Etiket arşivi: Nabi

Başarı Karşılığı Sevgi

Son dönem gözlemlerimde dindar anne-babaların dahi çocuklarına sevgilerini başarı karşılığında sunduklarını fark ettim. Çocuklarının ahlaklı, dini vazifelerini yerine getiren, hayatta başarılı olmalarını isteyen anne-babaların bu masum isteklerinde çocuğun “okul başarısını” en önemli mihenk kabul etmeleri herhalde ahir zamandaki manevi havanın bozulmasıyla nazarların tamamen dünyevi hayatın kazanılmasına hasredilmesinden kaynaklanan bir durum. Düşünce ve uygulama olarak sadece dünyaya hizmet eden bir hayat yaşamasa da anne-babalar, etraftan etkilenme veya kendi gençliklerinde başarılı olamadıkları alanlarda çocuklarına yol gösterme, başarılı yapma meyliyle, farkında olmadan, okul başarısını çocuklarını değerlendirmede çok belirleyici bir faktör zannediyorlar.

Halbuki İslami anlayışın esasında anne-babanın asıl vazifesi “Allah’ın rahmetine ayine olmak yani çocuğuna karşılıksız sevgi sunmak”tır, böylece çocuk anne-babasında gördüğü o “karşılıksız sevgi” kavramıyla tanışır, büyüdükçe bu sevginin asıl kaynağının Rabbi olduğunu anlar ve hayatı O’na bağlılık ile pek çok endişe ve korkulardan salim olarak yaşar. Maalesef günümüzde bu  anlayış epey perdelenmiş, kaybolmaya başlamış. Kapitalizmden gelen “her şey karşılıklı” felsefesine  mağlup olunup, karşılıksız rahmetini sunan rabbimizin rahmetini gösteren ayna olmak kavramı unutulmaya başlamış. Arkadaşlık dostluk kavramları kaybolduğu gibi karşılık beklentisi anne-evlad ilişkilerine kadar girebilmiş.

Hepimiz evladlarımızın maddi ve manevi sahada başarılı olmasını arzu ederiz ve bu neticeye götürecek donanımları kazanmasını isteriz. Bu sahalarda başarılı olmanın ölçüsü çocuğun sadece okul derslerindeki başarı durumu yada arkadaşları arasında ne kadar söz sahibi olduğu gibi iki zahiri kriter olmamalıdır. Bunlar kendi alanlarında birer belirleyicidir ve bize çocuğumuzun o alanda yapabilecekleri hakkında bir fikir verebilirler ama çocuğumuzu yani bir insanı, hele imanla ruhu 18 bin aleme açılabilen bir insanı, bütünüyle değerlendirmeye yetmezler.

Öncelikle bir adım geriye gidip resme bütünüyle bakmalıyız. Yani evladlarımıza “benim çocuğum” anlayışıyla değil de, “Allah’ın benim terbiyeme emanet ettiği bu ademoğlu, bu müstakil birey” nasıl hem dünya hem ahret hayatında başarılı olacak şekilde eğitilmelidir? Bunu ona kazandıracak hangi bilgiler ve nasıl bir uygulama olmalıdır? Gibi çocuğun bu hayatın başından en nihayetine yani ölümüne kadar ve ölümünden Rabbinin huzuruna çıkarılıncaya kadar seyredeceği bu “hayat yolculuğunda” nasıl başarılı olabileceğine dair modeller bulmalıyız. ( Bu modellerin tamamı Fahr-i Kainat Efendimiz(ASM)’ın çocuk ve gençlere olan muamelelerinde derc edilmiştir. Sünnet-i Seniyye kaynağından bizim durumumuza uygun olanı seçip uygulamalıyız. )

Cenab-ı Allah Ehadiyetinin tecellisiyle her kulunu ayrı bir fıtrat, ayrı hassasiyet ve ayrı istidadlarla yaratmıştır. Bu yüzden her çocuk da farklı bir fıtrat sahibidir, farklı meyilleri vardır ve bu meyilleri besleyecek ve kabiliyet haline dönüştürecek farklı faaliyet alanlarına ihtiyaç duyar. Örneğin bir çocukta insanlara yardım etme eğilimi fazladır, o tür faaliyetlerden, arkadaşlarıyla bir arada olmaktan lezzet alır. Diğer bir çocukta okumak, araştırmak meyli fazladır, arkadaşları yerine kitapları tercih edebilir. Bu iki çocuğu kıyaslayıp “Bizimki sabahtan akşama park bahçe şişe kapağı topluyor, tekerlekli sandalye alacakmış, eve girmiyor; komşunun çocuğu da almış kitabı evden dışarı bile çıkmıyor. Bizimki yaramaz, komşununki akıllı..” gibi bir değerlendirme fıtratı bilmeme cehaletinin bir ifadesidir. Bu iki çocuk kendi ölçüleri içinde müstakil değerlendirilmelidir.

 İslami terbiye içerisinde en önemli mesele çocuğun “kişilik sahibi” olmasıdır. Yani müstakil ama vazifesi bulunduğu her topluluğa karşı sorumluluklarını bilen ve kendini ifade edebilen bir insan olmasıdır. Çocuğun kişilik sahibi olması için belli eğri ve doğrularını tesbit edebilmesi ve bunlara göre yaşadıklarını değerlendirebilmesi gerekir. Öyle ise öncelikle çocuğumuza eğri-doğruyu hakiki bulabileceği bir kaynağı takdim etmemiz lazımdır. Çocuk bu sabit kaynağı öğrendikten sonra değer yargılarını ona göre oturtarak sağlam bir karaktere sahip olacaktır. Bu kaynak da 1400 yıldır hakkaniyeti isbatlanmış, toplumların teveccüh ve itimadını giderek artırdığı Kur’an-ı Kerim ve onun hayata uygulanmış hali olan Sünnet-i Seniyyedir. Çocuk kaynak olarak Kur’an’ı, rehber olarak Peygamberini(ASM) aldıktan sonra her yeni deneyimini bu eksenlerde iç alemine yerleştirecektir.

Çocuklarımızı kişilik sahibi bireyler olarak yetiştirirken önemli bir mihenk de “yanlışların içinden doğruyu ayırdedebiliyor mu, doğruyu bulunca bunu uygulayabiliyor mu, yanlış yaptığını fark edince hatasını nasıl düzeltiyor” gibi doğruları hayatına yerleştirmeye çalışan bir yaklaşımı kazanıp kazanmadığını ölçmektir. Yani çocuk “doğruyu öğrenmeyi öğrendikten” sonra bilmedikleri için fazla endişe etmeye gerek kalmaz; çünkü ihtiyacı oldukça öğrenecektir. İnsandaki akıl, kalp, vicdan mekanizmaları ve bunları eğiten Kur’an-Sünnet yolu bireyin her durum için doğruyu bulup uygulamasına zemin hazırlar. İşte çocuğumuzun bu dış kaynakları(Kur’an-Sünnetten gelen bilgileri) iç dinamikleriyle birleştirmeyi öğrenmesi ona bir ömür kılavuzluk edecek en mühim rehberdir.

Anne-babanın çocuğun eğitiminde yapacağı en mühim katkı çocuğun kendi fıtratına uygun bir kişiliği bulmasına yardım etmektir. Çocuğumuz sünnet-i seniyyeye göre uymamız gereken umumi ve şahsi hakları çiğnemiyorsa, yani kendi had ve sınırlarını ihlal etmiyor, başkalarına zarar vermiyorsa, diğer farklılıklar için çocuğa değişimi telkin etmemelidir. Aklına kapı açmalı, “şöyle yapsan daha iyi olabilir”  demeli ama iradesini elinden almamalıdır. Yukarıdaki örnekte kapak toplayan çocuk okul derslerini 3 ile geçiyorsa, “kapak toplama da otur çalış sınıfı 4 ile geç” gibi bir yaklaşım çocuğun üstünde baskı oluşturur, çocuk kendi başına verdiği kararlardan şüphe etmeye başlar, kişiliği örselenir, kendine güveni azalır. Çocuğa derslerini daha iyi öğrenmek istiyorsa, daha çok vaktini çalışmaya ayırması gerektiği anlatılmalı ama  buna kendisi karar vermesine çalışılmalıdır. Karar çocuğa mal olursa eğitici olur yoksa dökme su ile değirmen dönmeyeceğini bilmeliyiz. Anne-baba sevgisini notlara göre ayar ediyorsa yani 5 alınca sevgi ve iftihar dolu bir sesle “aferin benim aslan evladıma”; 2 alınca sevgisiz, ilgisiz bir tepki veriyor, çocuğu dışlıyorsa bu çocuğa: “Seni notun ve başarın kadar seviyorum!” mesajı vermek demektir. Bu mesajı alan çocuk da bir ömür anne babasını notla, ilerde kariyerle mutlu etmeye çalışır durur. Peki mutlu olabilir mi?  Elbette hayır.. Anne-babası kendisine gerekli değer yargıları ve eğri-doğruları öğretmediği için bir ömür kişilik problemi yaşar, her durumda eğri-doğrusu değişir, iş ve kariyerin dışında ne yapacağını bilmeyen, sürekli kendini birilerine isbatlamaya çalışan, başarılı olmazsa sevilmeyeceğine inanan, okul başarısının hayatın gayesi olduğunu sanan ve hayata karşı bir sürü sui zanlarla dolu bir birey olur, neticede MUTSUZ olur. 15-20 yıllık okul hayatında çok başarılı olmuş ama hayatın okuldan ibaret olduğu zannıyla yetiştirildiği için kişiliği, sosyal yapısı gelişmemiş ve ömrünün kalan 30-40 senesinde hayatın dışında kalmış  arkadaşlarımız mevcuddur. Bu arkadaşlarımız okulda başarılı ama hayatta başarısız birer insan olur! Elbette bu neticeyi hiçbir anne-baba istemez.

Öyleyse evladlarımıza yapacağımız yönlendirme ve ikazlar hangi eksende olmalı?

Bu çok önemli sorunun cevabını uzman pedagoglara bırakmakla beraber elzem birkaç noktaya değinelim.

Çocuk doğru ve yanlışı algılayabilecek yaşa geldiğinde(her yaşta bu seviye farklıdır, her yaşa göre çocuk sorumluluklarının artmasıyla bu doğru ve yanlışlara muhatap edilmelidir), çocuğun karar vermesine izin vermelidir, bu esnada çocuk yanlışlar yapacaktır, ama yanlış yapmasına bir kez izin verirsek ona kararlarını uygulama becerisi kazandırır hem de kendi kararını kendisi değerlendirmesine fırsat vermiş oluruz. Hiç hata yapmadan doğruyu bulması ise mümkün değildir. Çocuğa kendi karar ve davranışlarını değerlendirme anlayışını yerleştirmeliyiz, yani kendi kendini eleştirebilen, sorgulayabilen bir insan olmalı. İçimizdeki vicdan mekanizması zaten sürekli bizi mihenge vurur, bazen ikaz eder, bazen ferahlığıyla doğru yaptığımızı söyler. İşte vicdanın bu sesini açığa çıkarmak, yani kendini eleştirmek bizi hayatta dengeli tutan önemli bir ikaz mekanizmasıdır.

Çocuğumuz hata yaptığında ise kızmak yerine beraber kararını değerlendirmek ve bu kararı almasına sebep olan his ve fikrini konuşarak kendi kendisini düzeltmesine zemin hazırlamak en kalıcı eğitim metodudur. Örneğin çocuğumuz ödevini akşam hazırlamadı ve sabah erken kalkarım düşüncesiyle sabaha bıraktı. Ve neticede sabahleyin ödevini yetiştiremeden okula gitti. Bu çocuğa “Ben sana demiştim, şimdi öğretmenine rezil olacaksın, notun da düşecek, tembel çocuk” gibi negatif telkinler yerine hiçbir şey söylemeden ve kararının neticesini kendisi görmesini bekleyerek okula yollamak, okuldan gelince de “Okul nasıl geçti” gibi ilgilenip çocuğun kendisi anlatmasına fırsat vermek gerekir. Çocuklar kendilerine sıkıntı veren şeyi paylaşmak isterler, çocuk fıtri bir şekilde gelip “Anne/baba şöyle oldu, öğretmen kızdı” der ve üzüldüğünü ifade ederse , “Evet evladım, hakkaten üzücü bir şey yaşamışsın, galiba sabahları okul ödevi yetişmiyor, değil mi?” gibi çocuğun problemin kaynağını bulmasına yardımcı olabiliriz. Muhtemelen çocuktan da “Evet anne” gibi bir cevap gelecektir, “Bir daha sabaha bırakmayalım o zaman” gibi bir kararı beraber almış oluruz. Bu senaryoda çocuk hem karar verme yeteniğini korumuş hem de kendini değerlendirme ve sonuçlarıyla yüzleşme fırsatı bulmuş oldu, hem de anne-babasına güveni, yakınlığı sarsılmadı. Ama çocuk ödevini aksatmasın diye baskılama olsaydı, negatif telkinlerle çocuk uzaklaşacak, bu kazanımlar olmayacaktı.

Bunlar gibi binlerce örnek verilebilir. Mühim olan okul başarısı veya kariyer gibi zahiri mihenklerin çocuğumuzu değerlendirme tek kriter olmadığını bilerek, onlardan çok daha fazla insanı mutlu eden erdem, şahsiyet, fazilet gibi kavramlarla çocuğumuzu tanıştırarak iç alemi dengeli bir birey olmasını sağlamaktır. Çocuğumuza iki alemdeki mutluluğu, ancak oturmuş bir kişilik sahibi olması ve hakiki doğrulara göre yaptığı tercihleri kazandırır. Gayemiz yapıcı, onarıcı metodlarla evladlarımızı hayat yolculuğuna hazırlamaktır.

Rabbimizin emanetlerini en güzel şekilde muhafaza etmek duasıyla..

Nabi

Nurnet.org

Müsbet Hareket Mizacı

Risale-i Nur’un hizmet metodunda en önemli esaslardan biri olan “müsbet hareket esası”nı uzun zamandır düşünüyorum. Hakiki Nur talebelerinde gördüğümüz çöldeki vahalar gibi serinleten, ferahlatan halet-i ruhiyelerin temelini “müsbet hareket”in oluşturduğunu nurları mütalaamız neticesinde görebiliyoruz. Bazen bin ilaçtan daha fazla tesirli ve onarıcı; “yıkıldım” dediğimiz anda Ağrı dağı gibi, bizi dimdik ayağa kaldırıcı; “buraya kadar, pes” dediğimizde tekrar işe koyulmaya teşvik edici; bir kaç kelime veya bir gülümseme ile manevi vücudumuzda elektrik etkisi yapan bu nurlu halet-i ruhiyelerin temelini araştırdım.

Şener Dilek Ağabey’den:

Bir Nur Talebesinin idrakı ve hali Nurcu olacağı gibi, tab’ı yani mizacı da Nurcu olacak. Mizaç, Nurcu olunca sırr-ı ihlasa vasıl olunur. Risale-i Nurun kudsiyyet manası tab’a nüfuz etmezse, o Risale-i Nuru kendi mizacına uydurur. Fakat mizaca Risale-i Nur müessir olursa o vakit mizacı Risale-i Nurda esir olur. Makam-ı rızaya vusül, mizacını da Risale-i Nur’da eritmekle olur.” tesbitlerini de değerlendirince nurcu mizacın yani müsbet hareketin ne olduğu, nasıl kazanılacağını anlamaya başladım.

Ne demek mizacını nurcu yapmak?

Mizac insanın karakteri, bununla bağlı olarak huyları, eşya ve hadiseleri algılama, değerlendirme bakış açısı demektir. Kimimizde kötümser ve sabırsız bir algılama hakimken, kimimizde daha temkinli ve olumlu algılamalar olabilmekte. İşte Şener Ağabeyden nakledilen not bize mizacımızı nurcu, yani müsbet hareket edici bir seviyeye getirmemizi tavsiye ediyor.

Müsbet hareket: yapıcı, onarıcı, tamir edici fikir, his ve davranışlar içinde olmak; dolayısıyla kırıcı, bozucu, tahrip edici, iğneleyici halet-i ruhiye ve lafızlardan uzak durmak; problemi büyütücü değil, çözümleri üretici şekilde hareket etmek demektir. İsminden de anlaşıldığı gibi bu anlayış bir harekettir, yani uygulamada kendi gösteren bir bakış açısıdır. Manen hidayetin taşıyıcısı olan bir nur talebesinin en dar dairede etrafındaki insanların ve daha geniş dairede içinde bulunduğu cemiyetin problemlerine karşı sunduğu çözümler daima yapıcı, onarıcı, iyiye doğru yol aldırıcı nitelikte olmalıdır.

Neden müsbet hareket?

Bu asırda insanlık ve cemiyete en müessir hizmet ancak müsbet hareket yani “nurcu mizac” ile mümkündür. Çok fazla tahribatın olduğu bu asırda, kalp ve ruhların gerek günahlar gerekse enaniyetli tahakkümlerle ezilip yıprandığı asr-ı hazırda, insanlara “Allah’ın kulu ve yalnız Allah’ın kulu olduklarını” ihsas edebilmek öncelikle Allah’ın Rahmetiyle bağlantılarını onlara buldurmakla mümkündür. Bu yüzden nurların mesleği hadiselere ve kainata “hikmet ve rahmet” penceresinden baktırır. Yani hikmet ile akla kapı açar, kalbe rahmeti fark ettirir ve Halık’ını Rahmet tecellileriyle tanıttırır. İnsan ruhu rahmet ile teneffüs edemezse, nokta-i istinad (dayanma noktası) ve nokta-i istimdadsızlıktan (meded bulma noktası) dünyanın çalkantıları içinde güvenecek sağlam bir dayanak bulamadığı için vahşet-i mutlakada kalır; dünya ve hadiseler insanı tazyik eder, azap verir; giderek insan, ruhuna sıkıntı veren bu kadar çok hadiseyi yorumlayamaz hale gelir; yorumlayamadığı için aklı sebepler arasında dönüp durur, uzun vadede çözüm bulamaz ve üstesinden gelemezse  -Allah muhafaza- içsel dengenin tamamen yitirilmesi derecesine kadar gidebilir. Mutsuzluk, yeis, sıkıntı, bunalım gibi hallere giriftar olur.

İnsanı bu girdapta boğulmaktan kurtarmak için Risale-i Nur “insan”ı ilgilendiren problemlerin tamamında hikmet kapısından rahmeti gösteren çözümler sunar. İnsana Rahim ve Kerim Malik’ini buldurur, kadere teslimin verdiği emniyet ve ferah ile insandaki acizlik ve fakirlik yaralarını tedavi eder. Sebepler arasında dönüp durmak değil, hadiselerin asıl kaynağına yani bizim Rabbimizle olan irtibatımıza, yakınlığımıza nazarımızı çevirir. Yaşadıklarımızı dünya denen geçici okulumuzdaki uygulamalı dersler olarak görmemizi sağlar. O zaman hatalarımız dahi, eğer fark edip ders aldıysak, gelecekteki hatalardan bizi muhafaza ettiği için kıymetli ve eğitici olur; iç yakan pişmanlıklar böylece ferahlatıcı tevbe hallerine ve hayat tecrübelerine dönüşür. Mahiyetimize konulmuş ve muhakkak terbiye etmemiz gereken nefsimiz de bu muhasebelerle yumuşar, kusurunu anlar, dergah-ı İlahi’den af istemekle dehşetli Rablik iddiasından sıyrılır. “Hayat musibetlerle tasaffi eder, terakki eder” sırrı anlaşılır.

 Yaşadığımız hayata farklı pencereden bakabilmenin yolu olayları “müsbet şekilde değerlendirmek”ten geçer.

“Bu hadisede Rabbim neyi fark etmemi kast etmiştir?“ ya da “Rabbimle irtibatımda eksik olan hangi noktaya bu hadise vurgu yapıyor?” soruları ile aklımıza kaderin koyduğu hikmeti buldurmaya çalışmak gerektir. Abes, hikmetsiz hiçbir takdiri olmayan kader programı bize insaniyetimiz için en güzel eğitimi kast eder, bunu da hadiselerle bizi eğitmek suretinde gösterir. Bu bakış açısını öğrenmemiz için nurlar bize her hadisede rahmetin izini, özünü, yüzünü görmeyi öğretir. İnsanın bizzat yaşadığı hayat içinde Rabbisinin muhatabı olduğunu fark etmesi, ne kadar üzücü ve sıkıcı da olsa boş anlamsız şeyler yaşamadığını, tersine ebedi seyahatinde gerekli levazımatı almak için, gerekli idmanları yapmak için hadiseler zincirinden geçirildiğini anlaması Allah’ın rahmetiyle kurduğu en önemli ve daimi bağdır.

Rahmetin izini, özünü en zorlu hadiselerde de görmeyi bizzat Nurların Müellifi Bediüzzaman Hz(RA)’nde görüyoruz. “Konuşan yalnız hakikattir” isimli parçada Bediüzzaman Hz. (RA) yirmisekiz senelik tecrid, tahakküm ve sıkıntı ile geçen ömrünü “ihlası bozmamak” noktasında kaderin adaleti olarak yorumlamış, böylece kadere küsmemiş, her şeyde olduğu gibi bunda da rahmet ile muamele gördüğünü vurgulamıştır.  Üstelik nefsini de hissesiz bırakmamış, iki sünneti terk etmeği en büyük bir kusur addedip,  bilkuvve de olsa ihlası kaybetmek tehlikesine karşı kaderin adil muamelelerine maruz kaldığını ifade etmiştir. En sıkıntılı hallerde de “güzel gören güzel düşünür; güzel düşünen hayatından lezzet alır” hakikatine ayine olmuştur. Kendi hayatına dair yaptığı bu hakikatli tahlil ve rahmeti görebilme talimi ile Üstad Hz. “müsbet hareket eden nur talebesi” kavramını en nihayet mertebesinde bize ders vermiştir. Kendisi hiçbir zaman ümitsizlik, bıkkınlık, hayata küskünlük hallerine düşmediği gibi tersine sıkıcı hallerin artmasıyla daha fazla İlahî Rahmeti fark ettiğini, acz ve dua kapısı ile rahmetten istifade ettiğini lahika mektuplarında ifade etmiş, adeta bizim de muhakkak onunkinden çok daha hafif olan sıkıntılarımıza “Rahmeti görmekle ferahlayın” çözümünü göstermiştir.

Müsbet hareketin ilk temelinde yer alan “rahmet ve hikmet penceresinden hayata bakabilmek” düsturunu yakaladık, inşallah Rabbimiz diğer esasları da fark edip anlamayı lutfetsin.

Hayatı güzel görebilmek duasıyla..

Hayırlı Ramazanlar

Nâbi

www.Nurnet.org

Ramazan Duası

Ya Rabbim! Hamdolsun bir Ramazan ayına daha çıkardın, ihsan ettin, oruç tutturdun, namazlar kıldırıp dualar ettirdin. Hepsini Müslüman kardeşlerimle yaptırdığın için de hem birbirimize kuvvet hem de sevaplarda kat kat ziyade olma müjdesi verdin.

Oruçtaki açlıkla midemi, mideme ihsan ettiğin maddi nimetler sofrasını fark ettirdin. Bu aya mahsus ibadetlerle de kalb ve ruhuma gıda olacak alemleri, Cemalinden gelen Rahmetini, yakınlığını hissettirdin, fark ettirdin.

Afrika’da kuraklıkla imtihan olan kardeşlerimizin hallerini bildirip onlara yardım etmeyi, dua etmeyi, bu vesilelerle nefsimin mevhum rububiyetinin tahakkümünden çıkmayı, çeşmeden akan suyuma, sofraya gelen ekmeğime, rahatça kullanabildiğim azalarıma şükretmeyi öğrettin.

Ya Rabbim! Tadına doyulmaz teravihleri, cüz hiç bitmese dediğim mukabeleleri, imam az daha okusa dediğim Kabeden namazları, bizi ayetlerin mana derinliklerine daldıran tefsir dersleri, kulluğu dert edinmiş, gözleri affolur muyum diye ötelere bakan kardeşleri, gafil geçen gecesi bile çok tatlı olan seherleri ile Ramazan’ı bize gönderdin. Elhamdülillah Ya Rabbim..

Kadrini bilemedim, idrakine hakkıyla varamadım, Baki Baki diye atan kalbimi masivadan sıyırıp da secdeye “ben”siz gelemedim ama elhamdülillah, ihsanın büyüktür, lutfun geniştir, affın vasidir; affet, kabul et, eksiğimi tamamla, şuurumu ziyadeleştir, perdelerimi kaldır. Sanki bütün Ramazan huzurunda imişim gibi amellerimi kabul et. Faniyat tasasından sıyrılıp vaktin evvelinde Kabeyi hayalen nazarına alan adam gibi daim dergah-ı izzetinde aczimi, kusurumu, fakrımı ilan eder ve imdadıma yetişeceğine kesin iman ettiğim Rahmetini intizar eder bir vaziyette kabul et.

Kendimde katılık, anlayışsızlık, bencillik gibi kötü ahlaklara sebep olan tüm batıl zanlarımı temizle, kalbimi muhabbetinin nuruyla cilala, Ramazan ile inen bereketin ile aklımı hikmetine aç.

Bizlere bir dahaki Ramazan’a kadar manen ihsan ettiklerinde devam ve terakki ve hakkımızda hayırlı ise ömür ver.

Ya Rabbim! Kelamını anlayacak bir feraset, yaşayacak basiret, anlatacak ilim ve hilm lutfet.

Bu lutf-u maneviyi celbe vesile olan başta Habibullah(ASM) Efendimiz ve Bediüzzaman Hz(RA) ve bütün büyüklerin ruhlarına ve alem-i İslamın bütün efradına bize ihsan ettiğin hasenatı misliyle hediye ediyoruz, ahsen-i suret üzere ulaştır. Bi hürmeti Seyyid-ül Mürselin. Amin. Velhamdülillahi Rabb-il Alemin.

Nâbi

www.Nurnet.org

Dua ediyorum ediyorum..

Bir önceki yazımızda bize ihsan edilen nimetlerin bir “şükür ağacı” teşkil ettiğinden bahsetmiş ve “istediğimiz halde bize ihsan edilmeyen nimetler neden verilmiyor?” sorusuyla bitirmiştik.

İçimizden yükselen bir ses: “Dualarımda mükerrer defa istediğim bazı ihtiyaçlarım var, kimseye zararı olmayan bu isteklerim neden verilmiyor, neden dualarım kabul olmuyor?” sorusu ile kalb ve aklımızı meşgul eder.. Bir yanda “duaya devam et” diyen imanımız, diğer yanda hikmeti sorgulayan sabırsız nefsimiz, bizi iki arada bir derede bırakır.. Belki dua ile acizane fakirane Rabbimize dönen kırık gönlümüzün halet-i mahzunanesini rencide eder. Peki nedir duanın aynıyla, hemen kabul edilmeyişindeki hikmet?

İnsaniyetimize tercüman olan Üstad Bediüzzaman Hazretleri bu meseleyi Mesnevi-i Nuriye adlı eserinde şöyle dile getirir:

İ’lem Eyyühel-Aziz! Bazı dualar icabete iktiran etmez, diye iddiada bulunma.

Duama icabet edilmiyor iddiası hakikat değildir.

Çünki dua bir ibadettir. İbadetin semeresi âhirette görünür. Dünyevî maksadlar ise, namaz vakitleri gibi, dualar ibadeti için birer vakittirler. Duaların semeresi değillerdir. Meselâ: Şemsin tutulması küsuf namazına, yağmursuzluk yağmur namazına birer vakittir.” Mesnevi-i Nuriye ( 225 )

Ey aziz kardeşim ve sabırsız nefsim! Duan, yani Halık-ı Zülcelal’inden bir matlubunun tahsilini arz etmen, başlı başına bir ibadettir; duan ile “kulluğunun özü olan” iman şuurunu ifade edersin. Yani dersin ki “benim en gizli hatırat-ı kalbimi işiten ve alemin tamamında tasarrufa muktedir bir Halık’ım var; her hacetimi ben dile getirmeden, farkında bile olmadan imdadıma gönderen o Halık’ım bu isteğimi de elbette görüyor, işitiyor, vakt-i münasipte gönderecek” demiş olursun.

Halık’ı ile böylesine yakın bir münasebeti tesis eden, kuvvetli bir ibadettir dua. İbadet olduğu için de neticesi hususen dar-ı bekada görülür; duanın neticesi mutlaka bu alemde görülmez; ancak bizim uhrevi tarafımızı yani imanımızı, Rabbimize olan intisabımızı kuvvetlendirir. Dünyevi anlamdaki ihtiyaçlarımız bazı hususi duaları yapabilmemiz için gerekli halet-i ruhiyeye girmemize birer zemindir; bizi bazı acizlik ve fakirlik hissiyatına götüren vesilelerdir. O acz ve fakr haletleri ile bir dayanak, bir meded noktası aramaya başlarız; işte o zaman vicdanımız her durumda kendisine imdad ve rahmet edecek İlah’ını bulur ve itminana erer. Eğer o vesileler olmasa idi, nisyandan geldiğimiz için acz ve fakrımızı unutmuş olarak Merci-i Hakikimiz olan Rabbimize nasıl dönecektik? Arayış olmayınca bulma da olmayacak, Rabbini bulamayan bizler de dünya çölünde yapayalnız kaldığımız halet-i vahşiyanesi içinde saadetimizi belki de –Allah muhafaza- iç muvazenemizi kaybedecektik. Bugün duadan uzak olan batı toplumlarındaki psikolojik rahatsızlıklar duanın ve dua vasıtasıyla Halık’ı ile intisab peyda etmenin insan için ne kadar büyük bir ihtiyaç ve nimet olduğuna en zahir bir delildir.

Duamızın aynıyla kabul edilmeyişindeki ilk hikmetin bizi dua ettiğimiz “merciye döndürmek” ve nazarımızı O’nun Kudret, Samediyet vasıflarına çevirmek olduğunu anladık.

Mesnevi’deki kısmın devamında Bediüzzaman Hz. diğer hikmetlere işaret ediyor:

Ve keza zalimlerin tasallutu ve belaların nüzulü, bazı hususî dualara vakittir. Bu vakitler bâki kaldıkça, o namazlar, o dualar yapılır. Eğer bu vakitlerde dünyevî maksadlar hasıl olursa, zâten nurun alâ nur. Ve illâ, icabet duaya iktiran etmedi, diyemezsin. Ancak, henüz vakit inkıza etmemiş, duaya devam lâzımdır, diyebilirsin. Çünki o maksadlar duaların mukaddemesidir, neticesi değillerdir. Cenab-ı Hakk’ın duaların icabetine va’detmesi ise, icabet ayn-ı kabul değildir. Yani, icabet kabulü istilzam etmez. Duaya her halde cevab verilir. Cevabsız bırakılmaz. Matluba olan is’af ise, Mücîbin hikmetine tâbidir. Meselâ: Doktoru çağırdığın zaman, herhalde: “Ne istersin” diye cevab verir. Fakat: “Bu yemeği veya bu ilâcı bana ver” dediğin vakit, bazan verir, bazan hastalığına, mizacına mülayim olmadığından vermez.” Mesnevi-i Nuriye ( 225 )

İcabet duaya iktiran etmedi, duama icabet edilmiyor diyemeyiz; çünkü “اُدْعُونِى اَسْتَجِبْ لَكُمْ ” ayet-i kerimesi ile sabittir ki her duaya cevap vermek vardır; ancak aynını vermek  Rabbimizin hikmetine tabidir. Burada fark etmemiz gereken en mühim nokta şu ki: bizim istek ve heveslerimiz umum kainatın kaderini çizen programın mühendisi değildir.. yani  aleme bizim isteklerimiz değil Rabbimizin hikmeti şekil verir. O zaman “isteklerimizin hayatımıza yön vermesini beklemek” yanlışından kurtulmamız gereklidir. İrademiz yani cüz’i ihtiyarımız kainatta hiçbir şeyi yaratamaz, ancak istemek ve seçmekle bir dua yapar ama neticeyi verip vermemek, yaratıp yaratmamak yine Halık-ı Alemin kudret ve hikmetine tabidir. Bize düşen güzel şeyler istemek, Rabbimizin istediğini istemeye halî, fiilî dua etmektir. Acizlik ve fakirlik içinde yuvarlanan bizlerden beklenen sadece duanın lisanıyla acz ve fakrımızı Rabbimize ilan etmek, rızası dairesinde fiilî duaları yapmaktır. Dualara en muvafık cevabı vermek, hastalığımıza şifa ise neticeyi vermek, şifa değilse vermemek, Halık’ımızın hikmetine bakar.

Hem dua ettiğimiz halde vaktinin ne zaman kaza olacağını yani alemin ne zaman bizim isteğimize uygun vaziyet alacağını bilemediğimizden duaya her halukarda devam etmek gerekir. Bazen dua ile alem değişmez ama biz değişiriz.. Bakarız ki verilmesini istediğimiz şey bizim için uygun değilmiş ya da verilmemesinin çok faydaları varmış. Matlubu istemekten vazgeçip işi Rabbimizin tedbirine bırakmakla tevekkül haleti alırız. Böylece istediğimiz şeyden çok daha yüksek bir iman şuuruna çıkarız ki duanın bir semeresi de bu manevi kemalata vesile olmasıdır.

Duamızın aynıyla kabul edilmeyişinde bir hikmet de:

Adem-i kabul esbabından biri de, duayı ibadet kasdıyla yapmayıp, matlubun tahsiline tahsis ettiğinden aks-ül amel olur. O dua ibadetinde ihlas kırılır, makbul olmaz.” Mesnevi-i Nuriye ( 225 )

 Dua ederken nazarımızı neticeyi elde etmeye hasredip, Rabbimizle intisabımıza kıymet vermeyişimizdir. Böyle bir anlayış, dünyayı ahretten kıymetli; dünya menfaatini kulluğumuzdan ehemmiyetli zannetmek gibi halleri ihsas ettiği için imanımıza ve İslamımıza zıd haletlerdir. İhlası yani ibadetimizin Rabbimizle intisabımıza vesile olma keyfiyetini kırar, neticede o duamız batıl ve neticesiz olur. Eğer duamız makbul olsun istiyorsak en başta bu ihlas şartına riayet etmemiz, “Dünyanın hiçbir metaı Rabbimle olan intisabımdan kıymetli değildir” imani şuurunu kazanmamız gereklidir. Duaya devam ettikçe kalb ve aklımızın bu noktaya çıktığına şahit oluruz.

Çok boyutları olan dua ibadetinde şu noktaya da değinelim:

Mahlukat içinde en cami mahluk insan olduğu için, Rabbimiz bizden bütün dua nevleri ile dua etmemizi ister. Yani kal ile dua edip fiili duayı bir kenara bırakan tembelce bir bekleyiş makbul olmadığı gibi, sebeplere saldırıp neticeyi sebeplerden bekleyen bir fiili dua da makbul değildir. Rabbimizin bizden beklediği bazı çok yüksek dualar vardır ki kal ve fiil duaları da kafi gelmez; halimizle, ihtiyacımızla belki ızdırarla talep etmek gerekir.. Duamızın çeşitliliği, sürekliliği arttıkça Rabbimizle olan intisabımızın kıvamı da artar; imanımız inkişaf eder; neticenin elde edilmesinden ziyade Rabbimizle olan irtibatımız nazarımızda daha ehemmiyetli görünmeye başlar; böylece dua ibadeti bizi varmamız gereken noktaya çıkarmış olur.

Yazımızı makbul bir dua ile bitirelim:

“Yâ Rab! Kusurumuzu afvet, bizi kendine kul kabul et, emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl. Âmîn”

Nabi

www.NurNet.Org

Maddi ve manevi rızkınızın artmasını ister misiniz?

Maddi ve manevi rızkınızın artmasını ister misiniz?

Şükredin..

Evet, içinizden gelmese de; daha pek çok isteğim yerine gelmedi; eksiklerim ihtiyaçlarım diz boyu; dua ediyorum ediyorum  bir türlü isteklerim verilmedi deseniz de.. Şükredin..

Elhamdülillah.. Elhamdülillah.. Elhamdülillah..

Niye mi?

Bediüzzaman Hz(RA): “Şükür, nimeti ziyadeleştirir” diyor. (1)

Şükür, maya gibidir; az olan bir nimete şükür mayası katılınca nimet ziyadeleşir; bu Cenab-ı Hakk’ın madde alemindeki tasarrufunda külli bir kaidedir. Nasıl ki dünyada  yer çekimi kanunu var, her şey ona göre hareket ediyor; aynı bunun gibi maddeye hükmeden melekut aleminde de bazı kanunlar var ki bugün idrak edeceğimiz “Şükür kanunu” onlardan bir tanesi.

Peki neye şükredelim?

Bu yazıyı okuyabildiğimize göre “göz ve akıl” nimetlerinden başlayabiliriz.

Bana verdiğin şu bir çift gören göz nimetin için; bana varlıkları anlamamı sağlayan ve menfaat ve zararımı ayırt ettiren akıl nimetin için, çok şükür Ya Rabbi!

“Bu öğün de karnımı helal rızıkla doyurduğun; ne yiyeceğim diye kara kara düşündürmediğin için, şükür Ya Rabbi!”

Şükrün geniş kapısından hepimizin sahip olduğu ve çokça istifade ettiğimiz bu iki nimetle girmiş olduk. Bakalım bu kapının açıldığı alemde başka neler var..

Şükrün tarifini yaparken Bediüzzaman Hz(RA): “İşte ona(Mün’im-i Hakiki’ye) teşekkür etmek; o nimetleri doğrudan doğruya ondan bilmek, o nimetlerin kıymetini takdir etmek ve o nimetlere kendi ihtiyacını hissetmekle olur” diyor. (2)

Nelere ihtiyaç hissediyoruz ve onlar verildikçe bizim için “nimetler” sırasına geçiyorlar?

Başımızı sokacak bir ev, kimseye muhtaç olmayacak kadar geçim bolluğu yani maddi rızık, meşgul olacağımız bir iş, zaman, sıhhat, sevdiklerimiz yani anne, baba, eş, çocuk, akraba, taallukat, arkadaşlar, dostlar, sonra daha iç alemimizde huzur, isabetli fikir, Allah’a yakın bir kalp, Kur’an ilmi vb. çok uzun bir ihtiyaç listesi yazabiliriz. Bunların hepsine tamamen olmasa da çoğuna kısmen sahibiz, değil mi? Öyleyse “sahip olduklarım” diye bir liste daha yapsak kaç madde çıkar? Yukarıdakilere ilaveten hepimizin en az 5 maddesi daha çıkacaktır. Öyleyse.. pek de fakir biri sayılmayız.

Listemizdekileri tek tek inceleyip bizim için ifade ettikleri kıymete bakacak olursak:Benim aslında epey çok şeyim varmış.. Az zengin birisi değilmişim.. Hatta eski asırlarda yaşamış padişahların saraylarından daha konforlu bir evim, daha lezzetli yiyeceklerim, daha çok bilgiye sahip olma imkanım var. Maddi ve manevi varlıklar yönünden epey imkanları olan birisiyimdiye düşünmeye başlarız.

Hatta sağlık nimetini düşününce “Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” Kanuni Sultan Süleyman Han’ın meşhur sözünü söyleriz.

Şükür kapısıyla girdiğimiz bu alemdeki seyahatimize biraz daha devam edelim..

İçinde yaşadığımız bu dünyada kendisine maddi, manevi nimetler verilen sadece “biz” miyiz? Etrafımızdaki tüm insanların da bizim gibi upuzun bir “sahip olduklarım” listesi var.. ve bu liste sürekli değişip tazeleniyor; yaşa, duruma göre nimetler farklılaşıyor, artırılıyor azaltılıyor ama herkese ihtiyaçları nisbetinde bir “ihtiyacını karşılama” muamelesi yapılıyor, değil mi?

İşte bu herkese, hatta her canlıya, bitkiye, hayvana yapılan nimet verme, nimetlendirme muamelesine Bediüzzaman Hz(RA) Kur’an’daki tabiri ile “in’am fiili” demiş. Kainatta her canlı ve cansızın ihtiyaçlarını görüp, bilen ve münasibince karşılayan fiil, in’am fiilidir. Nimetten o nimeti bize veren eli yani nimetlendirme muamelesini fark etmemiz ise meseleye tefekküri şuurumuzun dahil olmasıyla hakiki manada bir şükürdür. (3)

Şimdi kocaman, azametli bir ağaç hayal edelim. Fark etmeye başladığımız “nimet verme” fiilinin bize verdiği bütün nimetleri o ağacın dallarının uçlarına takalım. Ağacımızın üst dallarında üzerinde yaşadığımız dünyamız, Samanyolu, güneş, toprak, su, hava, bitkiler, hayvanlar gibi herkesin istifade ettiği nimetler olsun. Alt dallarında ise anne-baba-aile, akrabalar, arkadaşlar, dostlar, sıhhat, iman gibi daha bize hususi nimetler olsun. Ve daha yazı ile ifade edemeyeceğimiz pek çok detaylı ve bize nimet olan şeyleri ağacımızın dallarına yerleştirebiliriz. Mesela ufak bir nezaket, bir tevafuk, bir hatırlanma gibi ruhumuzu âbâd eden ayrıntılar da nimetler sırasında yerini alabilir.

Şimdi bir adım geriye çıkıp hepsi bize ait olan ve dalları kırılacak derecede nimetlerle yüklenmiş bu ağaca bakalım..

Şu dalda sallanan karaltı cep telefonum yada laptopum, gülümseyen şu teyze bizim apartmandaki komşu, el sallayan bebek halamın torunu, ufak yaprak kadim dostumun bir mesajı, kucağını açmış bana gülümseyenler anam-babam vs.. gibi hayal edelim. Canlı ve daim dolup boşalan bir ağaç.. Bu koskoca ağaç ve üstüne takılan nimetlerin hepsi bizim..

Ne deriz?

Elhamdülillah..

Bu sefer içimizden gelerek söyledik değil mi? Meğer ne kadar zenginmişiz.. Bediüzzaman Hz(RA) bu ağaca “in’am şeceresi” yani “nimet ağacı” demiş. (4)

Ne kadar güzel ve zenginmiş bu in’am ağacı.. Veren eli ve tüm verilmişleri görmek insana kendini çok kıymetli ve zengin hissettiriyor ve otomatik olarak verene karşı teşekküre yani şükre sevk ediyor. Bize böyle ağaçlar, kainatlar dolusu ikram eden bir Allah, hiç bizi sevmez olur mu? Bizi sadece dünyada vereceği nimetler için yaşatıyor olabilir mi? Elbette burada gördüklerimiz, tattıklarımız numunelerdir, ta ki asıllarına müşteri olup onları talep edelim. (5)

İşte dünya, buradaki gölge ve numunelerden asıllarına yol bulduğumuz bir meydan-ı talim ve cihaddır.

Peki “bana verilmeyen nimetler, inam ağacımın boş dalları ne olacak?” derseniz bunu inşallah bir sonraki yazımızda değerlendirelim.

Herkese bol şükürlü günler duasıyla..

İn’am ağacımızı şükür suyuyla sulamayı unutmayalım ta ki yeşersin, büyüsün, meyvedar olsun..

Ya Rabbi! Bizi çok şükreden kullarından eyle. Amin.

Nabi

www.NurNet.Org

————————————-

(1) Lem’alar ( 275 )

(2) Mektubat ( 399 )

(3) Mektubat ( 225 )

(4) Mesnevi-i Nuriye ( 123 )

(5) Sözler ( 37 )