Etiket arşivi: osmanlı

Bir Transkritik; Bediüzzaman ve Namık Kemâl-1

Namık Kemal ile Bediüzzaman arasında davaları, hissiyatları, mücadeleleri yönünden birçok benzerlik vardır. İki insan da geri kalışımız yüzünden huzursuz ve ne yapmalı gibi soruları hayatları ile cevap arayan kimselerdir. Namık Kemal yüz elli senedir devletin dertlerini benimsemiş bir ailenin oğlu idi. Babadan babaya ta Topal Osman Paşaya kadar büyük cedleri iktidar mevkiinin büyük işlerine karışmışlardı. Namık Kemal onların siyasi hummalarına varisti.

Bediüzzaman ise, dinin karşısında örgütlü olan batının ve batı düşüncesinin saldırgan tutumu karşısında bir şey yapmaya iktidarı olmayan doğu düşüncesinin hezimetini düzeltmeye çalışıyordu.

HAYATINI KUR’AN SAVUNMASINA ADAYAN ZAT

Kur’an’ın Müslümanların elinden alınması lazım geldiği konusunda radikal düşünceli İngiliz devlet adamının tutumuna, Kur’an’ın anlaşılması için gerekeni yapacağı konusunda kendine söz veren büyük bir ahid sahibi idi. Her iki insan da bir gidişten üzgündüler, ama bir şey yapacak iktidarları da vardı. Bediüzzaman bütün hayatını tahsil çağlarını hatta bize göre çocukluk sayılacak ona göre yine büyük deha olan küçüklük yaşlarını bile ilme ve yeterli bir Kur’an savunmacı olmaya harcadı. Hayatı taş taş İslamı savunmak için geçti, günün birinde bu görevini Barla’ya sürgün edildiğinde yerine getirmeye başladı. 1960 yılında öldüğünde “küfrün bel kemiğini kırmış” bir inanılmaz büyük adam olarak öldü.

O devleti kurtarmak gibi zahiri bir iddia ile değil dini ve özellikle imanı kurtarmak için çabaladı, ama onu kurtarınca öteki de kurtulacaktı, önemli olan tarlaya suyu dağıtmaktı, o da eserleri ile iman güneşi ve ibadet suyu dağıttı bütün dünyaya, gittiği her yeri yeşertti ve büyük insanlar ortaya çıkarttı. Bugün onun sayesinde Anadolu toprağı ve bütün dünya kökten tepeye büyük bir değişim içine girdi.

Namık Kemal 21 Aralık 1840 ‘da Tekirdağ’da doğdu. Bediüzzaman 1876’da Nurs’ta doğdu. Namık Kemal 1888 de öldüğünde Bediüzzaman on iki yaşlarındadır. Otuz altı haneli ve iki yüz elli nüfuzlu Nurs köyünü Nurs Deresi suları ile ikiye ayırmakta, dağların yamaçlarında basit ve kerpiçten evler sıralanmaktadır. 1876 yılı baharında bir seher vakti Nurs Köyü’nün kıbleye bakan yamacındaki kerpiç duvarlı ve toprak damlı evlerinden birinde bir çocuk dünyaya geldi. Bediüzzaman “Ben şefkat dersini annemden, hizmet, nizam ve intizam dersini de babam Mirza’dan almışım.” (Necmettin Şahiner, 41) demiştir.

Namık Kemal’in babası Müneccimbaşı Mustafa Asım Bey’dir, Bediüzzaman’ın babası ile Sofu Mirza’dır. Namık Kemal Osmanlı Aristokrasisi içinde bir ailenin çocuğu iken Bediüzzaman bir Anadolu köylüsü idi, her köylünün yaşayışı onun da hayatıydı.

Her ikisi de hakperesttir, haksızlığa karşı tavır alırlar.

Namık Kemal’in dedesi Sofya’da vali iken, valiliğe girenlerden yönetim para alır, Namık Kemal daha küçüktür ve dedesine bu yapılanın haksızlık olduğunu söyleyerek onu eleştirir.

Bediüzzaman da hakperesttir, onun hayatı sayısız hakperestlik örnekleri ile doludur. Hayatı Hakk’a saldıranların önünde inanılmaz bir sed gibi geçmiştir, herkes aşılmış ama o hiçbir zaman ne eğilmiş ne de aşılmıştır.

DİN-BİLİM-GÖZLEM-YORUM-SEVGİ-MUHABBET-İBADET BİRLEŞİMİ

Küçükken medreselerdeki eğitimin insan kişiliği ve bilgi alışı açısından baskıcı olduğunu kabul eder, insana daha hürmetkâr bir eğitim tarzı için mücadele verir. Klasik medrese tahsili içinde her zaman tavrını koyar, kabul görmese de yine o tutumunu devam ettirir. Yıllar sonra geliştirdiği bütün hayatın genel alanlarına göndermelerde bulunan bir özel eğitim tarzıdır. Risale-i Nur, okuma ve yorumlama tarzı isteyenlerin fahri olarak katılığı bir özel eğitim kurumudur, isteklilerin önüne yeni kapıların açıldığı bir eğitim tarzıdır. Herkesin içindeki okuma zevkine göre yer aldığı ve zevk almanın sonunda eğitici olduğu bir görülmemiş mekteptir Risale-i Nur ve okumalar mektebi.

Bin yıldır Hıristiyan ve Müslüman eğitim kurumlarının ortaya koyamadığı din-bilim-gözlem-yorum-sevgi-muhabbet-ibadet sıralı büyük inkılâbı yapmıştır. Kilisenin ve Caminin dayanamadığı materyalizmi darmadağın edip bütün dinlerin beklediği adam olmuştur.

Namık Kemal de eğitime yeni yönelimler getirme gayreti vardır. Onun de eserleri yasaklıdır, okuyanlar hakkında ceza uygulanır. Harb okullarında, yeni mekteplerde, liselerde onun yaşadığı dönemde eserlerini okumak yasaktır, hatta kitapları yakalatanların okuma hakkına son verildiği de olmuştur.

Namık Kemal de Bediüzzaman da çok yönlü eleştirmendir.

Edebi, siyasi, dini, toplumsal birçok alanda eleştiriler yaparlar. Hatta onların hayatı eleştirel bir hayattır denebilir. Onlar gazete kürsülerinde sadece eleştiren rahat entelektüel, eli sıcağa değmemiş, tatlısu eleştirmenleri değildirler. Eleştirdikleri gibi, eleştirinin doğurduğu düşmanlıkları da göğüslemişlerdir.

Bediüzzaman dini dolayısı ile ilahi kurumları sarsan küfrü ve materyalizmi, ilmi ve tabiatçılığı eleştirmiştir.

Namık Kemal devletin işleyişini, hayattan kopuk edebiyatı, yalaka aydınları, rahat döşeğindeki yastığa yorgana ve rahata mağlup aydınları eleştirir. “Ne utanmaz köpekleriz, kimi görsek etekleriz” derken menfaat gördüğü yere mitili atan aydınları eleştirir.

Yasak, hapis, tecrit, sürgün, zulüm hem Namık Kemal’in hem de Bediüzzaman’ın hayatının en önemli öğeleridir. Onların kişilikleri bu saydığımız şeyleri bir yayığın içinde maruz kalmışlardır, oradan oraya itile kakıla büyük adam olmuşlardır. Zulüm ve sürgün onların gıdası olmuştur.

Tahsilleri otodidakt bir tarzdadır, her ikisi de özel eğitim ve kendi gayretleri ile kendilerini eğitmişlerdir. Namık Kemal’in resmi tahsili bir yıldır, Dedesi Abdüllatif paşanın yanında özel öğretim aldı. Her iki insanın önemli yönü sormak, araştırmak ve öğrenmektir.

SİZ DE BENİM GİBİ TALEBESİNİZ

Küçük Said amirane söylenen en küçük bir söze tahammül edemez, çok izzetlidir. Anlayış ve idraki fevkaladedir. Medreselerde intibak edemeyince büyük biraderi Molla Abdullah’ın haftada bir gün köye geldiği zaman ondan ders aldı. Her zaman merdane tavırları ile dikkat çekerdi. Annesi Said’e hamile kalınca abdestsiz yere basmaz ve onu bir gün olsun abdestsiz emzirmez. (N Ş 51) Hocalarının bile tahakkümüne baş kaldırır. Kendini eleştiren Mehmet Emin Efendi’ye “Efendim bu medresede bulunmak hasebiyle siz de benim gibi talebesiniz. Şu halde burada hocalık hakkınız yoktur.” (N Ş 52)

Abdurrahmanı Taği talebelere dikkat eder ve “Bu Nurs’lu talebelere iyi bakın, bunlardan biri Din-i Mübin-i İslamı ihya edecek. Fakat hangisidir ben de bilmiyorum” der. (N Ş 54)

Her ikisi de muhalifti.1865’te Şinasi’nin Paris’e gitmesi üzerine Tasvir-i Efkâr’ı tek başına devam ettirdi. Yazıları idareyi eleştirdiği için gazete kapatıldı. 1867’de Ziya Paşa ve Ali Suavi ile birlikte Avrupa’ya kaçtı. Londra’da muhalefet gazetesi olan Hürriyet’i çıkardı. (1868)
Bediüzzaman siyasetle uğraştığı zamanlarda dahi genel kanonun dışında eğitim için koştu, yoksa siyasetle klasik anlamda uğraşmadı, ne yöneten, ne yönetilen, ne de kötü yönetim değil, her dönemde eğitimi ıslah yeni bir eğitim tarzının peşinde koştu. Namık Kemal ise hep siyasi düşündü, kötü yönetim ve yönetilmeyi eleştirdi, vezirlerle, padişahlarla savaştı.

Bediüzzaman tahsil yıllarında eğitim uygulamaları ve ulema aristokrasisini beğenmedi, insanı kenara iten, mantık ve muhakemeye sırt çeviren yapısından dolayı yeni bir yapıyı tesis etmek istedi. Bu dönemlerde karşısında bir uygulama vardı, daha sonraki yıllarda ise muhalefeti ilmin işleyişindeki hantallıktı, yeni bir din algılama ve ilimler tahsili için çabaladı. İstanbul’a gittiğinde imparatorluğun en büyük yeniliği dini algılamada ve eğitimde yapması gerektiğini bilfiil gördü. Dini algılama ve yorumlamadaki farklılığını göstermek için ulemaya kendini ispat etmek niyeti ile her soruya cevap verdi.

Padişah ve çevresindeki donmuş değerlendirme tarzları ile karşılaştı, anlaşılmadı, tımarhaneye kadar gönderildi. Çünkü o ilimde ve ulemadaki sıralamalı hareket tarzını benimsememişti, insanlar ancak bulundukları daire içinde vardılar, kimse o dairenin dışına çıkamazdı, çıkan ancak deli olarak telakki edilirdi. Bediüzzaman bütün bunları hiçe saydı, kılığı, kıyafeti, iddiacılığı, fikirleri ile doğulu olan, Hürriyeti dağların başında anlamış biri olarak padişaha nasihat etmek cüretini makul olarak telakki etti, bu o günün şartlarında inanılmaz büyük bir gaftı ama o yolundan vazgeçmedi.

İLAHİ SAN’ATI MÜŞAHEDE

Namık Kemal’in hafızası güçlüdür. Necip Fazıl anlatır: “Hafızasının harikuladeliğine misal, hocası Şakir Efendi’den bir kere dinlediği koca kasideyi hemen ezberleyivermesi. Çocuklukta bu müthiş hafıza kuvvetine ekseriyetle her büyük adamda tesadüf ediyoruz.” (N F K, Namık Kemal 31) Gözlem gücü de artar: “Tek başına geçirdiği hayal ve tahassüs anları, her tesadüf ettiği manzara karşısında hayran bir düşünce hazırlığı, çocukluğuna göre keskin bir müşahede kudreti, onun teşekkül halindeki ruh maktalarını gösterir.”( aynı eser, 31)

Bediüzzaman da gözlem ve hafıza, tedai olmadık derecede gelişmiştir, eserleri buna şahit olduğu gibi bir hatırası da bunu ortaya koyar. “1950 senelerinden sonraydı Isparta’da Üstadın hizmetinde bulunduğum zaman bir gün evin penceresinden dışarıdaki ağaçların yapraklarını seyreden Üstad tebessüm ederek döndü “ve iki yaşındayken annem beni kucağına alıp pencerenin kenarından dışarıyı seyrediyorduk. Nurs’taki evimizin önündeki ağacın yaprakları aynıdır. Her ikisinde de ilahi sanatı müşahede etmekteyim” diyerek bir hatırasını anlatıyordu. Tefekkür bahsinde ise, “Kudretin mucizatını seyrediyorum” diyordu. (N Ş. 48) Mucizat-ı Kur’an’iye ve Mucizat-ı Ahmediye isimli eserlerinde bütün Kur’an tarihi, ve İslam tarihini hiçbir kaynağa bakmadan haritasından seyreder gibi okumak ve değerlendirmek, yorumlar yapmak görülmedik bir hafıza genişliğidir.

Namık Kemal, ihtilalcıydı, Belgrat ormanlarında Türkistan Erbab-ı Şebabı olarak bir ihtilal teşkilatı kuruldu arkadaşları tarafından. Onların hedefi devleti tepeden inme bir değişiklik ile yenilemekti. Ama devlet bunu haber aldı ve mensuplarını sürgünlerle cezalandırdı.
Bediüzzaman hiçbir zaman sistemi karşısına almak, ihtilal yapmak gibi bir düşüncesinde olmadı. O hadd-i zatında devletle bir kavganın içine girmedi, hep bozuk da olsa düzenin içinden düzenin yenilenmesine inandı, radikal olmadı, düzene düzenin içinde yön vermeyi düşündü. O hiçbir zaman saldırmadı, sadece kendisine saldırıldı.

NAMIK KEMAL VE YENİ OSMANLILAR

Namık Kemal, ihtilalcı idi. Devletin kötü gidişinin yukardan aşağı yapılacak ihtilalla gerçekleşeceğini düşünen bir ekibin içinde idi.”Nuri Bey Namık Kemal’i Cemiyet’e kazandırmak azmiyle evine gitti. Namık Kemal evinde bazı arkadaşlarıyla sohbet ediyordu. Kendisiyle görüşecek mahrem bir mesele olduğunu söyledi. Başka bir odaya geçtiler, Orada Nuri Bey kısa ve heyecanlı hatlarla davayı Namık Kemal’in önüne serdi. Nuri Bey’in anlattığı ve katılmasını teklif ettiği cemiyet şairin ruhunda bir zamandan beri kendi kendisine billurlaşan âleme aykırı gelmiyordu. Ertesi günkü görüşmede konu daha etraflı görüşüldü. Nihayet Namık Kemal Yeni Osmanlılar cemiyetine girmeye razı oldu.” (NFK 73)

Namık Kemal, Bediüzzaman’ın önünde bir tecrübe idi, onun mücadele tarzını gözden geçirdiği, eserlerini okuduğu ve onlardan yaptığı alıntılarla Namık Kemal’e bigâne olmadığı aşikârdır. İki insan da imparatorluğun badireli, fırtınalı ve iyi idare edilmediği birbirinin devamı olan dönemlerde yaşadılar. Her ikisi de iyi idare edilmeyen devletin yaptığı yanlışları görüyordu. Namık Kemal siyasi bir cemiyet ile mücadele etmeye inanmış ve Türkistan Erbab-ı Şebabı’na katılmıştı.

Bediüzzaman hiçbir zaman bir cemiyet kurmadı, hayatı boyunca mahkemelerde bir cemiyet ithamı ile yüz yüze kaldı ama hiç kimse bir cemiyet ispat edemedi, onun cemiyeti müminler arasındaki dini ve imani bağlılıklardı ki, onun ne kaydı vardı, ne aidatı, ne de sistem veya idare edilenlerle bir kavgası. Ama Namık Kemal’in davasının, idealinin yarıda kalmış ve hüsranla sonuçlanmış olması muhakkak ona bir ibret dersi olmuş, belki Namık Kemal’in tarzındaki yanlışlar onun daha sağlam adım atmasına neden olmuştur. Çünkü Bediüzzaman Türk siyasi tarihini ve tarih içindeki mücadeleci şahsiyetleri biliyor, onların tarzı dışında bir yol bulurken onların başarısızlıklarından ders alıyordu. Bediüzzaman’ın Namık Kemal ile mukayeseli literatüre com pare tarzında anlatmanın gayesi de bu idi. Sonraki dönemde Osmanlıdan daha derin bir derin devlet anlayışı vardı, Bediüzzaman’ın yaşadığı yirminci yüzyılın başından göçtüğü yıllara kadar.

BEDİÜZZAMAN VE ASR-I SAADET

Bediüzzaman kendinden önceki mücadele eden adamların nasıl ezilip büzülüp tesirsiz hale getirildiğini biliyordu. Bu yüzden adeta mücadele edenlere karşı büyük bir ezici baskı ve vehim devri olan bu dönemde o kadar büyük engelli koşu içinde yürüyüp bir davayı istediği noktaya getirme noktasından Bediüzzaman Asr-ı Saadetten sonra en büyük stratejist idi. Onun dehası yanında onunla yarışabilecek bir başkası olamaz.

Cemiyette vezirlerden, âlimlerden, askeri idarecilerden, mülkiye memurlarından, halktan olmak üzere iki yüz kırk kişi mevcut idi. Mısırlı prens Mustafa Fazıl Paşa, yeni Osmanlıların mücadelesini seyrediyor ve hükümetin aleyhine bir mektup neşrediyordu, Genç Osmanlılar bu mektubu yayınladılar. Namık Kemal ve arkadaşları, Belgrat Kalesi’nin Sırplara bırakılması, Girit ise kaybedilmek üzere olmasından rahatsızdılar; Namık kemal hem yazıları hem de fiili teşebbüsleri ile bir ihtilal çocuğu, fedai kemal diye anılmaktadır. Ziya Paşa da Belgrat kalesinin Sırbistan’a verildiğini yaşadığı tarihi kıymetleri ve on sekiz defa düşmandan alınmış bir kale olduğunu, bu uğurda nice Türk çocuğunun kanını oluk oluk akıttığını halkı şaşırtacak ve kışkırtacak bir tarzda ortaya döküyordu. Namık Kemal ‘in yazısı olayı bir vatan olayına çevirdi. Devletin bu zayıflığı anında Mısır Valisi İsmail Paşa, sultandan sultanlık derecesinde pay koparmaya kalkan bir teşebbüste bulundu. Vali kendine aziz unvanı, arma ve para bastırma hakkı istiyordu. Devlet bu olaylar karşısında yatalak bir hastaya benzetiliyordu. Hükümet Muhbir gazetesini bir ay süre ile kapattı. Ali Suavi tevkif edildi. Kastamonu’ya sürgün edildi. Namık Kemal Erzurum vilayeti vali muavinliğine, Ziya Paşa ise Kıbrıs’a sürgün ediliyordu.

BEDİÜZZAMAN’IN SÜRGÜN YILLARI BAŞLIYOR

Bediüzzaman İstanbul’da milli mücadele lehinde çalışmaları yüzünden Ankara’ya davet edilir. 1 Haziran 1922 ‘de Ankara’ya geliyor, Ankara’da yeni kurulmakta olan devlete, devletin başkanına bir mektup yazarak, kuruluş safhasında devletin Selahattin Eyyübi gibi inşasını, Napolyon gibi inşa edilmemesini söyler. Aynı mektubu mecliste okur. Ancak Ankara’da umduğunu bulamaz, Van’a gider. 1926 baharında Van’dan İstanbul’a getiriliyor, Antalya, Burdur, Isparta ve nihayet Barla’ya getiriliyor. Bediüzzaman’ın sürgün yılları böyle başlıyor.

Risalelerin telif 1927 de başlanıp 1935’e kadar devam ediyor, çeşitli zulümlere uğrayan Bediüzzaman ve talebeleri 25 Nisan 1935’de işlerinden alınarak tevkif ediliyorlar. Ölmek için sürgün ettikleri bir büyük dehanın ortaya eserler çıkarması baştakilerin hoşuna gitmiyor katmerli zulümler başlıyor. 1935’in Nisan’ında Bediüzzaman tevkif ediliyor. Eskişehir’e götürülüyor, tecrid-i mutlakta on bir ay geçiriyor.

HAPİSHANE VE SÜRGÜN

Bediüzzaman hapishanelerde büyük eserler vücuda getirmiştir.

Kendisi anlatır : “Denizli medrese-i Yusufiyesinin bir ders-i azamı Meyve Risalesi olduğu ve Afyon Medrese-i Yusufiyesinin kıymettar bir ders-i ekmeli Elhüccetüzzehra olması gibi, Eskişehir Medrese-i Yusufiyesinin gayet kuvvetli bir ders-i azamı da İsm-i Azamı taşıyan altı ismin altı nüktesini beyan eden Otuzuncu Lem’adır.” (Nesil 1, 797)

Sürgün, yetmemiş tutuklama, hapishane, tecrit Bediüzzaman bu büyük kumpas içinde yine eser vermiş, kendisini ispat etmiştir. Allah istedi mi zulüm, baskı, tecrit, hapis, sürgün gıdaya dönüşür, Napolyon’un dediği gibi, “ zulüm dehaların ekmeğidir” Bediüzzaman en çok zulüm gördüğü yerde en büyük eserlerini vermiştir. İmparatorluklar kurmuş, bin yıl koca bir coğrafyayı idare etmiş milleti sıradan değil adileştirmek için kurulan komiteleri yanıltmıştır Bediüzzaman. Süleyman Nazif’in dediği gibi “Nasıl zinde bir millet çıktı gördüm hasta sinenden” der. On altıncı asırdan beri oyunlarla süflileştirilirmiş Anadolu ve İslam dünyasını Bediüzzaman mayalamış ve zinde bir nesil ortaya çıkarmıştır.

Namık Kemal de artık siyasetten ümidini mecburen kestikten Magosa sürgününden sonra en fazla eser vermiştir. O günün yöneticileri onu muhalefet görevinden alıp Magosa’ya sürgün etmiştir, o da bunu bir fırsat bilerek hayatının en önemli eserlerini vermiştir.

[devamı gelecek…]


Prof. Dr. Himmet UÇ
Kaynak: risaleakademi.com

Osmanlı’nın Kürt Meselesi Yoktu

Selçuklulardan Osmanlıların son dönemlerine değin Hilâl’in bereketli topraklarında yan yana barış ve kardeşlik içinde yaşamış olan Müslüman Türk, Kürt, Arap ve Fars kardeşler arasına Haçlılar tarafından atılan “Kürt Meselesi” adındaki ‘etnik fitne’ ya da ‘kavmiyetçilik ateşi’, geniş bir alana yayılmış kalabalık İslam topluluklarının binlerce yıllık geçmişe sahip birlik, dirlik, kardeşlik ve ümmet ruhunu ortadan kaldırmayı amaçlıyor.

İşte, ‘Kürt Meselesi’nin Açılımı’ kitabımdaki malumatlardan hareketle, Osmanlılar zamanında Kürtlerin durumu ve ‘Osmanlı’nın Kürtler ile etnik temelli bir meselesinin olup olmadığının’ cevabı:

OSMANLI ZAMANINDA KÜRTLER VE DOĞU ANADOLU

Fatih Sultan Mehmed’in 1473’teki Otlukbeli Zaferi’nde, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ı mağlup etmesiyle Doğu Anadolu, büyük ölçüde Osmanlı hâkimiyetine girmiş ve buralarda yaşayan Kürt aşiretleri de peyderpey Osmanlı tebaası olmuşlardır.

Osmanlı Devleti ile İran arasındaki sınır bölgesinde son derece serbest ve merkezî otoritenin tavizkâr tutumu içinde özerk bir statüde hayatlarını idame ettiren Kürt aşiretleri, ilk kez Yavuz Sultan Selim zamanında kesin olarak Osmanlı siyasî sistemi altına girmişlerdir.

Şah İsmail’in izlediği Şiiliği yayma ve Kürt Beyliklerini ortadan kaldırma politikasına karşılık, Yavuz Sultan Selim’in Kürt Beyliklerini tanıma ve varlıklarını devam ettirme yanlısı politikası Osmanlıların Kürtler arasında taraftar ve itibar kazanmasına katkıda bulunmuştur.

Bundan cesaret alan Yavuz Sultan Selim, İran Seferi’nden önce bölgede geniş nüfuza sahip Şeyh İdris-i Bitlisî’yi yanına çekerek maiyetindeki Müslüman Kürtlerin desteğini elde etmek istemiştir. Şeyh Bitlisî, Safevilere bağlı 20 aşiret liderini ve bölgedeki bazı emirlikleri ziyaret ederek onların İran ile yapılacak savaşta Şah İsmail’e karşı tavır almalarını sağlamıştır.

Kürtlerin, Osmanlı yönetimi altına girmesi ve bağlılıklarını sunmalarında, Osmanlı Devleti’nin İslâm Dini’ne bayraktarlık etmesi, aralarındaki kuvvetli dini bağ ve müşterek dini dinamikler mühim rol oynamıştır. Bitlisî’nin büyük yardımları ve kendi yanında bizzat savaşa iştirak etmesi ile Yavuz Sultan Selim, 1514 yılında Şii tehlikesini bertaraf etmek gayesiyle harekete geçmiş ve Şah İsmail’i Çaldıran’da ağır bir hezimete uğratmıştır.

Çaldıran’da kazandığı zaferle beraber Doğu Anadolu’daki siyasi ve idarî dağınıklığa son verme ve merkezî otoriteyi tesis etme politikası yönünde ilk ciddî adımı da atmıştır. Yapılan anlaşmaya göre Kürt Emirlikleri özerkliklerini koruyacak, yönetim belli kişi ve ailelerde olacak, padişahın fermanına bağlı kalınacak, vergi ödenecek ve savaşlarda Kürtler Türklere yardım edecekti.

Yavuz Sultan Selim, Doğu Anadolu’nun idarî ve sosyal yapılanmasında İdris-i Bitlisî’den faydalanarak bölgeyi idarî taksimata tâbi tutmuştur. Bu taksimatın ana hatları şu şekilde belirlenmiştir: Çıldır, Erzurum, Van, Diyarbakır ve Zor eyaletleri Osmanlı’nın İran ile doğu sınırını teşkil etmiştir.

Diyarbekir, 19 sancağa bölünmüş, bunlardan 11 sancak doğrudan Osmanlı yönetimine bağlanmıştır. Diğer 8’i Kürt beyliklerine bırakılmıştır. Van ve çevresi de, 37 sancak ve 4 hükümete ayrılmıştır. Bunların dışında, doğrudan doğruya sultana bağlı olan Cezire, Hazra, Genç, Palo ve Eğil hükümetleri gibi özel statüye sahip kısmen özerk mahalli idarelere de müsaade edilmiştir.

Anadolu’da gerçek bir birlik tesis etme çabasında olan Osmanlılar, bölgedeki boy ve oymakların yayılışına bakmadan, askerî ve coğrafî şartların gereğince devletin esas direkleri olan il ve sancak kuruluşlarını meydana getirmişlerdir. Ancak, bunu yaparken öteden beri değer verdikleri mahalli örf ve anlayışları da kullanarak özel kuruluşlar ortaya koymuşlardır.

Gerçi, bu beylik ve ocaklıklar, her ne kadar hükümet merkezinden tayin edilmeyen beyler tarafından veraset yolu ile yönetilmekte ve sadece beylerin görevleri onaylanmakta ise de, devlet divanı, bunların iç işlerini düzenleyecek kavramlar ile vergi toplama usul ve kanunlarını ayrıca hazırlama ve uygulama yetkilerini daima ellerinde bulundurmuş; onlara yalnızca bu kanun ve nizamlar çerçevesinde beylikte bulunma konularında bazı serbestlikler tanımıştır.

OSMANLI DÖNEMİNDEKİ İSYANLAR KÜRTÇÜLÜKLE İLGİSİZ

Osmanlı Devleti’nin, bilhassa 1683 Viyana Bozgunu’ndan itibaren Batı’da toprak kaybetmeye başlaması, siyasi çözülmeyi de beraberinde getirmiş; dolayısıyla bu durum direkt olarak Kürt bölgesinde merkezi otoritenin sarsılması ve zayıflaması şeklinde kendini göstermiştir.

Bundan istifade eden özel konumdaki bazı Kürt beyleri, çevrelerinde kuvvetlenmek ve egemenlik alanlarını genişletmek için hükümetin ve kanunların hilafına yavaş yavaş birtakım otorite tanımaz hareketlere girişmişlerdir. Hususen II. Mahmud döneminde bu hâl doruk noktaya ulaşmıştır.

Yalnız, Osmanlı’nın, uzun ve yıpratıcı savaşlarda, yeterli kaynağı tedarik etmek için bölgedeki Kürt Beylerine asker ve para gereksinimi için fazlaca yüklenmesinin de onların merkezi idareye karşı tavır almalarında tesirli bir faktör olduğunu belirtmemiz gerekir.

II. Mahmud zamanında, merkezi otoriteyi kuvvetlendirmek istikametinde yapılan uygulamalar bağlamında siyasi ve idari özerkliğe sahip Kürt Beyleri disiplin altına alınarak payitahta bağlanmak istenmiştir. Bunu bölgede uygulanmak istenen askeri ve idari kademelerdeki ıslah hareketleri takip edince, sosyal ve idari yapılanmada temel rolü oynayan aşiret beyleri, ağalar ve şeyhlerin menfaatleri zedelenmiş; hem reform çabalarına mani olmuş, hem de devleti uzun süre meşgul edip zor duruma düşürecek olan bir seri ayaklanma çıkarmışlardır.

Osmanlı zamanında meydana gelen 12 Kürt isyanı, devletin dağılma sürecinde ülkenin her tarafında meydana gelen isyan hareketlerinden farksızdır ve onların bir parçası durumundadır. Osmanlı siyasi bütünlüğünden ayrılarak bağımsız Kürt Devleti kurma çabası, siyasi Kürtçülük ve etnik milliyetçilik ile uzaktan yakından alakası yoktur. Patlak veren her ayaklanmalar “mevziî” kalmış, yalnızca ayaklanmayı tertipleyen kişinin şahsî nüfuzundan öteye geçememiştir.

Doğu’da cereyan eden isyanların kaynağında şu iki temel sebep yatıyordu: 1. Osmanlı merkezî otoritesinin, malî durumunun bozulması sebebiyle normal vergilerin yanında bir de ek vergiler koyması. 2. Uzun süren savaşlar sebebiyle, Osmanlı Devleti’nin askerî birliklere ihtiyacının artmasından dolayı, o zamana kadar askerlikten muaf tutulan Kürtlere de “asker celbi” kararının çıkması.

1908 SONRASI CEMİYETLER, GAZETE VE DERGİLER KÜRTÇÜ MÜYDÜ?

1908’de II. Meşrutiyetin ilanının doğurduğu imkânlardan istifade eden Kürtler, siyasi, kültürel ve sosyal alanlarda esaslı ve sistemli bir şekilde teşkilatlanmaya başlamışlardır. Zira II. Abdülhamid zamanında, 1898’de Kahire’de yayın hayatına başlayan “Kürdistan Gazetesi” ile 1900’de İstanbul’da kurulan “Kürdistan Azm-i Kavî Cemiyeti” dışında fazla bir aktiviteleri olmamıştı.

Meşrutiyetle birlikte, İstanbul’daki bir grup Doğulu aydın ve yüksek devlet ricalinin teşebbüsleri neticesinde birçok cemiyet, gazete ve mecmuanın açılmasıyla bu sahada ilk adımlar atılmıştır. Bunların ilki ve en önemlisi olan Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti, 1908’de İstanbul’da kurulmuştur. Hemen belirtelim ki, mezkûr cemiyet ve yayın organları daha çok kültürel çalışmaları ön planda tutuyor; etnik, siyasi ve ideolojik niyet ve amaçlardan uzak bulunuyorlardı.

Asıl talepleri sadece, Osmanlı idaresi içinde “Kürt” olarak önemsenmek noktasında odaklaşıyordu. Kürt unsurunun kendi kimliğini ve kültürünü, “Osmanlılık” içinde geliştirmesinden yanaydılar. Kendilerini, Osmanlı olarak kabul ediyor ve “Osmanlılık” çatısı altında, eşit haklara sahip topluluklar olarak görüyorlardı.

Kürtlerin en büyük derdi cehalet ve geri kalmışlık idi. Osmanlı Mebusan Meclisindeki mebuslar da aynı talepleri dile getiriyorlardı. Doğu’daki okur-yazar oranının binde bir bile olmadığına dikkat çekerek, bölgeye “Osmanlı Sibirya’sı” muamelesi yapıldığından sık sık sitem ediyorlardı.

Hevi Cemiyeti’nin kurucularından olan Dr. Şükrü Sekban, cemiyet üyelerinin Osmanlı siyasî bütünlüğünden ayrılmayı kesinlikle düşünmediklerine şöyle temas etmiştir:

“Onlardan hiçbiri Kürtler için en ufuk bir imtiyaz düşünmüyordu. Türkiye’den kopmayı aklımızın kenarından geçirmiyorduk. Fakat hepimiz de altı Doğu vilayetinde bir reform yapılması hususunda mutabık idik. İstedikleri reformlar, muktedir ve namuslu valiler tayin edilmesi, bir kaç anayol inşası, adaletin iyi bir şekilde uygulanması için mahkemelerin yeniden ele alınması idi. Zaten, bütün mücadelemizin ve didinmelerimizin tek hedefi vardı: Kürt’ü cahillikten ve fakirlikten kurtarmaktı. Ama bu, bir Kürt Devleti’nin kurulmasını düşünen hiç bir Kürt yoktu, demek değildir. Belki vardı, ancak bunu itiraf edemiyorlar, bu gizli emellerini açıkça beyan edemiyorlardı.”

Parantez arasında belirtmemiz gerekir ki, yukarıdaki gelişmeleri, bugün gündemin ana maddesini teşkil eden ‘Kürt Açılımı’ çerçevesindeki gelişmelerle mukayese ettiğimizde, o günden bugüne pek de bir şeyin değişmediğini; aynı fasit dairenin, yani talep, tartışma, düzenleme ve ‘açılım’ girişimlerinin devam edip gittiğini, tarihin benzer biçimde tekerrür edip durduğunu esefle müşahede ediyoruz.

SÖZÜN ÖZÜ

Osmanlı zamanında devletin Müslüman Kürtlerle etnik temelli hiç bir problemi olmadığı gibi, Kürtler de Osmanlı’ya karşı tüm zamanlarda sadık kalarak etnik bir harekete katiyen girişmemişlerdir. Ümmetçilik ve Osmanlıcılık telakkilerinden dolayı asırlar boyunca devlet ve milletle kaynaşmış olan Kürtler ile Osmanlılar arasında böyle bir problemin çıkmasına da zaten imkân yoktu. Bunda Osmanlı’nın, İslâm birliği anlayışı gereğince Kürtlerle yakınlaşması, koruyucu ve kuşatıcı bir yaklaşım sergilemesi müessir bir rol oynamıştır.

Türkler ve Kürtler yüzyıllarca bu topraklar üzerinde aynı mefkûreler etrafında bir arada kardeşçe yaşamıştır. Osmanlı Devleti üzerindeki emperyalist politikalardan kaynaklanan ve “ırkçı” temele dayandırılan Kürt meselesi, sunî olarak ihdas edilmesine, Osmanlı toprak bütünlüğünü ve İslâm birliğini bozmak maksadıyla dışarıdan dayatılmasına rağmen, Batılı anlamda bir Kürt meselesi Osmanlı topraklarında hiç bir zaman olmamıştır.

Şu halde, madem Osmanlıların Kürtlerle etnik, ideolojik ve siyasi anlamda bir meselesi yoktu; pekiyi Osmanlı’nın son dönemlerinden -bilhassa İttihat Terakki ve Mütareke dönemleri- Cumhuriyet dönemine uzanan süreçte bu Kürt Meselesi nasıl ortaya çıktı?

Bunun cevabını da inşallah bir sonraki yazıda vermeye gayret edelim. O vakte değin sağlıcakla ve selametle kalınız. Bol kitaplı ve okumalı günler temennisiyle…

İsmail Çolak

moralhaber.net

Bediüzzaman Said Nursi’nin Takvası Üzerine Düşünceler

“ Ey iman edenler! Allah’a nasıl korunmak gerekse öyle korunun, hakkı ile müttaki olun ve herhalde müslim olarak can verin.”

( Al-i İmran Suresi, 102. Ayet )

Hayatı takva ile yoğrulmuş bir insanın yaşantısında öylesine olağanüstü sonuçlar ortaya çıkar ki, bunların herkes tarafından kavranabilmesi olanaksızdır.

I. Dünya savaşında Osmanlı Ordusu doğu cephesinde işgalci Rus Ordusu ile çarpışırken; Bediüzzaman, talebelerinden oluşan bir birlikle bu savaşa iştirak etti. Kahramancasına çarpıştılar. Devam eden bu çarpışmalar esnasında Ermeniler Ruslarla işbirliği yaparak; kadınlar, çocuklar ve yaşlı insanların da aralarında olduğu birçok masum müslüman Osmanlıyı katlettiler. Bediüzzaman’ın son derece üst seviyede olan takvasını yansıtması açısından, 1916 yılına ait olan ve Şükran Vahide tarafından aktarılan bir anekdot şu şekildedir:

“Ermeniler birçok çocuk, kadın ve yetişkini katlettikleri için misilleme olarak Ermeni çocuk ve kadınlarının da Osmanlı birliklerince öldürülmeleri beklenebilirdi. Ancak Bediüzzaman bu misillemeye karşı çıktı ve sahip olduğu İslami olgunluğun doğal bir sonucu olarak bu misillemeyi hiçbir zaman yapmadı.

Bir keresinde Bediüzzamanın olduğu bir yerde binlerce Ermeni kadın ve çocuğu biraraya toplanmıştı. Hiçbirine dokunulmaması hususunda emir verdi. Sonrasında onları serbest bıraktı ve serbest kalan bu kadın ve çocuklar Rus birliklerinin olduğu yerlere doğru gittiler. Ermeniler karşılaştıkları bu İslami davranıştan öylesine etkilendiler ki o andan itibaren hiçbir müslüman çocuğu katletmediler.” ( 1 )

Takva insana olağanüstü insani değerler katar. Bu değerler ise hayattaki başarının temel faktörleridir.

Takvanın Risale-i Nur’daki tanımı ise şöyledir: ”Takva, dini yasaklardan kaçınmak ve günah olan fiillere son vermektir. Manevi ve moral değerlerin tahribe uğradığı, bencilliğin son derece yaygın olduğu günümüz şartlarında takva, son derece önem kazanmıştır.“ ( 2 )

Bediüzzaman ile ilgili yukarda verdiğimiz örneğe tekrar dönersek, Bediüzzaman’ın yaptığı bu davranışı bir hile olarak değerlendirir ve bu hareket neticesinde Ermenilerin de aynı şekilde davranacağının hesaplanarak yapılmış olduğunu düşünürsek bu düşünce yanlış olur. Zira bu tarz bir davranış, dinine bağlı müslümanların yaptıkları doğal hareketlerdendir.

Takvalı bir müslüman hiçbir zaman Allah’ın ve Rasulünün(s.a.v.) yasakladığı bir davranışı yapmaz. İslam tarihi, yukarda anlatılan örneğin sayısız benzerleriyle dopdoludur. Bediüzzaman sadece sahip olduğu takvanın gereğini yerine getirdi ve Ermenilerin de onun yaptığı bu davranışın aynısını karşılık olarak yapmaları, Bediüzzaman’ın davranışının doğal bir sonucuydu. Yukardaki hadise aynı zamanda, İslam dininin, insanların topraklarından önce kalplerini ve akıllarını fethettiğine en güzel bir örnektir.

Mekke sokaklarında sevgili Peygamberimiz’in(s.a.v.) üzerine çöp birikintilerini atmayı alışkanlık haline getirmiş yaşlı kadının hikayesini sık sık okumuşuzdur. Birgün kendisine sürekli yapılan bu davranışın yapılmadığını gören Peygamberimiz(s.a.v.), yaşlı kadının ne olduğunu etrafındakilere sordu. Hasta olduğunu öğrenince de, hemen onu ziyarete koştu. Rasulullahın(s.a.v.) bu davranışı kadının islama girişine vesile oldu. O (S.A.V.) gerçekten de Takvada da eşi benzeri olmayan bir insandı!

Bediüzzaman’ın Ermeni çocuklarına karşı olan davranışını anlamaya çalışırken, Rasulullah’ın yukarda anlatılan olaydaki hareketi bize bakış açısını çizmektedir aslında.

[ Yukardaki yazı, yazar Mohammed Asım Alavi’nin “Müsbet Hareket- Bediüzzaman’ın Hayatından Liderlik Dersleri “ isimli kitabından alınmıştır.]

( 1) ‘ Bediuzzaman Said Nursi’, Sukran Vahide, sayfa 128

( 2 ) ‘ Siratun Zatiyatun( Bediüzzaman’ın Hayatı), sayfa 314, İhsan Kasım

Mohammed Asım Alavi

www.NurNet.org

Yirminci Yüzyıl Kahramanınız Kim?

Mustafa Akyol, resmi ideolojiyi cesurca eleştiren sorgulayan genç ve dinamik bir yazar. Star gazetesinden biliyorsunuz. Yıllardır söz konusu edilemeyen, kırmızı çizgileri, mayınlı alanlara kara gözlü giren bir kalem. Hem dış dünyayı hem ülke gerekçelerini objektif görebilen biri aydın.

Otoriter rejimler birer birer yıkılırken işin arka planına baktığınızda model ve formül Osmanlı’nın çöküşünde başrolde oynayan İttihatçı komitacıların olduğu anlaşılır. Koca imparatorluğu çökerttikten sonra Ortadoğu, Kuzey Afrika’da bağımsızlık hareketlerinde etkileri olduğu kadar otoriter model olma konusunda da model oldukları görülür. Dikkatlerden kaçırılan önemli bir ayrıntı, Kemalistler genellikle bağımsızlık vurgusunu fazla yaparlar, demokrasiden hazetmezler. “Dışa karşı bağımsızlık olsun içerde biz istediğimiz gibi hak ve hürriyetleri kısıtlayabiliriz” görüşündeler. Hamasetlerinin klişe sloganı “bağımsızlık”tır. Oradan öteye hürriyet ve demokrasi denilince hemen yaftayı yapıştırırlar; “vatan haini” derler.

Akyol’un, “Gayri Resmi Yakın Tarih” konulu kitabının kapağında ayrıca bir cümle daha var: “Bütün devrimler yanlıştı. Kemalist devrimler de yanlıştır.” Mustafa Akyol ile İstanbul Florya’daki evlerinde keyifli bir sohbet oldu. Fikri temelini Bediüzzaman ve Risale-i Nur olduğunu özellikle ifade etmeleri dikkate değer bir husus. Gerek Türkiye gerekse İslâm alemindeki gelişmelerin arka planında Risale-i Nur un etkisine işaret ettirler. Umarım paylaştığımız yönlerini beğeneceksiniz.

SON YÜZ YILIN TARİHİNDE ÇOK CİDDİ BİR SEÇİCİLİK VARDIR

“Gayri Resmi Yakın Tarih” adlı bir kitabınız var. Tarihin resmisi gayri resmisi nasıl olur? Tarih yaşanmış olayların günümüze aktarılmış belge ve dokümanları değil mi?

Tarihin bir realitesi var. Bir de bunun bize aktarılan bir literatürü var. Dünyanın her yerinde bu ikisi arasında fark vardır. Amerika’ya gittiğinizde Amerikan tarihini okuduğunuzda Kızılderili katliamından pek bahis bulamazsınız. Her ülke tarihi kendine göre taraflı olarak yorumluyor. Fakat, otoriter rejimlerde, toplumu kendi ideolojilerine göre inşa etme sürecinde tarih yaşanmış gerçeklikten farklı bir şekilde yorumlanıyor. Bizim tarihimiz konusunda alternatif tarihçileri okuduğumda ve yurt dışındaki literatürü taradığımda gördüm bu farkı, Yaşanmış gerçeklikle bizim okuduğumuz resmi tarih arasında büyük farklılıklar olduğunu gördüm. Resmi tarihi bize kim anlatıyor? Devletin okullarında, ders kitaplarında, üniversitelerinde, devletin tarih kurumunda neler anlatılıyor iyi bakmak lazım.

Son yüz yılın tarihine bakıldığında çok ciddi bir seçicilik yapıldığı görülür. Yaşanmış gerçeklerin bazı yönleri anlatılmış bazıları anlatılmamış. Bazı yönleri de özellikle çarpıtılarak anlatılmış.

TARİH SİYASİ İKTİDARINI MEŞRULAŞTIRMAK İÇİN ÇARPITILARAK YAZDIRILMIŞ

Burada doğrulamayı nasıl yaptınız?

Aslında hiç kimsenin “gerçek tarih benim bildiğim ve yazdığım” deme şansı yoktur. Fakat en azından alternatifini görüyorsunuz. Bakıyorsunuz böyle bir tarih anlatımı var. Bir başka alternatifinde aynı konu çok daha farklı geçiyor. Bağımsız kaynaklar var. Karşılaştırdığınızda gerçek ortaya çıkıyor. Siyasi iktidarların kendini meşrulaştırmak için kendilerine göre bir tarihe ihtiyacı oluyor.

Meselâ; Kurtuluş savaşında Mustafa Kemal’den başka kimsenin rolü olmadığını düşünüyorsunuz resmi tarihe göre. Bakıyorsunuz Kâzım Karabekir Anadolu’ya Mustafa Kemal’den daha önce çıkmış. Demek ki bu anlatımla realite farklı. Resmi tarihte bahsedilmeyen olaylar var. Dersim olayı ile ilgili tarih kitaplarında hiçbir şey bulamazsınız. Geçmez. Yeni gündeme geliyor daha.

İLK DARBE 1925’TE YAPILMIŞTIR

Bugünkü sorunlar hakkında sağlıklı teşhis konulabilmesi için yapılan yorumlar genellikle tarihi derinlikleri ile ilişkilendiriliyor. Şu en öncelikli sorunlar hangi tarihi olaylara dayanıyor? Kırılma noktaları ne zaman başlamış?

Bugünkü resmi tarih dediğimiz Kemalist tarihe göre, Cumhuriyetin kuruluşu ile tek parti dönemine atıf yapıyorlar. Aslında Cumhuriyet tek parti döneminden daha önce. Tek parti dönemi 1925’te başlıyor. Onlar diyorlar ki, “Kemalist devrimler çok iyiydi. Ne yazık ki içerdeki bazı hainler bazı siyasiler oy avcılığı için çok partili döneme geçince (Menderes’i kastediyorlar) ilke ve inkılaplara karşı direndi. Tam olarak yerleşmesine engel oldular. Tek sorun toplumun anlamamış olması” gibi bir anlatım var. Kemalistler kendi haklarının çiğnendiğini düşünüyorlar. “Mustafa Kemal herkese Türk demiş niye kabul etmiyorlar?” diyorlar. Ya adam Kürt. Bu realite nasıl değişir?

İLK MECLİS DAHA DEMOKRATTI M.AKİF VE BEDİÜZZAMAN DA DESTEKLEMİŞTİ

Osmanlının son dönem meclis-i mebusanı azaları Ankara’da ilk Türkiye Büyük Millet Meclisinin de üyeleri. Fakat zihniyete ve uygulamalara bakıyoruz Osmanlı ile hiç âlakası yok gibi. Oradaki paradigma ayrışması tarihlerde izah edilmiyor. Müthiş bir kırılma var. Viraj mı denir, dönüş mü denir? Bir sapma var. Bakıyoruz Osmanlı’nın son zamanlarında hâkim olan düşünce ile bugünün bakış açıları arasında bir çatışma görünmüyor. Fakat tek parti düşüncesi ile milletin ortak vicdanı o gün de bugün de hâlen uyuşmuyor. Buna ne demeli?

Çok önemli bir noktaya temas ettiniz. Osmanlı’nın birinci meşrutiyet denemesi sonra ikinci meşrutiyetle çok önemli bir demokratikleşme hikayesi yaşanıyor. Bediüzzaman Said Nursi’nin Mehmet Akif’lerin desteklediği bir anayasal süreç yaşıyor.

Bu ne demek?

Padişahın yetkileri sınırlı. Tam yetkili bir meclis var. Meclisi oluşturan partiler var. Dindarlar, liberaller, gayr-i müslümler vb. her kesimden de temsilcilerden oluşan bir meclis-i mebusan var. Osmanlıdaki gayr-i müslümler eşit vatandaşlık durumuma gelmiş. Dernekler var. Çok ciddi bir entelektüel hayat var. Bir taraftan toprak kaybediyor ama kendi içinde ciddi bir tekâmül içinde. Kurtuluş savaşına herkes katılıyor destekliyor. Damat Ferit gibi karşı çıkanlar olsa da çok büyük bir kesim Milli Mücadeleyi destekliyor ve Kurtuluş Savaşında yer alıyor. Mustafa Kemal Samsun’a çıkmadan önce Anadolu’nun her yerinde “Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri” kuruluyor. İnsanları bilinçli.

“NE YANLIŞ GİTTİ?” SORUSUNA ÇARE OLARAK İKİ FARKLI GÖRÜŞ ÇATIŞIYORDU

 Nitekim Ankara’daki parlamento İstanbul’dakinin devamıdır. Osmanlı son döneminde farklı fikriyatlar ortaya çıkmış. Genelde şu soru soruluyor ve cevaplar aranıyor: “Ne yanlış gitti? Niye biz batı karşısında yenildik? Niye geri kaldık?…” Buna farklı cevaplar verilmiş. Bir kısmı demiş ki; “Efendim batı keşifler, icadlar yaptı biz gözümüzü kapadık. Batıya açılmamız lazım.” Bir kısmı demiş ki, “Din yüzünden geri kaldık.” Bunlar “Garpçılar” diye bilinen bir akım. Bir başka kesim; “Hayır efendim bizi geri bırakan din değildir. Batının tekniğini alırken dinimize sahip çıkmamız lazım demişler.”

GENÇ OSMANLILAR HEM DİNE SAHİP ÇIKALIM HEM YENİLİKLERİ ALALIM DİYORDU

Ali Süavi, Namık Kemal bu görüşü savunanlardan değil mi?

Evet Namık Kemal’ler, “Genç Osmanlılar” hareketi de bunu söylüyor. Dolayısıyla “Ne yanlış gitti?” sorusuna farklı cevaplar veriliyor. Din yüzünden geri kaldık diyen küçük bir grup. Bunların en tepesinde Abdullah Cevdet bulunuyor. Bunlar batıdaki din karşıtı materyalist akımlardan da etkileniyorlar. Bunların düşünceleri, “bilim dinin yerine geçecek” olan yeni bir akideyi savunuyorlar. “Bilim dini” ortaya çıkacak. Klasik din anlayışı terk edilecek. İnsanlar pozitif bilim düşüncesinde materyalist bir geleceğe doğru gideceğini zannediyorlar

Osmanlı yıkılırken herkes düşmana karşı birlikte hareket ediyor. Daha sonra cumhuriyet kurulurken bu farklı siyasi görüşler farklı eğilimlere dönüşüyorlar. Mustafa Kemal de bu pozitivist materyalist görüşe sahip kadronun içinde. O ve ona itibar edenler Cumhuriyet Halk Fırkasını kuruyorlar. Daha muhafazakar ve liberal olanlar Terakkiperver Fırkasını kuruyorlar. Cumhuriyetin kuruluş yılında iki parti var. Biri bugünkü Cumhuriyet Halk Partisi diğeri Terakkiperver Fırkası ki, daha sonra Demokrat Parti’nin, Adalet Partisi’nin, Doğru Yol Partisi’nin, Özal’ın Anavatan Partisi’nin belki bugünkü Ak Parti’nin kökenini oluşturuyorlar. Onlar da modernleşmeden, değişimden yana. Ama dine saygılı olduklarını özellikle belirtiyorlar. Değişimi topluma dayatarak değil demokratik bir şekilde olmasını istiyorlar. Ama CHP, Terakki Perver Fırkayı kapatıyor, ülkeyi 25 yıl tek parti olarak yönetiyor. Devletin politikalarında CHP zihniyeti hâkim oluyor. Mustafa Kemal döneminde çok partili deneme 1930’da Serbest Fırka ile başlıyor. O da kapatılıyor. Aslında Türkiye’de ilk darbe 1925’te yapılıyor. Terakki Perver Fırkanın kapatılışı ilk darbedir. Çok büyük hatadır. Ben kitabımda öyle yazdım. Halbuki ilk başta çok daha renkli ve demokratik bir tablo varken bahsettiğim ilk darbe ile Mustafa Kemal tek karar verici oluyor.

TEK PARTİ DÖNEMİ FİKİR ADAMI BAKIMINDAN FAKİRLİK DÖNEMİDİR

Bugünkü deyimle o zamanki tek parti ve uygulamaları toplum mühendisliği projesi denilebilir mi?

Şüphesiz. Osmanlı aydınlarında da Batıya bakışta iki görüş var. Bir kısmı hem dinimize ve değerlerimize sahip çıkarken batının teknolojilerini, yeni siyasi sistemlerini alalım diyenler grubu. Diğeri batıdan yenilikleri alırken dini bırakalım diyen materyalist kafa var. O zaman batıda hem demokrasi de var, faşist otoriter rejimler de var. Dolayısıyla 1930’lar CHP’sinde de faşist uygulamaların etkilerini görüyoruz. Tarih Kurumunun “Türk ırkı” ile ilgili tezleri vardır. Karşı çıkan hocalar tasfiye edilmiştir. Tek partinin iki dönemini doğru değerlendirmek lazım. Mustafa Kemal dönemi İsmet İnönü dönemi olarak. Bugün CHP’ye saldırırken hep İnönü eleştiriliyor. Atatürk koruma kanunu ile korunduğu için hep İnönü üzerinden CHP’ye saldırılıyor. Aslında İnönü dönemi kısmi rahatlama dönemidir. Kazım Karabekir’in ev hapsi kaldırılmıştır. Kafatasçı yaklaşım reddedilmiştir. İmam-hatip, ilahiyat fakülteleri açılmıştır, çok partili sisteme geçişin ilk adımları o zaman atılmıştır.

Cumhuriyet döneminde entellektüel potansiyel bakımından da fakirleşme dönemidir. Osmanlı’nın son zamanlarının entellektüeli oldukça birikimlidir. Karşıt görüşlerin her iki cenahındakiler bugünün tabiri ile elitleri seviyesi çok yüksektir. Cumhuriyetin ilanı ve 1950 yılına kadar geçen zaman içinde fikri alanda, bilim alanında oldukça fakirleşme olmuştur. Hele din eğitimin yasaklanması başlı başına fecaat bir durumdur.

BEDİÜZZAMAN GİBİLERİN SAYESİNDE DİNİ YOK EDEMEDİLER

Çok partili hayata geçişte dış dinamiklerin etkisinin olduğu biliniyor. İç dinamiklerin etkisi var mıydı, varsa ne kadar vardı?

Çok partili sisteme geçiş, batıya dahil olmanın bir gereği görülüyor. Teslim edelim ki İnönü o zaman “Yeni bir dünya kurulur biz orada yerimizi alırız” diyerek çok partili hayata geçiyor. Rejimin çok iddialı totoliter hedefleri tam gerçekleşmiyor. Büyük iddiaları gerçekleşmiyor. Meselâ dini kurumlar üzerine kurulan baskılarla pozitivist propaganda ile zannettiler ki bu kadar baskıdan sonra din ortadan kalkar. Öyle olmadı tabii ki. Toplumda güçlü bir dindarlık vardı.

Bu arada haklarını teslim edelim başta Bediüzzaman Said Nursi gibi, Süleyman Tunahan gibi, Nakşi geleneğinden gelen âlimler bu baskılara karşı koyuyorlar. Bunu hiçbir şekilde şiddete başvurmadan fikren yapmışlar. Özellikle Bediüzzaman Said Nursi’nin yeri, etkisi kayda değerdir.

Hem dış dünyada meydana gelen değişimler hem içten gelen talepler hem de fikri karşı koymalar ile çok partili hayata geçiliyor.

Gerçi çok partili hayata geçiliyor ama rejimin sahipleri ve aktörleri zaman zaman gelip darbeler yapıyor. Aslında tek parti döneminin 1930’lu yılların ruhu ölmüyor. 27 Mayıs darbesi ile başlayan zaman zaman nükseden 1971 muhtırası, 1980 darbesi ve sonrası bu otoriter zihniyet hiçbir zaman muhafazakârlara olumlu bakmıyor. Bu zamana kadar demokrasinin önüne hep engel oldular.

OSMANLININ SON DÖNEMLERİNDE FİKRİ VE AYDIN POTANSİYELİ BAKIMINDAN ÇOK ZENGİNDİ

Dış dünyayı tanıyan birisi olarak bugünkü Türkiye hakkında bir değerlendirme yapacak olursak ne demek istersiniz? Ortamı, fikri zemini entelektüel potansiyeli nasıl görüyorsunuz?

Osmanlı’nın son dönemi fikri ve entelektüel olarak çok zengindi. Hem batıyı iyi biliyorlar hem İslâmi bilgi derinliğine sahiptiler. Özellikle “Genç Osmanlılar” böyledir. Cumhuriyetin ilk yıllarında tasfiye edildiler. Onun için bu dönemler bilgi ve fikri bakımdan fakirleşme dönemidir. Dini kurumları ortadan kaldırdılar. Rafine İslâmi bilgiye sahip kimse kalmadı. Laikler hep köydeki imamı tenkit ederler. Rafine bilgiye sahip olanları biçmiş tasfiye etmişsiniz geride kalanları tenkide hakkınız yoktur. Yabancı bir yazarın şöyle bir sözü var “Eğer tek bir fikriniz varsa söyleyecek fazla bir sözünüz yok demektir.

Laikçiler tek tip görüş dışında hiçbir görüşe saygı duymuyorlar. Farklı bir şey söylediniz mi klişe “Vatan haini”, “Dış güçlerin ajanı”… gibi yakıştırmalara baş vuruyorlar. Yurt dışına çıkınca bu tartışmaların çoktan bittiğini gördüm. “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.” Bu sözü çok saçma buluyorlar batıda. İlim sana bir çok şeyleri elde etmende işine yarayabilir. Ahlâk kazandırabilir mi? Nazilerin üst ırk teorisi ve uygulamaları bilimseldir. Sonra bu tezden çoktan vaz geçtiler.

Soğuk savaş döneminin iki kutuplu dünyasının yaklaşımı bizim yerli laiklerin yaklaşıma etkisi olmuş mudur?

Şüphesiz soğuk savaş döneminin kutuplaşması bizde farklı bir boyut kazanmıştır. Sağ sol gibi akımlar şeklinde. Yabancıların gözünden bizim ülkemize bakıp doğru tespitlerde bulunmuşlar. Meselâ kimisi hilafetin kaldırılmasını çok yanlış buluyor. Dil devrimin çok kötü bir şey olduğunu yazanlar var. İslâm hakkında güzel fikirleri olanlar var. Bizimkilerde ise hep suçlayıcı bir dil var. Suçlayıcı dil olduğunda uzlaşma olmadığı için kimse birbirinden bir şey öğrenemiyor. Ben Marksist düşüncede değilim ama bazen bir Marksist düşünceye sahip birisinden de öğrenebilecek bir şeyler olabileceğini düşünüyorum.

FİKİR VE DÜŞÜNCE TEMELİMİN OLUŞMASINDA BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR’UN ETKİSİ ÇOK FAZLADIR

Mustafa Akyol özeline gelmek istiyorum. Düşünce ve fikir yapınızın temelini oluşturan etkenler veya kişiler kimlerdir?

Dini konularda bir çok kaynak okudum. Tefsirler gibi. Ancak Bediüzzaman ve Risale-i Nur’un etkisinin daha fazla olduğunu söyleyebilirim.

Risale-i Nur cemaatlerinden bir gruba mensubiyetiniz var mı? Bunu sormaktaki maksadım grup aidiyeti olduğu zaman bakış açısı ile dışarıdan Risale-i Nuru okuyup istifade edenler arasında yaklaşım ve yorum farkları olabilmektedir.

Ben herhangi bir cemaate ve gruba mensup değilim. Fakat Boğaziçi Üniversitesinde öğrenciyken Risale-i Nur okuyan arkadaşlarım oldu. Onların çay içilen, Risale okunan sohbetlerine katıldım, istifade ettim. Herhangi bir gruba mensup değilim derken o mensubiyeti yanlış bulmuyorum. Bilakis çok değerli buluyorum. Onun da artıları var. Tek başına okuyup kendinize ait düşüncelerin oluşmasının da artıları var. Ben Bediüzzaman’dan çok istifade ettim. Bana sorulsa, yirminci yüz yıl kahramanınız kim deseler. Bediüzzaman Said Nursi derim.

Niçin derim? Birincisi eserlerinin içeriği olarak derim. İkincisi, hayatı benim için çok önemli. Çok ciddi ve büyük hizmet yürütmüş, hayatını vakfetmiş ve en ufak bir menfaat sağlamamış olmasıdır. Biliyorsunuz dini istismar eden insanlar da oluyor. Bediüzzaman bunlarla asla mukayese bile edilemez. Son derce özverili ve fedâkar bir hayatı var.

Bediüzzaman dünyayı nasıl etkilemiş?” derseniz Türkiye’deki dinamik İslam ülkelerinde de etkili oluyor. Yirminci yüzyılda din sorundur diyen zihniyet önce Türkiye’de sonra İran’da sonra Suriye’de başa geliyor. Özellikle Irak ve Suriye laik Baas diktatörlükleridir. Baas diktatörlükleri laikperest denebilecek dine baskı uygulayan diktatörlüklerdir. İran’da Şah zamanında çok daha ileri gidiyorlar. Sokakta kadınların baş örtülerine el uzatıp çıkartıyor. Keza Cezayir, Tunus aynı. Laik istibdat yaklaşımına karşı da İslâmi istibdat karşı görüş olarak ortaya çıkıyor. Yani diyorlar ki, “Bu adamlar devleti ele geçirmiş laikliği dayatıyor. Biz de devleti ele geçirelim dini dayatalım.”

LAİK İSTİBDAT İLE İSLAMCI İSTİBDATIN METODLARI AYNI

Bu yaklaşım Kemalizmin enstrümanları değil mi?

Evet aynen öyle. İşte İran’da görüyoruz. Başörtüsünü zorla taktırıyor. Şah zorla çıkartıyordu bunlar da tersini dayatıyor. İbadeti zorla yaptırırsan İhlas olmuyor. O zaman bir faydası yok. Önemli olan insanlara tebliğ yapmak. Suudi Arabistan’da da polis insanları zorla camiye gönderiyor. Allah için mi namaz kılıyor polis için mi? Çok ciddi bir sorundur.

MİLLİ GÖRÜŞ GÖMLEĞİNİN ÇIKARILMASI RİSALE-İ NUR HAREKETİNİN ETKİSİYLEDİR

Türkiye’nin dinamiklerine gelecek olursak. Milli Görüş, Demokrat Parti’nin devamı olan Adalet Partisi’nin bölünmesinden sonra ortaya çıktı. İlk zamanlar devleti ele geçirip biz hükmedelim düşüncesi vardı. İktidar rantı ayrı bir konu tabii. Milli Görüş açıkça demokrasiye karşı olduğunu beyan etmiyordu ama tabanı demokrasiyi batı icadı diye düşünce olarak kabullenmiyordu. Dolayısıyla kötü bir şeydi onlara göre. Buna mukabil Türkiye’de Risale-i Nur hareketinin Milli Görüş çizgisine itibar etmemesi, demokrat çizgiyi savunması, batıya bakışta Bediüzzaman’ın tabiriyle “batı ikidir” batının kötü yönleri de iyi yönleri de vardır diyorlardı. Aşırı sola Marksizme itibar etmemesi, iktisadi yönden serbest piyasayı da kabullenmesi gibi düşüncelere sahiptiler. Milli Görüş gömleğinin çıkarılması Nur hareketinin etkisiyledir. Radikal olmadan Müslüman bir model olabileceğini gösterdiler. Bu kırılma 28 Şubat sürecinden sonra oldu. Demokrasi içinde dine hizmet mümkündür. Burada hakkı teslim ediyorlar mı bilmiyorum. Nur hareketine çok şey borçlular.

Siyasal İslam düşüncesinde ısrarla üzerine vurgu yapılan bir konu vardı. “İslâmın Dünya Görüşü” tezi çok dillendiriliyordu. Yönetim erkini ele geçirip zemin müsait hale getirildiği zaman insanlar İslâmı yaşarlar. İmanın uhrevi bakışı genelde sarf-ı nazar edilirdi. Halbuki ahiret hayatını dikkate almayan bir İslâm gerek bireyin gerekse sosyal hayata nasıl etki edecek? Bireysel paradigmalar İslâma göre şekillenmeden toplumsal değerler nasıl oluşur? Ahirete inanmayan insanların oluşturduğu İslami sistemde niçin insanlar hırsızlık yapmasın veya niye yalan söylemesin? İmanın uhrevi boyutu olmadan âhlak nasıl tanımlanacak?

Bu tam laik bakış açısıdır. Çok önemli bir noktaya temas ettiniz. Bunu şöyle formülüze edebiliriz? Siyasal İslamcı kafada hedef İslâmi bir devlet kurmak. İslâmi sistem, İslâmi düzen. Bu dünyaya adalet getirecek budur onlara göre.

İBADETİN ESASI İHLASTIR POLİS BASKISI İLE İBADETTE İHLAS OLUR MU?

Ama sadece dünya hayatını ilgilendiren boyutu değil mi?

Bu konuda Bediüzzaman’a bakıyorsunuz davasının, imanı kurtarmak, ahiretini kurtarmak diyor. Bu teze şöyle bir soru sormamız lazım: İslami düzen kuranlar, dünyayı kurtaranlar acaba insanların ahiretini de kurtaracaklar mı? Diyelim her sokak başına bir polis koyduk herkesin namaz kılmasını sağlayacak. Polis zoruyla herkesin İslâmı yaşadığı bir ortama laik gözle baktığınızda; “Oooo ne güzel İslami sistem tam olarak işliyor, herkes islâma göre yaşıyor” diyebilirsiniz. Oysaki ibadetin esası ihlastır. İhlas ibadetin Allah için yapılmasıdır. Hiçbir baskı altında kalmadan gönüllü olarak yapıp yapmadıkları çok önemlidir. Ama laik gözle önemli olmayabilir. Laik gözle İslami rejimi kurduk biz de tepeye oturduk, her şey kontrolümüz altında. Tabii bunu rantı da var ayrı mesele. Buna Suudi Arabistan örnek teşkil edebilir. Acaba Suudi yönetimi insanların ne kadarı ihlasla namaz kılıp kılmadığını önemsiyor mu? Laik gözle önemli değil. İhlasa uygun düşmeyen yönetimin başka yönden vebali olabileceğini düşünüyorum.

Dolayısıyla Bediüzzaman’ın imanı, ahiret inancını dikkate alan düşünceden doğru bir siyasi perspektif çıktığını düşünüyorum. Hedefiniz bu olunca ortaya demokratik bir davranış ortaya çıkıyor.

Röportaj: Dursun Sivri / Foto: Esad Sivri / www.RisaleHaber.com