalyesi oldular. Rusya ve Çin gibi.. Hatta Türkiye de bir ara meyletti materyalizme.

Materyalizm fikri olarak çökmesine ve şövalyelerinin yok olmasına karşın insanlık fikrî olarak menfaat üzerine endeksli bir hayata teveccüh ettiler. Ve sekülerizmin ellerinde birer kukla olarak kendilerini buldular. Her yapılan şeyde menfaat ve fayda gözetleyip hayat kar ve zarar dengesi üzerine konuldu. Müslümanların şuurlu davranmayanları ise adeta lâ dini yani dinsizcesine bir lâkaydlıkla hayatı bütün “dehşetli vicdan azablarıyla ve dünya hayatının bütün bütün fâni ve muvakkat olması ve medeniyet fantaziyelerinin aldatıcı ve uyutucu olduğu..”[4] bilmesine rağmen gaflet  hayatı “batn ve fercin hizmetine..”[5] münhasır zannederek hayvancasına, dinsizcesine bir derekeye indirdi. “Deccal’ın yalancı Cennet’i ise, medeniyetin cazibedar lehviyatı ve fantaziyeleridir.”[6] sözünün insanlık kuvve-i şeheviye ve gazabiyesiyle imza attı. Bir ürünün reklamında en küçük şeyin teşhirinde bile teşhir malzemesi olarak gelincik çiçeklerimiz olan taife-i nisa kullanılır hale geldi. Hal böyle olup kuvve-i şeheviye ve gadabiye ise ifrata girip insanların istikameti batın ve ferç oldu. “mütemadiyen ehl-i dalalet nazar-ı dikkati şu fâni hayata celb ede ede..[7]ehl-i ahiret olan insanlarda da var olan nefsin sesini dinlemeye sevketmiştir. “Şu asırda ehl-i dalalet eneye binmiş, dalalet vâdilerinde koşuyor.[8] Binaenaleyh ehl-i hak ve ehl-i sünnet vel cemaat olan insanlar ehl-i dalaletin kamyonlarla dalalete sevkiyatından her vesileyle uzak durmak gayreti içerisinde olmalıdır. En azından gayret etmelidir. Bu sebeple de salih veya müttaki olarak bildiği insanlarla daha fazla zaman geçirmelidir ki “zaîf şeyler içtima’ ettikçe kuvvetleşir. İncecik ipler topak yapılsa, kuvvetli halat olur. Kuvvetli halatlar topak yapılsa, kimse koparamaz.[9] bu misal hayatında tezahür etsin.

 Hayatında gayesi Hakaik-i imaniye ve Kur’aniye olanların hayatlarında “Hakaik-i imaniye, her şeyden evvel bu zamanda en birinci maksad olmak ve sair şeyler ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalmak ve Risale-i Nur’la onlara hizmet etmek en birinci vazife ve medar-ı merak ve maksud-u bizzât olmak lâzım..”[10] iken gaflet ve ülfet battaniyesinin insanı hantallaştırmasıyla bu dava meselesi ötelendi ve hizmet zeminleri garip bir hal aldı. Yeni insanlar kazanmak şöyle dursun var olan mevcud kaybolmaya ve bu hadise umursanmamaya başladı.

            Medreseler mülk olması gibi bir mana tezahür etti. Lüks medreseler ve ortamlar var ama bu lükslük içinde ihlas yetmez veya görünmez oldu. Devasa medreseler oldu ama bazı mefhumlar kaybolmaya, içi boşalmaya başladı.  “اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللّٰهِ âyeti ile اِتَّبِعُوا مَنْ لاَ يَسْئَلُكُمْ اَجْرًا âyeti gibi insanlardan istiğna hakkındaki âyâtın mühim bir sırrını tefsir eder. Ve ilim ve dini neşre çalışan insanlar, mümkün olduğu kadar istiğna ve kanaatla hareket etmezse; hem ehl-i dalaletin ittihamına hedef olur, hem izzet-i ilmiyeyi muhafaza edemez. Hem salahat ve neşr-i din gibi umûr-u uhreviyeye mukabil hediyeleri almak, âhiret meyvelerini dünyada fâni bir surette yemek demektir.”[11] Hizmetin temel prensipleri göz ardı edinmeye ve bazı şeyler perdelenmeye başladı.

Sekülerizm dediğimiz melanet ne bulursan at yarım saat kaynat mantalitesiyle her yerde karma bir şey meydana getirdi. Karma bir kültür oluştu. Komünizmin halkların kardeşliği ve sloganının kültürel manada zeminini ihzar etti.

Her yerde aynı manaya gelecek şekilde bir kültür ve kavram yozlaşması tezahür etti.

Bunun neticesinde mefhumlarımız, ideallerimizden ve prensiplerimizden taviz verir bir hale geldik.

Derdimiz davamız olacakken medeniyet-i fantaziyeler almaya başladı. Samimi dostluklar menfaat işlemine döndü.

Samimi bir tevbe ile davamıza mesleğimize dönüp canla başla hizmet etmeliyiz Kur’an tilmizi olmak yolunda. Tebliğ kulak ardı edinmek yerine ön plana gelmeli. Merhum Said Özdemir ağabeyim “bir yere giderken hizmet niyetiyle git ki güzel bir niyetle ibadet hükmünü alsın.” Sözü nazarlara alınmalı.

Ahir zamanda açlık hükmedecek hadisini açgözlülük olarak da görsek zannederim hata etmiş olmalıyız.

Karnı aç olanı doyurmak kolay ama gözü aç olanı doyurmak namümkündür.

Hizmetlerde de manaya hizmet etmeli maevi açlığı gidermeliyiz. Yoksa aç gözlülükle mal mülk ticaret sevdası bir yere kök salarsa orada dava mefhumu kaybolmaya dünya sevgisi köklenme başlamıştır.

Ne mutlu o adama ki medeniyet-i fantaziyeye esir olmaz.

Bedbahtır o adam ki hakkı hak bilir ama imtisal etmez.

Rabbim meslek-i hademe-i Kur’aniyede ayaklarımızı sabit etsin.

“Dostlarla uzun konuşmak hem tatlı, hem makbul olduğundan; şu kısa mes’elede uzun konuştum, belki de israf ettim.[12]

 

            Selam  ve Duayla

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Kastamonu Lahikası ( 140 )

[2] Kastamonu Lahikası ( 111 )

[3] Kastamonu Lahikası ( 111 )

[4] Sözler ( 154 )

[5] Sözler ( 126 )

[6] Mektubat ( 58 )

[7] Tarihçe-i Hayat ( 293 )

[8] Mektubat ( 425 )

[9] Mektubat ( 119 )

[10] Kastamonu Lahikası ( 117 )

[11] Mektubat ( 484 )

[12] Mektubat ( 350 )

Vazife-İ Uhreviyede Kanaatsızlığın Adı: Rekabet

Vazife-İ Uhreviyede Kanaatsızlığın Adı: Rekabet

 

“Rekabetkârane ihtilafları..[1] insanın olduğu her yerde rekabet olmaktadır. Bu kaçınılmaz bir şeydir. Lakin bu rekabet müsbet manada olursa bir sıkıntı arz etmemektedir. Amma bu Hatta bu tekfire dek dayandığını “bir sâlih âlim, fikr-i siyasîsine muhalif bir büyük sâlih âlimi tekfir derecesinde gıybet ettiği ve İslâmiyet aleyhinde bir zındığı, onun fikrine uygun ve tarafdar olduğu için hararetle sena ettiğini gördüm. Ve şeytandan kaçar gibi otuzbeş seneden beri siyaseti terkettim.[2]diyerek ahirzamanın Bilal-i Habeşisi olan Bediüzzaman bize bunu anlatmaktadır. Hemde bizzat müşahede etmiş nakletmemiş. Demek ki işin içine kıskançlık veya aynı efkara, fikre sahip olmamak nerelere kapılar açmaktadır.

Ehl-i sünnet ve cemaatin mühim bir rüknü hatta beyin takımını teşkil eden Nur Talebeleri hassaten dikkat etmelidir. Rekabet ettiği, kıskandığı veya efkarına uygun bulmadığı kimse, hadise ve şeylere dikkat etmeli.

“Ve ehemmiyetsiz rekabetkârane hissiyatını terketmekle ihlası kazanır, vazifesini hakkıyla îfa eder.[3]mesleğimizin temel esaslarından birisi olan ihlas söz konusudur. Eğer ihlas varsa orada rekabet olamaz. Şayet ihlas söz konusu değilse rekabet doğrudur. O halde bizler başka bir mesleği veya bir fraksiyon olan mesleğimizdeki bir meşrebi adeta azılı düşmanımız gibi görmeye başlarız.

Nitekim hamiyet bahsini hatırlarsanız orada Hamiyet-i milliye ve diniye tabirleri geçmektedir.

Milliye en dar dairede enaniyet bir gömlek üstü ise meşrebcilik olmaktadır.

Diniye kısmı ise mesleki ittihaddır.

Diniyede ittihad ve ittifak edenler  terakki etmeye ve adeta yön levhası, levhası olmaktadır. Milliyede saplanıp kalanların ruhunda bir marez olmaktadır. Bu hastalık ise onun malumatları artarken marifetullahının artmasını engeller. Bu sebeple muhabbetullah ve marifetullah ikliminde terakki edemez. İnbisat eder lakin inkişaf edemez. Yani malumatı artar ama o malumat onu kurtaramaz ve ilme dönüşemez.

Ehl-i Sünnet ve Cemaat itikad u ameli mezhebinin adeta beyin takımı olan nur talebeleri bu meslek içerisindeki meşrebleri ve meşrebler içerisinde ki anlayış farkından ibaret olan ve zahiri bir balon olan fraksiyonları hazmedip bünyesine kabul edip zenginlik olarak kabul etmelidir. Hazmedemezse maddi ve manevi evhama ve vesveseye mübtela olması kaçınılmazdır. Başka bir fraksiyona ait olan bir derse gidince ders ne kadar mükemmel olsa da daima kusur aramak peşindedir. Bu tip mareze mübtela olanlar neyse ki Rasulü Ekrem (a.s.v.) döneminde yaşamadı. Çünkü  Rasulü Ekrem (a.s.v.)’ın beşeriyetine bakıp onda bile kusur arayacakla bilirlerdi. “Yazık!. Eyvahlar olsun! Bizdeki unsurlar, ırklar, hava gibi muhtelittir. Su gibi memzuç olmamışlar. İnşâallah elektrik-i hakaik-i İslâmiyetle imtizaç ederek, ziya-yı maarif-i İslâmiye hararetiyle kuvvet tevlid ederek, bir mizac-ı mutedile-i adalet vücuda gelecektir. [4]Bizler de ne zaman bu hitaptaki gibi mezc olursak o zaman bir işe yararız. Su H2O yani 2 hidrojen su Oksijenin (yanan ve yakıcı maddeler) birleşmesiyle olur. Demek ki daima ortak paydada meselelerde buluşulmalı ki ittifak olsun. Rekabet olmasın. “azîm kâr, rekabetle ve ihlassızlık ile kaçırılmaz.[5]hal durum vaziyet böyle iken biz bunu bilsek rekabete ve ihlassızlığa girmesek hem çok kazanır hem de çok kazandırırız.

“insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkid etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez.. belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder; yoksa o vücud-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır. Hem nasılki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârane uğraşmaz, birbirinin önüne tekaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkid edip sa’ye şevkini kırıp atalete uğratmaz.[6]Bediülbeyan olan Bediüzzaman bize bunu söylemekte. Lakin okunup geçilirse anladım sanılarak ülfete düşmakta söz konusu olmaktadır. Bizler ülfete düşersek derslere gittiğimiz halde okumayı terkederiz. Ağzımız güzel laf yapar ama okumayı terk etmişizdir. Nadiren okur hale geliriz. Okuyamamak nur talebesi için maneviyat aleminde ciddi bir sıkıntıdır. Bu sıkıntının aşılması için ise okuma tarzını değiştirmek gerekir.

 

“Ehl-i hidayeti, ulüvv-ü himmetten sû’-i istimale ve dolayısıyla ihtilafa ve rekabete sevkeden, âhiret nokta-i nazarında bir haslet-i memduha sayılan hırs-ı sevab ve vazife-i uhreviyede kanaatsızlık cihetinden ileri geliyor. Yani: “Bu sevabı ben kazanayım, bu insanları ben irşad edeyim, benim sözümü dinlesinler.” diye, karşısındaki hakikî kardeşi ve cidden muhabbet ve muavenetine ve uhuvvetine ve yardımına muhtaç bir zâta karşı rekabetkârane vaziyet alır. “Şakirdlerim ne için onun yanına gidiyorlar? Ne için onun kadar şakirdlerim bulunmuyor?” diye, enaniyeti oradan fırsat bulup, mezmum bir haslet olan hubb-u câha temayül ettirir, ihlası kaçırır, riya kapısını açar.[7]ders okuyan kimseler meşrebi içinde kim olursa olsun okunan dersten memnun olması gerektir. Meşreb içinde bile ihtilaf etmek ise feci bir şeydir. Ahmette okusa memnun olmalı Saidde okusa memnun olmalı. Yoksa ders okuma tarzını beğenmeyip benim tarzım değilse diye dersten kalkıp içeri çekilip kendisi dersi protesto manasında kitap okusa hata eder. Hele bunu yapan bilinen ve önde gidenlerden birisi ise yeni gelenlerce farklı anlaşılmaya da kapı açması sebebiyle daha fecidir. Düşünün ki derse başlandı bu bizim tarzımız deyip 5 kişi kalktı. İkinci derste de başkası okumaya başladı başka 5 kişi de bu da bizim tarzımız değil deyip kalkıp gitse oraya yeni gelenler ne düşünür? Ders ortamında kimse kalır mı?

Hatta fraksiyonlardan birisine giden varsa bundan memnun olunmalı. Yoksa niye oraya gidiyorlar bizim dershaneye gelmiyor deyip dert edinmek şeytanın insanı vartaya yuvarlamasından öte bir şey değildir. Nurlarla meşgul mü ne güzül aynı manaya hizmet etmektir bu. Yeter ki o meşreb çok sakat bir yer olmasın. Aslen bu efkara sahip olan birisinde zımni yani örtülü gizli olarak enaniyet göstergesidir bu efkar.

 

“Ehl-i hidayetin rekabetkârane ihtilafı, akibeti düşünmemekten ve kasr-ı nazardan olmadığı gibi; ehl-i dalaletin samimane ittifakları, akibet-endişlikten ve yüksek nazardan değildir. Belki ehl-i hidayet; hak ve hakikatın tesiriyle, nefsin kör hissiyatına kapılmayarak; kalbin ve aklın dûr-endişane temayülâtına tâbi’ olmakla beraber, istikameti ve ihlası muhafaza edemediklerinden, o yüksek makamı muhafaza edemeyip ihtilafa düşüyorlar.[8]

 

İnsanların fikri ayrılığa düşmesi beşeriyetin muktezasıdır. Bizler bir kasa hamsi değiliz ki ne aynı ne gayrı olalım. Herkes tek bir meşreb veya  efkara malik olması hakikat mesleğince tezatlıktır. Ya oradaki ehl-i hak susturulmuş veya mesele mutlak surette tevile kapalı demektir. Ehl-i hak olanlar söylenen sözü irdeler. Yoksa hüsn-ü zanna binaen mesnedsiz ve delilsiz olarak sözleri kabul etmek ve uygulamak Nur Talebesinin karekteri olamaz.

“nâehillerin girmesi yüzünden bir derece sû’-i istimal ettiklerinden; rekabetkârane ihtilafa düşüp hem kendine, hem cemaat-ı İslâmiyeye ehemmiyetli zarar olmuş. [9]hizmetlerin büyümesi sebebiyle hizmet içerisine giren ve tarzı bilmeyen kimseler o hizmet için problem teşkil eder. Çünkü hem o gelenleri bünyeye katmak için çok çaba lazım hem de bünyeye dahil olup olmayacağı ise meçhuldür. Şayet mesleken başka bir meslekten gelmişse bu imtizaç meselesi biraz zaman alabilir. Yoksa aynı hizmet anlayışının bir fraksiyonundan, meşrebinden gelmişse bünyeye hemen dahil olur. Aynı sistem çünkü. Başka meşrebden gelene bile yabani bakmak Risale-i Nurun ruhuna aykırı bir şeydir. “bizden değil!” demek ise ancak okumuş cahillik ve bağnazlık ve yobazlık göstergesidir.

 

“Ey ehl-i hakikat ve tarîkat! Hakka hizmet, büyük ve ağır bir defineyi taşımak ve muhafaza etmek gibidir. O defineyi omuzunda taşıyanlara ne kadar kuvvetli eller yardıma koşsalar daha ziyade sevinir, memnun olurlar. Kıskanmak şöyle dursun, gayet samimî bir muhabbetle o gelenlerin kendilerinden daha ziyade olan kuvvetlerini ve daha ziyade tesirlerini ve yardımlarını müftehirane alkışlamak lâzım gelirken, nedendir ki rekabetkârane o hakikî kardeşlere ve fedakâr yardımcılara bakılıyor ve o hal ile ihlas kaçıyor.[10]

 

         Hizmet mahalimizde kimler hizmet ediyorsa tebrik etmeli. Bir araba yolda kalsa onu itmek için ne kadar kimse olursa o kadar kolay olur. Biz de iman ve Kur’an davasında bu şuurla hareket edersek çok kazanırız.

Ötekileştirici bir hizmet anlayılına sahip olan kimseler hem mesleği hem de kendisi çevresinde istenmez olur.

Güzel olan her yerde güzeldir. Meslek meşreb bu mevzuda fark etmez. Bunu a fraksiyonu da yapsa b fraksiyonu da yapsa güzeldir.

Burada tadat edilemeyecek kadar çok menfaati olan ittihad ve ittifak meselesinde şunu da arz etmek isterim. Elin bir olalım ama burada bir olalım. Bu insanlar birleşmiyorlar gibi şeyleri söyleyenler kendisini adres gösteriyorsa şayet bununla batıl kastedilen hak bir söz kategorisinde ele alınır ve kabul edilmez.

Meşreblerin ittifak etmesi ve ittihadı ancak meşreblerin temsilcileri ile teşekkül edecek olan bir meşrebler üstü – yani mesleki – heyet ile mümkündür.

İnşallah böyle bir heyet teşekkül eder bizler de görürüz.

Ya Rabbi! Kusurumuzu affet bizi kendine kul kabul et. Emanetini kabzetmek zamanına kadar bizleri emanette emin kıl. Dahili ve harici desiselerden bizleri muhafaza eyle. İnsi ve cinni şerirlerden muhafaza eyle.

 

Allahımız bizleri ortak paydada birleşenlerden eylesin.amin.

 

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

www.NurNet.org

Haşiye- Mehaz:

[1] Lem’alar ( 148 )

[2] Tarihçe-i Hayat ( 621 )

[3] Lem’alar ( 151 )

[4] Tarihçe-i Hayat ( 78 )

[5] Lem’alar ( 165 )

[6] Lem’alar ( 160 )

[7] Lem’alar ( 152 )

[8] Lem’alar ( 153 )

[9] Lem’alar ( 156 )

[10] Lem’alar ( 157 )

Risale-i Nur Tabyaları

Risale-i Nur Tabyaları

Tarihte şehirler/kaleler surlarıyla düşmanlardan muhafaza edilmiştir. Lakin teknolojinin inkişafıyla sadece surlar kifayetsiz kaldığının görülmesiyle surların arkası topraklarla tahkim edilmiştir. Bu surette tahkim edilmiş olan surlara tabya denilmektedir.

Risale-i Nur Külliyatı da “imanın etrafında çelikten zırh..”[1] olarak Din-i Mübin-i İslamın etrafında bir kalkan bir zırh gibi olmuştur. Mataryalist zihniyete karşı müdafa-i Kur’an ve edille-i Şer’iyede bulunmuştur. Çünkü Bediüzzaman daha çocuk addedilen bir yaşında şu manayı istihraç etmiştir. “Kur’ana hücum edilecek, i’cazı onun çelik bir zırhı olacak.”[2] binaenaleyh tüm mesaisini bu tabyaları inşa etmek için. “Âdeta bütün hayat-ı ilmiyem, mukaddemat-ı ihzariye hükmüne geçmiş. Ve Sözler ile i’caz-ı Kur’anın izharı, onun neticesi olacak bir surette olmuştur.”[3] Yani bir hazırlık dönemi olarak ilmî hayatını değerlendirmektedir. Mataryalizm ve komünizmle mücadelede bir tahkimat görevlisi olarak görmektedir.

Bediüzzaman’ın inşa ettiği Risale-i Nur Tabyaları islamın ecnaib tarafından istilası hengamesinde çok büyük bir vazife ifa etti. Bu tabyalarla bu Anadolu halkı ecanibin her türlü istilasının olduğu zamanda dinini, haysiyetini, sancağını elinden bırakmadı. Nice canların bu uğurda şehadet şerbetini içtiği bir zamanda. Allah, Rasulullah, İslamiyet, şeair.. nidalarını hakikati duymaktan sağır olanların kulaklarını çınlatır derecesinde söylemiştir. Bu sesi susturmak için sürgün, tecrit, mahkemeler… yoluyla icraatlar yapılmıştır. Ama bu ses daha da gürleşmiştir. Sözler, Lem’alar, Mektubat, Şualar isimli eserler birbirini takip ederken 27. Mektup ise çağlayan bir şelale gibi olmuştur. Bediüzzaman temelde bu eserle iman sur’unu inşa etmekle kalmamış bu surları birer tabya haline getirmek için başta Risale-i Nur Hizmetinin meslek ve meşrebini tüm talebelerine öğretmek ve sistematik hale getirmek için Tatihçe-i Hayat isimli eser neşredilmiş ve daha da muhkem olması için tabyaların Barla, Kastamonu, Emirdağ Lahikaları, Sikke-i Tastik-i Gaybi eserleri telif edilmiştir.

varis neşriyatlar

Bu 5 eser ile Tabya-i Risale-i Nur tesis edilmiş oldu. Nice neferat-ı Nuriye de bu tabyalarda ecanibin fikri ve fiili istilasına karşı elinde “Zülfikar-misal[4] Risale-i Nur ve Evrad-ı Nuriyeler ile Kur’an-ı Kerim ve Şeair-i İslamiye çevresinde nöbet tutmaktadır. Bu nöbet kıyamı biiznillah kıyamete dek devam edecektir. “Kur’an’a ait mesaille iştigal, bir nevi manevî mütefekkirane Kur’an okumak hükmündedir. Hem ibadet, hem ilim, hem marifet, hem tefekkür, hem kıraat-ı Kur’an manaları risalelerin istinsah ve mütalaalarında vardır itikadındayız. Zâten bu ciheti siz takdir etmişsiniz.”[5]

“Kur’anî bahçede her zaman başka renkte, başka letafette, başka tesirde hakikî cennet çiçekleri açılıyor.”[6]

“İkinci ve üçüncü tekrarlarımda öyle bir zevk-i ruhanî uyandırdı..”[7] “Şimdiye kadar büyük bir zevk ile mükerreren okuduğum ve daima okumaktan hâlî kalmadığım Sözler ve Mektubat hakkında kanaatlerimi daima üstadıma arz ettiğimden, yazacak kelime bulamıyorum. O da âcizliğimden olsa gerektir. Bir risale ne kadar parlaksa, onu takib eden ondan çok ziyade parlaktır. Binaenaleyh ne yazsak hakkıyla ifade-i meram etmiş olamıyorum.

Şimdi hayatım çok zevklidir. Sözler’in tedkikatıyla meşgulüm. Evvelki okuyuşlarımda hazmedemiyordum. Şimdi gayet yavaş ve dikkatli okuyup anlamaya çalışıyorum. Takıldığım noktalar oluyor, soruyorum. Bu vesile ile istifade fazladır.

Sözlerinizin her satırı, bir kitab teşkil edecek kadar şümullü ve manidardır. İstenildiği kadar izah olunabilecektir. [8]

Sözler ve Mektublar hakikaten Nur isminin tecellileridir ki, sühuletle intişar ediyorlar.” [9]

“Müslüman ruhları bunlara gıda gibi muhtaçtırlar.” [10]

“Bu elmas ve cevherler, bu sergiler asrımıza verilmiş; bütün asrımızda kazancımızı versek, yine o elmasların birinin fiyatını veremeyeceğiz. Bahar mevsimi geçmeden bütün cevherlerden alalım. O cevherler ise, Risale-i Nur Külliyatıdır.

Bu asrımızda, bu yaralar ile nasıl istirahat edebiliriz, yoksa!.. Bu asrın manevî doktoru ve ilâçları ise, Kur’an’dan tereşşuh eden Risale-i Nur ve Mektubat-ün Nur’dur. Onlara sıkı sarılalım.” [11]

“Risale-i Nur’un yüz yirmi parçasından beher parçası birer mürşid-i a’zam, birer mürşid-i ekmel, birer kal’a-i hasin, birer elmas kılınç olarak sabittir.”[12]

     Bu mehazlerde Risale-i Nur okumak ve Risale-i Nur ile hizmet etmek meselesinde neye nasıl hizmet edildiğine bir nebze değinmek istedim ki nice mehazden katarattır sadece bu mehazler.

     Ne mutlu ifa ettiği hizmetin şuurunda olup bu liyakatle çalışana..

 

     Tabya-i Risale-i Nur’da nöbet tutan ve tutup nöbetini devreden kahraman ve cengaver olan manevi neferatı tebrik eder ihsan-ı ilahi olarak omuzlarımıza konulan bu vazifede şahsi alemimizdeki iman surlarını Lahikalarla tahkim edip şahsi tabyalarımızı inşa edebilmeyi niyaz ederim.

Selam ve duayla

Muhammed Numan özel 

[1] Tarihçe-i Hayat ( 237 )

[2] Mektubat ( 368 )

[3] Mektubat ( 374 )

[4] Kastamonu Lahikası ( 32 )

[5] Barla Lahikası ( 330 )

[6] Barla Lahikası ( 220 )

[7] Barla Lahikası ( 185 )

[8] Barla Lahikası ( 190 )

[9] Barla Lahikası ( 242 )

[10] Barla Lahikası ( 247 )

[11] Barla Lahikası ( 158 )

[12] Barla Lahikası ( 169 )

Hayat Kompozisyonun Nasıl?

Hayat Kompozisyonun Nasıl?

varis neşriyatlar

  “Hayat, âlem-i şehadetin ziyasıdır ve istilâ ediyor ve vücudun neticesi ve gayesidir ve Hâlık-ı Kâinat’ın en câmi’ âyinesidir ve faaliyet-i Rabbaniyenin en mükemmel enmuzeci ve fihristesidir. Temsilde hata olmasın, bir nevi proğramı hükmündedir. Elbette âlem-i gayb, yani mazi müstakbel, yani geçmiş ve gelecek mahlukatın hayat-ı maneviyeleri hükmünde olan intizam ve nizam ve malûmiyet ve meşhudiyet ve taayyün ve evamir-i tekviniyeyi imtisale müheyya bir vaziyette bulunmalarını, sırr-ı hayat iktiza ediyor.”[1]

    Hayat aslında çok içli dışlı olduğumuz bir kompozisyondur. Aldığımız nefes yaptığımız her şey ise o kompozisyonun kelimeleri hükmündedir. Kalem bizim hayatımız, mürekkebi ise bizim ecelimizdir.

     Her kompozisyonun farklı bir mevzusu var. Aynı olanlarının ise üslubu farklı. Bazı kompozisyonlar ana kompozisyon ana tema hükmündedir ki çok kompozisyonlar o kompozisyona tabi. Bazı kompozisyonlar sadece bir karalama kağıdı bazıları ise nümune-i imtisal olmuş halde..

     Hayat dediğimiz kompozisyonumuzun nasıl olacağı ise bizim mürekkebimizin kuruyacağı vakte kadar yazılması bizim irade ve ihtiyarımız dairesindedir. Bazen yazarız bir kelimeyi daha sonra ya tamamen siler başka kelime yazarız veya sileriz orası silindiği gibi kalır.

     Bu hali ile kağıdımız bir liman bir han dua edilen bir mekan gibidir. Kainatta var olan her şey kişinin alakadarlığı ve istidad ve kabiliyeti miktarınca kelimelerle adeta resmedilir kağıda. Her mana her şey hen insan her duygu her hadise … bir kartpostal manzarası gibi nakşedilir ama kelimelerle. Bu cihetten bakıldığında hayatımızdaki her şey “âlem-i şehadetin ziyasıdır” yani kendisinde tecelli eden manaları aksettirip bizde düşünceye ve kompozisyonumuzun bir harfi ve kelimesi hükmüne geçiyor. O halde bizler kompozisyonumuzun nasıl olmasını istersek ona göre bir alakadarlık göstermeliyiz.

     Sadece istekle olmadığı herkes alenen ve çok açık bir şekilde biliyor. Bir gayret, emek ve çaba istiyor. Alemimizi istila eden her şey ya bizi idealimize yaklaştırmak için altın bir fırsat veya maksadımızdan uzaklaştıran köhne bir engel oluyor.

            Gördüğümüz her şey “Hâlık-ı Kâinat’ın en câmi’ âyinesidir ve faaliyet-i Rabbaniyenin en mükemmel enmuzeci ve fihristesidir.” Bu harita ve fihristin en mükemmel misali insandır. Tüm esmanın tecelli edebileceği bir istidada maliktir. Bu istidadlar o kadar mühimdir ki kelimeler kifayetsizdir. Biliyorum anlıyorum ama ifade edemiyorum.

“Eğer o istidad çekirdeğini İslâmiyet suyu ile, imanın ziyasıyla, ubudiyet toprağı altında terbiye ederek, evamir-i Kur’aniyeyi imtisal edip cihazat-ı maneviyesini hakikî gayelerine tevcih etse; elbette âlem-i misal ve berzahta dal ve budak verecek ve âlem-i âhiret ve Cennet’te hadsiz kemalât ve nimetlere medar olacak bir şecere-i bâkiyenin ve bir hakikat-ı daimenin cihazatına câmi’ kıymettar bir çekirdek ve revnakdar bir makine ve bu şecere-i kâinatın mübarek ve münevver bir meyvesi olacaktır.

         Evet, hakikî terakki ise; insana verilen kalb, sır, ruh, akıl hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, herbiri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubudiyet ile meşgul olmaktadır. Yoksa ehl-i dalaletin terakki zannettikleri, hayat-ı dünyeviyenin bütün inceliklerine girmek ve zevklerinin her çeşitlerini, hattâ en süflisini tatmak için bütün letaifini ve kalb ve aklını nefs-i emmareye müsahhar edip yardımcı verse; o terakki değil, sukuttur.”[2]

insanlar, Sultan-ı Ezelî’nin kudretiyle yokluk karanlıklarından ziyadar varlık âlemine çıkarılan mahluklardır. Sultan-ı Ezelî, bütün mevcudatı içinde biz insanları seçmiş ve emanet-i kübrayı bize vermiştir. Biz haşir yoluyla saadet-i ebediyeye müteveccihen hareket etmekteyiz. Dünyadaki işimiz de, o saadet-i ebediye yollarını temin etmekle, re’s-ül malımız olan istidadlarımızı nemalandırmaktır.”[3]

     İnsan bu istidadlarını kabiliyete inkılab ettirip iki cihanda ne varsa hepsinin sahibinin istediği tarzda olmaya gayret etmelidir. Kalb, sır, ruh, akıl hattâ hayal ve sair kuvvelerin tatmini ancak bu suretle olabilecektir. Aksi halde çürüyüp gidecektir. İnsan Allah’ın yeryüzünde halifesi sıfatını kazanmaya en müsaid varlık olup bunun yolu inkişaf ve inbisattan geçmektedir. Bu ise “emanet-i kübra” olarak tesmiye edilmektedir. Ukba yolunda bizler “saadet-i ebediyeye müteveccihen hareket etmek” niyet ve gayretinden geri kalmamaya çalışmalıyız. O halde istidadlarımızdan en mükemmel istifade etmek yolunu seçelim.

     Selam olsun bu niyet ve gayrette olanlara

Muhammed Numan özel

[1] Sözler ( 110 )

[2] Sözler ( 322 )

[3] İşarat-ül İ’caz ( 13 ) 

 

www.NurNet.Org

Sultan II. Abdulhamid Han’a Muhabbet Mi Bediüzzaman’a Adavet Mi ?

Sultan II. Abdulhamid Han’a Muhabbet Mi Bediüzzaman’a Adavet Mi ?

    

     Tarih nice insanları, hadiseleri kaydetmiştir. Tarihin defterine baktığımızda nice sürurlu ve kederli yazıları okuyabiliyoruz. Nice şanlı zaferler nice kanlı şehadetler nice gözyaşı nice hainlikler.. Ve tarih yazılmaya devam ediyor. Her insan bu tarih içinde kendi tarihini de yazıyor. Her insan hususi tarihini eline alıp okuyacağı günde rabbim tarih kitabını sağından alanlardan eylesin ve üzüntüye dehşete kapılanlardan eylemesin. Tarihimizi hoş ve latif bir şekilde yazabilmek selahiyetine sahip olabilmek temennisiyle.

    Tarih sahnesine çıkan ve aynı tarih sahnelerini muhtelif eşhas ile paylaşan ulu çınarlar vardır tarihte. Mesela Sultan Abdulhamit, Abdulaziz, Bediüzzaman … bu isimleri saymamın sebebi bu isimleri birbirine muarız gösterilmesidir. Bu isimler şu anda Tv dizi, film ve belgesel türünde görsel medya ve yazılı basın tarafından işlenmektedir. Ama çarpıtarak ama olduğu gibi naklederek..

     Payitaht isimli bir dizi başladı bir süre önce. Takipçileri benden daha iyi biliyorlar senaryosunu. Dizi ve filmlerde %70 hayal ürünü %30 en fazla tarihi gerçeklikle imzitaç içindedir. Neyse bu bizim mevzumuz değil. Bu dizi vb. sebeplerle Merhum Sultan “Halife-i Peygamber!”[1] olan Abdulhamid Han Hazretleri gündemde olup biyografi kitapları da piyasada mebzul miktarda görülmektedir. Tatbikî uzun bir döneme hükmetmiş geniş bir coğrafya ve çetin şartlarda ve “Dünya.. yepyeni bir oluşun eşiğindedir. Dünya, nurunu arıyor.”[2] Sadası dünyada çınladığı bir zamanda Payitaht-ı Osmaniyede cihanın tehacümüne dik duran ve bu gayrette olan bir hükümdardır.

     Devletin bekasını temin etmek için elinden geleni yapmak gayretinde olup hadisat-ı alemdeki elim hadiseler karşısında adeta ciğeri dağlanmıştır. Bu hengamede Bediüzzaman Said Nursi ile de yolu kesişmiştir. Lakin sureten görüşmeleri mümkün olmamıştır. Dönem itibariyle Şark vilayetlerinin eğitim ihtiyacını dile getirmek için Payitahta gelmiştir Şarkın Yalçın Kayalarından Güneş Bediüzzaman.

     Tarihin sayfalarında kalın harflerle yazılmış olan 31 Mart Hadisesi hengamesinde bu hadiseyi bastırmak ve asakiri vazgeçirmek için bir nutuk vermiştir. Ve isyan etmiş olan asakirin bu teşebbüsten vazgeçirmesi için elinden geleni yapmıştır. Bunu da “Harbiye nezaretindeki askerler içine cuma günü ülema ile beraber gittim. Gayet müessir nutuklarla sekiz tabur askeri itaata getirdim.[3] diyerek 31 Mart Mahkemesinde ve eserlerinde serdetmiştir. Ve devletin bekası için de hem dönemin gazetelerinde hem de muhtelif kıraathanelerini ve topluluklarını gezerek toplumsal şuurlanmaya hizmet etmek emelini taşımış ve bilfiilde bunu tatbik etmiş bir isimdir Bediüzzaman.

     Bediüzzaman ve Sultan Abdulhamid Han arasında ki ilişkilerde devletin bekası için Sultana tavsiyelerde Bulunmuştur Bediüzzaman genç yaşına rağmen. Ama bu tavsiyeleri asla devletin bekasına zarar verecek ve bir ihtilale zemin ihzar edecek tarzda olmamıştır. Bu tebliği yaparken de hem Sultana hem halka şu kaideleri esas almıştır. “Cihet-ül vahdet-i ittihadımız tevhiddir. Peyman ve yeminimiz imandır. Mademki muvahhidiz, müttehidiz. Herbir mü’min i’lâ-i Kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi, maddeten terakki etmektir. Zira ecnebiler fünun ve sanayi silâhıyla bizi istibdad-ı manevîleri altında eziyorlar. Biz de fen ve san’at silâhıyla i’lâ-i Kelimetullahın en müdhiş düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilaf-ı efkâra cihad edeceğiz.”[4] Nidalarıyla hareket etmiştir. Milletçe ve devletçe terakki etmek ve sefaletten kurtulmak ancak maddi ve manevi ilimlerin mezcedilip ittihad ve marifet ile teçhiz edilerek olacağını söylemiştir her fırsatta, platformda.

            Bediüzzamanın bu telkinatını Abdulhamid Han düşmanlığı olarak göstermek yarışına girişmektedir bazı eşhas. “Heyhat!.. Ne kadar hakikatsız ve karıştırıcı ve müşagabeli bir kıyas oldunuz!”[5]

     “Said Nur, üç devir yaşamış bir ihtiyar. Gün görmüş bir ihtiyar. Üç devir: Meşrutiyet, İttihad ve Terakki, Cumhuriyet. Bu üç devir büyük devrilişler, yıkılışlar, çökülüşlerle doludur. Yıkılmayan kalmamış! Yalnız bir adam var. O ayakta… Şark yaylalarından, Güneş’in doğduğu yerden İstanbul’a kadar gelen bir adam. İmanı, sıradağlar gibi muhkem. Bu adam, üç devrin şerirlerine karşı imanlı bağrını siper etmiş. Allah! demiş, Peygamber demiş, başka bir şey dememiş. Başı Ağrı Dağı kadar dik ve mağrur. Hiçbir zalim onu eğememiş, hiçbir âlim onu yenememiş…Kayalar gibi çetin, müdhiş bir irade… Şimşekler gibi bir zekâ…İşte Said Nur!.. Divan-ı Harbler, mahkemeler, ihtilaller, inkılablar…Onun için kurulan i’dam sehpaları… Sürgünler… Bu müdhiş adamı, bu maneviyat adamını yolundan çevirememiş! O, bunlara imanından gelen sonsuz bir kuvvet ve cesaretle karşı koymuş. Kur’an-ı Kerim’de “İnanıyorsanız muhakkak üstünsünüz” (Âl-i İmran suresi âyet 139) buyuruluyor. Bu Allah kelâmı, sanki Said Nur’da tecelli etmiş!”[6]

Bediüzzaman Said Nursi’nin birkaç yazısına bakalım telkinat-ı Sultaniyeye dair:

“Dersaadet’e geldim. Saadet tevehhümü ile o vakitte -şimdi münkasım olmuş, şiddetlenmiş olan- istibdadlar, merhum Sultan-ı Mahlu’a isnad edildiği halde; onun Zabtiye Nâzırı ile bana verdiği maaş ve ihsan-ı şahanesini kabul etmedim, reddettim. Hata ettim. Fakat o hatam, medrese ilmi ile dünya malını isteyenlerin yanlışlarını göstermekle hayır oldu. Aklımı feda ettim, hürriyetimi terk etmedim. O şefkatli sultana boyun eğmedim. Şahsî menfaatımı terk ettim.”[7]

 “Merhum Sultan-ı Sâbık’a, ceride lisanıyla söyledim ki: “Münhasif Yıldız’ı dâr-ül fünun et, tâ Süreyya kadar a’lâ olsun! Ve oraya seyyahlar, zebaniler yerine, ehl-i hakikat melaike-i rahmeti yerleştir; tâ cennet gibi olsun! Ve Yıldız’daki milletin sana hediye ettiği servetini, milletin baş hastalığı olan cehaletini tedavi için büyük dinî darülfünunlara sarf ile millete iade et ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimad et. Zira senin şahane idarene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra sırf âhireti düşünmek lâzım.”[8]

    “Saltanat ve hilafet gayr-ı münfekk, müttehid-i bizzâttır. Cihet muhteliftir. Binaenaleyh bizim padişahımız, hem sultandır, hem halifedir ve âlem-i İslâmın bayrağıdır.

    Saltanat itibariyle otuz milyona nezaret ettiği gibi, hilafet itibariyle üçyüz milyonun mabeynindeki rabıta-i nuraniyenin ma’kes ve istinadgâh ve mededkârı olmak gerektir. Saltanatı sadaret, hilafeti meşihat temsil eder.”[9]

    “Yaşasın yaraları tedavi etmek fikrinde olan Halife-i Peygamber!”[10]

     Bu vb. tarzda makaleleri ve beyanları Bediüzzaman’ın Asar-ı Bediyye isimli eserinin Makale ve Nutuklar bölümünden okuyabilirsiniz.

     Bediüzzaman üç siyasal dönem görmüş İttihad ve Terakki, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemleri. Ve Cumhuriyet döneminde tek parti ve çok partili hayatı da görmüştür. 1960 mart’ında vefaat etmiştir.

     Bediüzzaman düşmanları veya sevmeyenleri, antipatili olanları Bediüzzzamana olan kinlerini Sultan Abdulhamid Han’a olan telkinlerini muhalefet ve ya aleyhtarlık olarak göstermek gayretindeler. Ama şunu da biliyoruz ki burada Sultana muhabbetleri asıl olan değil Bediüzzamana olan kinleri bunları tahrik ettirmektedir. Şianın dediği “Ali’yi sevmek ömer’e kin gütmekten geçer” gibi bir tenakuz içindeler. Yani Bediüzzamana kin gütmek Sultanı sevmektir. Sultanı sevmek ise Bediüzzamana kin gütmektir gibi bir muamma içindeler.

     Bediüzzaman Siyasetle iştigal etmekten çekinmiştir. Kendi hayatını 3 döneme ayırmış ve ilk döneminde bir parça siyasetle alakadar olmuş, ikinci dönemde siyaseti terk etmiş ve üçüncü dönemde Demokrat Partiye telkinatta bulunmuş olup “biz, Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur’an menfaatına kendimizi mecbur biliyoruz.” [11] demiştir. Siyasi düşünceleri de “Beyanat ve Tenvirler” ve “Siyaset ve Neşriyat Broşürü” isimli eserlerde daha sonra talebelerince derlenmiştir.

     Dönemin iki şahsiyetini birbirine kanlı bıçaklı göstermeye çalışmak bir madalyonun iki yüzünü birbirine düşman gibi göstermekten başka bir şey değildir.

     Bediüzzaman  ve Sultan Abdulhamid Han’ı birbirine düşman gibi gösterenler de aslında ne Bediüzzamanı ne de Sultanı sevip tanıdıklarını düşünmüyorum.

     Kendi menfaatleri gereğince iki ismi de istismar ve yanlış göstermek gayretindeler. Şimdi zihinlerde kusursuz bir Abdulhamid Han inşaa edip kendileri de ona hayran olmak yolunda gidiyorlar. Ama ne Bediüzzaman ve ne de Sultan kusursuz değildir. Kusurlarını kendileri de muhtelif yerler de beyan etmiştir. Kusursuz olan ancak ve ancak Rasul ve Nebilerdir.

     Bu iki ismin de birisi maddi birisi de manevi sahada hizmetleri nicelerdir ve tadad edilmeye kalkılsa hayli zaman alacaktır. Ama Bediüzzaman Said Nursi ve Sultan II. Abdulhamid Han’ı birbirinden ayrı ve kanlı bıçaklı göstermeye çalışmanın altında yatan sebep ise sade ve sadece Bediüzzaman’ın islama hizmet tarzına ve şahsına olan adavet, kin, iğbirar sebebiyledir.

     Bediüzzaman meselesi açılmışken bazı isminin önü kalabalık olan tarihçiler(!) Kürt Teali Cemiyeti kurucusu olarak Bediüzzaman Said Nursiyi gösteriyorlar. Halbuki Bediüzzaman Sadece iki Cemiyetin kurucu üyesidir.

  • İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti
  • Kızılay (Hilal-i Ahmer)

     Bunlardan maada Bediüzzamanın cemiyet memiyet gibi bir alakası yoktur. Bediüzzamanı ırkçı ve ayrılıkçı göstermek gayreti ise Bediüzzamanın Din, iman, islam ve devletin asayişine hizmet etmesini istemeyip çekememeleri veya en iyimser ifade ile rekabettir.

  • “Bediüzzaman diyor ki :
  • Birtek gayem vardır: O da, mezara yaklaştığım bu zamanda İslâm memleketi olan bu vatanda bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses âlem-i İslâmın iman esaslarını zedeliyor, halkı bilhassa gençleri imansız yaparak kendisine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücadele ederek, gençleri ve Müslümanları imana davet ediyorum. Bu imansız kitleye karşı mücadele ediyorum. Bu mücahedem ile inşâallah Allah huzuruna gitmek istiyorum. Bütün faaliyetim budur. Beni bu gayemden alıkoyanlar da korkarım ki, bolşevikler olsun. Bu iman düşmanlarına karşı mücahedeyi açan dindar kuvvetlerle el ele vermek benim için mukaddes bir gayedir. Beni serbest bırakınız, el birliğiyle komünistlikle zehirlenen gençlerin ıslahına ve memleketin imanına ve Allah’ın birliğine hizmet edeyim.”[12]
  • “maksadımız iman ve âhirettir, ehl-i dünya ile mübareze değil.”[13]
  • “kalbinde iman ve âhiret meşgalesinden başka hiçbir dünyevî maksad ve gaye bulunmayan hâlis Nur şakirdleri..”[14]

Selam ve Dua ile 

Muhammed Numan özel

[1] Asar-ı Bediyye ( 464 )

[2] Asa-yı Musa ( 251 )

[3] Divan-ı Harb-i Örfi ( 26 )

[4] Tarihçe-i Hayat ( 59 )

[5] Tarihçe-i Hayat ( 86 )

[6] Tarihçe-i Hayat ( 631 )

[7] Divan-ı Harb-i Örfi ( 29 )

[8] Divan-ı Harb-i Örfi ( 30 )

[9] Sünuhat-Tuluat-İşarat ( 37 )

[10] Asar-ı Bediyye ( 464 )

[11] Emirdağ Lahikası-2 ( 208 )

[12] Konferans ( 175 )

[13] Şualar ( 365 )

[14] Şualar ( 574 )

 

www.NurNet.Org