Etiket arşivi: Prof. Dr. Himmet Uç

Dostoyevski ve Bediüzzaman

Dünyanın büyük muzdarip yazarları vardır, onlar takatı beşerin fevkinde büyük zulümlere uğramışlar ama tavırlarında , tefekkürlerinde bir değişme olmamış, doğru bildikleri yolda taviz vermeden gitmişlerdir. Bunlardan biri Bediüzzaman ve bir diğeri Dostoyevski’dir.

Her ikisi de ölüm ile burun buruna yaşamışlar ve büyük ve demode olmayan klasik eserler vermişlerdir. Bu kadar büyük baskıların içinde yazmaktan geri durmamış insanlığın temel sorunlarına bakış açılarına göre çare aramışlardır. Büyük yazarların eserlerinde insanlar kendilerini bulurlar.

Andre Gide Dostoyevski’nin eserlerini kendini anamaya veya kendi düşüncelerini anlatmaya vesile bulur. Onunla karşılaşmayı hayatının mutlu karşılaşmalarını sınıfına dahil eder. Kendimizi tanımamızda büyük yazarların büyük tesirleri vardır. Bediüzzaman insana tanımadığı dünyasını anlatır. Doğduğumuzda bir yeryüzünde yaşamak diye ölü bir imajımız vardır. Bediüzzaman Kur’an sayesinde arzı bize tanıtır, o arz ve sema ki Allah’ın en estetik yarattığı ülkedir, “bediüssemamavatı vel ard”ı bize izah eder. “Arzı ve semayı güzel yarattım ta ki siz de güzel şeyler yapasınız” kelamı bedinin sahibi zülcelali. Kur’an bize arz ve semayı ki Allah’ın güzel sanatlar müzesi olan kainatın en dikkat çeken iki eseridir. Bize kitabında onları anlatır. Bediüzzaman da onları bize çok yönlü anlatır.

Bediüzzaman ve Dostoyevski ikisi de Rus coğrafyasında ölüm ile burun buruna gelirler. İkisine de çarın ülkesinde ölüm uğrar, Bediüzzaman sürgünde Rus kumandanına ayağı kalkmaz, ölüme mahkum edilir, rus devlerinin olmayan şevketi ile alay etmiştir, ama o aslında Allah için kıyam ve eğilmeye alışmış kişi bir çarın şevketi önünde duramaz. Menfaat kelimesini telaffuz etmemiş Bediüzzaman en büyük menfaat olan hayatı bize istihkar etmiştir. Onunu samimiyeti kumandanın paslı ruhunu harekete geçirmiş kakarından vazgeçmiştir.

Dostoyevski hapse atılır, ölüm cezasına çarptırılır, Çarın aleyhine mektup okumuştur. Dosto acıların içinde kendini keşfetmiştir. ”insanda büyük bir acıya katlanma ve yaşama gücü var ve inanın bunun bu derece olduğunu hiç sanmıyordum. Şimdi hayatıma devam ederek bunu öğrendim.”(Temmuz 1948) Günahtır umutsuzluğa düşmek, aşkla yapılmış ölesiye bir çalışma, işte gerçek mutluluk.” “ Çok daha kötüsünü bekliyordum şimdi anlıyorum ki bende tüketilmesi pek zor bir yaşama gücü var.”
1849 un Aralık ayında hayatının en acı hatırasını anlatır. “Bugün 22 aralık Semionovski meydanına götürdüler bizi . Orada hepimize ölüm fermanımız okundu, haçı öptürdüler, başlarımız üstünde kılç kırdılar ve son süsümüz yapıldı, beyaz ölüm elbiselerimiz giydirildi. İçimizden üç kişiyi idam sehpasına çıkardılar. Ben altıncıydım, üçer üçer çağırıyorlardı, bu duruma göre ikinci grupta ben çıkacaktım. Birkaç dakikalık ömrüm kalmıştı. En sonunda d uuur borusu çalındı , boynuna ip geçirilmiş olanları geri getirdiler ve bize Haşmepmeaplarının hayatımızı bağışladıkları okundu

Bediüzzaman hayatında ölümle müteaddid defalar yüzyüze gelmiş, ama hiçbirinde azrailin vakitsiz gelmesi gerçekleşmemiş, o büyük adam yine eceli ile hayatı arkasında bırakıp gerçek hayata azmi rah etmiş.”Hak bildiğim yerde korku elimi tutamadı” demiş. En büyük ceberutlara karşı Allah’ın şevketini gösteren namazın hukukunu savunmuş.

Bediüzzaman ve Dostoyevski insanları, eşyaları, hayvanları, olayları sever ve sevdirirler. Gelenek Allahın dışındaki şeylere sevgiyi zaman zaman zaman yersiz telakki etmiştir. Bediüzzaman eşya ve nesneleri ilahi şahitler olarak görür. Özellikle Katsamonu’da yazdığı Ayet ül Kübra ve Münaccat da önceki eserlerinde olmadık şekilde eşya ve nesneler görülür. Onun sanatı burada farklı öğeler ile zenginleşmiştir. Münacaat da dünyanın belli başkı nesne ve olayları ilahi şahitliklerini yapar ve onun elinde dua metinlerine dönüşürler. Tabiatçıların Allahtan kopardığı şeyleri o onların elinden alır. “Camid şuursuz bulut abı hayat olan yağmuru , muhtaç olan zihayatların imdadına göndermesi ancak senin rahmetin ve hikmetin iledir. “ Toprak insan hayatında önemli bir öğedir. Günde defalarca secdeye kapanmak aynı zamanda rahmetin kapısı olan toprak kapısını çalmaktır. Başımı her yere koyduğumuzda İlahi rahmete muhtaç olan ruhumuzun rahmet kapısını çalışını gösteririz. Çalmadığın kapı açılmaz, kapıyı her secdede döven çalan baş ilahi rahmetin kapısını cennetin kapısını açar. Ne kadar çalarsan o kadar çabuk açılır.Çünkü insanın sadık yâri topraktır. “ Hadsiz bütün zihayatın ayrı ayrı rızıkları , vakti vaktine kuru ve basit bir T o p r a k t a n , rahimane , kerimane verilmesiyle o hadsiz efradın kemal-i musahhariyetle evamir-i rabbaniyeye itaatleri , rahmetinin her şeye şumülünü ve hakimiyetinin her şeye ihatasını gösteriyor.” Bütün nimetleri hazinesinden bize veren toprağa konulan baş o rahmet kapısının sahibine teşekkürdür ve sana çiçeği, meyveyi, her şeyi uzatan toprağa başını yere koyarak teşekkür ediyorsun, onun arkasındandaki rahmetin ilkesine. Allah’a secde ederken onun rahmetinin kapısına baş koymak , ne kadar uygun birbirini destekleyen bir mana. Toprağın insan düşüncesine yaptığı fikri ve dini yorumlar kitaplara sığmaz. Veysel;

Yüzün cırdım tırnak ilen el ilen
Başın yardım kazma ilen bel ilen
Gene karşıladın beni gonca gül ilen
Benim sadık yârim kara topraktır.

demesi hakikatı ne güzel ifade eder. Bediüzzaman da “ Tam toprak gibi mahviyet ve terki enaniyet” diyerek toprağa benzemeyi salık verir.

Dostoyevski Alllah’ı anlatır. ”Tüm otlar, böcekler , karıncalar, arılar, akılları olmadığı halde kişiyi şaşırtacar derecede yollarını biliyorlardı. Tanrı sırrının bir yüce delili buydu.”( K K 383) Şaşırmayan varlıklar ve şaşırtmayan yollar.

Ata bak soylu bir hayvandır. İnsanoğluna yakın bir hayvan , ya da onu besleyen onun için çalışan boynu bükük düşünceli duran öküze. Gözlerinin içine bak. Ne cana yakın ne içten , güven dolu, onu her fırsatta kamçılayan kişioğlunu besleyen ne yüce bir sevgi vardır bakışında.. “(K K 383)

Allah’ın sözlerinden habersiz bir ulus yok olmaktan kurtulamaz. Çünkü ruhu bu sözlerin her türlü kutsal dersin özlemiyle kıvranır”(382) Batı romanı kendi dinleri doğrultusunda karakterler meydana çıkarmıştır. Hugo’nun ünlü Sefiller romanında Janvaljan. Karamazof Kardeşler’de Zosima Baba böyle karakterdirler. Dinlerine bağlı, insanlara dinin kutsallığını ve bütün kapalı kapıları olan toplumda tek açık kapı olarak gösterirler. Bizim romanımızda ne yazık ki böyle kişiler yok. Bediüzzaman klasik din telakkisinin dar dairesi içine itilmiş.Onun batının büyük yazarlarını aşan boyutu var. Ama bizimkiler sanat ve edebiyat okumazlar, Bediüzzzaman bütün sanat kelimeleri ile dini anlatır, eserleri ilahi sanatın sanat felsefesi ve şerhleridir. Bediüzzaman karşılaştırarak bakılırsa sistematik bir düşünürdü Her eserinin şaşmaz bir planı ve programı vardır, Mesela Münacaat’ın planı büyük, malikanelere ve saraylara benzer. Semavattan yeryüzüne bütün büyük ilahi sanat örneklerini anlatır, Allah’a bağlar.Her epizot birbirine çok güzel bağlanmıştır. Dosto ise onun kadar sistematik değildir. Taşkın ilhamının sularında dolaşır, ama Karamazof’u büyük bir eserdir, onda ne yok ki .

O da Bediüzzaman gibi bakmayı öğretir. “Allah’ın bize bağışladığı şeylere bakın bir. Gözyüzü pırıl pırıl, hava mis gibi , otlar körpecik, kuşlar cıvıldaşıyor. Doğa huzur içinde mutlu. “(389) Bazan ahlak dersi verir” Eğrilikte dünyanın öbür ucuna gidilir, ama geri dönülemez”(399) İdeal din adamı çizer” Dini baş eğme , perhiz, ibadet , gerçek özgürlüğe götüren yol budur. Gereksiz aşırı ihtiyaçlardan uzak durma. Böylece kendimin bencil , gururlu iradesini yatıştırırım. Dini baş eğmelerle kırbaçlarım onu . Böyle Allah’ın yardımı ile irademi özgürlüğüne kavuştururum.”(404)

Bediüzzaman büyük sanat eserlerini anlatır. “Bahirler, nehirler, çeşmeler ve ırmaklar, senin vücub-ı vücuduna ve vahdetine bedahet derecesinde şehadet ederler. Evet bu dünyamızın menba-i acaib buhar kazanları hükmünde olan denizlerde hiçbir mevcut , hatta hiçbir katre su yoktur ki vücudiyle intizamıyla, menfaatiyle ve vaziyetiyle Halıkını bildirmesin.. “ Dört farklı noktadan bakmış, vücudu, sonra intizamı, arkasından menfaati ve bir de durumu, duruşu, vaziyeti, ne kadar dikkatli bir perspektifle bakıyor eşyaya” ve basit bir kumda ve basit bir suda rızıkları mükemmel surette verilen garip mahluklardan ve hilkatleri gayet muntazam hayvanat-ı bahriyeden hususan bir tanesi bir milyon yumurtacıkları ile denizleri şenlendiren balıklardan hiçbirisi yoktur ki hilkatiyle ve vazifesiyle idare ve iaşesiyle ve tedbir ve terbiyesiyle yaratanına işaret ve Rezzakına şehadet etmesin. Hem denizde kıymettar, hasiyetli, zinetli cevherlerden hiçbirisi yoktur ki güzel hilkatiyle ve cazibedar fıtratıyla ve menfaatli hasiyetiyle Seni tanımasın, bildirmesin”(L 363) Garip mahluklar, deniz esini denizde kalmış.

Dosto ne diyor ” Allah’ın varlığını içimizde hissederiz, paha biçilmez bir elmas gibi bütün yeryüzünü aydınlatacaktır.”(408)

Duayı anlatır. “Delikanlı duayı unutma. Yürekten ettiğin her duada yeni bir duygu parıltısı vardır. Bu duygu parıltısında o zamana kadar tanımadığın seni yeniden güçlendirecek bir düşünce saklıdır. Duanın kişiyi eğittiğini göreceksin o zaman. Şunu da unutma hergün her fırsatta şunu söyle .Tanrım bugün sana kavuşan kullarına merhamet eyle. Bir insan Allah katına çıktığı zaman dünyada onun arkasından da dua eden onu seven birisinin bulunması ruhunu sevinçle doldurur. O zaman Allah ikinize de sevgi ve şefkatle bakar.Senin hatırın için onu bağışlar.”(411)

Bazen sevgiyi anlatır. ” Onun bütün yaratıklarını her şeyi , kum tanesini sevin. Onun en küçük yaprakçığını , ışığını, hayvanlarını , bitkileri herşeyi sevin . Bunları seversen O’nunsırrına erersin.Bu sırra bir kez erdikten sonra her gün biraz daha iyi anlarsın onu. Sonunda bütün dünyayı sevmeye başlarsın. Hayvanları sevin, düşüncenin başlangıcını, sessiz mutluluğu Tanrı vermiştir onlara. Mutluluklarını bozmayın hırpalamayın onları. Günahsızdır onlar, onlar, çocukları da sevin günahsızdır melekten farksızdır onlar. Bizleri duygulandırmak, yüreklerimizi günahlardan arındırmak için gelmişlerdir yer yüzüne. Bir çocuğu üzmek büyük günahtır.”(412)

Bazan sırlı konulara girer. “ Tanrı başka dünyalardan aldığı tohumları dünyamıza ekmiş, bahçesini yetiştirmiştir. Filiz verebilen tohumlar filizlenmiştir. “Bediüzzaman insan dünyasında bütün alemlere açılan kapılan olduğunu söyler, bazı büyük insanlar o kapılardan başka alemlere gider gelirler.

Ölçülü almaya alıştır kendini, her şeyi zamanında yap. Yalnız başına kaldığında dua et. Yere kapanarak toprağı öpmekten zevk duy. Her zaman toprağı öp, doymak bilmez bir sevgi ile sev onu.”(420)

Dosto, Karamazof ‘da kafasını kurcalayan Allah inancını anlatır, bu başka bir konu. İki büyük adam da farklı coğrafyalarda insanlara güzel fikirler aşılamışlar. Görmeyi, duymayı , hisssetmeyi, duayı, Allah’a sığınmayı, eşya ve nesneleri , insanları , hayvanları sevmeyi , her şeyin ötesinde Allah’ı sevmeyi, tapınmayı..

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org

Sancak ve Bayrak

Sancak-ı Şerif, Hazreti Muhammed ASM zamanında kullanılan sancak. Topkapı müzesinde mukaddes emanetler arasında muhafaza edilmektedir, siyah softan yapılmıştır, Sancak-ı Şerif padişahla veya onlar sefere katılmadıkları zaman sadrazam ve serdar-ı ekrem ile beraber sefere gönderilirdi. İlk defa sancağı padişahla beraber 1596yılında Eğri seferine götürülmüştü, sefere çıkılacağı zaman veya istanbul’daki bazı isyanlarda Sancağ-ı Şerifin yerinden alınıp teslimi padişah tarafından olurdu.

İslam tarihinde Mute Savaşı sancağın önemi konusunda önemli bir bahistir. Peygamberimiz bu savaşın safahatını Medine‘de sahabelerine görür gibi anlatmış ve sıra ile kumandanların şehadetlerini anlattıktan sonra ”en sonunda sancağı Allah’ı kılıçlarından bir kılınç aldı” buyurarak Halid Bin Velid’i tarif etmiştir. Bu olaydan sonra Halid bin Velid’in adı Seyfullah kalmıştır. Halid Bin Velid, diyor ki ”Mute savaşında elimde dokuz kılıç parçalandı” bu ifade Mute savaşının ne kadar dehşetli geçtiğini anlatmak için kafidir.

Peygamberimiz Zeyd bin Harise komutasında üç bin kişilik bir ordu hazırladı ve gönderdi. Zeyd’e de direktif vererek yerine,”kendisinden sonra gerekirse sancağın Cafer Bin Ebu Talib’i geçmesini, O da sehid olursa Abdullah ibni Revaha’nın geçmesini söyledi.”ordu kumandanı olarak sancak Zeyd Bin Harise ‘de bulunuyordu, şehid oldu, sancağı Cafer bin Ebu Talib aldı, onun sancağı tutan sağ kolu şehid edilince sancağı sol eline aldı, sol eli de kesilince sancağı düşürmemek için bacaklarının arasında göğsünde tutmaya devam etti, nihayet şehid olunca Revaha sancağı kaptı ve akşama kadar savaştılar, Revaha da şehid olunca, bu defa Halid bin Velid sancağı ve komutayı ele aldı.

Sancak askeri birliklere verillen yazı işlemeli ve kenarları saçaklı ve gönderli bayrak. Bir milletin kendi geçmişine dinini, örfünü, düşüncelerini temsil ettiğine inanılır. Milletin adetlerine göre şekil ve işaretleri olan ve çeşitli renklerle bezeli bayrağa sancak denir. Türk ve islam milletleri için bayrak ne ise sancak da odur, savaşlarda millletin onurunu temsil eder, düşmana kaptırmamak için kanlar dökülür canlar verilirdi, o kadar değerli idi ki ordunun her bir bölümünü temsil eden sancak, sancak bölüğünün son neferi ölene kadar teslim edilmez inancı ile korunurdu. Sancak kimselere verilmezdi. Şanlı tarihiniz boyunca Türklere ait olan tek bir sancak düşmanın eline geçmiştir, o da Çanakkale savaşında olmuştur, o da sancağı taşıyan 57 piyade alayında bir tek canlı asker kalmadığı için, hepsi de şehid düştüğü içindir.

Temsil ettiği sadece asker bölüğü değil bütün Türk miletinin ve askerlerinin namusu ve şerefidir. Türklerin varlık gösterdiği günden tutun da islamı kabul ettiği ve yedi cihana nam saldığı günlere kadar rengi ne olursa olsun ifade ettiği anlam hep aynıdır. Sancak o askerlerin güçlü varlığının işareti ve korumakla mükellef oldukları namus ve şerefleridir. Osmanlı devletinde bayrak ve sancak padişahlara verilirdi, çünkü padişahlar bütün ülkeyi ve orada yaşayan halkı temsil eden en yetkili kişiydi. Bu sancak ve bayrakları Emiri Alem denilen padişahın emri altındaki askerleri ve mehter ve takımı ve bölüğü taşırdı.Osmanlı da sancak kavramı o kadar güçlü idi ki her birliğin her taburun kendini ifade eden bir sancağı vardı.Yavuz Sultan Selim halifeliği aldıktan sonra hilafete sahip olduğunu göstermek ve simgelemek için yeşil rekli sancak kullanmaya başladı.

Ulubatlı Hasan İstanbul’un fethi sırasında Doğu Roma Bizans surlarına ilk sancağı diken Osmanlı askeridir. Ulubat köyünde doğdu, İstanbul kuşatmasına katıldı. Osmanlı Fatih Sultan Mehmet kumandasındasındaki kuşatmada son saldırı sırasında yeniçeriler arasında Ulubatlı Hasan adında bir nefer surlara tırmandı bir elinde palası, öteki eli ile kalkanının başının üstünde tutarak surların üstüne çıktı ve onunla otuz kadar yeniçeri surlara tırmandı. Yaralanmasına rağmen arkadaşlarının surlara çıkmasına yardım yardım etti. Ayağı taşa takılarak surlardan aşağı düştü, yukarıdan atılan oklarla şehid edildi, ancak yeniçeriler açılan gediklerden içeri girerek şehri ele geçirdiler.

Bayraktar Hasan surların üzerine, gönderini sımsıkı kavradığı kutsal bayrağı dikmeyi aklına koymuştu Hasan, Hilalli sancağın surların üzerinde dalgalandığı anda düşman için her şey bitmiş olacaktı. Burcun üzerine çıkmayı başardı, sancağı dikti burcun üzerine aynı anda mancınıkla atılan bir taşın ağırlığı altında dizleri üstüne düşüverdi, doğrulmaya çalıştı ancak üzerine otuz veya kırk ok yağdı ve oracıkta yere yığıldı. Türkün bayrağı ve yeniçerinin serpuşu surların üzerinde idi. Sancağın surlar üzerinde dalgalandığını gören Türk askeri coşmuş ve bir ok gibi atılmıştı ileri, sancağın ruhlar üzerinde yaptığı büyük tesir bunu gösteriyordu. Nihayet Hazreti Peygamberimizin müjdelediği kutsal an gelmişti. Fatih secdeye kapandı,Sancağı surlarda görünce.

Bayraktar önemli bir insandı Osmanlı’da. Yeniçeri birliklerinin bayraklarını taşımakla görevli subay. Bayraktara Bayrakçı veya Alemdar da denilirdi. Yeniçeri Ocağını teşkil eden yaya, sekban ve ağa bölüklerinin veya ortaların her birinde bir bayraktar bulunur ve derece sırasına göre bayraktar ortaların subayları arasında beşinci gelirdi. Yeniçeri Ağasının maiyetini teşkil eden ve Ağa Gediklileri denilen 19 kişilik maiyetin içinde de ocağın en büyük bayrağını taşımakla görevli bir Baş Bayraktar vardı. Yeniçeri ortalarında birliğin en kıdemlisi olan Başeski ve subay derecesinde tutulan kişiler de bayrak taşıma işinde bayraktarın yardımcısı idiler. Yeniçeri Ocağı’nda İmam-ı Azam Bayrağı, Ağa Sancağı, Alay Bayrağı, Kethüda Bayrağı ve Çatal bayrakları vardı. Seferde İmam-ı Azam bayrağı Yeniçeri Ocağı Ağasının çadırının önüne dikilir, bölük ve ortaların bayrakları da kendi komutanlarının çadırları önüne konurdu.

Bugün bayrağın önemi konusunda eğitim yok, istiklal marşı ve bayrak çocuklarımıza anlatılamadı. İhanet, bayrak gibi kutsal şeylere yeni değil, yıllardır dayandı, bayrak konusunda fikir gruplarında ciddi sevgi oluşmadı, halbuki tarih boyunca bayrak dalgalanması bir istiklal sembolü idi, şimdi o mana düşünülmediğinden saygısızlıklar arttı.

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org

Tarih Okuma Zorunluğu

Tanzimat üdebasından olan Namık Kemal, Ziya Paşa tarihin zaruretine inandılar. Namık Kemal tarihe “maşuka-ı vicdanım” der. Yani vicdanımın aşık olduğu şey. Osmanlı tarihi yazar, Kanije Müdafasını yazar. Evrak-ı Perişan’da büyük Osmanlı hükümdarlarını ve islam hükümdarlarını yazar. Bunlar Yavuz Sultan Selim, Fatih Sultan Mehmet, Selahattin Eyyübi Moğolları Müslüman eden Emir Nevruz’dur. Süleyman Demirel Üniversitesinde mezuniyet heyecanı içinde mehter çalınacağını duyunca oraya gittik kızımla beraber. Çok kalabalık bir heyetti, Mehter takımı marşları çalıyordu, ben ise onlarla birlikte söylüyordum.

Tarihler boyunca çınladı serhat
Doğudan batıya Yemen Belgrad
Duyarak bakışan gözler görüyor
Fatih Topkapıdan şehre giriyor.

Sen böyle yürürken tuğla sancakla
Türkün zaferleri geliyor akla
..
Yelkenler biçilecek yelkenler dikilecek
Dağlardan çektiriler yelkenler çekilecek
..
Yürü hala ne diye oyunda oynaştasın
Fatih’in İstanbulu fethettiği yaştasın
Bu kitaplar Fatihtir, Selimdir , Süleymandır
Bu kürsü sinanünden bu minare Sinandır
Haydi artık uyuyan destanını uyandır.

Tarih hissi “vicdanlardaki kirleri silen bir özelliğe sahiptir” biri demiş. Isparta Belediyesi her istenen yere mehteri götürüyor, düğün, sünnet düğünü , açılış ne olursa olsun bakıyorsun sokakta mehter takımı çalıyor, geçen rastladım, yıllardan beri böyle bir şey görmediğim için oturdum, onlarla birlikte Asya bozkırlarına, Afrikaya, orta Avrupaya gittim. Mehter askerleri ruhen dolduran ve ulvi heyecanlar ile dolduran bir musiki, yeni nesiller terbiyeli ve anan eli olan musikimizin yerine arajmanlar ve müstehcenlikler içeren şarkıları dinliyorlar, birçok klip yatak odası seyri gibi. Üniversitelerin kantinleri bu iğrenç şeyler ile dolu, engel olmak isteyen yok güya muhafazakarız ya.

Başımıza gelen bu kadar felaketin arkasında şımarmak ve rahat ve idealsizlik, vurdumduymazlık var. ”La yühibbil ferihin “ diyor. Allahı zülcelal. Allah şımaranları sevmez.

Siyaset malzemesi olarak değil bir belediye başkanı Kazım Kara Bekir’i inkar etmeye neden gerek duyuyor? Türkleri de Kürtleri de istedikleri noktaya getirmek isteyen güçler onlara dinlerini ve tarih ve edebiyatlarını unutturdular. Tarih bilinmeyince insanı dalalete ve gaflete sürükler. Kur’an tarih ve coğrafya kitabı değildir diyor Bediüzzaman. Ama o da Allah’ın kahramanları olan peygamberlerinin geçmiş hayatlarından vakalar nakletmek suretiyle insanı eğitiyor. Nuh ve oğlunun macerası, geminin arkasından bağıran oğlunu almak isteyen Nuh’a Allah-ı Azimüşşan ”Ya Nuh leyse min ehlik” o senin ehlinden değil der, oğlunun sulara garkeden azgın denizi baba seyreder. Kur’an’ı tarih nazarı ile anlatan vaazlar yok, hep aynı parça ayetler ve mealleri var. Önce hocaları eğitmek lazım, sanattan anlayan sanat gözüyle bakan yok , halbuki dünyanın en büyük sanat metni olan kitabımızı sanat gözüyle yorumlayan dersler de yok.

Bediüzzaman’ın şöyle bir beyanları var. “Mazi istikbal tohumlarının mahzeni olduğu gibi, istikbal dahi mazi tohumlarının tarlasıdır” bu söz çok büyük bir tarih felsefesidir.. adeta tarih eğitimini kuşatan bir cümledir.

Çoğunun dikkatini bile çekmemiştir. Bediüzzaman çok iyi tarih bilir, ama onun bildiği tarih bize öğretilen vaka ezberlemesi değil, o tarihi toplumları eğitmek konusunda kullanır. Mesela Hz Eyüb’ün macerasını öyle güncelleştirir ki hep maziye gömdüğümüz o hakikati güne taşır, hem edebiyat hem de sanat şahaseridir o satırlar. Hz. Yusuf’un macerasını yine öyle..

Kendisi “ ben Osmanlıyım “istanbul’un kurtuluş şenliklerine katılır ve seyreder, bu vaka bir prototiptir, onu anlatmak için yoksa sayfalarca tarih felsefesi yapmak büyük adamların işi değil. Küçük vakalar ile büyük dersler çıkarmak. Fatih ve Yavuz’un mezarına gider ve onlara Fatiha okur, Sultan Abdülhamit İçin “ Ben onu büyük büyük bir veli biliyorum “der. Büyük zatların hayatları konusunda derin yorumlar yapar. Savaş sonrası meclise sunduğu ve devrin reisi cumhuruna gönderdiği bir mektubunda olmektup Mesnevi isimli eserindedir. Milli mücadelecilere şöyle der. “ Şu muzafferiyetteki harikulade nimet-i ilahiye bir şükran ister ki devam etsin, ziyade olsun. Yoksa nimet şükrü görmez ise gider. Madem-ki Kur’an ‘ı Allah’ın tevfiki ile düşmanın hucumundan kurtardınız, Kur’an ‘ın en sarih ve en kati emri olan Salat gibi feraizi imtisal etmeniz lazımdır. Ta onun feyzi böyle harika suretinde üstünüzde tevali ve devam etsin” Risalei nuru etnik duruşu meyilleri ve mizacına göre yorumlamak yanlış, Bediüzzaman dikkat ile okunmalı yoksa ..

Birinci Mertebe-i Nuriyeyi Hasbiye ‘de ilgi alanını belirler, imanının ışığında,”bütün ehli kemalata karşı bir uhuvvet peyda olduğunu “ söyler. Eserlerinin birçok yerinde edebiyat adamlarından bahsin gerektirdiği kadar bahseder, bu onun edebiyatı bir söylem aracı olarak kullandığını gösterir. Niyazi Mısrı, Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Suavi, hatta Fikret‘ten bahseder.

Ziya Paşa bir yabancının Endülüs Tarihini çevirir. Lise yıllarında Feridun Fazıl Tülbentçinin Kahramanlar Geçiyor isimli eserlerini okumuştum, ağabeyim çok ciddi tarih meraklısı idi, Osmanlı tarihleri, Hammer’in Osmanlı tarihi, Zuhuri Danışman’ın tarih kitapları onun kütüphanesinde vard. Deha derecesinde zeki olan, daha orta okul yıllarında bu kadar tarih merakı olmaz bir şey hayret şimdi söylüyorum, sonra gitti esnaf oldu. Ne yapsın babamın ufku dar, ben de evden dershaneye kaçmasaydım benim olacağım da esnaflıktı. Kırkıncı hoca bana tarihi sevdirdi, onunla tarih okurduk, Tac üt Tevarih, Osmalı tarihini okuduk.Vahdet ağabey bir tarih ve mehter sevdalısı idi, yolda derse giderken marşlar söylerdik.

Tarih okumak ümidiyle ..

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org

Ene Risalesi, İlim, Felsefe ve Dinler Tarihi..

Bediüzzaman’ın ben yani eneden hareketle bir felsefe tarihi seyahatidir ene risalesi. Ben’in penceresinden din, felsefeve bilim tarihini kolaçan etmektir. Bediüzzaman bu eseri için “en dindar filozof bile bu eseri bu kadar kısa sürede kaleme alamaz”der.

Bu eserin bir felsefe tarihi enmuzeci olduğunu ifade ettiği gibi, kendisine de hangi ünvanı verdiğini metnin arka planında söylemektedir. En dindar fiozof bunu kaleme alamaz ise o zaman Bediüzzaman nedir?, onu da okuyucular düşünsün.

Hani bir hükümdar çok özel bir ata sahipmiş, çevresindekilere demiş ki “bu atın ölümünü kim haber verirse onu onun akıbetine duçar ederim” Gel zaman git zaman at ölmüş, vezir bakmış ki öldü desem ben de öleceğim, o zaman hükümdarı çağırmış. Hükümdar demiş “ bu at yatmış mı “ , “Evet efendim” demiş. Peki yemiyor mu “ hayır efendim” demiş, “ peki nefes almıyor mu “ , “ hayır efendim” demiş. “Desene ki vezir bu at ölmüş” , “ vezir de ölümden kurtulmuş gibi nefes almış ve demiş” , “Ben demedim Efendim siz dediniz.” Zekavetiyle mevtten kurtulmuş.

Bediüzzaman enenin penceresinden baktığını anlatır “Ene zaman-ı ademden şimdiye kadar alem-i insaniyetin etrafında da budak salan nurani bir şecere-i tuba ile müthiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir.”

Adem zamanından günümüze bütün fikir hareketlerinin kaynağı bu “ene“, yani “ben“dir. Klasik din öğretisi iman ve islamın şartları ile ortaya çıkan bir bütünlüktür. İmanın şartları islamın şartlarını zorunlu olarak ortaya getirir , ikisi birden bir bütünlük içinde bir şahsın dini kimliğini oluşturur. Bediüzzaman burada dini çok farklı olarak izah eder. İnsan beni gizli hazine olan Allah’ın isimlerini okuyan açan bir anahtardır. Burada görsel birdin vardır, ene bir anahtar, gizli sırları taşıyan, gizli hazine olan isimleri okuyacak okuma eğitimi almıştır, veya okuyacak özelliklerle donatılmıştır. “ikra bismi rabbikellezi” derken , Allah’ın adı ile oku diyor. Yani Allah’ın isimlerini ki onlar gizli hazinelerdir onları okuyacak anahtarlar sendedir, o şekilde okuyabilirsin. Bütün ilimler bu isimlerin yansımalarından, varlığa yansımalarından okunan bilgilerden oluşur.

Kur’an’da Allah adına okumayı salık verirken, nasıl okunacağı konusunda da örnekler verir. Kur’an baştan ayağa okuma örnekleri ile doludur.Gerek kozmik ayetleri , güneş, yıldızlar,geçeğenler, hareketleri, hikmetleri hep bu hikmetli okumalardır. Çünkü insanlık Kur’an’dan önce acemi kainat okumaları yüzünden hayatını karartmıştır.

Galile’nin dünyanın döndüğünü demesi bir okumadır, o gün döndüğünü söylemek bile yanlış okumadır. Kur’an da “ güneş döner “ demek ile yanlış okumayı ortaya koyar, çünkü güneş eski astronomiye göre sabittir. Ama Bediüzzaman dönmeye de bir okuma olarak bakar ” hareketen fi hikmeti “der yani hareket başı boş değildir, bir gaye uğruna döner, döner zamanı meydana getirir, döner mevsimleri meydana getirir, döner mahlukatı dokur.
Mucizat-ı Kur’aniye risalesinde kırka yakın cümle ile Kur’an’ı tanıtır. Bütün bunlar okumaktır. Tercüme bir tür okumaktır, ancak tercümede iki dil vardır, biri tercüme edilen, bir de tercüme edilen metni nakletmek.

Kur’an şu kitab-ı kebir-i kainatın bir tercüme-i ezeliyesi “ Hem kitap hem tercüme.. demek kitap öyle bir bakışta anlaşılır bir şey değil onun dilini tercüme etmek gerekir. Çünkü pagan dönemlerde kainat okumaları tercüme edilmemiş yabancı bakışlar ve okumalardır. İkinci tarif ve tavsif cümlesinde “ayat-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedisi “ Yine burada okumak fiilini kullanmış Bediüzzaman, ayat-ı tekviniye bütün müsbet ilimler denen görünen fiziki varlıkların okumasıdır. Bediüzzaman birçok ilmi okur, ve vardığı sonuç “ ben baktım ki onların okudukları ile Kur’an’ın okumaları örtüşüyor, denk geliyor , o zaman onları bırakıp Kur’an okudum” der.

Mütenevvi diller ilimlerin kozmik ayetleri okumalarıdır. Ama onlar hakikatı okuyamamıştır. Üçüncü cümle yine okumak üzerine kurulmuştur. “ Şu alem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri” burada mana açık, Kuran görünen görünmeyen alemleri okuyan bir müfessir, müfessir yorumlayan , tefsir eden demek,ama tefsir usülü diye bir ders var, Kur’an ‘ı tefsir etmeden önce metodoloji demektir, işte bu ayetleri okumak da tefsir metodolojisi bilmek ile olur, Bediüzzaman kainat ayetlerini gizli açık okuma metodolojisi veren bir insandır. Bütün risaleler bu okuma metodolojisinin alıştırmaları ile doludur.

Risale-i Nur kainat kitabını tefsirin metodolojisini veren bir kitaplar zinciridir. Dikkat edilirse Risale-i Nur’u okumada bir tasnif gerekir, önce şunu sonra şunu daha sonra şunu demek. “Risale-i Nur başta perdeli gidiyor, sonra gittikçe açılır “ diyerek bu metodolojik okumaya kısmen işaret eder. Burada anlatılan kur’an tariflerine göre bir Risale-i Nur okuma programı çıkar, bu kırk madde okuma tarzlarını ortaya koyar. Çünkü bütün metinlerin içinde okuma fiili ya zahir ya muzmer vardır. Ama bu ülkenin aydınları Kur’an’ın metnini dahi okuyamamaktır, o halde Kur’an ne kadar hayatımızın içindedir?

Bir felsefe kongresinde kuçuradı Kant’ın bir sıralamaya göre okunması gerektiğini söylemişti, Kant böyle olursa Bediüzzaman nasıl olur. Risalelerin okuma ve anlaşılması konusunda bir sıralama ortaya koyan çalışmalarımız yok. Keşke olsaydı. Altın hazinesi üstünde oturup ondan birşeyler üretmemekti, birçok şey.

Ene “ kainatın tılsım-ı muğlakının dahi anahtarı”dır. Ne kadar kapsamlı bir anahtardır ene. Kainat bir açılması zor tılsımdır. Kainatın tılsımını dinler, ilim ve felsefe çözmeye çalışmıştır, dünyalar dolusu kitaplar hep bu konuda yazılmıştır. Ama ene , ben bu muğlak sırları çözecek bir keyfiyet ve istidad ve uygulama mantığı kazanmamışsa onları okuyamaz. Bediüzzaman okumadaki doğruluğu ene nin de anlaşılmasına bağlar. Önce anahtarın anlaşılması gerekir. Ene psikolojinin , dinin, psikanalizin, felsefenin odağında bir kelime ve kavram. Bediüzzaman bütün ilimlerin odağındaki bu kelimeye nasıl büyük gayretlerle görmüş. Ene’ye bir sıfat grubu vermiş, “bir muamma-yı müşkül küşadır, bir tılsım-ı hayret fezadır” Bu muğlak kelimelerden oluşan terkibi kurmak bile güç mesele “ muamma-yı müşkül küşa” zorlukları aşan bir muamma, zorluk ve muamma, müşkül ile muamma, ama muamma çözülürse müşkülleri çözebilir, yani anahtarı anlarsanız kapıları açarsınız. Risale-i Nur bu ene anahtarının tedricen açılması, anahtar olduğunun anlaşılmasıdır.

Anahtarın mahiyetini anlatır, metin yavaş yavaş açılır, öyle bir açılma seyri vermişkiene risalesine yavaş yavaş açarak eneyi anlatır. Tarif şöyle “ Sani-i Hakim insanın eline emanet olarak Rububiyetinin sıfat ve şuunatının hakikatlarını gösterecek tanıttıracak işarat ve nümunelerini cami bir ene vermiştir. Ta ki o ene bir vahid-i kıyasi olup evsafı-ı rububiyet ve şuunat-ı uluhiyet bilinsin.” Uluhiyetin işlerini ve rububiyetin vasıflarını anlayacak işaret ve nümuneleri cami bir ene “O işaret ve nümuneleri görmek ve onlar ile Rububiyet ve uluhiyeti anlamak. Yani anahtar rububiyetin ve uluhiyetin sırlarını çözecek işaret ve nümuneleri içinde barındırıyor. Enenin bu cami kapsamlı mahiyeti bilim tarafından görülemmiş sadece enenin cinsel gücün motoru ve zevklerin kaynağı olduğu konusunda çok şey söylenmiş, psikanalistler ve psikologlar enedeki sapmaları ancak psikanalitik seanslarla düzenlemeye gitmişler ama beyhude. Bediüzzaman bilim tarihinin psikolojinin ve sanat ve estetik tarihinin gündemine gelmeden ölürsem ne anlamı var , O’nu klasik bir tanıtımla dahi anlatamıyoruz. Adam yetiştirme sanatı mıdır bu iş öyleyse nedir.

Şu cümleler ilk cümlelerin biraz daha tafsili izahı.”Alemin mifhatı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kainat kapıları zahiren açık görünürken hakikaten kapalıdır. Cenab-ı Hak emanet cihetiyle insana ene namında öyle bir miftah vermiş ki alemin bütün kapılarını açar ve öyle tılsımlı bir enaniyet vermiş ki Hallak-ı Kainatın künuz-ı mahfiyesini onun ile keşfeder” 

İnsan Allah ve kainat ilimin dinin ve felsefenin etrafında dolaştığı üçgen, Bediüzzaman bu üçgeni enenin mahiyetini çözerek ortaya koyar ve ondan sonra Allah’ın da kainatın da anlamları anlaşılır hale gelir.

Bediüzzaman kendi enesini kainatın ve esma-yı ilahiyenin sırlarını açacak şekilde hazırlamış, onun hayatı bu enenin yetişmesi ve sırları çözmesine endekslenmiştir. Bütün çektiği çileler bu anahtarı anlamak ve onunla alemin ve uluhiyetin sırlarını çözmek üzerine kurulmuştur. Darısı bizim enemizi terbiye etmemize vesırlarla yüz yüze kalmamıza. Ama böyle biristek yoksa çözüm de yok, ene bizi kemiren bir kene, zevkleri ile rahatı ve gayretsizliği ile..

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org

İstanbul’un Fethi

Ünlü biyograf , deneme yazarı Stefan Zweig İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar, isimli kitabında on iki tarihsel minyatür anlatır. Üçüncü minyatürü ünlü denemeci Bizans’ın Fethi adı altında Fatih Sultan Mehmet Han’a ayırır.

Bir Avrupalı biyograf deneme yazarının gözü ile istanbul’un onun dili ile Bizans’ın fethi anlatılır. 5 Şubat 1451 de bir ulak istanbul’a Sultan Murat’ın büyük oğlu 21 yaşındaki Manisa Sancak Bey’i Şehzade Mehmet’e babasının öldüğü haberini getiriyor. Geleceğin sultanı saf kan atına binerek altı yüz yirmi mil koşturarak babasının öldüğünü ancak Gelibolu’da adamlarına söylüyor, seçme askerleri ile Edirne’ye giriyor, hiçbir direnişle karşılaşmadan tahta geçiyor.

En büyük vasıflarından biri iradesi ve kararlılığı olan Sultan ‘ın başa geçmesi Bizans’ı dehşete düşürüyor. Yeni padişahın askeri ve politik konularda büyük bir bilgi ve yetenek sahibi olduğu Bizans tarafından bilinmektedir. Sezar’ı ve romalıların yaşam öykülerini Latince özgün metinlerinden okuyabilen bir bilim adamı ve sanatseverdir. Baygın bakışlı, zarif gözlü ve papağan burunlu bu adam, yorgunluk bilmez bir işçi, yaman bir asker ve başarılı bir diplomattır.

Bizans haçlılar tarafından iliğine kadar soyulmuş salgın hastalıklar yüzünden halkı neredeyse yarı yarıya yok olmuş, göçebe kavimlerin bitmez tükenmez saldırılarına karşı koymaktan yorgun düşmüş , ulus ve din kavgaları yüzünden parçalanmış olan bu kentin bir ahtapot gibi kollarını her yandan saran düşmana karşı kendisini kavunması için ne askeri gücü ne de cesareti vardır.

Hükümdar ilk iş olarak Bizans’ın batı ile ilişkilerini kesmek için Pers seferleri sırasında hükümdar kserkes’in boğazı geçtiği yere Rumeli hisarı denilen boğazın en dar yerine bir kale inşa eder.Bizans’ın karadenize geçme özgürlüğü elinden alınır.Ülkenin her yanına gönderilen haberciler herkesi savaşa çağırıyor 5 Nisan 1453 de savaş başlıyor.karargahın önünde sancağını dalgalandırmadan önce seccadesini yere sermelerini buyuruyor. Daha sonra ayakkabılarını çıkarıyor ve seccadenin üstüne geliyor, yüzünü Mekke’ye dönüyor ve üç rekat namaz kılıyor, arkasından aynı hareketi ordusu tekrarlıyor. Sultanla birlikte namaz kılıyorlar.

İstanbul’un tek gücü surlarıdır. Üç katlı bir zırh tabakası ile kent bir üçgen gibi çevrelenmiştir. Konstantin bu surları inşa etmiş Justinianus da onları sağlamlaştırmış ve genişletmiştir. Surlar o çağ için ele geçrilmezliğin bir simgesidir. Çağın bilinen bütün silahlarına meydan okur Sultan Mehmet. Yıllarca bu ele geçirilmez kenti nasıl alacağı ve yıkılması imkansız surları nasıl yıkacağını düşünür. Surların önündeki ve arkasındaki her tepeyi, her meyli ve su yolunu avucunun içi gibi bilmektedir, uzmanları o zamanın toplarının bu surları yıkamayacağını ona söylerler, bu surlara yeni toplar icad etmek gerektiğini kabul eder.

Urbas ya da Orbas isimli bir Macar, şimdiye kadar hiç görülmemiş büyüklükte bir top yapmaya hazır olduğunu sultana bildirir. Binlerce arabayla Edirne’ye demir cevheri taşınır. Üç ay süren zorlu bir çalışmayla ve gizlilik içinde yürütülen sertleştirme yöntemiyle sonunda kalıbı hazırlıyor. Artık döküm başlamıştır. İlk deneme atışı yapılmadan önce Sultan hamile kadınlara haber verdirir şehir içinde. İlk atış hedefi yerle bir edince topların üretimine hız verilir.

Yeni sorun bu canavarları demirden ejderleri Trakya’dan geçirip Bizans surlarının önüne nasıl getireceklerdir. Bu eşsiz Odysseia destanını şimdi Türkler yazıyor. Bütün bir millet iki ay bu topları istanbul’a taşıyor. Her arabada elli çift öküz bu yükleri taşır.Topu düşmekten korumak için iki yüz adam arabanın etrafında yürüyorlar. (Ne muhteşem bir hayal ve uygulama). Elli araba ustası ve marangoz da tahta tekerlerleri değiştirmek ve yağlamak , payandaları sağlamlaştırmak , köprüler kurmak için sürekli iş başındadırlar. Doğu roma imparatorluğunun bin yıllık surları ile yeni Osmanlı sultanının yeni topları arasındaki savaş başlamış olur.

Toplar Bizans surlarını dövmeye başlarlar. Sultan’ın kuvvetleri papalık tarafından gönderilen dört geminin şehre girmesine engel olamazlar. Bizans biraz ümitlenir. Sultan Mehmet hedeflerini ve hülyalarını gerçekleştirmede emsalsiz bir insandır. Savaş tarihinde örneğini yanızca Annibal ve Napoleon’ un kişiliğinde görebildiğimiz atak bir plan ortaya konur. Haliç körfezini ele geçirmek pratikte olası değildir. Bu nedenle Sultan tavaş tarihinde benzerine rastlanmayan bir plan yaparak dış denizde eli kolu bağlı öylece bekleyen donanmasını karadan yürütüp iç denize , Haliç limanına taşımaya karar veriyor.

Yüzlerce gemiyi dağlık bir araziden geçirmeyi amaç edinen insanın aklına durgunluk veren bu çılgınca düşünce, başlangıçta saçma ve uygulanamaz görünüyor. Cenevizliler tıpkı bir zamanlar Romalıların daha sonra ları da Avusturyalıların, Anibal’in ve Napoleon’in Alpler’i hızla geçebileceklerini düşünmedikleri gibi savunma planlarında stratejik bir değişiklik yapma gereğini duymuyorlar.

İş zordur ama olmazı olur yapmanın Mehmet gibi hırslı ve üstün zekalı bir devlet adamlarının elinde olduğunu tarih bize gösteriyor. Savaş sırasında savaş kuralları ile alay eden sırası geldiğinde bilinen savaş yöntemlerinin yerine kendi buluşlarını uygulayan askeri dehalar her zaman görülmüştür.

Tarih kitaplarında örneğine az rastlayabildiğimiz müthiş hareket başlıyor.Sultan büyük bir gizlilik içinde çok sayıda yuvarlak odunlar getirtiyor ve marangozlarına denizden çıkarılacak gemilerini Haliç’e kaydırmak için tıpkı hareket eden bir kara tersanesini hatırlatan kızaklar yaptırtıyor. Binlerce işçinin faaliyeti görülmesin diye Galata tarafından top atışları yaptırarak gemilerin hareketini gizler.

Mucizevari bir büyük başarı ile donanma gece Haliç ‘e iniyor. Hiç kimse onun planının farkında olamamıştır. Bu dahi Sultan bir keresinde kendine şöyle demiş “Eğer sakalımın bir teli bile aklımdan geçeni öğrenmiş olsaydı onu hemen yolardım” 22 Nisan gecesinde yetmiş parça savaş gemisi dağlar vadiler aşarak bir denizden ötekine taşınıyor. Ertesi sabah uyanan Bizanslılar düş gördüklerini sanıyorlar.Sanki bir sihirli el donanmayı taşımıştır . Sultan’ın pençesi düşmanının boğazını gittikçe sıkmaktadır.

Surların arkasındaki sekiz bin asker dışardaki yüz elli bin askerin saldırısına dayanamayacaktır. Hristiyan dünyasının en büyük ve güzel kilisesi olan Ayasofya’nın Türklerin camisi olma tehlikesiyle karşı karşıya bulunurken papa hazretleri buna kayıtsız kalabilir mi ? Venedik donanmasına haber verilecektir. Argos gemisi gemidekilere Türk kıyafetleri giydirip, 3 Mayıs günü zincir gevşetilir ve bunlar Venediğe haber vermek için hareket ederler. Fakat Ege denizinde Venedik ile ilgili bir gemiye rastlamazlar. Gemi kimseye haber vermeden Bizans’a geri döner , büyük bir hayal kırıklığı yaşanır. Hristiyan dünyası Bizans’ı unutmuştur.

Altı hafta süren savaştan sonra Sultanın sabrı tükenmek üzeredir. Büyük saldırının 29 Mayıs’ta yapılacağına karar verilir. Önce bir dua günü düzenliyor , yüz elli bin asker ilkinden sonuncusuna kadar hepsi de dinin emrettiği şartlarda aptes alacaklar, namaz kılacaklar üç kez büyük duayı Fetih suresini okuyacaklardır.

Davullar çalar, borular öttürülür Sultan Allah’ın ve Hazreti Muhammed’in ve yüz yirmi dört bin peygamberin adını anarak Babası Sultan Murat ve bütün atalarının aziz ruhları üzerine yemin etmiştir ki alınışını izleyen üç gün boyunca, kendi yağmalayabileceklerdir. Surlardaki herşey askerlerin olacaktır. Sultan ise kendi ganimet hakkından vazgeçecektir.”İmparatorluğu ele geçirmek her türlü ganimetin üstündedir.”

Bu buyruk coşkuyla karşılanır. Dini anlaşmazlıklar ve siyasi kavgalar yüzünden birbirine düşmüş olan kent halkı bir araya geliyor ve Ayasofya’da büyük ayin düzenliyorlar. Ortodokslar, Katolikler, rahipler herkes, çocuklar ve ihtiyarlar Kyrie Eleison duasını yapmak için bir araya geliyorlar. İmparator bir hitap ile başarırlarsa tarihlerinin önemli bir sayfa kazanacağını söyler.

Avrupa tarihinin en acıklı sahnelerinden biri insanlığın hiçbir zaman unutamayacağı çöküş anının son sahnesi işte böyle başlıyor. Doğu roma imparatorluğunun soy ayini ölüler ayini işte böyle başlar. Çünkü Justinianus’un katedralinde Hristiyanlık inancının duası son kez olarak okunuyordu. Duadan sonra duvarların arkasındaki binlerce insan korku içinde sabahı ve ölümü bekliyor.

Gece yarısından sonra saat birde Sultan Mehmet her türlü silah, merdiven, ip ve kargılarla donatılmış yüz bin asker dalgalanan görkemli sancaklar eşliğinde Allah Allah sesleri ile surlara saldırırlar. Bir süre sonra Sultan Mehmet yedekte tuttuğu seçme birlikleri ile on iki bin genç ve seçkin asker başlarında hükümdarları yorgun düşmanın üzerine atlıyorlar. Bu sırada dış surlarda açılan ve asıl saldırı yerinin hemen yanında bulunan bir gedikten içeriye birkaç Türk askeri sokuluyor, bunlar Kerkapotra denilen küçük bir kapının anlaşılmaz bir tedbirsizlik yüzünden açık kalmış olduğunu hayretle görüyorlar. Buradan giren askerler sur savunucularını arkadan sarıveriyorlar. Büyük bir çatışma başlıyor ve imparator savaş sırasında ölüyor. Ertesi gün ceset yığınları arasında çift erguvan renkli ayakkabılarından tanınıyor.

Zaferin ikinci günü Sultan kente giriyor, hiçbir kazanç peşinde değildir, atını Ayasofya’ya sürüyor, daha sonra yerden bir avuç toprak alıyor ve başının üzerine serperek kendisinin de ölümlü olduğunu, kazanılan zaferle böbürlenmemesi gerektiğini kendine hatırlatıyor. Kul ve ölümlü olduğunu gösterdikten sonra Kliseye giriyor. Bir imam getiriliyor, Mimbere çıkan imam camideki cemaat ve Sultan ile birlikte namaz kılıyorlar. Korkunç haber batı dünyasında Roma, Venedik ve Floransa’da duyuluyor. Bir tek saatin kaybettirdiği şeyi bin yıl geri getiremez.

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org