Etiket arşivi: Mustafa Nutku

Bak! Azrail beni almak için gelmiş; orada bekliyor

İstanbul’da bir hastanede, 9 yaşında bir kız… İsmi: Esra…

Hastalığı: Kanser… Hastalığı vücuduna yayılmış… O hasta halinde ve ölümün soluğunu her geçen an gittikçe daha da yakınında hissederek hayat yürüyüşünün son durağına yaklaşırken, hasta yatağında uyanık olabildiği zamanlar, devamlı olarak kitap okuyormuş.

Bir akşam, okuduğu kitaptan başını kaldırarak, annesine:

“ – Babamı çağırabilir misin, anne?” demiş.
Küçük kızının vücuduna yayılmış kanserle günden güne eriyişini görürken, ölüm habercisi bu hastalığın sevgili kızından ayrılık getireceğini bilerek, dünyadan o kesin ayrılığının acısına dayanabilmek bir yana, o ayrılık anının yakında muhakkak gelecek oluşunu düşünmenin büyük acısına dayanabilmenin bile kendisine çok zor geldiği annesi, kızının bu anî arzusu karşısında çekinerek sormuş:

“ – Babanı çağırmamı niçin istiyorsun?”
Hasta kız, önce bunu açıklamak istememiş; bir an düşünmüş ve:

“ – Çağırmasan da olur.. Hem çağırsan, gelinceye kadar belki geç olur..” sözleri üzerine annesinin merakı daha da artmış:

“ – Babanı çağırmamı önce isteyip sonra niye vazgeçtin?” diye sorunca, kızı gayet sakin bir şekilde;
“ – Anne, ben artık âhiret âlemine gidiyorum da.. o­nun için..”cevabını vermiş. Bu sözleri üzerine annesinin gözünden, artık tutamadığı gözyaşları boşanırken, kızı gene o çok sakin haliyle:

“ – Bak! Azrail (AS) beni almak için gelmiş; orada bekliyor..” diyerek odanın bir köşesini parmağıyla işaret etmiş. Annesi, kızından ayrılık vaktinin geldiğini anlayıp elleriyle yüzünü kapatarak hüngür-hüngür ağlarken, kızına gayr-i ihtiyarî sormadan da edememiş:

“ – Azrail (AS) nasıl? Biraz tarif eder misin?”

“ – Çok güzel…” demiş, küçük kız…

Daha sonra da, içinde bulunduğu o maneviyat âleminden dünya haline tekrar avdet etmiş gibi, annesinin o ardı-arkası kesilmeyen yüksek sesle ağlayışından rahatsız olmuş bir tavırla annesini, 9 yaşındaki çocukluğundan beklenemeyecek büyük bir kemal ve vekar haline girerek, tesellîye çalışmış:

“ – Niye bu kadar çok ağlıyorsun ki, anne? İmanı olan ve imanıyla yaşayanlar için ölüm ve âhirete gitmek, korkulacak bir şey mi? Dünyada daha fazla yaşasaydım, dışarıdaki insanların ekseriyeti gibi, dinde lâkayt, ibadette ihmalkâr halde uzun bir dünya hayatım olsaydı, benim için daha iyi mi olacaktı? Öyle olmam seni daha çok mu sevindirecekti? “

Kızının, yaşının çok üstünde bir olgunlukla kendisine verdiği bu hakikat dersi karşısında, annesinin sanki birdenbire gözyaşı pınarları kurumuş; yüksek sesle ağlaması aniden durmuş..

Kanser hastası, kanser hastalığı vücuduna yayılmış olan 9 yaşındaki kız, annesiyle bu son konuşmasından sonra, yüksek sesle kelime-i şehadet getirmiş; daha sonra da, başı yavaşça sol tarafına düşerek ruhunu teslim etmiş.

Annesinin biraz evvel pınarları kurumuş gibi durmuş olan gözyaşları yeniden, fakat bu defa sessizce çağlamış.. O sırada sevgili kızının artık ruhsuz olan bedeninin yanında, yatağında okuduğu son kitap ile bir kalem, dikkatini çekmiş. 9 Yaşındaki kızının dünyadan âhirete giderken, kendisini fevkalade hayrete sevk eder derecede gösterdiği o çok yüksek ruh halinin sırrı, hasta yatağında son olarak altını da çizerek okuduğu o kitap sayfalarında kendini ilân ediyor gibiymiş. Kitap, “Hastalar Risalesi” ve altını çizerek okuduğu son bölümü de: “SEKİZİNCİ DEVA” imiş.

***

SEKİZİNCİ DEVA

Ey âhiretini düşünen hasta! Hastalık, sabun gibi, günahların kirlerini yıkar, temizler. Hastalıklar keffâretü’z-zünûb olduğu hadis-i sahihle sabittir. Hem hadiste vardır ki: ‘Ermiş ağacı silkmekle, nasıl meyveleri düşer; imanlı bir hastanın titremesi de öyle günahları silker.’
Günahlar, hayat-ı ebediyede daimî hastalıklardır; bu hayat-ı dünyeviyede dahi kalb, vicdan, ruh için manevî hastalıklardır. Sen eğer sabredip şekva etmezsen, şu muvakkat bir hastalık ile daimî pek çok hastalıklardan kurtuluyorsun.
Eğer günahları düşünmüyorsan, yahut âhireti bilmiyorsan veya Allah’ı tanımıyorsan, sende öyle dehşetli bir hastalık var ki, milyon defa sendeki bu küçük hastalıktan daha büyüktür. o­ndan feryâd et.
Çünki, bütün dünyanın mevcûdatıyla kalbin, rûhun ve nefsin alâkadardır. Mütemâdiyen firak ve zevâl ile o alâkalar kesilip, sende hadsiz yaralar açılır. Bâhusus Âhireti bilmediğin için, ölümü idam-ı ebedî tahayyül ettiğinden, âdeta, güya, yara bere içinde, dünya kadar hastalıklı bir vücudun var.
İşte en evvel, hadsiz yaralı ve hastalıklı bu büyük mânevî vücudun hadsiz hastalıklarına kat’î ilaç ve kat’î şifa verici bir tiryak olan îmân ilâcını aramak ve itikadını düzeltmek gerektir ki, o ilâcı bulmakta en kısa yol, bu maddî hastalığın yırttığı gaflet perdesinin altında sana gösterdiği aczin ve za’fın penceresiyle, bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretini ve rahmetini tanımaktır.
Evet, Allah’ı tanımayanın, dünya dolusu belâ başında vardır. Allah’ı tanıyanın dünyası nurla ve mânevî sürûrla doludur¸derecesine göre, îman kuvvetiyle hisseder. Bu îmândan gelen mânevî sürur ve şifâ ve lezzet altında, cüz’î, maddî hastalıkların elemi erir, ezilir.”

                                                    ***

Dr. Sadullah Nutku ve Prof. Dr. Ayhan Songar (her ikisine de Allah rahmet eylesin) bir uçak seyahatinde yan yana iki koltukta oturuyorlarmış. O yolculuklarında ilk defa tanışıp görüşmelerinden önce, Dr. Sadullah Nutku, cebinden “Hastalar Risalesi”ni çıkarıp kendi kendine, sessizce okumağa başlamış. Yanında oturan Prof. Dr. Ayhan Songar göz ucuyla bu kitaba bakmış, çok alâkasını çekmiş; ardından, tanışmışlar.

Yolculuklarının kalan kısmında Dr. Sadullah Nutku, kitabı yüksek sesle okumuş; Prof. Dr. Ayhan Songar da dikkatle dinlemiş ve o zamana kadar bilmediği Risale-i Nur Külliyatının, psikiyatri mütehassısı bir profesör olarak da kendisini çok ilgilendiren devalarından bazılarını dinlerken, bir ara kendini tutamayarak:

“ – İnsan bu manevî devaları dinlerken, hasta olmayı temennî edeceği geliyor!” demiş.

Prof. Dr. Ayhan SONGAR, daha sonra ihtisası ile alâkalı olarak, kendisine muayene ve tedavi için gelen hastalarına ekseriya “Hastalar Risalesi”ni tavsiye etmiş.

Prof. Dr. Ayhan Songar da bir gün, Esra isimli 9 yaşındaki o küçük kız ve daha başka birçokları gibi kanser hastalığına yakalanmış. O da ecelle randevusuna doğru geri sayımının son günlerindeyken ve 9 yaşındaki o küçük kız gibi, vücuduna yayılmış olan kanser hastalığı ile hastanede yatarken, yanından hiç ayırmadan okuduğu ve vefatında da yatağında yanı başında duran kitap, 9 yaşındaki o küçük kızın ölüm döşeğindeyken okuduğu kitapmış; ilk defa bir uçak yolculuğunda yan yana otururken Dr. Sadullah Nutku’dan dinlediği ve daha sonra da, meşhur bir psikiyatri profesörü olarak o zamana kadar kendisine muayene ve tedavi için müracaat etmiş birçok hastasına tavsiye ettiği, manevî devalar hazinesi: “Hastalar Risalesi”…

Prof.Dr.Mustafa NUTKU

Rabbimizi tanımak…

  “Sözler” adlı eserinde Bediüzzaman, Rabbimizi bize tanıtan üç büyük, umumî tanıtıcının bu  kâinatın büyük kitabı, bu büyük kitabın en büyük âyeti olan Peygamberlerin En Son Gelmiş Olanı Aleyhissalat-ü Vesselâm ve Kur’ân-ı Azîmüşşan olduğunu bildiriyor.

O eserdeki bu bahsediliş sırasına bakıldığında, Allah’ın bize sözleri ve şânı büyük olan Kur’ân’dan, Peygamberlerin En Büyüğü ve En Son (Âlemlere rahmet olarak) gönderilmiş Aleyhissalat-ü Vesselâm’dan önce niçin “bu kâinatın büyük kitabı”ndan bahsedilmiş olduğunu bazıları merak edebilirler.

Fakat dikkat edilirse, bazılarının sebebini merak ettiği o bahsediliş sıralaması “Gerçek Değerler bakımından kıymet ve ehemmiyet sıralaması” değil; “İnsanlara Rabbimizi Tanıtma Özelliği bakımından sıralama”dır.

Ekseriya “Balta girmemiş ormanlarda yaşayanlar” ifadesiyle kastedilen, medenî insan cemiyetlerinden, gelişmiş beşerî eğitimlerden ve bilgi alışverişlerinden çok uzak bir yerde yaşayan fakat mükellefliklerinin başlangıç yaşını aşmış ve normal bir akıl sahibi olan insanlar da bu dünyada “Allah’a kulluk” imtihanındadırlar ve “insan” oldukları için onların da “Rabbini tanımak” mükellefiyetleri vardır.

Onlar, bu dünyaya gelip içinde bulundukları hayat şartlarında belki Allah’ın ve O’nun Resulü’nün (asm)  sözlerinden haberdar olmak ve bu şekilde O’na karşı tüm vazifelerini öğrenip yapabilmek imkânını bulamayabilirler. Fakat, “bu kâinatın büyük kitabını okuyarak” o hallerinde de –imkânlarının müsaadesi nisbetinde- “Rabbini tanımak” mükellefiyetindedirler. Bu yazının ilk cümlesindeki o sıralamada, belki bazıları tarafından ilk anda fark edilmeyen bu manâ inceliği vardır.

Meselâ: “Balta girmemiş ormanlarda yaşayanlar” ifadesiyle ekseriya kastedilen insanlar da “selim bir akılla” düşünseler, bir şeyin kendi kendine mevcudiyetinin, yapanı-çalıştıranı veya işleteni olmaksızın varlığının ve devamının imkânsızlığına;  her şeyin “yapan”ının” ve çalışan her şeyin de “çalıştıran”ının  olması gerektiğine hükmedebilirler. 

Onların “kâinatın büyük kitabı” hakkında, içinde bulundukları şartlar içerisindeki bu düşünceleri ve kabulleri de her insan için en mühim şey olan Allah’ın varlığına, birliğine ve en büyüklüğüne (Tevhid hakikatine)  inanmaları manâsına gelir.   

Meselâ onlar, Kur’ân-ı Azîmüşşan’da Enbiyâ Sûresi 22. âyetini

لَوْ كَانَ فِيهِمَا آلِهَةٌ إِلَّا اللَّهُ لَفَسَدَتَا فَسُبْحَانَ اللَّهِ رَبِّ الْعَرْشِ عَمَّا يَصِفُون

 

 “Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti. Demek ki Arş’ın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir.”

ve onun benzeri diğer Kur’ân âyetlerini, meallerini ve tefsirlerini yazılı metinler halinde hiç okumamış ve hiç kimseden de ders almamış oldukları halde, medeniyetten çok uzak şekilde yaşadıkları o yerde kabilelerinin bir  reisi varsa, bir kabilede birden fazla kabile reisin  bulunması bile mümkün olamazken, bu büyük kâinatın da birden fazla reisi bulunmasının mümkün olamayacağına; bu varlık âlemini yaratanın varlığından başka, onu büyük bir intizam içinde çalıştıranın da bir olması gerektiğine (“Tevhid”) inanabilirler.  

Meselâ onlar, Âl-i İmrân Sûresi’nin 189-190. âyetlerini

وَلِلّهِ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَاللّهُ عَلَىَ كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ  إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ لآيَاتٍ لِّأُوْلِي الألْبَابِ

“Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah’ındır. Allah’ın her şeye gücü yeter.

Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklıselim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır”

ve benzeri diğer Kur’ân âyetlerini, o âyetlerin meallerini, tefsirlerini yazılı metinler halinde hiç okumamış ve hiç kimseden de ders almamış oldukları halde gene de Rabbimizi tarif eden üç büyük, umumî tanıtıcının derslerinden bazılarını daha alabilirler ve hâkezâ..

Konuya bu “Giriş”ten sonra şimdi de, “balta girmemiş ormanlarda” değil de, medenî insan cemiyetleri içinde, bilgiye erişmenin büyük imkânları ve kolaylıkları içerisindeyken, Rabbimizi bize tanıtan üç büyük, umumî tanıtıcının birincisi olan “bu  kâinatın büyük kitabı”nın bazı sayfalarına göz gezdirelim:

***

Devredip giden, devrini tamamlayan zamanın akışı içindeyiz…

Bize verilmiş olan ömür müddetini geçirirken, kâinattaki sayısız devridaimlerden bazılarının bazı muayyen noktalarına, muntazam zaman aralıklarıyla tekrar geldiğimizi fark ediyoruz…

Okullarda Coğrafya derslerinde de öğretildiği gibi, üzerinde yaşadığımız, ortalama çapı 12740 km. olan yerküremiz 13,5 milyar seneden beri yolunu, yörüngesini ve hızını hiç şaşırmadan, muhayyel bir ekseninin 23 derece 27 dakikalık eğimini muhafaza ederek hem kendi etrafında ve hem de güneşin etrafında dönmeye devam ederken, kendi etrafındaki bir devrinde sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı vakitlerinin; güneşin etrafındaki bir devrinde de İlkbahar, Yaz, Sonbahar ve Kış mevsimlerinin, ard arda ve çok muntazam bir şekilde tekrar geldiğini görüyoruz…

Dünya, Batıdan Doğuya doğru dönmektedir. Bu dönüş istikameti, güneşin, ayın ve yıldızların ne taraftan görünüp tekrar ne taraftan görüş sahamızın dışına çıktığı meselesi ile alâkalı olduğu gibi, okyanus akıntılarının ve rüzgarların yönlerinin üzerinde de tesirler icra eder.

Dünya güneş etrafında dönerken, elips şeklindeki bir yörünge üzerinde ve güneşten ortalama 150 milyon km mesafede hareket etmektedir. Güneş etrafındaki bir devrini tamamlayıncaya kadar, kendi etrafında da 365 1/4 defa döner. Bu sayı, bir “Güneş Senesi”ndeki günleri ifade eder.

Dünyanın muhayyel ekseni etrafında takriben 24 saat (aslında 23 saat 56 dakika 4 saniye) süren bu devri esnasında dünya sathındaki muhtelif yerler, bazen aydınlık bazen de karanlık içinde kalmaktaşafakta ve fecirde olmak üzere günde iki defa da, karanlık ve aydınlık bölgeler arası hududu teşkil eden “aydınlanma dairesi” tarafından katedilmektedir.

Güneşten ve dünyanın güneş etrafındaki yörünge hattından geçen düzleme “Ekliptik düzlem” denir. Dünyanın kendi etrafındaki muhayyel dönüş ekseni bu ekliptik düzleme ne paraleldir ne de diktir; bu ekliptik düzleme dik muhayyel bir hatla takriben 23 derece 27 dakikalık bir açı yapar. Dünyanın bu eğimi daima sabittir, bu sebeple senelik devridaiminin muhtelif mevkilerinde dünyanın bu ekseni, daha evvel bulunduğu her hangi bir mevkideki muhayyel eksenine paralellik arz eder. Buna da “eksenin paralelliği” denir.

Dünyanın kendi etrafındaki dönüş ekseninin eğiklik derecesi, bu muhayyel eksenin paralelliği, dünyanın basık küreye benzeyen özel şekli, kendi muhayyel ekseni etrafında devretmesi, yeryüzünde insan için çok önemli bazı hadiselerin sebebini teşkil ederler. Bunların en başta gelenlerinden bazıları, güneş enerjisinin yeryüzünde dağılma miktarının ve mevsimlerin değişmesidir.

Dünyanın güneş etrafındaki dönüş yörüngesinde iki inkilab noktası vardır: 22 Haziran ve 22 Aralık. Her “Güneş Yılı” içindeki bu iki tarihte, gündüz ve gecenin uzunluk farkları azamîye ulaşır. Bunlara “Yaz inkilab noktası” ve “Kış inkilab noktası” adları verilir. “Yaz inkilab noktası”nda en uzun gündüz ve en kısa gece, “Kış inkilab noktası”nda ise en uzun gece ve en kısa gündüz hali, her yıl büyük bir intizamla tekrar gelir. 22 Aralık, dünyanın güneş etrafındaki bir yıllık devrinde “Kış inkilab noktası” olarak mühim bir tarihtir.

İlkbahar ekinoksu” denilen 21 Mart’ta ve “Sonbahar ekinoksu” denilen 23 Eylül’de; yani bir “Güneş Yılı” içindeki sadece iki günde ise, gece ile gündüz müddetleri dünyanın her yerinde birbirine eşit olur (“Ekinoks”, Latince –gündüze- eşit gece manasındaki “equi nox” kelimelerinden meydana gelmiştir).

Dünyanın, kendi muhayyel ekseni etrafındaki ve güneş etrafındaki devri, zaman ölçüsü olarak gün ve senenin mahiyeti, kaynağı, gece ile gündüzün, şafağın, fecrin ve mevsimlerin meydana gelmeleri, güneşin, ayın ve yıldızların göründükleri ve kayboldukları istikametlerle ilgili olarak, okullarda takip edilen ders kitaplarında da bulunan bu fennî bilgilerden böylece özet olarak bahsettikten sonra, teferruatı o kitaplara havale edelim.

***

Fen ve tabiat bilimleri asrımızda çok fazla inkişaf etmiş, mevcut birçok ilim dalı, kendi içinde de birçok dallara bölünmüştür. Bunu Müslümanlar olarak büyük bir memnuniyet, şevk ve heyecanla karşılamamız icap eder. Çünkü, fen ve tabiat bilimleri olarak şimdiye kadar elde edilmiş bilgiler ve dünyanın her tarafında yapılan ilmî araştırmalar neticesi bu bilgilere yapılan yeni ilaveler, aslında Allah’ın kâinattaki nizamının inceliklerini, mükemmeliyetini insanlara gösteren “Vahdaniyet delilleri”dir; Allah’ın varlığının, birliğinin, kudret ve azametinin birer ispat vasıtasıdırlar. Bunları, “ilimlerin başı ve en kıymetlisi olan Marifetullah”ta terakkinin vasıtaları olarak değerlendirebilmeliyizBu bilimleri böyle değerlendirmemek ise, bir nevi “gaflet hali”dir.

İnsanlardaki “gaflet”, çeşitli şekillerde tezahür ediyor. Onun bir tezahür şekli de, kâinatta tekrarlanan tabiat hadiselerine ülfet, ünsiyet, alışkanlık nazarıyla ve lâkayt olarak bakmaktır.

İnsanlar, senelerin birbirini takibi, güneşin doğması ve batması, günün tam ortasında gölgelerin çekilmesi gibi değişikliklerin büyük bir intizamla meydana geldiğini ve tekrarlandığını eski devirlerden beri fark etmişler; fakat onların ekserisi, bu gibi değişiklikleri “tabiî ve olağan” (!) görerek, üzerinde gereği gibi durup düşünmemişlerdir!..

İnsana ömrü boyunca kâinattaki bazı hadiselerin muntazam fasılalarla tekrarının gösterilmesi, aslında o hadiselerin çok mânidar olması, üzerinde ehemmiyetle, ibretle ve hikmet nazarıyla bakılarak düşünülmesi için olabilir…

İnsan ise, ekseriya aksini yapar; tekrar eden hadiselere karşı lâkayt bir tavır alır!.

Bu hadiselerin büyük bir nizam ve intizam içerisinde, muntazam fasılalarla tekerrür etmesi, “daha evvel de benzerini görmüştüm”(!) diye düşünerek, ona alışkanlık nazarıyla bakıp ehemmiyet verilmemesinin haklı bir sebebi olabilir mi?

Bir öğretmen, talebelerine bir ders mevzuunu, muntazam fasılalarla birçok defa tekrar etse, o ders konusunun bu şekilde tekrarlanarak verilmesi, ehemmiyetine mi, yoksa ehemmiyetsizliğine mi atfedilebilir? Talebeler, o ders mevzuunun tekrarlarındaki sebeplerin neler olabileceğini hiç düşünmeyip “Bu benim daha evvel de dinlemiş olduğum bir ders..” diyerek, daha evvel dinlemiş olmalarını o dersin tekrarlarına kulaklarını tıkamanın gerekçesi yapsalar, neticede zarar görmeleri çok muhtemel değil midir?

Bakmak; daima görmek, her şeyi her şeyiyle görebilmek olmadığı gibi, dinlemek de her işitileni tamamen anlayabilmek manâsına gelmez! Muhtelif hayvanların ve insanların birbirlerine nispeten görüş, duyuş gibi kabiliyetlerinde farklılıklar vardır. Bundan başka, aynı insanın hayatının muhtelif anlarında bu gibi kabiliyetleri vasıtası ile kazanabildiği alışkanlıkları da farklı olabilir.

Buna göre, daha evvel bakıp da görülmesinde bize faydalı cihetlerini yakalayamadığımız; fakat aslında nice ibretleri ihtiva eden varlıkları ve hadiseleri, bize yeniden şanslar ve imkanlar verilerek tekrar nazarlarımıza arz edildiklerinde, hakikatleriyle görmeğe ve anlamağa çalışmalıyız!..

Gündüzlerin gecelere, gecelerin gündüzlere değişmesi, mevsimlerin değişmeleri, güneşin ve ayın hareketleri, insanların ömürleri boyunca en fazla tekrarlandığını gördükleri hadiseler olduğundan, onların en fazla “ülfet ve alışkanlık” nazarıyla baktıkları hadiseler de olabilir.

İnsanlar, aslında çok mühim olan bu gibi hadiselere bakarlarken, “gerçekten görebilmelerini” engelleyen “gaflet perdelerini” gözlerinin ve akıllarının önünden sıyırıp atmaları icap eder!

Okullarımızdaki eğitim çok büyük ekseriyetle maalesef, “Allah hesabına onlara bakmak ve baktırmaya çalışmak” olan “manâ-yı harfî”den çok uzak ve “Allah hesabına değil de, kendi hesabına bakmak ve baktırmaya çalışmak” olan “manâ-yı ismî” ağırlıklı olarak verilmektedir!..

Newton tarafından keşfedilmiş Gravitasyon Kanunundan bahsedilirken, ekseriya yalnız Newton’a dikkatler çekilmeğe çalışılmaktadır(!). Halbuki, Newton, “var olan bir kanunu” keşfetmiştir! Bu kanunu kim koymuştur ve bu kanunun kâinattaki hükmünü icra ettiren kimdir? Okullarımızda bunun üzerinde maalesef çok büyük ekseriyetle hiç durulmamaktadır!

Halen üzerinde yaşadığımız dünya küresinin kütlesi, 597 sayısı yanına ondokuz sıfır konulmakla elde edilen sayı kadar “ton“dur. Güneşin kütlesi ise, dünyanınkinin takriben 332000 mislidir. Fezada bizim güneşimizden çok büyük yüz milyarlarca başka güneşler daha vardır. Bütün mevcut güneşleri temsilen bir tanesi bize hem her gün tekrar gösterilmekte; hem de Kur’ân-ı Azîmüşşân’daki ilahî hitapla, bunun gibi varlıklara ve hadiselere ibret nazarıyla bakıp düşünmeğe davet edilmekteyiz!..

Her şeye kıymeti nispetinde bir makam vermek lâzımdır. Bu büyük kâinatı her şeyi ile birlikte yaratarak büyük bir nizam ve intizam içerisinde idare eden Allah’ın, okullarımızda çok büyük ekseriyetle “Tabiat Kanunları” olarak bahsedilen “Âdetullah Kanunları”nın perdesi ardındaki kudret mucizelerini hakikat gözüyle görmeyerek; dağ gibi hakikatleri zerre kadar basit sebeplere dayandıranlar ve nazarlarını bu sebepleri hiç yoktan icad eden ve devam ettirenden çekerek, Allah’ın verdiği akıl nimetiyle sadece bu sebepleri keşfedebilenlere tevcihe çalışanlar ve bu şekilde “Kadîr-i Mutlak’ın her şeydeki marifet yolunu” kapayanlar, hem Allah’ın ve hem de bütün kâinatın hukukuna tecavüz etmiş olmaktadırlar!..

Her gün doğudan doğarak batıdan battığını görmeye alışmış olduğumuz güneşin batıdan doğup doğudan batması, fevkalâdeden bir hadise olarak kıyamete çok yakın görülecektir. Fakat o zaman, artık “tövbe kapısı” da kapanmış olacak ve iman etmek için vakit geçmiş olacaktır!.  Halen dünyada yaşayan neslin ömrü, dünyanın bu son haline yetişemeyebilir. O “büyük kıyamete” rastlamasa da, her insanın “küçük kıyameti” olan ölümleri bir gün onlara mutlaka rastlayacak ve onları bu dünya imtihanından mutlaka terhis edecektir!.

Büyüğü de küçüğü de o “kıyamet günü” gelmeden insanlar, sadece güneşin kıyamete yakın, batıdan doğup doğudan batmasının değil; güneşin her gün doğudan doğup batıdan batmasının da Allah’ın kudretinin bir mucizesi olduğunu idrak edip o idrak ile yapmaları gerekenler ne ise onları yapmalılar; ömür imtihanlarının baki kalan müddetlerini “Allah’a kulluk imtihanının müddetleri” olarak değerlendirebilmek için tüm gayretlerini sarf etmelidirler.

Aksi halde, dünya imtihanlarının sonunda, âhiretteki “son pişmanlıkları” onlara fayda vermeyecektir!..

Mustafa NUTKU

Çağın gerisinde kalmamak

İlk Çağ.. Orta Çağ.. Yeni Çağ.. ve nihayet içinde bulunduğumuz “İletişim Çağı”..

İçinde bulunduğumuz bu çağın gerisinde kalmamalıyız!

İslâm dinin iman ve ibadet esasları, tabiat olayları vd bazıları gibi,  zamanın değişmesiyle değişmeyenler olmakla birlikte; Mecelle’deki 100 temel hukuk kaidesinden birinde temas edildiği gibi, “bazı şeylerin zamanın değişmesiyle değişebileceği” de inkâr edilemez.

Son Kurban Bayramında katıldığım büyük bir vakfın bayramlaşmasında konuşan eski bir milletvekili, bilhassa internetin ve geliştirilmiş cep telefonlarının, hayrı yaymakta kullanılması gerektiğinin lüzumuna ve önemine dikkat çekmişti.

İçinde bulunduğumuz asrın bu çok önemli iletişim vasıtalarının maalesef “hayrı yaymak”tan çok, “şerri yaymak” için çok yaygın olarak kullanılması karşısında bazı Müslümanların ”yüz yüze tebliğ esastır, asıl tebliğ yüz yüze yapılan tebliğdir. Peygamberimiz’in (s.a.v) sünneti de öyle yapılan tebliğdir” sözleri de doğru olmakla beraber -asrımızın çok gelişmiş iletişim teknolojilerini zararlı olarak kullanan bazılarına dikkati çekerek- onların aleyhinde tavırlar almaları yanlıştır!..

Yavuz Sultan Selim Mısır’ı Memluklar’dan aldığında, Memluklar; “Biz, ‘Peygamberimiz’in sünnetidir’ diyerek kılıçla, mızrakla, ok-yay ile savaştık; Yavuz’un ise, her yöne dönebilen topları vardı; onlarla bizi yendi” demişlerdir.   

”Peygamberimiz’in sünneti” konusunu maddî silahlarla savaş mevzuunda olduğundan başka, “manevî savaşlarda insanlarla iletişim ve hakkı tebliğ” ile ilgili olarak da iyi anlamak gerekmektedir.

“İletişim teknolojileri”, içinde bulunduğumuz asrın çok mühim ve vazgeçilemez  silahlarıdır; her silah gibi onlar da hem “şerli maksatlar” ve hem de “hayırlı maksatlar” için kullanılabilir. Onların hayırlı maksatlar için kullanılmaları ihmal edilmemelidir!

Peygamberimiz (s.a.v.) “Düşmanlarınızla kılıç, mızrak, ok-yay ile savaşın” dememiştir; o zamanın savaşlarında onlardan daha gelişmiş silahlar olmadığı için, onları kullanmışlardır. Şimdi ise, kıtalar arası ve dünyanın diğer ucuna kadar gidebilen nükleer başlıklı füzeler “maddî harp silahları” olabildiği gibi, ”çok gelişmiş iletişim teknolojileri” de çok mühim (manevî) “iletişim silahları” olmuştur; bunları “şer cephesi” şerri yaymak için çok yaygın şekilde kullanırlarken, “hayır cephesi” olarak Müslümanların o mevzuda pasif kalmamaları icap etmektedir!

Bu mevzuda enteresan olan bir cihet de şudur ki; 

”-Tebliğde Peygamberimizin uyguladığı; yüz yüze tebliğdir..” diyerek asrımızın çok gelişmiş iletişim teknolojilerine ilgisiz kalan ve başkalarını da aynı hale davet eder gibi davrananlar, “yüz yüze tebliğ” için dünyanın diğer bir ucuna giderlerken bu defa da;

”- Peygamberimiz uzak mesafeye deveyle giderdi..” demeden ve hattâ o seyahatlerinde deveyi kullanmayı hiç akıllarına bile getirmeden, en gelişmiş yolcu uçaklarına binmekte hiç tereddüt etmemektedirler!

“Peygamberimiz’in sünnetine uyacağız..” diye “sadece yüz yüze tebliğ” yapmaya çalışılırken, böyle tezatlı hallere girilmemelidir!

Peygamberimiz: “Düşmanlarınızın silahlarını siz de temin edin ve o silahları onlara karşı kullanın” demiştir. Bu sebeble, asrımızın “çok gelişmiş iletişim teknolojileri” de İslâm davası için “manevî silahlar” olarak kullanılmak maksadıyla Müslümanlar tarafından mutlaka temin edilmeli ve İslâm düşmanlarına karşı etkili bir şekilde kullanılmaya çalışılmaları ihmal edilmemelidir.

Aksi halde, her zaman ve bu “iletişim çağı”nda da her şey fikirle başladığından,  Müslümanların “hayır cephesi”nin, “şer cephesi” ile olan manevî savaşlarında Memluklar’ın Yavuz Sultan’a mağlubiyetine benzer bir durumla karşılaşılması tehlikesi vardır!..

İçinde bulunduğumuz bu “İletişim Çağı”nda,  iletişim teknolojilerini kullanmak konusunda Müslümanlar olarak çağımızın gerisinde kalmamalıyız!..

Prof.Dr.Mustafa NUTKU

Vücut Makinemizin Kullanma Talimatına Uymak

En basit bir makinenin bile “Kullanma Talimatı”na uyulmazsa, o makine ya bozulur veya iyi çalışmaz! 

En mükemmel makine halinde ise, “Kullanma Talimatı”na uymak çok daha  önemlidir!. Bu, hiç kimsenin inkâr edemeyeceği bir gerçektir.

Fakat insanlar, basit makineleri kullanırken bile onların kullanma talimatlarına uymaya çalışırlarken, “insan denilen en mükemmel makine”yi kullanırken -tam aksi bir davranışla- onu Yapan’ın, “rehber öğretmen” olarak görevlendirdiği Peygamberler ile birlikte gönderdiği “Kullanma Talimatı”na ekseriyetle muhalefet ederler ve aslında bu muhalefetlerinin neticesi olan arızaların sebeplerini ve giderilme yollarını da garip ve anlaşılmaz bir şekilde, başka yerlerde ararlar!

“İnsan” denilen “en mükemmel makine”, onu Yapan’ın gönderdiği “Kullanma Talimatı”na uyulmazsa, elbette arıza verecek ve iyi çalışmayacaktır!..

Buna en dikkat çekici  misal olarak, insan cemiyetlerinin en küçüğü ve temeli olan ailelerde saadetin nasıl sağlanabileceği, aile geçimsizliklerinin nasıl önlenebileceği, çeşitli ailevî meseleler ve aile faciaları mevzularında yapılan neşriyatın, bu devirde sayı bakımından çok olmasını ve ilk sıralarda yer almasını gösterebiliriz.

Ancak çok yaygın ve çok tehlikeli bir hastalık, devamlı olarak gündemin başında yerini korur; onunla ilgili olarak her gün yeni ilaçlar piyasaya sürülür; yeni teşhis ve tedavi metotlarından bahsedilir. Öyle bir durumda da, o hastalığa karşı en iyi teşhis ve tedavi metotlarının en kısa zamanda bulunarak insanların istifadesine sunulması gerekir. Uzaklarda zannedilen bu teşhis ve tedavi metotları ise, bazen yanı başımızda ve hattâ gözümüzün önünde de olabilir; fakat biz onların farkında olmayabiliriz!.

Cemiyetimizde batıdakilere benzer şekilde çok yaygın hale gelmek  tehlikesini çok ciddî ve çok bariz şekilde hissettiren ailevî huzursuzlukların sebeplerini, onların teşhis ve tedavi şekillerini en basite indirgeyerek anlayabilmekte ve en isabetli çözümlere varabilmekte deherhangi bir âlet veya bir makinenin “kullanma talimatına uymak”, çok  kolay anlaşılabilir misal olarak  göz önüne alınabilir ve alınmalıdır.

Türkçemizin bir azizliğindendir ki, aynı ifade bazen aynı mevzuda hem olumlu ve hem de olumsuz manâlara da gelebilmekte; kişilerin niyet ve maksatlarına göre, bazen de bu cins ifadelere manâ vermenin en uç ve en aykırı noktalarına kadar gidilebilmektedir!

Bunun en bariz ve tipik misallerinden biri, başlamak üzere olan “yeni ders yılı”nda da çocuklarımızın okula ilk başladığında eline tutuşturulacak olan “Okuma Kitabı”dır. Bu kitap ismi niyete, maksada ve anlayış tarzına göre “Kitap okuma!” yasaklaması olarak da -onun manâsının en uç ve en aykırı şekliyle- tamamen ters bir manâda da anlaşılabilir ve kullanılabilir!.

Verdiğimiz bu “Okuma Kitabı” misalindeki gibi, en basitinden en mükemmeline kadar bütün makinelerin onlara arıza verdirtmeden usulüne göre kullanılabilmesi için, o makineyi yapanın eseri “Kullanma Talimatı” da, tamamen ters bir manâda, yani “Talimatı Kullanma!” yasaklaması (!) olarak anlaşılırsa ve bu ifade en uç ve en aykırı manâsına kadar bile zorlanarak o makinenin  “Kullanma Talimatı”na uyulmazsa, o makinenin arıza vermesinden ve iyi çalışmamasından, kimin kime şikayete hakkı olabilir ve bu  durumla ilgisi olmayan başka sebepler ve çareler üzerinde durmanın ne faydası olabilir?

Bu sebeble, “insanın kâinatın en mükemmel makinesi olduğunu” ve onu Yapan’ın “Kullanma Talimatı”nı da yaptığını ve “rehber öğretmen” Peygamberler ile göndermiş  olduğunu düşünebilmeli; onun ailevî meseleleri de dahil, ferdî ve içtimaî hayatındaki her neviden bozukluklarının sebep ve çarelerini başka yerlerde aramak yerine, onu Yapan’ın  “Kullanma Talimatı”na uyularak mı çalıştırıldığını araştırmalı ve çözüm olarak “O Kullanma Talimatı”na uymayı kesinlikle tavsiye etmeliyiz.

Prof.Dr.Mustafa Nutku

Rahat Meyli ve Yazmak

Bir iftar sofrasındaki sohbette, neşredilmesini teklif etmek maksadıyla yazı yazan birisinden bahsedilirken o sofradakilerden birisinin -sanki bu mevzuda sadece kabiliyet yeterliymiş gibi- “Madem ki kabiliyeti var, yazsın..” şeklindeki sözünü çok yadırgamıştım ve yıllarca gazetelerde köşe yazarlığı yapmış bir yazarın, “yazarlığın sadece yüzde onu kabiliyet; yüzde doksanının ise ter (çalışmak) olduğu” sözünü bana düşündürtmüştü. İnsanların çoğunun da, yazarlık hakkındaki fikri, o iftar sofrasında yadırgadığım sözü söyleyeninki gibidir. Öyle yanlış bir düşünce ile, kendilerini neşredilmesini teklif etmek maksadıyla yazarlık yapmamak mevzuunda mazur görmeye ve göstermeye çalışırlar!.

Halbuki, neşredilmesini teklif etmek maksadıyla yazmakta fikirleri derlemek, toplamak, dağınıklıktan kurtarmak, çeki-düzen vermek ve bir mantık silsilesi içinde intizama sokmak vardır.

O maksatla yazmak yoluyla fikirlerini teftişe arz eden, onları kontrolsüzlükten, başıboşluktan, derbederlikten kurtararak onlara en iyi şekli vermeye de çalışabilir. Bu gayretinin neticesinde meydana çıkana önce bizzat kendisi bakarak, yazmış olduklarının ilk okuyucusu, ilk tetkik edicisi, ilk tahlil edicisi, ilk tenkit edicisi ve ilk tashih edicisi olabilir ve bu faaliyetlerini birçok defalar -bu mevzudaki hassasiyetinin derecesi ile mütenasip olarak- tekrarlayabilir. Bu faaliyetleriyle, yazdıklarında başkalarının bulabileceği hatalarını onlardan daha önce kendisi bulabilir ve düzeltebilir. Başkalarından önce tahlilleri, tenkitleri, tashihleri kendisi yapabilir.

Bu “öncelik hakları” aslında mühimdir; bu “öncelik hakları”nın kıymeti bilınmeli ve iyi kullanılıp semeresi alınabilmelidir. Zihinde doğan fikirlerin bu şekilde gizlilikten alenîliğe çıkışı ve yazılarak kaydedilmiş hale gelişi ile onların mahiyetleri üzerinde tetkik, tahlil, tenkit ve tashih daha iyi yapılabilir. 

Fikirlerin bu şekilde yazıya dökülmesi ve onların daha sonra da umuma teşhiriyle teftişe sunulması, her teftişteki gibi, bu teftişi verene de zor gelebilir; ama bunu kabulün zor gelmesi, fikirlerini umumun teftişine sunmaktan kaçmanın kâfi ve haklı bir sebebi kabul edilemez. Çünkü doğru fikirleri umumun teftişine sunmanın faydaları çoktur ve onun zorluklarına galebe eder.

Neşredilmesini teklif için yazmak vesilesiyle fikirlerini bu teftişe hazırlamak ihtiyacını hisseden, muhakeme tarzındaki ve ifade şeklindeki eksiklerini, hatalarını, az gelişmişliklerini tashih ve tekâmül ettirebilmeğe daha fazla müteveccih ve mecbur olabilir; çünkü bu ona vazgeçilemez ve ihmal edilemez ciddî bir vazifesi halinde görünebilir.

Neşredilmesini teklif için yazmak vasıtasıyla fikirlerini umumun teftişine arz etmeyenlerde ise, bu mevzulardaki mükellefiyet ve mecburiyet hissi daha zayıf ve muhayyer kalabilir. Çünkü sadece kendilerine saklayıp yazılı bir halde umuma arz etmek istemedikleri fikirlerini kendilerinin murakabe etmesi ihtiyacı onlarda daha az olabilir.

Tabiî ki bunlar, umumî olarak söylenebilecek hususlardır ve istisnaları da vardır.

Neşredilmesini teklif için yazmanın “umumun fikrî teftişine hazırlanmak yoluyla kendi fikrî tekâmülüne medar olabilmesi”, onun zorluğunu unutturması icap ettiren calib-i dikkat bir hususiyetidir.

Bu mahiyetteki yazmanın zorluğundan ürkmeden ve yılmadan, fikirlerini murakabe faaliyetinde bulunarak onları tashihe, tanzime, en iyi ve doğru istikamete tevcihe çalışmak, sonra da onları ifade şeklinde ayni çalışmaları devam ettirdikten sonra umuma arz etmek, bilhassa iletişim teknolojilerinin ve imkânlarının çok geliştiği ve insanların büyük çoğunluğunun onları çok kötü maksatlarla kullandığı asrımızda belki her mükellef için “farz-ı kifaye” olmaktan da çıkmış ve “farz-ı ayn” haline gelmiş olan “emr-i bil-ma’ruf ve nehy-i an’il-münker”i yapabilmek için çok hayırlı ve faydalı bir tavsiyedir.

Her hayırlı işe karşı çıkmak için insanın irade ve karar mekanizmasını hataya sevk etmeye uğraşan ve bu hususta çeşitli silâhları kullanan şeytan, ekserî hallerde olduğu gibi, insanlardaki “rahat meyli”ni tahrik ile onların bu hayırlı ve faydalı işi yapmalarına manî olmağa çalışır; yapılacak işin zorluklarını insanların gözünde büyüterek, onları bu işten alıkoymaya gayret eder ve ekseriya da muvaffak olur!.

“Rahat meyli” böylece, bu konuda ve bazen de başka konularda insanların hem dünya hayatlarındaki ve hem de ebedî hayatlarındaki birçok kayıplarının bir müsebbibi olabilir.

Halbuki insanlar, meşakkatli gibi gelen mühim ve hayırlı işlerde “rahat meylini” -peşine talip olmak zaaflarının esiri olarak- dünyada tatmine çalışmaları ile o mühim ve hayırlı işlerden geri kalmaktaki zararlarını iyi düşünebilmelidirler.

İnsanlardaki en fazla kontrole muhtaç meyillerden biri olan “rahat meyli” ile alâkalı şu sorunun doğru cevabını da düşünmek gerekir:

“-İnsanlar dünyada yaşarken bütün niyet, karar ve davranışlarında ‘rahat meyli’ni ön plana alsalar, acaba onların neticede elde edebilecekleri ‘rahatlık semeresi’ ne olabilir?”

Bütün niyet, karar ve davranışlarında “rahat meyli”ni ön plâna alan insanlar, dünyada belki de hiç rahat bulamayabilirler! Dünyada “rahat meyli”ni esas alanlar, âhireti kazanabilmek için yapmaları icap eden ibadet ve hizmetleri ihmal edecekleri için, âhirette de rahatı bulamazlar!

İnsanların dünyada ne kadar yaşayacağı belli olmadığı gibi, ömürlerinin mükellef, âkil ve bâliğ olmadan önceki bir kısmı “çocukluk devresi” halinde; vücutlarının acz, zaaf ve hastalıklarının eza verdiği diğer bir kısmı da “diğer ve ihtiyarlık devreleri” halinde, onların “rahat meyli”ni tatminden uzak olarak geçmektedir. İnsanların erkek olanlarının gençlik devreleri, büyük bir ekseriyetle, dünyada maişet vasıtaları olabilecek meslekleri kazanmak için hazırlanmalarıyla geçer ve onlara “rahat meyli”ni tatmin imkânını vermez. Tahsille, askerlikle, gurbetlerle, çeşitli mahrumiyetlerle, musibetlerle ve sıkıntılarla dolu bazı ömür safhaları, aslında onlara dünyada rahatı aramamayı ikaz eder; fakat onlar ekseriya bu ikazları anlamazlar! Kadınların da bilhassa asıl meslekleri olan annelikte hamilelikleri, çocuklarının küçük yaşlarındayken bakımları onların “rahat meyli”ni tatmine  ekseriya mani olur.

Dinî kaynaklarımızda açıkça belirtildiği gibi, bu dünya aslında rahat yaşamak yeri değildir. İnsanlar bu dünyaya kendi istekleri ile gelmedikleri gibi, rahat bir fanî ömür sürsünler; sonra ölsünler, toprağa karışsınlar, diye de gönderilmemişlerdir! İnsanların bu dünyaya gönderilmelerinin asıl maksadı ve gayesi: Hâlik-ı Kâinatı tanımak ve ona iman ile ubûdiyet etmektir. 

İnsanlar, bu dünyadaki varlıklarının asıl sebebine uygun olarak yaşamaya ve içlerine Yaratıcı tarafından dünyadaki imtihanları için konulmuş “rahat meyli”nin dünyada tam tatminini istemenin bu dünyadaki aslî vazifelerini yapmasına mani olacağını idrake çalışmalıdırlar.

İnsanların kısa dünya hayatlarına sığışmayan çeşitli meyillerinin ve isteklerinin bulunması, aslında bunların karşılığının verilebileceği ebedî bir âhiret hayatının varlığının da birer isbat vasıtasıdırlar. İnsanlar kendilerindeki “rahat meyli”ne de bu anlayışla bakabilmeli; onların içine o meyli koyanın, o meyli kullanmaları şekliyle de onları bu dünya hayatında imtihan ettiğini, “rahat meyli”nin de karşılığının, ebedî Cennet hayatında fazlasıyla verilebileceğini, düşünmelidirler.. “Vermek istemeseydi, istemek vermezdivecîz sözü, “rahat meyli”ni kullanmak imtihanında da insanlara mühim bir uyarıcı olmalıdır.

Dünyada yapmaları icab eden vazifelerini “geçici ve kısa bir rahatlıkları için” ihmal etmek; insanların kendi nefislerindeki bazen galip gelemedikleri ve uğrunda çok hayırlı işleri terk ettikleri “rahat meyli”ne, onların ebedî âhiret hayatlarını da içine alacak şekilde ters düşmektedir!..

Mustafa NUTKU