Etiket arşivi: Prof. Dr. Himmet Uç

Hamiyet-i Diniye mi, Yoksa Hamiyet-i Milliye mi?

İnsan birbiri ile uzlaşan ve kaynaşan birçok şeyin bir araya bir tanrısal mantık ile getirilmesinden oluşturulmuş vahiysel bir canlıdır. Çünkü insan vahyin de geliş nedenidir, bu büyük tevhidî canlının madde ve manasının kaynaşması onun bu madde ve manasının hayata ve davranışlara yansıması da tevhidî bir şekilde düzenlemiştir.

İnsanın müfekkiresinde, fikir dünyasında kalbinin denetimindeki duygularında, aklında, sair melekat-ı uzviye ve maneviyesinde bir tevhidin izleri vardır. İnsan maddi ve manevi bir birleşmeden oluşmuş ama ortadan bölünen yumurta gibi geometrisi izlenebilen bir duruş değil bu birleştirmenin nasıl olduğu ve nasıl durduğu konusunda bilimin çok şey bilmediği bir büyük terkiptir.

DİN MİLLİYET VE SERBESTİ FİKİRLER

Gerek batı düşüncesinde, gerek bizde dini hisler ile milli hislerin sınırları konusunda münakaşalar yapılmıştır. Fransız ihtilalinden sonra insanın bu armonik birliği bilinçli olarak çözülmüş milliyet, din ve serbesti fikirleri insan vücudundaki müttehid duruşuna aykırı olarak piyasaya, fikir arenasına sürülmüştür.

Bana göre bu yapılan ortaçağın her ne kadar eleştirilse de din ile milliyet arasında denge kuran yapısını dağıtmak sözde yeni bir modern toplum ortaya çıkarmak içindi. Ama hiç de öyle olmamış, Fransız ihtilali sadece kendi ülkesinde değil diğer milletlerde de bir büyük fikir ihtilaline neden olmuş ve bilinçli olarak fikir arenasına sürülmüştür.

KÜÇÜK HARPTEN BÜYÜK HARBE DÖNÜŞ

Bir kere Peygamberimiz Efendimiz’in hayatına bakınca onda üzerinde yaşadığı toprağı koruma konusunda büyük bir hassasiyet-i fevkaladesinin olduğunu görürüz. Mekke’nin fethinden sonra Hıristiyanların ona saldıracağını duyunca onların üzerine büyük bir orduyla gitmiş, ama onlar sahneye çıkmamışlardır. O durumda çok acele bir karar verilmiş ve bin kilometrelik bir yol yürünmüştür.

Dönüldüğünde çok yorgun olan ashaba milli bir duygu ile gidilen savaş benzeri bir hareket sonrasında kişinin kendi içindeki dini savaşı konusunda mukayese yapmış ve küçük harpten büyük harbe döndüğünü söylemiştir. Demek ki kişinin hamiyeti diniyesi ve milliyesi aynı kalpte ve aynı davranışlardadır. Bunu bıçakla keser gibi ayırmak imkânsızdır. Ama bizde onsekizinci yüzyıldan itibaren milli hisler ile dini hisler karşılaştırılmış, kimisi dini hisler tarafına, kimi de milli hisler tarafına yerleşmiş bir fikir maçı gibi o günden bugüne bu iki düşünce farklı insanları yetiştirmiştir.

DİNİ HAMİYET VE MİLLİ HAMİYET

Mehmet Akif hem dini hamiyet, hem de milli hamiyet konusunda hiç fark göstermeksizin ikisini de aynı anda uygulamış, Anadolu’da milli mücadelenin başlaması konusunda gerekeni yapmış, bu arada da Tefsir-i Celaleyn’i gittiği yerlerde okumuş ve ondan hareketle halka vaazlar vermiş, dini hamiyetini milli hamiyeti harekete geçirmekte kullanmıştır.

Ama bunun yanında Mehmet Emin Yurdakul ve Ziya Gökalp, daha sonra Ömer Seyfettin ve benzeri şahıslar ise ağırlıklı olarak milli hamiyet fikrini almışlar, onun hâkim olduğu bir perspektiften bakmışlardır olaya.

Bu farklı düşünce bizim neslin hayatında da tesirini göstermiş, milliyetçiler ve dindarlar diye iki grubun oluşmasını doğurmuş, birçok mücadele ve çekişmelere neden olmuştur. Aslında din ile milliyetin farklı alınması doğasındaki birlikteliğe uygun olmayan bir ayrıma neden olduğu için kavga ayrımdan sonra toplumsal ayrışmaya neden olmuştur.

Bugün de bunun uzantıları takib edilmektedir, ama bu ayrışmanın yeni dönemde ciddi bir kaynaşma ve birleşme içinde olması gerekir, yoksa milliyet tarafını tutan kavmî ağırlıklı düşünenler dine dolaylı ve tebei baktıkları için zaman içinde dindarlardaki sadece din ağırlıklı düşünmelerle aralarında büyük sürtüşmeler olabilecektir.

Bediüzzaman’ın, “Türk unsurunda kabil-i iltiyam olmayan bir inşikak çıkacak” demesi bu farklı düşüncelerin zaman içinde doğuracağı bir olumsuzluk olabilir. Bu yüzden Türk Kürt, Milliyetçi, Kürtçü, Dindar, Muhafazakâr gibi, ayrı gibi görünen unsurların kaynaşması gerekir. Unsurları savunanlar kendilerinden emin kılıç sallayabilirler, ama bu ayrışma açıların gittikçe uzlaşmaz biçimde büyümesini doğuracak ve kendini güçlü hisseden bu grupların bir çatışmasına neden olabilecektir.

Bu yüzden anayasada bu birlikteliği armonik ve tevhidi birleşimi temin etmek zorunluluğu vardır, hem çok kati olarak vardır.

Bedüzzaman’ın hayatında da Hamiyet-i milliye ve diniye arasında bir ayrışma yoktur. O Ermenilere karşı, Ruslara karşı savaşmış, milli mücadele için gayret etmiş, işgal İstanbul’unda İngilizler aleyhine çalışmıştır, dini hamiyeti gereği olarak da milletinin dini hislerini güçlendirmek için dünyanın en güçlü dini metinlerini meydana getirmiştir.

Ama bu anlayış talebelerine yansımalı ve anayasaya da yansımalıdır. Çünkü bu terkip bu toprakları asırlarca bir arada tutmuş ve Bediüzzaman sosyal eleştiri metinlerinde Muhakemat, Münazarat, Hutbe-i Şamiye’de bu birlikteliğin yeni dönemde de önemli olduğunu vurgulamıştır.

 Prof. Dr. Himmet Uç

Şam’dan Ankara’ya Esen Rüzgar

Bir şarkı vardır;

Boş yere ağlama

Kalbini bağlama Ankara rüzgârına

Ankara rüzgârı ile kastedilen bir sevgilinin sevda rüzgârının rüzgâr ile başka bir coğrafyaya gitmesi midir? Çünkü rüzgâr bizim kültürümüzde haber götüren getiren manalarına da gelir.

Urfa’nın medar-ı iftiharı Hazret-i Nabi, Cenab-ı Nebi-i Zübde-i Âlem için söylediği bir kasidesinde, rüzgâra bir haber yükler, Hazret-i Nebi’nin memleketine yollar.

Ey bad-ı saba, uğrarsa yolun semt-i haremeyne

Tazimimi arzet o Resul-i Sakaleyne

Der. Habibullaha kendi muhabbetini rüzgâra yükleyerek gönderir.

Fuzuli-i Bağdadi:

Ne yanar kimse bana ateş- i dilden özge

Ne açar kimse kapım bad-ı sabadan gayrı

Yalnızlığında dostu olarak saba rüzgârını görür. Kimseleri olsaydı Fuzuli olmazdı, çok fazla dostu olanın ruhsal varlığı talan olmuş olur. Ne kadar üretici zekâ varsa içine kapanmış, kitabı gözlemi kendine rehber etmiş.

OTUZBEŞ YAŞI ve ŞAM HUTBESİ

Şam tarih boyunca İslamın büyük camisinin bir hitap kürsüsü olarak yorumlanmış, devirler değiştikçe büyük âlimler o kürsüden değişen dünya ve din mantığına paralel olarak konuşmuşlar.

Bu geleneğin son devirdeki temsilcisi Bediüzzaman Şam’da Hutbe-i Şamiye isimli eserini irad etmiş. Selaniğe, Kostruma’ya İstanbul’a Makedonya’ya, Ankara’ya çeşitli vesilelerle giden bu büyük zat acaba otuzbeş yaşında Şam’a giderken neler düşündü?

Orada konuştukları mutasavver mi idi, yoksa irticali olarak mı bunları konuştu.

Çünkü konuşulan metin İslam dünyası ve özellikle İslam dünyasını temsil eden insanın üzerinde derinlikli olarak düşünmüş bir büyük münevverin fikirlerini yansıtıyor.

Bediüzzaman cüzi olaylardan değil çok yüksek bir noktadan toplumun içinde bulunduğu durumu görüyor.

Avrupalılar son dönem Osmanlısını Hasta Adam olarak isimlendirmişler. Bu yüzden on dokuzuncu yüzyılın son çeyreğinden itibaren gittikçe artan bir hızla hasta adamı pasta adam yapıp yemeyi planlamışlar, adeta geçmişte yaptıkları haçlı seferlerinden daha dessasane hücumlarını bu dünyaya yöneltmişlerdir. Bediüzzaman da Osmanlı’nın hasta olduğunu biliyordu.

Değişik coğrafyalardaki seyahatlerinde bunu izliyordu. Çünkü siyasi çalışmalarının maya tutmayan süt gibi eline gelmesi onu rahatsız ediyordu. İngiliz müstemlekat nazırının Kur’an’ı kaldırmak konusundaki fikri ona hastalığı tedavi edecek ilaca sarılmayı sağladı. Biri hasta adamı anlamış onu öldürmek ve bölüşmek istiyordu, ama Kur’an oldukça bunun zorluğunu anlıyor, hastayı diriltmemek üzere öldürmeyi planlıyordu. Önünde engel Kur’an ‘dı .

MÜSLÜMAN İNSANI DİRİLTMEK

Ne gariptir İngiliz’in mantığı ile 20 li yıllardan sonra Kur’an’ı kaldıran, çocuklara elifba okutan kadınları ve erkek hocaları nezarethanelerde öldüren bir mantık ile aynı idi.

Demek bir yeni düzen kurulmuş ama arkasında hükmeden yine aynı İngiliz mantığı idi, yoksa kurulan yeni gecekondunun efkârını da onlar mı belirlemişti. Perdenin arkası hem karanlık hem aydınlık! Bir dönemin büyük adamları yoksa figüran mı ha ne dersiniz.?

Bediüzzaman o dönemin toplum mühendisi olan yazarlar gibi, kurtarıcı reçeteyi ırkçılık olarak görmüyor, ırkı ne olursa olsun Osmanlı olan toplumu diriltmek, hasta olan devleti değil, yapı taşı hasta olan Müslüman insanı diriltmek istiyordu. Zannedersem o Şam’a giderken bunları düşünüyordu. Bu fiktif tespitimi onun konuşma metninden çıkarsıyorum.

Bediüzzaman bir tabib, bir doktor, onun Hastalar Risalesi diye bir eseri var, bedensel açıdan hasta ruhsal açıdan direncini kaybetmiş insanların bedenini ve ruhunu yatalak olmaktan kurtarıyordu. Ne kadar ileri görüşlü bir adam ki o hastanın yerine yine bir önemli Hastalar Risalesi yazmıştı.

Hutbe-i Şamiye, evet o da bir hastalar risalesi idi.

Çünkü devleti milleti temsil eden insan hasta idi, altı yönden büyük yaraları olan bir insandı. Bütün üdebamızın bir hüzün ve trajik senfonisi gibi ağlaştığı bir dönemde Bediüzzaman hasta milleti kurtarmak ve onunla İslam ittihadını gerçekleştirmek istiyordu, buna basiret desen az gelir, sonra basiret abla sanırlar. Akif bu ümitsizliği hissetmiş;

Yeis öyle bir bataktır ki düşersin boğulursun

Ümide sarıl sımsıkı seyret ne olursun

Diyor ama zihninin ve coğrafyanın bütün ümit kapılarının kapalı olduğunu düşünüyor, ağlıyordu.

Anadolu’yu karış karış dolaşan büyük insan kurulan gecekondunun tahtalarının perişanlığını görüyor, bu gecekonduda oturmam diyip başka bir eve taşınıyordu.

Bediüzzaman da gecekonduyu görüyordu, ama dünyanın büyük işler yapan bir millet kompleksini koruyan bu yeni gecekonduyu terk etmek istemiyor, her türlü zulme rağmen onu kurtarmayı azmediyor. Bütün çileli hapishane yıllarında bu milleti diriltmek için çareler çeşitli ilaçlar yazıyordu reçetelerine.

Haşirde insanı farelere yem değil semavatta bir sakin olmanın manasını anlatıyor,

Tevhid bahislerinde kâinatı başıboşluktan kurtarıp bir büyük elin emrine veriyordu, semayı boşluk içinde değil âlemdeki harika icraatları seyreden büyük seyirciler olduğunu anlatıyordu.

İşte Bediüzzaman hasta adamın hasta ferdini kurtarmak için Hutbe-i Şamiyede altı çare ortaya koyuyor, sonra ona yataktan kalktıktan sonra âleme dini, sanatsal, ilmi bir göz veriyor bununla bak âleme diyordu.

Böyle olan bir insanın ittihadı gerçekleştirmek için kendinde yeterli gücü bulacağını gösteriyordu.

Muhtaç olduğu kudret kurtulduğu hastalık ve gözüne gelen yeni güçle elde ediliyordu.

Ankara’da Şam rüzgârı birlikte estiler, Şamda’ki rüzgâr Ankara’dan bütün dünyaya bir daha esti,

Necip Fazıl;

Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes

Artık ey kahpe rüzgâr ne yandan esersen es

Diyorsa biz de Hutbe-i Şamiye ile esen rüzgârın ruhlarımızdaki ve ülkemizdeki insanların ruhuna yeni ruhlar üfleyeceğini düşündük ve öyle azmettik.

Diyanet işleri başkanı Sayın Görmez büyük hakikatı görmüştü, o göreceğini görmüş büyük babanın oğlu, bizim ülfet ettiğimiz metne yeniden bakmış ve elinde büyük kâğıtlara duvarlara asılacak büyük yerlere asılacak büyük cümleleri asmanın gereğini anlatıyor ve harika bir fon içinde Bediüzzaman’a hayranlığını ve büyüklüğünü temsil ediyordu.

Hocası ona Arapça bilgisini test için Hutbe-i Şamiye’nin Arapça’sını verir, o da kendini onunla test eder.

Merak ettim kendisine sordum bu şahıs, yani hocanız kim dedim, “ Babam Mehmet Şerif Efendi “dedi.

Kızım sende Fatihler doğuracak yaştasın diyen şair gibi, Mal Hatun’dan Osman’ın soyu çıkmış, ana getir ki evlat doğura.

Büyük Doktor Bediüzzaman hasta olan aşiretlerin tedavi çarelerini ortaya koydu,

Münazarat’ı yazdı.

Aynı Bediüzzaman, sanat ve edebiyatı ve kelamı hasta toplumu Muhakemat ile tedavi ediyordu.

Diğer eserleri de bu paydada toplanabilir.

Bütün konuşmalarda bu hastalar risalelerinin yeni şubesinin şifa şubeleri tartışıldı, büyük bir zerafet içinde, İsmail Benek ve ekibine böyle bir rüzgârı estirdikleri için ne desek azdır.

Sonra bu yazıyı yolda yürürken tasarladım ve içimden bu büyük hakikatler herkesin hakkı, nasıl edelim de bunları onlara ulaştıralım. Allah hizmet aşkı versin diğer aşklarımızı öldürsün, çünkü bir kalpte iki sevgi yaşamaz, Hafız Ali Tahir Abiye :

“Bir yolda iki ayakla yürünür”

Demiş o da bütün malını mülkünü icara vermiş kapanmış büyük Üstadın rahle-i marifetine, Şam’da masatın trajik rüzgârını Allah Hutbe-i Şamiye’nin Ankara rüzgârı ile söndürsün. Âmin

Prof. Dr. Himmet Uç

Cüneyt Arcayürek ve Dahi

Olağanüstü zihnî güç. Yüksek zihinsel yetenek.

 Deha, zihnî yetenek yanında esrarlı bir gücü temsil eder. Gerçekleşmiş başarılarla kendini gösteren olağanüstü yüksek kabiliyet anlamına gelir. Veraset gibi doğuştan gelen birşey değildir. Nicelik ve nitelik açısından istidattan farklıdır. Deha, özgünlük ve yaratıcılık, daha önce araştırılmamış alanlarda düşünüp çalışarak dünyaya ancak bu yolla kazanabileceği bir değer katmak gibi öğeleri de içine alır.

Dâhilerin eşsiz katkıları genellikle belli bir alanda ortaya çıkar, ama bu kişilerin daha önceki gelişmelerini konu alan araştırmalar genel zekâ düzeylerinin de olağanüstü yüksek olduğunu göstermiştir.

AKIL ÇABA ÇALIŞMA

Deha, farklılığından dolayı sıradan toplumla çatışma içindedir. Anlaşılmaz; anlaşılması, onun bağımsızlığının onaylanmasıyla ona mesafeli durmaktır. Dehanın sistematik biçimde incelemesine öncülük eden Galton, dehayı her insanda değişik ölçülerde bulunan üç birleşik özelliğin; ‘akıl, çaba, çalışma’nın aşırı boyutlara ulaşmasıyla tanımlayan bir teori geliştirmiştir.

Deha hem irsî, hem de çevre etmenlerinin mahsulüdür. Olağanüstü başarılarındaki gizli esrarlı güç irsîdir, ama bu esrarlı gizli gücün sonuç vermesi, meyve vermesi imkânlara, eğitime, çalışmaya bağlıdır.

BÜYÜK SANAT ESERLERİNİN DOĞMASI

Dâhice bir kabiliyetin olgunlaşma sürecinin, bu kabiliyete sahip kişilerin bir insan olarak sürdürdükleri yaşamlardan az çok yalıtılmış olarak gerçekleşen bir iç süreç olduğu inancı hayli yaygındır. Bu düşünce büyük sanat eserlerinin doğmasının sanatçıların sosyal varoluşlarının, yani bir insan olarak insanlar arasındaki gelişimleri ve yaşantılarından bağımsız olduğu düşüncesiyle bağlantılıdır.

Bediüzzaman üretirken başka bir insan, yaşarken başka bir insandır. Buna bağlı olarak Bediüzzaman’ın sanatçı kişiliği ile insan Bediüzzaman’ın ayrılığı vurgulanır. Bunu kendi de vurgular. “Ben çekirdek gibi çürüdüm ve kurudum. Bütün kıymet ve hayat ve şeref, o çekirdekten çıkan şecere-i Risale-i Nur ve mucize-i maneviye-yi Kur’âniyeye geçmiş biliyorum.” (Külliyat, s. 941)

Bediüzzaman’ın hayatı gözden geçirilirse onun sıradan insandan çok yüksek niteliklere sahip olduğu görülür. Dehalar birkaç yüzyılda yeryüzüne çok sınırlı sayıda gönderilirler. Peygamberler, büyük filozoflar, büyük sanat adamlarının hayatında erken inkişaf, bir deha belirtisidir.

KRALLIK AKADEMİSİ YARIŞMASI

Bütün dehalar çocukluğunda şaşırtıcıdır. Picasso henüz 14 yaşındadır. Güzel Sanatlar Okulu’nun sınavlarına girer. Pablo hünerini gösterdiği zaman jüri büyük bir şaşkınlığa uğrar. Ufaklık bir gün içinde öğrencilerin yaklaşık bir ay içinde bitirmeleri gereken tüm sınav aşamalarını tamamlamıştır. Ve bunu öylesine büyük bir ustalıkla, doğrulukla yapmıştır ki, jüri üyelerinin tekinin bile kafasında tereddüde yer kalmamıştır. Bu çocuk bir mucizedir.

Pablo, sadece altı yaşında iken Krallık Akademisinin yarışmasına katılır. En az Barcelona’daki kadar baş döndürücü bir başarı La jonda’da olduğu gibi tek bir günde olağanüstü desenlerin hepsini tamamlamıştır (Marie Laure Bernedac, Picasso: Deli Dahi, s. 23).

Schelling, on yaşını doldurduktan sonra Nürtingen’deki Latince okuluna gitti. Orada bir yıl bile geçmeden öğretmenleri onun bu okulun sınırlarını çoktan aştığını söylediler. (Ömer Naci Soykan, Schelling Felsefesinde Bir Araştırma, s. 202)

Bediüzzaman, daha çocukluktan, farklı olduğunu fark eder.

 “Küçükten beri halkların mallarını hediyelerini kabul edemiyordum, ihtiyacımı izhara tenezzül edemiyordum. Beni bilenler gibi ben de çok hayret ederdim. Şimdi hâssaten birkaç sene zarfında anlaşıldı ki, Risale-i Nur’un dehşetli bir mücahedesinde tamah ve mal yüzünden mağlub olmamak ve itiraz gelmemek için o halet-i ruhiye bize ihsan edilmişti. Yoksa düşmanlarım o cihetten büyük bir darbe indirecektiler (Külliyat, Emirdağ Lahikası, s. 1699).

Mozart’ın, Hugo’nun, Picasso’nun çocukluklarında da böyle kimseye ihtiyaç arz etmeme ve müstağni durma özellikleri görülür.

Bediüzzaman’ın çocukluğu bir dâhide olan bütün özelliklere sahipti ve bunlar hayatı boyunca devam edecek özelliklerdi.

İKİŞER İKİŞER GELSİNLER

Cesareti: Hizan şeyhinin yaylasında tahakküme tahammülsüzlüğü, dört talebe ile geçinmemesine sebeb oldu. Bu dört talebe birleşip kendisini daima taciz ettiklerinden bir gün Şeyh Seyyid Nur Muhammed Hazretlerinin huzuruna çıkıp izhar-ı acz etmeden, arkadaşlarını şikâyet etmeyerek şöyle dedi. “Şeyh efendi, bunlara söyleyiniz, benimle dövüştükleri vakit dördü birden olmasınlar, ikişer ikişer gelsinler.” Seyyid Nur Muhammed, küçük Said’in bu mertliğinden hoşlanarak: “Sen benim talebemsin, kimse sana ilişemez!” buyurdu.” (bkz. Tarihçe,s.31)

Enver Paşa’nın emri ile Şarkta milis alayları kurulması teklif edilir. Bediüzzaman Anadolu’dan topladığı beş bin kadar gönüllü genç kişiyi harp sanatında eğitir ve bu gençler ‘Keçe külahlılar’ diye meşhur olurlar. Eşref Edip Fergan, “İngiliz işgali yıllarında Zeyrek’te bir evde toplanarak Bediüzzaman’dan komitecilik dersleri aldığını anlatır.” (bkz. Son Şahitler, c. 1, s. 170)

ZEKÂ İLE HAFIZA BİRLİKTE

 Hâfızası: “Herhangi bir kitabı eline alırsa, anlardı. Yirmi dört saat zarfında Cem’u’l-Cevâmi, Şerhü’l-Mevâkıf, İbni Hacer gibi kitapların iki yüz sahifesini kendi kendine anlamak şartıyla mütalaa ederdi” (Tarihçe, s. 34).

Molla Fethullah ‘Hıfzınız nasıldır? Makamat-ı Haririye’den birkaç satırını iki defa okumakla hıfzedebilir misiniz?’ diyerek kitabı uzatır. Molla Said alarak, bir yaprağını bir defa okumakla hıfzetti ve okudu. Molla Fethullah: ‘Zekâ ile hıfzın ifrat derecede bir kimsede tecemmuu (toplanması) nadirdir’ diyerek hayrette kaldı. Bediüzzaman orada iken, Cem’u’l-Cevâmi kitabını günde bir-iki saat iştigal etmek üzere bir haftada hıfzetti.” (Tarihçe, s. 37)

Bediüzzaman’ın hâfıza gücüne bir delil de Kâmus-ı Okyanus’u Bâbü’s-Sin’e kadar ezberlemesidir. Ne fikre binaen kamusu hıfzettiği sorulduğunda: “Kâmus her kelimenin kaç mânâya geldiğini yazıyor; ben de bunun aksine olarak her mânâya kaç kelime kullanıldığını gösterir bir kâmus vücuda getirmek merakına düştüm’ cevabında bulundu” (Tarihçe, s. 39).

EŞ ANLAMLI KELİMELER

 Bu tutumunu eserlerinde kullandığı dil ortaya koyar. Aralarında az da olsa anlam farklılıkları olan eş-anlamlı kelimeleri çokça kullanır. Edebiyatımızda bu kadar eş-anlamlı kelimeyi bir arada kullanan bir yazar yoktur.

Bir örnek verelim: “Mevt adem, idam, fena, hiçlik, failsiz bir inkıraz değil; belki bir Fail-i Hakîm tarafından, hizmetten terhis ve tahvil-i mekân ve tebdil-i beden ve vazifeden paydos ve haps-i bedenden azad etmek ve muntazam bir eser-i hikmet olduğu…” (Külliyat, s. 310).

 Burada, ölümü anlatırken onu tasvir ve belirleme için on iki kelime kullanır. Bunların altısı eş-anlamlı, diğer altısı da zıt-anlamlıdır.

Korkusuzluğu

 “Molla Ahmed-i Hani Hazretlerinin gündüzleyin bile havf (korku) ile girilen kubbe-i saadetine kapanır, bazen geceleyin de orada kalırdı. Bundan dolayı ahali Bediüzzaman’a ‘Ahmed-i Hani Hazretlerinin feyzine mahzar olmuştur’ diyordu.” (Tarihçe, s. 34)

İlminin derinliği ve yüksekliği:

Kardeşi ile karşılaşması sırasında konuşmaları onun ilimde vardığı noktayı anlatır: “Büyük kardeşiyle ilk görüşmede aralarında şöylece kısa bir muhavere (konuşma) cereyan etti:

Molla Abdullah: ‘Sizden sonra ben Şerh-i Şemsî kitabını bitirdim, siz ne okuyorsunuz?’

Bediüzzaman: ‘Ben seksen kitab okudum.’

Molla Abdullah: ‘Ne demek?’

Bediüzzaman: ‘İkmal-i nüsah ettim ve sıranıza dâhil olmayan birçok kitapları da okudum.’

Molla Abdullah: ‘Öyle ise seni imtihan edeyim?’

Bediüzzaman: ‘Hazırım, ne sorarsanız sorunuz!’

Molla Abdullah, biraderini imtihan eder. Kifâyet-i ilmiyesini (ilmi yeterliliğini) takdir ile sekiz ay evvel talebesi bulunan Molla Said’i kendisine üstad kabul etti ve talebelerinden gizli olarak küçük biraderinden ders almaya başladı. Ve bittabiî, daha evvel okuttuğu kardeşini kendisine üstad yaptığını sezdirmiyordu” (Tarihçe, s. 35).

Aynı konuda şöyle bir olay daha vardır:

Molla Fethullah, ulemaya: ‘Bizim medreseye gayet genç bir talebe geldi. Her ne sual ettimse bilâtevakkuf (durmaksızın) cevap verdi. Bu yaşta zekâsına ve ilmine ve fazlına hayran kaldım’ diyerek pek çok metheder. Bunun üzerine ulema bir yerde toplanarak Bediüzzaman’ı davet ederler. Bediüzzaman intihab ettikleri (seçtikleri) bütün suallerine bilâtereddüt(tereddütsüz) cevap verirken, Molla Fethullah’ın yüzüne bakıyordu. Sanki kitaba bakıyor gibi kendilerinden okuyarak cevap veriyordu. Bunu gören ulema, Bediüzzaman’ın harikulade bir genç olduğuna hükmedip faziletini takdir ve sena ettiler. Bu hal etrafta işitilir. Ahali kendisine veliyullah derecesinde ihtiram eder (saygı duyar) ve o nazarla bakarlar.” (Tarihçe, s. 37)

Necmettin Şahiner’in Son Şahitler isimli eserinde anlattığı, Bediüzzaman’ın bilgi, cesaret ve mahareti ile her konuda derinliğine dair örnekler sayısızdır. 1907 yılı başlarında gittiği İstanbul’da henüz otuz yaşlarındadır. İstanbul ulemasından çokları onu mağlup etmek için en olmadık yerlerden sorular seçer ve cevap isterler. Hiçbirinde duraklamaz, ani şekilde cevap verir.

Bir gün Fatih Camii avlusunda büyük âlimler bir ilmî meseleyi aralarında çözmeye çalışırken, Bediüzzaman oradan geçerken meselenin ne olduğunu sorar. Ona “Sen işine yürü, bu senin işin değil” derler. O ise konuya etraflı bir şekilde cevap verir. Etrafındakiler hayret içinde susar ve hayretlerini gizlemezler. İstanbul’da zaman zaman Şeyhülislam’ın fetvalarındaki yanlışlıkları bizzat yanına giderek düzeltir.

Bilgeliği: Hakikat uğruna hayatını, çıkarlarını feda etmektir bilgelik.

Sokrat bir hakikat uğruna hayatını vermiştir.

Diyojen yaşadığı fıçının kapısına gelen İskender’den hiçbir şey talep etmemiş; “Gölge etme, başka ihsan istemem” demiştir.

Meselâ şu olay onun daha küçük yaşta bilgelik uğruna nasıl hayatı tahkir ettiğini gösterir: “Genç, tecrübesiz talebelerden bir kısmı, ilmen mağlup edemedikleri Bediüzzaman’ı kavga yoliyle ıskat etmek teşebbüsünde bulunmuşlarsa da, meseleden haberdar olan Siirt ahalisi kendisini kurtarmak için gelmişler.

  Ahali nazarında büyük mevki sahibi olduğu için, derhal muarızların ellerinden kurtarılmış ve bir odaya bırakılmış ise de,

 Bediüzzaman mesleklerine olan fevkalade muhabbetinden, muarızları bulunan talebe ve ehl-i ilmin cahillere hedef olmamasını temin için kendisi odadan çıkıp muarızları tarafından telef edilse bile ehl-i ilmin işine cahillerin karışmamasını müdafaa eder.

 Bu ihtilafı kaldırmak maksadıyla herhangi bir talebeye: ‘Beni öldürünüz, ilmin haysiyetini muhafaza ediniz!’ diyerek yüzünü çevirmiş ise de hiçbir talebe kendisine hücum etmemiş ve nihayet ihtilaf bertaraf edilmiştir.(Tarihçe, s. 37)

KENDİSİNİ SIRADAN BİR İNSAN GİBİ GÖRÜR

Hiçbir zaman, hangi olağanüstü şartlar olursa olsun prensiplerinden vazgeçmez, onları feda etmez. Kimsenin yardımını kabul etmez, para almaz, yediğinin parasını verir, minnet almaz. Kendisini sıradan bir insan gibi görür.

Bediüzzaman elli yaşından sonra bir gün pencereden yağmur yağışını seyrederken, Nurs’ta iki yaşında annesinin kucağında da yağmuru seyrederken bugün hissettiklerini hissettiğini söyler.

Bir dâhideki sırların tespiti ve yüceltilmesi zor bir iştir, çünkü deha kuşatılan bir görünüm değildir, bu homojen olmayan yapısı yüzünden deha ortaya çıkmıştır. Sanatçıların hepsi bir imgedir; daha karmaşık olanları, özellikle dahiler, daha karmaşık sembolik imgedirler. Bediüzzaman imgesi bir şablon kişilik olarak yorumlanamayacak kadar girift bir yapıdır. Onun dehası sosyal kaderinin belirleyici ögesidir. Bütün dehalar gibi derin, duygu dolu, yüce ve esrarlıdır. Dâhilere atfedilen gizlilik ve esrarlı oluş onda fazlasıyla mevcuttur. Hapishanedeyken, dua ederken, eserlerini doğuş halinde yazdırırken çok farklı görünümlerde görülür. Hem kendi, hem etrafındakiler olağanüstü görüntülerle karşılaşırlar.

ONUN BAŞARISI KAZANILMIŞ BİR YETENEKTİR GERİSİ ÇALIŞMAKTIR

Bediüzzaman hakkında konuşurken doğuştan dahi, doğuştan getirdiği yetenekleri gibi sözler kolayca kullanılır, ancak bu düşünce ihtiva etmeyen bir ifade tarzıdır. Bir insanın kendine özgü niteliklerinin doğuştan olduğu söylendiğinde, bunların tıpkı saç ve göz rengi gibi genetik koşullu ve kalıtımsal olduğu varsayılır. Bununla beraber bir insanın doğal olarak, Bediüzzaman’ın eseri ve dehası gibi birşey için genlerine işlenmiş bir yatkınlığının olması kesinlikle mümkün değildir. Onun başarısı kazanılmış bir yetenektir, doğuştan gelen kısmı ise sadece bir çekirdektir. İrsiyetin kalıtımın başarıdaki rolü yüzde onlara kadar varır; gerisi çalışmaktır. Onun dehası, bir gelişme sürecinden sonra varılmış noktadır. Üstelik onun çalışması ve başarısı fizyoloji ve biyoloji yasalarını aşan bir keyfiyettir. Gücü tabiat güçlerini anımsatan bir kendiliğindenlik gibidir.

Bediüzzaman bir dahi olarak tanımlandığında gözümüzde canlanan kendine özgü yeteneğini biraz daha açıkça tanımlamak sanırım yararlı olacaktır. Dahi kavramının taşıdığı anlamı belirlemek hiç de kolay değildir. Çünkü dehanın bir kısmı esrarlı ve gizli bir bölgedir. Bununla Bediüzzaman’ın insanların büyük çoğunluğunun yapamayacağı şeyi yaptığı ve onların imgelem güçlerinin ötesinde birşeye sahip olduğu anlatılmıştır. İşte keyfiyeti anlaşılamayan bu yön sayesinde bunlar gerçekleşmiştir.

Bediüzzaman bütün dahiler gibi birşeyi anlık bir şekilde yazmaya karar verince, eserin bütün teknik ve muhtevası ortaya doğuş şeklinde çıkmaktadır. Bu durum diğer dahiler için de geçerlidir.

 Mozart için anlatılır: “Diğer insanlarla birlikteyken zaman zaman içinde oluşmaya başlayan bir müzik parçasına gizlice kulak kabartırdı. Ardından, bir anda özür dileyerek dışarı çıkar, bir süre sonra da keyfi yerinde geri dönerdi; bu süre içinde bizim deyimimizle eserlerinden birini bestelemiş olurdu.” (Norbert Elias, Mozart, s. 81)

Bediüzzaman dehadır, bir kere kural koyucudur.

 Hiç kimsenin kuralları ile hareket etmez. Hayatının her döneminde onun kendi kurallarını kendi koyan biri olduğu görülür. Bu uzun bir örnekler zincirine neden olur. Çocukluğunda, hapishanede, mahkeme önünde, Çarın amcası Grandük Nikola karşısında, Mustafa Kemal karşısında. Daha küçüklüğünde büyük istidatları ile çevresini büyülemiştir. Deha taklide karşıdır. O hiçbir kimseyi taklit etmemiş, tamamen orijinal bir yaratılış ve telif sahibidir. Bediüzzaman hür ve özgürdür. Hiçbir zaman hürriyetini kısıtlamamıştır, kısıtlamalara da kayıtsız kalmıştır. Büyük bir öğrenme kapasitesine gerek yoktur. Okuduğu süre normal insan açısından çok kısıtlı bir süredir. O özgündür, yani orijinaldir.

Deha yalnız sanatta olanaklıdır. Üstadın dehası belli temalara ve konulara getirdiği yeni ifade ve biçimlerdir. Ruhun bekası, ölüm, haşir ve daha birçok konuda söyledikleri âdeta sanatçı tasarımlarıdır ve özgün imajlardır. Kendisine gelinceye kadarki kuru ve matematik düzendeki ifadeleri kullanmaz.

Mutlak özdeşliğin ifadesi olarak bir sanat eseri ya özgün, orijinal bir sanat eseridir veya hiçbir şey. Onun eseri de özgün ve orijinaldir. Dehanın orta kırat sanat eseri olmaz. Orta kırat eser sahibi deha değildir.

BİR BEN VARDIR BENDE BENDEN İÇERİ

Sanatçının ortaya koyma gücü Tanrı’dan ödünç alınmış bir güçtür.

Sanatçı eserini meydana getirdiği anda olağanüstü bir güce sahiptir. Doğuş bittiğinde güç geri gider. O gücü daimi olarak kendisinde bulundurmaz. Doğuş sırasında sanatçı farklı ve esrarlı gücü elinde bulundurmakla, kendisi de sıradan beşeriyeti aşar. İnsanın yaptıklarının dolaysız nedeni olarak onun Allah’taki bu ebedi kavramı deha denilen şeydir.

 Deha içinde kendi beninin dışındaki bir ikinci benin denetimine girer. Sanki deha insanın içindeki ben dışındaki ben olan şey diye adlandırılır.

 “Beni bende demen bende değilem,  bir ben vardır bende benden içeri” derken,

Yunus bu ikiliği hissetmiştir. O benin kendi denetiminde olmadığını bu ifade gösterir. İlâhî olanı içinde taşıyan dahi kendi yasasından başka hiçbir yasa tanımaz. Deha autonomik kendi yasasını kendi koyandır. Yalnız başkasının yasa koymasından kendini uzak tutar, kendi yasasından değil, çünkü en yüksek yasalılığın olması durumunda ancak dahi vardır. Dahi sanatçı bu kendi autonomisini bilmez. Aslında bunu bilmek onun işi değildir. Çünkü o bilmek için değil üretmek için vardır. Ama bu yasa koyumunu yalnız kendisi autonomik olmakla kalmayıp, aynı zamanda tüm otonominin ilkesine nüfuz eden felsefe onda bilinir. Bundan dolayı gerçek sanatçıların kendi tarzlarında doğa gibi sessiz, yalın, büyük ve zorunlu oldukları her dönemde görülmüştür.

KURALINI KENDİ KOYAR

Bediüzzaman da, anlatılmaz durumlarda kuralını kendi koyar. Otuz yaşında İstanbul’da bütün ulemayla kendi kuralı ile tartışır.

Bekir Ağa Bölüğünden mahkemeye gider, yine kuralını kendi koyar, mahkemeden elini kolunu sallayarak ayrılır.

İşgal İstanbul’unda herkes şehirden ayrılır, Mehmed Akif, Halide Edib ve daha birçoğu şehri terkederken, o çok zor şartlarda kendi kuralları ile mücadele eder ve hesapları değiştirir.

Birinci Meclis’e gelir, şartlar yine zorun zorudur, kendi kuralları ile olmayınca ayrılır, Van’a gider.

Hayatında herkes onun kurallarına boyun eğmiştir: sadece sıradan insanlar değil,

Meşrutiyet,

Mütareke,

Birinci Dünya Savaşı,

Millî Hükümet yılları,

Cumhuriyet yılları, sürgün ve hapishane yılları…

Günlük hayatın içindeyken de kural koyar; mazlumken de, herkesin parmakla gösterdiği dönemde de.

DEHA ALLAHA CİDDİ BAĞLILIKTIR

Dehanın kurucu unsurları hayal gücü ve zihindir; akıl, çaba ve çalışmadır. Dahi deyim yerindeyse Allah’ın mutlaklığı ile bir ilişkidir. Fişi kayıtsıza bağlıdır. Bundan ötürü her sanatçı kendisinin kendine özgü varlığının ebedî kavramı Allah’a ne denli bağlı ise, ancak o kadar çok yaratabilir. Deha Allah’a ciddi bir bağlılıktır. Allah’a o kadar ciddi bir bağlılığı vardır ki, bu samimi bağlılık Allah’tan da samimi karşılık görür. Ayaklarını üstüste atmayı, Allah’ın azameti karşısında kendisi için aykırı bulur. Dizüstü oturur, aksini rahat etmek olarak yorumlar, Allah’tan utandığını belirtir.

Bu çerçevede, evrensellik artık ne denli kendi başına idrak edilirse, deha ne denli sonluluğu sonsuzluğa bağlıyorsa, o derece özgün ve üretkendir. Allah ile kurulan böylesi bir bağ olarak deha, kuşkusuz artık yetenek, kabiliyet veya benzeri bir adla adlandırılacak olan şeyden tamamen ayrıdır.

Bediüzzaman’ın çalışması beşeriyet üstü telakki edilebilir. Barla hayatını görenler anlatır: “Barla’da sekiz sene kadar kalmıştır. Ekser zamanlarını kırlarda, bağ ve bahçelerde geçiriyordu. İki-üç saat kadar uzaklıktaki tenha dağlara ve bağlara çekilir. Nur risalelerini telif eder, bir taraftan da telif ettiği risaleler Isparta ve havalisindeki el yazısıyla çoğaltılıp kendisine gönderildiğinde, bunları tashih ederdi. Bir gün içinde hem tashihat yapar, hem gidip gelme dört-beş saat süren yerlere yaya olarak gider, hem aynı günün üç-dört saatini telifata (eser yazmaya) hasreder ve hem de çok zaman yemeğini kendisi hazırlardı. Üstad kitapları sırtına yüklenir, dağ, bağ ve kırlara kadar gider, orada tashihini yapar, evine gelirdi.” (Tarihçe-i Hayat, s. 148)

Dehanın eseri farklıdır. Ustalık uzun bir zaman alan ve yoğun bir çalışma gerektiren meslekî bir öğrenim, dünya sanat kültüründe elde edilmiş başarıların bir özümlenişi, sanatçının kendi yaratıcı tecrübelerini sürekli derleyip olgun bir hale getirmesi sürecidir. Yoğun çalışma olmaksızın kabiliyet tıpkı çöldeki bir gül gibi kavrulup gider.

Deha ise araştırmacıdır,

yenilikçidir,

sentezcidir,

gözlemcidir,

yorumcudur.

Bediüzzaman’ın eserlerinin kendisine kadar gelen gelenekten farklı tasarımlar ve telifler olduğu konusunu başka yerlerde onun ifadelerinden aldığımız alıntılarla izah ettiğimiz için burada tekrarını gereksiz buluyoruz.

UMUT VE MANEVİ NEŞE, ŞEVK VE ENERJİ

Onun dehası tabiat okumaları ile ilâhî sanatı ortaya koyar. Eserleri modern çağın huzursuzluk ve çözülmelerinden uzak mutluluk metinleridir. Mutsuz bir çağda en büyük ızdırab ve zulümlere maruz kalan Bediüzzaman, eserlerinde mutluluktan başka birşey telaffuz etmez. Çektiği olanca zulüm ve hastalıklara rağmen etrafına umut ve manevî neşe, şevk ve enerji saçar.

Dehalar menfaat ve para gibi konulara ilgisizdirler.

Bediüzzaman da kimseden hediye ve para almaz. Bunu çok olağanüstü şartlarda bile uygular.

Yüzyılın filozof dâhilerinden olan Wittgenstein için şu olay anlatılır: “Savaşta eve döndüğünde Avrupa’nın en zenginlerinden biriydi. Bunu da babasının savaştan önce aile servetini Amerikan tahvillerine yatırmış olmasına borçluydu. Ama döndükten sonraki bir ay içinde bütün mallarını elden çıkarmıştı. Ailesini kaygılandıran ve aile muhasebecisini hayrete düşüren şey, kendisine kalan bütün mirasın iki kız kardeşi üzerine geçirilmesini istemesiydi. Herhangi bir biçimde kendisine ait bir para kalması ihtimalini tamamen ortadan kaldırdığından yüzlerce kez emin olmak istedi. Sonunda noter Wittgenstein’ın isteklerini harfiyen uygulamaya ikna edildi. Eylül 1919’da bütün varlığından kurtulup bir öğretmen okuluna kaydolduktan sonra kendini ayrıcalıklı geçmişinden kurtarmak için bir adam daha attı, aile evinden taşındı ve üniversiteye kolayca yürüyebileceği bir mesafede, bir caddede bir oda kiraladı.” (Ray Monk, Dehanın Görevi, s. 256)

Wittgenstein, Allah’a sıcak bir inançla bağlıdır.

Russell’ın çırağı olmasına rağmen ondan etkilenmemiştir, öbür yanında da Schopenhauer vardır; ama o görüşlerini değiştirmez: “Tanrı’ya inanmak yaşamın anlamını anlamak anlamına gelir.

Tanrı’ya inanmak dünyanın olguların işin sonu olmadığını görmek demektir.

Tanrı’ya inanmak yaşamın bir anlamı olduğunu görmek demektir.

 Dünya benim için verilidir, demek ki istencim, dünyanın içine zaten orada olan birşeymişcesine tamamen dışarıdan girdi. Bu nasıl olursa olsun, her koşulda en azından belli açılardan bağımlıyız ve bağımlı olduğumuz şey de Tanrı’dır.

 Vicdanım dengemi bozduğunda o zaman birşeye ters düşmüşüm demektir, bu nedir?

Dünya mıdır?

Şunu söylemek kesinlikle doğrudur. Vicdan Tanrı’nın sesidir.” (aynı eser, s. 214)

Bir tarife göre, deha uzun bir sabır demektir.

Cezanne’in ellibeş yaşını aştığı halde resimden para kazanmadığını ve otuzbeş yıllık çetin bir çalışma döneminden sonra eline ancak fırça ve boya alacak kadar para geçtiğini hatırlayalım.

SABIRLI OLMAK GEREKTİĞİNİ BİLMEK

Sabrı: İlim ve sanat sahasında olsun, aksiyon sahasında olsun, insanlık tarihinde büyük adamlar serisinde Bediüzzaman’ın sabrı özel bir yer işgal eder. Gerek Türkiye tarihinde gerek dünya tarihinde, onun kadar sabırlı olmasını bilen bir adam az gelmiştir.

Dostoyevski on yılın beş yılı kürek mahkûmu olarak yaşamıştır.

Victor Hugo, Thomas Mann, Namık Kemal’in gördükleri, Bediüzzaman’ın yanında çok küçük kalır.

Bediüzzaman’ın yirmisekiz yılı sürgünlerde, mahkemelerde, hapishanelerde, tecrid-i mutlaklarda bin türlü taciz edici tarassutlarla geçmiştir. Ölümü, hatta mezarı bile zulme maruz kalmıştır.

 Nice sahte dehalar zulme maruz kalmış, güçlenince gördükleri zulmün en katmerlisini insanlara yapmışlardır. Böyle sahte dehalara, tarih sahte elbiseler dikmiş ve tarihe deha diye kaydedilmiştir.

HAŞİRDEKİ MAZLUMLAR KERVANI

 Bediüzzaman hiçbir zaman mazlum olmaktan çıkmamış, ölene kadar, öldükten sonra da mazlum olarak kalmıştır. Öldükten sonra da davası otuz yıl zulme maruz kalmaktan kurtulamamıştır. Bediüzzaman ve talebeleri tarihin en büyük mazlumlar kervanını oluştururlar. Haşrin resm-i geçidinde de en haşmetli geçişi onlar yapacaklardır.

Deha yalnızca sanatçılar veya bilim kahramanları için değil, büyük krallar ve askerî komutanlar için de kullanılan bütünüyle genel bir ifadedir. Düş gücünün en belirgin sanatsal yetenek olduğu söylenir. Yine de bu durumda düş gücünün tamamen edilgin hayal gücüyle karıştırılmamasına özen göstermek zorundayız. Düş gücü yaratıcıdır. Bediüzzaman’ın ona yakın eserinin biçim tasarımı tamamen fantastik ve orijinal bir hayal gücünün belirlemeleridir.

Deha olgun, çok değerli ve kendisinde herhangi birşeyi varlığa getirmeden önce, ruh ve yürek, hayatî tecrübe ve düşünce tarafından zengin ve bir biçimde eğitilmek zorundadır. Âlemin ruhundaki faaliyetle özdeş olan artistik dehanın faaliyeti tabiatı taklit etmez.

İlk elde bu yaratıcı etkinlik gerçekliği ve onun şekillerini kavrama yeteneğini ve duyusunu içerir. Bediüzzaman görünen nesnel tabiatı sanat dehasının sınırları içine aldığı gibi, binlerce milyonlarca tabiat görünüşlerini ayrıntılı olarak gözlemlemiştir. Coğrafya, astronomi, kimya, zooloji, botanik, estetik, sanat felsefesi, felsefe, jeoloji daha birçok ilmin eşya, tabiat ve nesnelere bakış açılarını da bilen bir geniş perspektife sahiptir. Bunlara onlarca örnek verilebilir. Üstelik o, bilgileri yalnız o sahanın uzmanlarına göre aktarmaz, sıradan insanların da anlayabileceği düzeyde dile getirir.

BEDİÜZZAMAN BÜYÜK BİR HAFIZAYA MALİKTİR

Bu kavrama yeteneği ve hissi dikkatli bir işitme ve görme aracılığıyla var olanın bütün çok çeşitli izlenimlerini ruha verir. Bu etkinlik aynı zamanda bu çok çeşitli görüntülerin değişiklik dolu dünyasını kendisinde muhafaza eden bir hâfızayı da gerektirir. Bu görüntüleri hâfızaya depo edip onları gerektiğinde kullanmak konusunda da Bediüzzaman büyük bir hâfızaya maliktir. Unutmak bilmediğini söyler.

Dolayısıyla bu bakımdan sanatçı kendi hayal gücünün işleyip üretmiş olduğu şeye indirgenemez, ama o deyim yerindeyse sathî ideali terkedip bizzat gerçekliğin kendisine girmek durumundadır. Sanatta ve şiir sanatında bir idealle işe başlamak daima çok kuşkuludur, çünkü sanatçı soyut genellemelerin zenginliğinden değil, hayatın zenginliğinden çıkıp üretimde bulunmalıdır. Nitekim felsefenin üretim ortamı olmasına karşın, sanatınki edinilen haricî şekillenmelerdir.

Bediüzzaman tabiata sanatçı gibi bakar. Dolayısıyla sanatçı bu ortam içerisinde yaşamak ve bu ortam içerisinde kendi yurdunda olmak zorundadır. O çok şey görmüş, çok şey işitmiş ve çok şeyi hafızasında depolamış olmalıdır.

Bediüzzaman Barla’nın kuş uçmaz kervan geçmez bölgelerine âdeta ölmesi için itildiğinde, doğuş ve üretim denen sanatın en zor döneminde, en uygun ortama kader tarafından gönderilmiş; ama dinî-sanatsal üretim için gerekli olan  bütün bilgi, malumat, gözlem, vak’alar,  insanlar, olaylar, problemler, çelişkiler,  inkâr, kabul,  şeytan,  red ve daha onlarca gerekli malzemeyi kafasında depolamıştı. Çünkü bütün hayatı âdeta o eserleri meydana çıkarmak için onu koşturmuş, artık büyük eserinin doğması için kader onu sessiz ve sakin ortamlara itmişti. İnziva, yalnızlık ve düşünme ortamları bütün düşünürlerin hayatında önemli bir ögedir.

Dünya kitabını incelemek amacıyla askere giden Descartes, bu görevi dolayısıyla Avrupa’nın çeşitli yerlerini dolaşmıştır. Askerlik sırasında kamp yaşamı, bir yandan da Descartes’a aradığı münzevi hayatı ve derin düşünme ortamını sağlamıştır.” (Ahmet Cevizci, Onyedinci Yüzyıl Felsefesi Tarihi, s. 57)

Genelde büyük insanların hemen her zaman büyük bir hâfızayla ayırdedilmesi gibi, Bediüzzaman’ın da büyük bir hâfızası vardır. Çünkü sanatçı insanı ilgilendiren şeyi belleğine nakşeder ve derin bir ruh da ilgilerinin alanını sayısız konulara yayar. O bütün hayatı boyunca gözlemlerinin alanını gittikçe genişletti. Gerçek şekli içerisinde üreten, hareketli, faal dünyanın özgül bir kavranışına yönelik bu yetenek ve bu ilgi, bunun yanısıra görülmüş olan şeyin bellekte sımsıkı korunması, bu yüzden bir sanatçının gerek duyduğu ilk şeydir.

HAKİKATIN DERİNLİĞİNDE DÜŞÜNME

Öte yandan haricî biçimin tam bilgisine bağlı olarak insanın iç hayatı, yüreğinin tutkuları ve insan ruhunun tüm amaçlarıyla aynı ölçüde bir tanışıklık var olmalıdır. Bu iki yönlü bilgiye benliğin iç hayatının kendisini gerçek dünyada ifade etme ve bu dünyanın haricîliği yoluyla parıldama tarzıyla bir tanışıklık da eklenmelidir.

İdeal sanat eserinin asıl sağladığı şey, yalnızca derunî ruhun haricî biçimlerin gerçekliği içerisindeki görünüşü değildir; bunun tersine, dış görünüşe ulaşması gereken, eylem dünyasının mutlak hakikati ve aklîliğidir. Sanatçının bilincinde varolan ve onu harekete geçiren yalnızca seçmiş olduğu özgül, orijinal konunun bu aklîliği olmamalıdır; bunun tersine, sanatçının bu konunun özselliğini ve hakikatini bütün alanı ve bütün derinliği içerisinde düşünüp taşıması gerekir. Çünkü düşünme olmadan insan kendi içinde varolanı zihnine getiremez ve bu nedenle, her büyük sanat eserinde malzemenin tüm yönleriyle uzun uzadıya ve derin biçimde ölçülüp biçilmiş ve düşünülüp taşınılmış olduğunu farkederiz.

Düş gücünün akıcı çabukluğundan sağlam bir eser çıkmaz. Yine de bu sanatçının dinin, felsefenin ve sanatın genel temelini, herşeyin hakikî özünü felsefî bir biçim içinde kavramak zorunda olduğu anlamına gelmez. Sanatçı için felsefe zorunlu değildir ve felsefî bir tarzda düşünüyorsa eğer, bu durumda bilgi biçimi bakımından sanatın tam karşıtı olan bir girişimde bulunuyordur. Çünkü düş gücünün görevi bize bu iç akılsallığın bir bilincini genel önermeler ve ideler biçimi içinde değil ama somut şekillenme ve bu ferdi gerçeklik içerisinde vermekten oluşur. Şimdi düş gücünün bu üretici etkinliği deha, yetenek diye adlandırılan şeydir; sanatçı bu etkinlik sayesinde kendinde mutlak olarak akılsal olan şeyi alır ve ona haricî bir biçim vermek suretiyle onu kendi öz yaratımı olarak işleyip ortaya koyar.

Dolayısıyla sanatçı kendisinde yaşayan ve mayalanan şeyi, suretini ve şeklini benimsemiş olduğu biçimler ve görüntüler içerisinde kendisine tasvir etmek zorundadır, çünkü sanatçı bu biçim ve görünüşleri kendi amacına o şekilde tabi kılabilir ki, onlar kendileri adına özünde hakiki olan şeyi benimseyebilecek bu eksiksiz biçimde ifade edebilecek hale gelirler. Akli içerik ve harici şeklin içiçe geçip birbirine nüfuz etmesini sağlamak için sanatçı aklın ihtiyatlı basiretini yüreğin ve onun canlandırıcı duygularının derinliğini yardıma çağırmak durumundadır. Basiret, ayırdetme ve eleştiri olmaksızın sanatçı şekillendirmek durumunda olduğu herhangi bir konuya hakim olamaz ve halis sanatçının yaptığı şeyi bilmediğini sanmak ahmaklıktır. Sanatçının kendi coşkusal hayatının yoğunlaşması da onun için aynı ölçüde zorunludur.

ÇOK ŞEYLERİ RUHUNA NAKŞEDENLER

Bütüne nüfuz eden ve onu canlandıran bu duygu aracılığıyla sanatçı malzemesini ve bunun şekillenmesini kendi öz beni olarak bulur, öznel bir varlık olarak kendisinin iç mülkiyeti olarak görür. Çünkü tasviri gösterim her konuyu ona harici bir biçim vermek suretiyle yabancılaştırır ve yalnızca duygu onu iç benle orijinal birliğe sokar.

Bu bakış açısına göre, sanatçının yalnızca dünyadaki pek çok şeyi gözden geçirmiş ve dünyanın dış ve iç görünümleriyle tanışmış olması yetmez; ama o pek çok şeyi ruhuna nakşetmiş olmalıdır; onun yüreği işte bu şekilde derin biçimde etkilenmiş ve harekete geçirilmiş olmak zorundadır. Sanatçı hayatın hakiki derinliklerini somut, elle tutulur görünümler içerisinde açıklamadan önce pek çok şeyi yapmış ve başından pek çok şey geçmiş olmalıdır.

Deha Goethe, Schiller’in durumunda olduğu gibi gençlik çağında patlama yapar ama yalnızca orta veya yaşlılıkta sanat eserinin halis olgunluğunu mükemmelliğe ulaştırabilir.

Bediüzzaman için de böyledir. Van ve çevresinde bilgisi şahsiyeti, karakteri ve ile patlama yapmış ve daha sonra İstanbul’a gitmiş orada da aynı patlama devam etmiş Bediüzzaman unvanını ona layık görmüşler Darül Hikmet’te, Teşkilat-ı Mahsusa’da çalışmış, Osmanlı Hükümetlerinde büyük iltifatlara mazhar olmuş, İstanbul’un işgalinde büyük görevler üstlenmiş, Ankara Hükümeti’nin çağrısı üzerine Ankara’ya gelmiş, daha sonra tekrar Van’a gitmiştir. Oradan sürgün yılları başlamış, asıl olgun ve olgunluk yılları eserlerini bu ihtiyarlık yıllarında vermiştir.

Böylece dehanın ögelerini az önce irdeledik. Deha bir sanat eserini ince ince işleme ve tamamlama gücü olduğu kadar, onun hakiki üretimi için genel yeterliliktir de. Dehasız yetenek dışsal harici becerinin ötesine geçemez.

Yetenek ile dehanın doğuştan olması gerektiği çoğu zaman söylenir. Çünkü insan olarak insan aynı zamanda örneğin din, düşünme, bilim için de doğmuştur, yani insan olarak o bir ilahi bilinci kazanma ve entelektüel düşünceye ulaşma yeterliliğine de sahiptir. Bunun için yalnızca doğmuş olmaktan ve eğitimden, öğretimden, gayretten başka hiçbir şeye gerek yoktur. Sanat için ise durum farklıdır, sanat içerisinde doğal ögenin de öze ait bir rol oynadığı orijinal bir yetenek gerektirir.

Deha ögelerinden biri olarak doğal bir vergi içermekle birlikte, onun üçüncü bir karakteristiği de kendi içinden tasarımlar üretmede ve çeşitli sanatlarda gerek duyulan dışsal harici teknik beceriklilikte gösterilen maharettir. Kuşkusuz her sanat uzun uzadıya inceleme, aralıksız bir çaba, pek çok biçimde geliştirilmiş bir beceri gerektirir, ama yetenek ve deha ne kadar büyük ve zengin olursa, üretim için zorunlu olan becerileri kazanmadaki çabadan o kadar az haberdar olur. Çünkü halis sanatçı duyumsadığı ve imgelediği her şeye derhal biçim verme yönünde doğal bir içtepiye, iç iticiliğe ve dolayımsız bir gereksinime sahiptir. Bu biçimlendirme süreci sanatçının hissetme ve görme tarzıdır ve sanatçı kendisine özgü ve kendisine uygun araç olarak, onu zahmetsizce kendisinde bulur. Biçimlendirme vergisini de sanatçı sırf teorik tasarımlama hayal gücü ve hissetme olarak değil, ama aynı zamanda dolayımsız biçimde pratik duygu olarak yani bir edimsel uygulama yeteneği olarak sahip olur.

Dolayısıyla sanatçının düşgücünde yaşayan şey ona âdeta parmak uçlarındaymış gibi ulaşır, tam da düşüncelerimizin tasarımlarımızın, duygularımızın duruşumuzda ve jestlerimizde görünmesi gibi. Çok eski zamandan beri hakiki deha, harici teknik uygulama yanına kolaylıkla hâkim olmuştur ve en yoksul ve görünüşe göre en ele avuca sığmaz malzemeye bile o ölçüde hâkim olmuştur ki bu malzeme düşgücü tarafından tasarlanan deruni şekilleri özümseme ve sergilemeye zorlanmıştır. Sanatçı kendi içinde bu şekilde dolayımsız olarak bulunan şey üzerinde eksiksiz yeterliğe ulaşıncaya dek çalışmak zorundadır, ama yine de dolayımsız uygulama olanağı sanatçıda doğal bir vergi olarak bulunmalıdır; yoksa tamamen öğrenilmiş bir yeterlik, asla canlı bir sanat eseri üretmez. Her iki yan yani hem iç üretim, hem de bunun harici gerçekleşimi sanatın özsel doğasına göre el ele yürür.

Sanatçının temel koşulu olarak düşünülen düşgücü ve teknik uygulama etkinliği üçüncü olarak genelde esinlenme veya ilham diye adlandırılan şeydir.

Deha ruhî olan ile doğal olan arasındaki en sıkı bağlantıyı içine aldığı için, ilhamın esas olarak hissî uyarım aracılığıyla kazanıldığına inanılır. Ama kanın kızışması kendi başına hiçbir şey başarmaya yetmez. Önceden kendisinde canlı bir uyarıcı olan bir teması olmayan deha birşey üretemez. Hakikî bir ilgiye tutunması gerekir. Sanatsal dürtü doğru türden ise, bu ilgi zaten önceden özgül bir nesnede ve temada yoğunlaşmış ve ona sımsıkı yapışmıştır.

BAZEN İÇ VE DIŞ TESİR BERABER OLUR

Bediüzzaman hem iç etkilerle, hem de haricî etkilerle eserlerini yazmıştır. Kendisi anlatır: “Hem yazılan eserler, risaleler, ekseriyet-i mutlakası, hariçten hiçbir sebeb gelmeyerek, ruhumdan tevellüd eden bir hâcete binaen, ani ve def’î olarak ihsan edilmiş” (Külliyat, s. 526). Ancak, bu ani ve def’î ilhamı dış gözlemler beslemiştir.

Hakiki ilham düşgücünün sanatsal olarak ifade etmek maksadıyla kavradığı bir özgül malzeme üzerinde ateş alır, bundan başka esinlenme, ilham sanatçının hem öznel iç kavrayışını, hem de sanat eserine ilişkin kendi nesnel uygulamasını etkin olarak biçimlendirme sürecindeki durumudur. Nitekim bu iki yönlü etkinlik için esinlenme, ilham zorunludur. Bazen de, iç ve dış tesir bir arada olur:

Bir bahar mevsiminde, garibane, mütefekkirane seyahate gidiyordum. Bir tepeciğin eteğinden geçerken, parlak bir sarıçiçek nazarıma ilişti. Eskiden vatanımda ve sair memleketlerde gördüğüm o cins sarıçiçekleri der hatır ettirdi. Şöyle bir mânâ kalbe geldi ki: Bu çiçek kimin turrası ise, kimin sikkesi ise ve kimin mührü ise ve kimin nakşı ise, elbette bütün zemin yüzündeki o nevi çiçekler onun mühürleridirler, sikkeleridir.” (Külliyat, Sözler, s. 313)

Böyle bir malzeme sanatçıya hangi tarzda gelmelidir? Bu bağlamda da pek çok görüş bulunmaktadır. Sanatçının kendi malzemesini yalnızca kendi öz beninden yaratması talebini ne kadar da sık işitiriz. En büyük sanat eserleri çoğu kez ortaya çıkarılmalarını tamamen dışsal harici bir uyarıma borçlu olmuşlardır. Esinlenme eksiksiz bir biçimde temayla doldurulmaktan bütünüyle temada mevcut olmaktan başka bir şey değildir ve tema sanatsal şekilde damgalanıp ince ince işleninceye kadar esinlenme durdurak bilmez.

Haşir Bediüzzaman’ın muhayyilesinde, dimağında, fikrinde yirmi yıl dolaşmıştır. Sanatçı konusunu tamamıyla kendisine ait bir şey haline dönüştürürken, öte yandan da kendi kişiliğini, karakteristiklerini unutabilmeli ve kendi payına tamamıyla malzemesine dalmalıdır, öyle ki özne olarak kendisini sımsıkı yakalayan temanın biçimlendirmesi için uygun olan tek biçim âdeta sanatçının kendisi olsun. Bediüzzaman’nın bazı eserleri bu tür doğuşlarla ortaya çıkmıştır. O zaman yazar tamamen kendisiyle ilintisini kesmiş, konuya ve doğmakta olan esere kilitlenmiştir.

Deha kavramı böylece sanatın hem sahip oluş, hem yoksun kalış, ya da daha doğrusu hem meslek, hem doğal yetenek olan çifte yanını değerlendirmeyi sağlar. Bu Schelling’in sanatın şiiri adını verdiği şeydir: “Dolayısıyla sanat birbirinden bütünüyle farklı iki etkinlik sonucu bitmişlik kazanıyorsa deha bunlardan ne ilki ne de ikincisidir; her ikisinden de fazla olan şeydir.” (Sanat Yapıtı. S. 20)

Dâhilere genellikle sezgi, Tanrı ilhamı, gönül gözüyle görme mal edilir; bu kişiler dünyayı dolaysız biçimde kavrama yetisiyle donatılmış insanlar olarak betimlenir; başkalarının kavramların aracılığına gerek duyduğu yerde onlar bu gereği duymaz. Peki, bu Nietzche’nin dediği gibi bir yanılsama mı? “onlarda genellikle dünyanın özünü dolaysız biçimde görünüşlerin örtüsünde açılmış bir delikten bakar gibi görme yeteneği olduğu kabul edilir ve bilimin katlanma gerektiren zorluklarına ve çabalarına katlanmadan görkemli ve ilahi bakışları sayesinde insan ve dünya hakkında kesin bazı şeylere ulaşabildikleri düşünülür.” (Sanat Yapıtı. S. 20)

Duyarlılık anlama kabiliyetine mi bağımlıdır?

Yoksa tersine özerk midir? Şu halde anlama kabiliyetinin niteliliği de işin içine karışmış oluyor: Duyarlılık özerk bir bilgi yeteneği ise bu onun anlama istidadıyla, aynı şeyi aynı ölçüde tanıyıp algıladığı ya da anlama yetisinin duyarlılığa özgü alanlardan bazılarına ulaşamadığı anlamına mı gelir?” (Sanat Yapıtı.s. 21) Platon’un düşüncesine göre yukarıdaki kavramların tam tersine aklın doyumu gerçeği öğrenmek ile duyarlılığın doyumunu birbirinden ayırt etmek gerekir. (Sanat Yapıtı. S. 22) Duyarlı bilgi ona göre özerk olan kavramlar yoluyla edinilen bilgiye karşıt bilgidir.

Bediüzzaman aklını ve kalbini duyarlı ortamlarda harekete geçirir. Birçok eseri hislerini harekete geçiren tabiat harikası ortamlarda kaleme alınmıştır. Sadece akıl olsaydı, kapalı bir mekân da kâfi gelirdi. Hâlbuki tabiatı Bediüzzaman’ın dünyasından alın, belki de o eserler ortaya çıkmaz. Birçok eser tabiat içinde, onun kucağında kaleme alınmıştır. Akıl incelediği nesneyi çözümleme yoluyla ayrıştırırken, duyarlılık bu nesnenin bütünlüğünü ve benzersizliğini korur. Baumgarten’in gözünde duyarlılık kavramsal bilginin altında yer alan bir bilgi olarak kalmakla birlikte, bu hiyerarşi onun tasarladığı kuramdan sonra tersine dönebilir. Gerçekten de bu kuram duyarlılığın varlığın özel bir alanıyla ilişkili olduğu düşüncesini ileri sürer. Doğası gereği aklın da dışında kalan bu alan bizim için varoluşu bir yana çözümleme yoluyla elde ettiğimiz verilerden belki de daha önemlidir.

Nesnellik ve hariçte vücut verme kavramları burada temel kavramlardır, bu kavramlar eserlerin içinde yalnızca o anda dünya hakkında sahip oldukları en yüksek kavrayışı temsil ettikleri için insanlar kendilerini onda tanıyabilir, sonra gereksizliğin farkına varıp onu aşabilirler.

Deha, Kant’a göre, ruh halimizi belirli bir temsil biçimine bağlı olarak ifade edilemez biçimde ortaya çıkan şeyi ifade etmeyi ve bunu evrensel olarak iletişim kurabilir kılmayı sağlayabilen şeydir. İfade edilemeyen şeylerin iletişim kurabilir kılınması toplumda gerçekten önemli bir rol oynar. Bediüzzaman kendine gelinceye kadar ifade edilmeyen şeyleri ifade etmiştir. Bu başarı deha özelliğinde olabilir.

Düşünce çalışma ilerledikçe gelir, hatta düşüncenin izleyici için sözkonusu olduğu gibi daha sonra geldiğini sanatçının ortaya çıkmakta olan kendi eserinin izleyicisi olduğunu söylemek daha doğru olur. Sanatçıya özgü olan şey işte budur. Dehanın doğanın inceliğine sahip olması ve kendi kendini şaşırtması gerekir.

Bediüzzaman kendi eserlerini hayretle okur, hem de defalarca.

Deha resmedilmiş, yazılmış ya da şarkı olarak söylenmiş eserde kendini belli eder, böylece güzelliğin kuralı yalnızca eserde ortaya çıkar ve orada yakalanmış olarak kalır, öyle ki bir başka eserin ortaya konmasında hiçbir zaman hiçbir biçimde kullanılamaz.

Dehayı güzel sanatlara karşı yetenek olarak kabul edersek terimin özgün anlamı da budur ve böyle bir yeteneği oluşturmak için bir araya gelmesi gereken güçleri bu açıdan çözümlemek istersek, öncelikle belirlememiz gereken şey, değerlendirilmesi yalnızca beğenme gerektiren doğal güzellik ile ortaya çıkma olasılığı dehayı gerektiren sanatsal güzellik arasındaki farkı ortaya koymaktır. Doğal bir güzellik güzel bir şeydir; sanatsal güzelliğe gelince bir şeyin güzel canlandırılmasıdır.

Deha ile Allah arasındaki münasebet konusu felsefecilerin uğraştığı meselelerdendir. Allah nasıl her yaptığı orjinalse, dehanın eserinin fevkaladeliliği de Allah’ın ona verdiği bu orjinal eser meydana getirme yeteneğinden dolayıdır. Deha mutluluğunu kendi içinde yaşayabilen, kendinde yoğunlaşabilendir. Allah kendi kendine yetme vasfını karınca kararınca dehaya da verir. Dehaların yalnızlığı da buradan gelir. Bu deha özellikleri Bediüzzaman’da vardır. Bediüzzaman büyük bir karakterdir. Hakiki karakter bir yandan özünde değerli amaçları ve öte yandan bu tür amaçların sıkı bir kavranışını gerektirir; öyle ki, eğer bu amaçlardan vazgeçilirse, karakterin tüm ferdî kişiliği kaybolur. O büyük amaçları olan ve onlara bütün ömrü boyunca sıkı sıkıya bağlı olan biridir. Hatta uçurumdan düştüğünde bile “!Eyvah, davam!” diye feryad eder. Onun dava telakkisi hayatını kendisine iade eder.

HEYECAN ŞEVK, ÇALIŞMA VE HAYRET

Bediüzzaman kamusal olandan uzaktır. Sıradanlık, cansızlık, ülfet, heyecansızlık kamunun akışının ifadesidir. O her yenilikçi gibi bunların yerine heyecan, şevk, çalışma, hayret gibi duyguları ikame eder. Bediüzzaman her zaman üretici, duygusal, ama mesafeli ve özeleştireldir. Bediüzzaman eserini çok çeşitli hislerin yoğurmasıyla ortaya koyar.

Eserlerinin dokusunda yoğun bir hissiyatın sıcaklığı görülür. Onun düşüncelerine yerine göre heyecan, yerine göre mantık sentaksı hâkimdir.

 Haşir Risalesi’nde heyecan ile mantık sentaksı birlikte giderler.

Yirmidokuzuncu Söz’de heyecan yoktur denemez, ama Haşir Risalesi’ndeki akıcılık görülmez. Konu daha yoğun bir mantık düzeni içinde gider.

 Âyetü’l-Kübrâ’nın birinci kısmında bu heyecanı ve sıra üstülüğü ve tırmanan bir heyecan sentaksını görürüz. Muhteva ve fikir birinci kısımda sanatsal bir tasarım, bir biçim haline gelmiştir. Ayrıca muhteva sanatsal bir tasarıma bürünecek niteliktedir. Ama heyecan ile mantık birlikte hareket ederler. Konuya sıcaklığı heyecan temin eder.

Âyetü’l-Kübrâ’nın ikinci kısmında ise mantık sentaksı yoğunlaşır, ama temsilî hikâye özelliği birinci kısma göre azalır

Bunu kendisi de belirtir. Bazı engeller sebebiyle ikinci kısmı birinci kısım gibi ele alamadığını söyler.

Bütün dehalar gibi, Bediüzzaman’ın dehası da tartışılmaz.

 “Sanatkâr kendiliğinden bir orijinal kabiliyete sahiptir, eserini belli bir biçime, hükme ve yoruma uydurmaktan ziyade tamamen yeni bir şekilde meydana getirir. Doğrudan doğruya zevkten ayrı olan bu orijinallik kudreti sanatkârın dehasını oluşturur. Bundan dolayı deha olağanüstü, harikulade bir kudrettir ki tarif edilemez. Zevk, idrak ve hayal gücü dehada öyle bir oranda birleşir ki tenkid bu oranı belirleyemez.

Dehanın en önemli vasfı bekâret ve orijinalliktir ki hiçbir üretim hiçbir amel insana bu kudreti kazandırmaz, öğretim ve alışkanlıkla elde edilen maharete mahiyet olarak hiç benzemez. Bundan dolayı dahi ve onun eseri hiçbir yasaya tabi değildir, bilakis bu eserlerden estetik için yasalar çıkartılabilir. Gerçek sanatkârın eseri örnek olur, başkalarının eserlerini ölçme ve muhakeme, mukayese esas olarak kabul edilir. Sanat dehası bu vasıflarıyla tamamen zıddı olan taklid ve maharet kabiliyetinden ayrıldığı gibi, bizzat ilmi keşfetmek kudretinden de ayrılır. Çünkü ilmi keşfetmek izaha müsaittir, yani kâşif nasıl keşfettiğini anlatabilir. Bu keşiflerin usulü vardır. Böyle olduğu için diğerleri tarafından kâşifin kabul ettiği tarz takib edilebilir, başkaları aynı usulle aynı neticeye varabilirler. O şekilde ki fizikte az çok keşiflerde ve incelemelerde bulunan âlimlerle Meselâ büyük kâşif Newton arasında ancak derece farkı vardır. Sanatta ise dehanın anahtarı, usulü gösterilemez; dehanın eserinin nasıl meydana geldiği anlatılamaz. Kısacası sanat dehası diğer ruhi insanların hepsinden ayrıdır.” (Mehmet Emin Erişirgil, Kant ve Felsefesi, s. 326)

Kant’a özgü dehanın bir başka özelliği de klasik kurama karşı çıkmasıdır:

Sanat eseri kavramlaştırılamaz canlandırmaların paylaşılmasının bir aracı haline gelir. Deha belirli bir canlandırmaya ilişkin bir ruh hali içinde yer alan ifade edilemez bir şeyi ifade eder, onu evrensel olarak iletilebilir kılar. Bunun sonucu olarak dehanın ortaya koyduğu şey hiçbir gelen kuralın buyruğuna girmez.

Bediüzzaman’ın eserleri hiçbir kuralın buyruğu ile yazılmamış, orijinal eserlerdir. Bu kavram böylelikle sanat eserinin bundan böyle doğaya öykünme, taklid olarak değil, doğayı üretme olarak anlaşılmasına izin verir. Deha ruhun yapısında var olan bir yetenektir, doğa bu yetenek aracılığıyla sanata kurallarını verir. Deha görülmeyeni, görülmemiş şekilde ifade eder, Bediüzzaman gibi.

Schiller ve Schelling gerçekten de Kant’a karşı olarak aşırı duyarlı olana işkin bir bilginin var olabileceğini ileri sürer ve dehada duyarlı olanın sınırlarının fiili olarak aşılmasının ayrıcalıklı bir örneğini görür. Dâhiyi insanlığın doruğuna yerleştiren hiyerarşik şema gerçek olarak ancak bu kavrayışla ortaya çıkar. Dahi bu arada insanlığın geriye kalan bölümü için bir yetkinlik örneği olmaktan çok üstün bir insandır. Böylece dâhinin önde gelen nitelikleri ahlâkî ve ruhi niteliklerdir. Cesaret, kararlılık, geniş görüşlülük onun bilinen dünyanın tüm duyarlı olduğu kadar kavramsal sınırlarını aşarak çok duyarlı bir düzenin sezgisine ulaşmasını sağlayan niteliklerdir.

Prof. Dr. Himmet Uç –  RİNYAY Makaleler

Bediüzzaman’ın Yazarlık Serüveni ve Mesnevi-i Nuriye Eseri

Bediüzzaman yazacağı eserlerde önce nasıl yazması lazım geldiğini, nasıl bir tefekkür sistemi takib etmesi gerektiğini uzun zihni sirkülâsyonlarla ortaya koyar.

Kendinden önce bir telif ananesi ve büyük şahsiyetler ve eserleri, tefsirleri ve yorumları vardır. Başlangıçta onların içinde bir yol seçme konusunda mütehayyirdir. Akli ve felsefi ilimlerle çokça meşgul olduğu için hakikatların hakikatine, kendi deyimi ile hakikatü’l-hakaike karşı tarikat ehli gibi bir meslek arar. Yalnız kalben harekete kanaat etmez. Çünkü aklı ve fikri, felsefe hikmeti ile yaralıdır, tedavisi gerekir. Hem kalben, hem de aklen hakikata giden bir yol arar. Farklı insanlar, farklı cazibedar metinlerle önünde durur, kararsızdır. İmamı Rabbani’nin “tevhid-i kıble et” ihtarından sonra hakiki üstad Kur’an’ı kabul eder ve arkasından gider. Kalb, ruh, akıl birlikte hiçbirinin hükmünü görmezlikten gelmeyerek hakikat yolunda gezer. Artık kararsızlık bitmiş Kur’an’ın dersi ile hakikate bir yol bulmuş ve girmiştir.

İLK ESER MESNEVİ

Bu duruş ile Mesnevi isimli eserini meydana getirmiş. Mesnevi isimli eserini çeviren Abdülmecit Nursi çevirdiği tarihi belirtmemiş, eserlerin kronolojisi içinde eserin telif tarihi hakkında net bilgi yok. Mesnevi-i Nuriye isimli eser Risale-i Nur isimli eserlerden önce telif edilmiş. Telifi kendisi anlatır. “Aslı Farisi sonra Türkçe olan Mesnevi-i Şerif gibi o da Arapça bir nevi Mesnevi hükmünde Katre, Hubab, Habbe, Zühre, Zerre, Şemme, Şule, Lem’alar, Reşhalar, Lasiyyemalar ve sair dersleri ve Türkçede o vakit Nokta ve Lemaat’ı gayet kısa bir surette yazmış.” (Mesnevi-8) Eserlerinin telif tarihleri hakkındaki kronolojilerde çok önceden kaleme alınan bu eserlerin 1921-23 yılında 33 Lem’a, Mesnevi-i Nuriye adı altında yayınlanmış görüyoruz. (Orhan Güler, Bediüzzamanlı yıllar, s. 498) Bediüzzaman bu eserini Risale-i Nur’un fidanlık’ı olarak görür. “Demek bu Arabî mesnevi mecmuası Risale-i Nur’un bir nevi çekirdeği ve fidanlığı hükmündedir.” (Mesnevi-8)

YENİ ANLATIM TEKNİKLERİ

Bediüzzaman’ın zihni ve muhayyilesi, müfekkiresinde Risale-i Nur’un çekirdekleri devamlı gelişen bir büyüme ve bekleme süresi geçirmiştir. Büyüdükçe, yeni unsurlar eklendikçe, yeni dil yapıları ve üsluplar kazandıkça Sözler, Lem’alar, Şualar, Tarihçe suretinde en mükemmel şekilleri ile ortaya çıkmışlardır. Bediüzzaman işlediği konuları devamlı takib etmiş ve dilinde değişmeler yapmış, ona yeni anlatım teknikleri ilave etmiş, mükemmelden daha mükemmele, daha mükemmele bir yol izlemiştir. Bunların yani her temanın mesela Melekler ve Haşir bahsinin Mesnevi’deki izahı ile Sözler’deki izahı farklıdır, çekirdek olarak aynı olmakla birlikte Bediüzzaman Sözler’de çok daha itinalı üslubda ve kelime seçiminde uzman ve dildeki sadeleşme cereyanlarına uygun olarak yeni bir dil, üslup ve ifade imkânı seçmiştir.

Bediüzzaman Mesnevi isimli eserinde;

Lasiyyemalar’da 9 kere “arkadaş” der, dokuz bahis anlatır. Katre’de 26 kere “arkadaş” der, o kadar bahis anlatır, her ikisinde 35 defa “arkadaş” denmiş olur.

Hubab 58, Habbe 54, Zerre 33 Toplam 236 defa “i’lem” denilmiş.

Şemme 22, 10 Risale 48, Şu’le 21, Arkadaş ve i’lemlerle 281 tema veya bahis ele alınmıştır, sonraki eserlerine kıyasla mücmel bir tarzda. Nokta’da dört burhan, Zühre’de 15 nota, Lem’alar’da 12 Reşha, bunlarda 31 bakış ve bahistir. Yaklaşık 312 tema işlenmiştir Mesnevi-i Nuriye’de. Reşhalar ve Notalar başka yerde işlendiğinden Mesnevi’de yaklaşık Mesnevi’ye has olan 285 bahis vardır. Bediüzzaman her İ’lem’de farklı bir bahis işlemiştir, belirtir: “Hem i’lemler birbirine bakmayarak muhtelif ilimlerin ve hakikatlerin fihristleri hükmünde yazıldığından…” (Mesnevi-9)

Bahislerin özet ve kısa olarak anlatılmasının yanında eğer tam izah edilse Risale-i Nur telif edilmeden onun vazifesini görebileceğini ifade eder Bediüzzaman. 285 madde veya bahsin her biri mufassal olarak anlatılsa ortaya çok büyük bir eser çıkacağı kesin. Mesnevi’nin muhatabı okuyucudan ziyade “eski talebelerinin fehimlerinin derecesine göre” ayrıca “yalnız kendisi anlayacak bir surette” (Mesnevi-8) yazılmıştır. Muhatab kendisi ve eski talebeleridir. Hâlbuki daha sonraki eserlerinde daha genel bir muhatab seviyesine göre dil ve ifade kullanılmıştır.

KUR’AN-İ KERİMİN BAHÇESİ VE ÇİÇEKLERİ

Bediüzzaman Mesnevi isimli eserini kendi nefsi ile olan cihadı esnasında sıcağı sıcağına yazmıştır. O anki ruh halini, yaralarını tedavinin acelesi içinde bulunduğu dehşetli halden dolayı, şifre ve anahtar kabilinden konuştuğunu söyler: “Bu risale bazı ayat-ı Kur’an’iyenin şuhudi bir nevi tefsiridir. Ve ondaki meseleler Kur’an-ı Hakim’in bahçesinden koparılmış çiçeklerdir. Bu risalenin ibaresindeki icmal ve icaz ve fehmindeki zahiri müşkilat sana tevahhuş vermesin. Tekrar tekrar mütalaa et, ta ki ‘Lehülmülküssemavati ve’l ard’ ve emsalsiz takrarat-ı Kur’an’iyenin sırrı sana açılsın.”

“Ey kari! Bu mecmuadaki tevhidin burhanları ve mazharları, birbirine ihtiyaç bırakmıyor zannetme. Çünkü ben her bir burhana her bir makam-ı mahsusta ihtiyaç hissettim. Harekât-ı cihadiyem beni öyle bir mevkie ilca ediyordu ki, o mevkide, o anda bir kapı açmaya mecbur kalıyordum. Çünkü o dehşetli anda diğer açık kapılara dönmek müyesser olmuyordu. Hem o seyahat-ı acibede rast geldiğim nurlara delalet etmek için değil, belki hatırlatmak için işaretler koydum. Bazen büyük bir nura bir işaret koyuyordum, ila ahir diye ne kadar güzel bir mukaddimeyi bir hülasayı bu mecmua adeta şifre gibi bir anahtarı karilerine takdim ediyor.” (Mesnevi 259) Bahisler ayrı olsa da birbirine ihtiyaçlarının olduğu ifade edilmektedir.

DEHAVARİ BİR İRTİBAT

Mesnevi-i Nuriye’deki bahisler arasında ortak noktalarına göre bir tasnif yapmak mümkündür. Bediüzzaman’ın hakikatlere nasıl farklı perspektif veya vecihlerden baktığını anlamak için böyle bir tasnif gereklidir. Çünkü Bediüzzaman bir bahsi açınca, daha sonra çağrışımla dehavari bir irtibatla sonra o bahsin bir başka yönünü açıyor. Genel olarak eserlerin haritası içinde bahislerde lüzumsuz tekrarlar yok, bu, sıradan bir matematik zekânın yapamayacağı bir iş, geniş ve denetlenen ve canlı tutulan bir muhayyile ancak bunu yapabilir.

PEYGAMBERİMİZİN RİSALETİNDEKİ GÜZELLİK

Güzel kelimesi etrafındaki bahisler: 31, 41, 60, 95, 138, 210, 211. Mesnevi’deki estetik bahisleri büyük bir yoğunluktadır. Ama sadece güzel kelimesi etrafında dokunan bahislere bakalım. Bediüzzaman kâinattaki sanat güzelliklerinin peygamberimizin risaletine delil ve şahid olduğunu söyler. Güzellik bir görüntü veya görünümdür, fiziksel bir durumdur. Görüntü, yansıma ile peygamberimizin peygamberlik görevi risalet arasında nasıl bir bağıntı kurmaktadır. Sanat güzelliğinden insanlığın en güzeline giden bir sıralama ile bahsi netleştirir.

KÂİNATTAKİ SANAT GÜZELLİKLERİ

Bediüzzaman nesnelerden hareketle bahsi geliştirir. Nesnelerden bahsettiği yerde beşeri estetik kuramlarını öne sürer. “Zira şu zinetli masnuatın cemali, hüsn-i sanat ve ziyneti izhar eder.” (Mesnevi-i Nuriye 31)

Bütün varlıklarda simetri, geometri ve armoni ile güzellikler husule getirilmiştir.

Bir çiçeğin yapraklarının büyüklüğü ve aralarındaki mesafe simetri ile elde edilen bir güzelliktir.

Geometri varlıkların güzelliğini doğuran nisbetler ve uzaklıklardır.

Armoni ise birbirinden farklı geometrideki nesneler arasında meydana getirilen iç ve dış güzelliktir, mesela insandaki gibi.

Bediüzzaman’ın zinetli masnuat dediği bunlardır. Bunlarda güzellikler, sanat güzelliği ve belli bir simetri ile elde edilmiş süsler görülür. Bir sanatçı eserini güzelleştirmek ister, çünkü güzeli elde edemez ise sanat eseri beğenilmez. Kâinattaki masnuat madem sanatlıdır, o sanat eserlerine sanat olma özelliğini veren ve onlarda güzelin yansımalarını çeşitli şekillerde gösteren Sâni yani sanatçıdır. Bu ister beşeri, ister ilahi olsun bir esere güzel özelliği veren onun sanatçısıdır, sâniidir. Sanatçıda güzelleştirme isteği olmasa eser güzel olmaz. Güzel ile sevgi arasında bir psikolojik, bir ruhsal bağ vardır. İnsan kendini süslerken bile güzeli elde etmek için gayret eder ve tam güzel olduğunda kendine veya bir başkasına sevgi duyar. Sani, ister Allah, ister insan olsun eserini güzelleştirirken kendindeki güzelleştirme isteğini dışsallaştırmış olur, izhar eder.

BEDİÜZZAMAN VE SANAT FELSEFESİ

Sanat felsefesi bu güzelleştirme konusunda bir şey söylemez. Sadece sanatçının sanat eserini meydana getirdiğini söyler. Bu kadar derinleşmez. Sanat eserden yukarı gitmez, eserin üzerinde durur, orada odaklaşır, Bediüzzaman ise her güzelliğin bir güzele doğru giden yolun başlangıcı olduğundan hareket eder. Güzelleştirme ve muhabbet arasındaki bağlantıyı kurar. Bediüzzaman; “Sanat ve suretin güzelliği, Sânide güzelleştirmek ve zinetlendirmek sıfatları, Sani’in sanatına olan muhabbetine delalet eder.” (Mesnevi 31) der.

MASNUATIN EN MÜKEMMELİ İNSAN

Bediüzzaman sanat güzelliğinden insan güzelliğine gelir. Çünkü güzelleştirme isteğinin en ideali insanda gerçekleştirilmiştir. “Bu muhabbet ise masnuatın en ekmeli insan olduğuna delildir. Çünkü o muhabbetin mazhar ve medarı insandır.” (Mesnevi 31) O muhabbet dediği, Allah’ın muhabbetidir. Bir evdeki bütün güzellikler o evin sahibi veya sahibesi üzerinde biçimlenmiştir. Kâinattaki bütün güzellikler de insanın etrafındadır. Hem insan mahlûkatın en güzelidir, hem de onun dışındaki güzellikler de evreni güzelleştirdiğinden dolayı ona dönük güzelliklerdir.

SANİİN MAKSATLARININ MUHATABI İNSAN

İnsanın güzelliği konusunda sadece güzellikte kalmaz. Çok zincirleme bir yorum zinciri kullanır. “İnsan dahi masnuatın en cami ve baid bir cüzüdür. İnsan zişuur ve cami olduğu cihetle, nazar-ı amm şuur-u külli olur. Nazar-ı amm olduğundan şecere-i hilkati tamamıyla görür; şuuru da külli olduğundan şecere-i hilkati tamamıyla görür; şuuru da külli olduğundan Sani’in makasıdını bilir. Öyle ise insan Saniin muhatab-ı hassıdır.” (Mesnevi 31) İnsan masnuatın en camiidir. Masnuat güzellikten doğan bir sanat eseri olduğundan, en güzel özelliklerin kendisinde toplandığı canlı insandır.

İLAHİ HEDEFLER: HAYIR-HÜSÜN-GÜZELLİK VE MÜKEMMELİYETTİR

Bediüzzaman eserlerinde insanın güzelliğine görüntünün ötesinde anatomik yapısını da katar. Kâinatta hâkim yasanın güzellik olduğunu anlatır ve insanı ve bilimleri buna katar. “Fenlerin casus gibi tedkikatiyle ve hadsiz tecrübelerle sabit olmuş ki kâinatın nizamında galib-i mutlak ve maksud-ı bizzat ve sani-i Zülcelal’in hakiki maksatları, hayır ve hüsün ve güzellik ve mükemmeliyettir. Çünkü kâinata ait fenlerden her bir fen, külli kaideleriyle bahsettiği nevi ve taifede öyle bir intizam ve mükemmeliyet gösteriyor ki ondan daha mükemmel akıl bulamıyor.

Mesela, tıbba ait teşrih-i beden-i insani (anatomi)

ve fenn-i kozmografyaya tabi Manzume-i Şemsiye fenni,

nebatat ve hayvanata ait fenler gibi bütün fenlerin her birisi, külli kaideleriyle o bahsettiği kısımda Sani-i Zülcelal’in o nevideki nizamında mucizat-ı kudretini ve hikmetini ve ‘ahsene külli şeyin haleka’ hakikatini gösteriyor.” (H Ş 105)

Bu yazı yarım kalan aşkım

Ben bu adama aşıkım

Yalan söyleme hadi ordan

Gözünü kulağını çekebildin mi dünyadan.

KENDİME, DİNLE KÜÇÜK ADAM!

Bu yazıya bir süre önce başlamıştım, yarım kaldı. Sonra Necip Fazıl’ın psikanalitik dünyasını yazmaya başladım, bir büyük denize düştüm, sahilde bir kurtarıcı olsa arada sırada ona bakardım. Üstaddan çok istifade etmiş ama onları sanatlı imajlara dönüştürmüş. Onları aynı yolda yürüyen kahramanlar olarak görüyorum. Ben onları çocuk saflığında seyrediyorum, iyi seyirler. Ne kazandımsa çocukluğumdan ne kaybettimse çocukluğumdan, hep küçük adamlardan çektim, büyük gibi görünen küçük adamlardan. İsimleri büyük ama ruhları nesne ve menfaatlere boğulmuş küçük adamlar. Reich’in Dinle Küçük Adam diye bir eseri var, onu her gördüğümde kendime “dinle küçük adam derim” kendini küçük görmek güzel bir şey, çünkü insan küçük olunca büyük olmaya çabalar, ama bir kendini büyük görmesin, olduğu yerde sayar, bizim okulun kapısı gibi.

Necip Fazıl’ın büyük dervişlere acaip hayranlığı var.

Şah-ı Nakşibendî, Yunus Emre, onun için iki dayanılmaz derinlikli, ulaşılmaz yükseklikli iki şiir yazmış. Ruhuyla nasıl empatiler gerçekleştirmiş.

Bir de pamukçu Hallac-ı Mansur’u anlatmış. Okurken Mansurleyin ölmek ister gibi.

Bir portre yazısı da O’na isimli şiiri zannedersem Abdülhakim Arvasi’ye yazmış. 1934’ten önceki yıllar suyu arayan adam gibi bir ışık aramış, desteksiz ruhunun yalpaları onu bir vapurda tesadüf olmaz ya bir zat ile Ağa Cami’indeki Necip Fazıl’a götürmüş.

Tam otuz yıl saatim çalışmış ben durmuşum

Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum” diyor.

Gece 03.06, üç ayların geceleri, rüzgâr hafif esiyor. Bediüzzaman’ın 33 Pencere’deki nesnelerle olan ilgisini yazacaktım. Başka dünyalara gittim.

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer

www.risaleakademi.com

Eski Said ve Eski Said Dönemi Sergisi Ardından

Eski Said veya Birinci Said sergisi, terminolojik olarak eski ile yeni Said veya Birinci ve İkinci Said dönemi tartışılabilir. Eski gündemini kaybetmiş olarak mı algılanmalı, yoksa birtakım zaruretler mi böyle bir sınıflandırmayı veya ayırımı zorunlu kıldı?

Eski Said dönemi ile Yeni Said dönemini gerekli kılan sosyal, tarihi ve siyasi şartlar olduğu kadar Bediüzzaman’ın mücadele takvimi içinde zorunlu yapan nedenler de var. İki dönem arasında bir büyük kırılma var; bu bir tarihi kırılma olarak yorumlandığında Osmanlı’dan Cumhuriyete geçişin arasındaki kırılma dönemini hatıra getirir.

Bu iki devrin Bediüzzaman’a bakışı arasında büyük bir tezad olduğu görülür.

Birinci Said dönemindeki mücadele tarzı, Cumhuriyet devrinin şartları içinde imkânsızdır. Birinci dönemde büyük itibar gören bir misyon adamı, ikinci dönemde hayatına bile sürekli kastedilen bir insandır. İki dönem o kadar birbirine kıyaslanamayacak kadar unsurlarla doludur.

İkinci dönemde sahnede kalan kimse yoktur, tiyatro tek kişilik bir tiyatrodur, bir monolog tiyatrosudur, sadece sahnede bir şahıs kendi iç monologları ile konuşmakta, seyirciler ise  oyuncunun el kol hareketlerini görmekte ama bir şey anlamamaktadırlar.

OSMANLI VE ÇAĞDAŞLAŞMA

Osmanlının değişim tarihi içinde her ne kadar farklı bir dönem orta yerde varsa da asıl hedef imparatorlukları yönetmiş, dünya tarihinde en büyük değişimleri gerçekleştirmiş bir mantık ve misyonun, tamamen yok edilmesi için yapılan manevralar vardır. Ortaya çıkarılan kültür politikaları ve aydın portresi bazı hakikat olmayan, hak gibi görünen iddialara çağdaşlaşma adı altında inandırılmıştır. Hâlbuki çağdaşlaşma modeli Osmanlının yıkımını doğurduğu gibi Cumhuriyetin de bir süre sonra tehlike çanlarını çaldıracak bir yapıdadır. İmparatorluğun tarih sahnesinden çekilmesinden sonra, zihinlerde kalan Osmanlı zihniyetinin de silinmesi  yüz yıla yakın bir süreyi içine almıştır.

Çağdaşlaşma adı altında yapılanların hepsi ;

bir medeniyetin,

bir dünya görüşünün,

bir kültürün, bir dinin,

bir insan portresinin,

bir ilişkiler ağının,

bir coğrafyanın tamamen silinmesi üzerine inşa edilmiştir.

Ama çok yüksek düşünceli aydınlar bunu çağdaşlık olarak algılamışlar,  sonucun nereye varacağını bilememişlerdir.

ŞARKI AYAĞA KALDIRACAK DİN VE KALBDİR

Eski Said döneminin son siyasi büyük olayı olan Reisi cumhur ve Meclise gönderilen  tavsiye mektubu, o dönemin bütün yöneticilerinin göremediği geleceğe dönük tehlikeli sinyaller barındırır. O sinyaller çok kısa bir süre sonunda realite olmuştur. Mesela şu cümleler, bugünü gören bir insanın basiret ihtarıdır:

Enbiyanın ekseri şarkta ve hükemanın ağlebi  garpta gelmesi  kader-i ezelinin  bir remzidir ki, şarkı ayağı kaldıracak  din ve kalbdir, akıl ve felsefe değil.  Şarkı intibaha getirdiniz, fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa sa’yiniz ya hebaen gider veya muvakkat sathi kalır.” (M., 100)

Savaşları kazanmış bir yeni toplum, eğer toplumun fıtratına yaratılışına uygun bir cereyan veremezse çalışma yüzeysel/sathi kalır. Nitekim öyle olmuştur.

HÜRRİYET VE İSTİKLAL

Bediüzzaman hangi tür olayın nerede noktalanacağını bilecek kadar çok büyük  bir projeksiyon ve basiret adamıdır. Bediüzzaman bütün Cumhuriyetçilerden yüzlerce defa büyük bir cumhuriyetçidir, binanın adından çok devamlılığını düşünür. Ama o binaya o ismi verenler, devamlılığın bir yerde inkıtaa dönüşeceğini görecek kadar basiret sahibi değillerdir. Çünkü birlikte savaştıkları halkı, onların dini ve manevi önderlerini, onların kültür ve din kaynaklarını, bütün bir yaşam biçimini bir tarafa itmekle kalmamış, aşağılamanın en büyüğünü yapmışlardır. Hürriyet ve istiklali için savaş meydanlarında ölmüş olan fakir bir milletin en büyük değeri olan kültür ve din muzır telakki edilmiştir.

Millet biz bunları beklemiyorduk demişler, birçok aydın yeni topluma ayak uyduramamış ülkesini terk etmiştir.

Bütün bu olanlardan rahatsız olan birkaç aydın hapishaneyi mesken etmişlerdir.

Necip Fazıl daha sonraki dönemlerde oğluna yazdığı şiirde;

Zindan iki hece Mehmed’im lafta,

baba katili ile baban bir safta

Bir de geri adam boynumda yafta

Fouche, Fransız değişim tarihinde dahi hain olarak bilinir. Kilisenin değerlerini at ve eşeklere yükler, sokaklarda dolandırır. Ama bir gün sürgün edildiğinde o muzır telakki ettiği kiliseye sığınır. Elli yıl üç nesli savaş meydanlarında hürriyeti uğruna vermiş bir büyük milletin, imanını yüreğinde fazla gören bu garabetler bir gün keser ve hesabın döneceğini bilememişlerdir. Bunların medeniyet tarihi ve kültür tarihi diye bir baktıkları kitap yoktur, baksalar bu tür sorumsuz ve sistemsiz olmazlar, sistematik düşüncelerin sonunun hüsran olduğunu görürlerdi.

Bediüzzaman’ın ikinci tehlike sinyali

Avrupa medeniyet-i habise kısmından süzülen bir cereyan-ı bid’atkarane  sinesinde yer tutamaz. Demek âlem-i İslam  içinde mühim  ve inkılabvari bir iş görmek, İslamiyetin desatirine inkıyad ile olabilir, başka olamaz. Hem olmamış, olmuş ise de çabuk  ölüp sönmüş.” (M., 100)

Cümlenin sonunda dört fiil var, bu büyük bir medeniyet tarihçisi basiretidir. O dönemde kimsede yoktur, olsa belirtisi olur.

Halide Edip boşuna Amerika’ya gitmemiştir. Yahya Kemal de elçiliklere boşuna gönderilmemiştir.

Olabilir, başka olamaz, hem olmamış, olmuş ise de çabuk ölüp sönmüş.

İnsanlar ne ile yaşar?

Devletler ne ile devamlı olur?

Bunu bilmeyen nerden yeni bir ev inşa etsin?

Olamaz derken bir kesinlik öne sürüyor, olmamış derken insanlık tarihinde olmadığını söylüyor, bütün bir tarihi şahit gösteriyor, olmuşsa da çabuk ölmüş sönmüş diyor. Yapılmış değil, yapılacak olanın akıbetini görmüş son cümleleri ile. Sistemi inşa edecek olanların kafasındakileri gördüğü için.

MİLLETİ, NESLİ VE DİNİ KURTARMAK

Eski Said Osmanlıyı kurtarmak, daha sonra Cumhuriyeti milletin ve dinin mizacına uygun ve sürekli hale getirmek, dini kurtarmak, hepsinden önemli milleti ve nesli kurtarmak  gibi birbiri içinde gayeleri olan bir büyük insandır.

Ama İstanbul siyaseti ona İstanbul’u terk ettirdiği gibi Ankara siyaseti de Ankara’yı ve  batı tarzı siyaseti terk ettirir. Çünkü onun bahadır mizacı, gücü, yalan ve manevra ile tahdit etmek üzerine kurulmuş olan Batı tarzı siyaset ile imtizaç edemedi. Ona kala kala milleti ve nesli, dini kurtarmak görevi kalmıştı. İşte Yeni  Said mücadele takviminin gereğini yapmış, şartların kendisini ittiği, yönelttiği bir görevi inşa ettirmiştir. Bu büyük tarihi ve kişisel misyon kırılmalarından sonra Van, İstanbul, Barla hattından sonra Yeni  Said doğmuştur.

İNSAN-OLAY-NESNE GÖZLEMLERİ

Eski Said’in hayatında kitaplar, insanlar, olaylar vardır. Kitapları tanır, insanları tanır, olayları tanır. Dönem hasta adam dönemidir, Bediüzzaman hasta adamı kurtarmaya bir büyük gayret gösterir, muhtelif coğrafyalar ve değişik olaylar ve çok çeşitli insanlarla karşılaşır ve bir büyük tedavi edici olan yapısı ile hastasının nasıl kurtulacağına dair gözlemlerde bulur, sonra onlar üzerine eserlerini kurar. Risale-i Nur Eski Said’in gözlemleri üzerine inşa edilmiştir; insan gözlemleri, tabiat gözlemleri, olay gözlemleri, nesne gözlemleri. Bediüzzaman olay-insan-gözlem-nesne dörtlüsü üzerine eserlerini kurmuştur. Eserlerinin canlılığı da buradan ileri gelir.

HASTALIKLAR VE TEDAVİ ÇARELERİ

Eski Said hastasını, muhtelif hastalıkları görmüş, onların tedavi çarelerini daha sonra üretmiştir.

Hastalıklar;

ümitsizlik hastalığı,

varlık ve evren, insan ilişlilerinde tatmin edici yeni yorumlar yapamama hastalığı,

Allah’ı bilmeme ve tanıyamama hastalığı,

ahireti düşünememe, anlayamama hastalığı,

Allah ile olan münasebetlerin iyi inşa edememe hastalığı,

dua ile evreni ve nesneleri birleştirip Allah’a takdim edememe hastalığı,

insanlar arası ilişkileri tanzim edememe hastalığı,

tabiatı yorumlayamama hastalığı,

felsefe karşısında mağlup ve suskun durma hastalığı,

dinin toplumdaki yerini belirleyememe hastalığı,

sevgisizlik, iletişimsizlik hastalığı ve daha  birçok hastalık.

Bütün bu hastalıkları taşıyan insanların izlerini onun eserlerinde görmek mümkün. Ortada bir Eski Said var veya yok, ama Bir Said var. Birbirini tamamlayan bir Said. Bediüzzaman geleneksel kitap müellifleri gibi hayatla ilgisini bırakıp bir itikâf odasında eserlerini yazabilirdi. Ama öyle bir eser ne kadar tatmin edici olabilirdi. O eserlerini sürekli ve hareketli mizacının gereği olarak hayat üzerine kurmuş, hayatın eserlerini, hayatının eserlerini yazmış.

BU GÜNLER BENİM BAYRAMIM

Eski Said dönemi onun hayatının çok yönlü gereği olarak yaşanmış ve yaşanması mutlak zorunluluk olan bir hayattır. Yeni Said dönemi üretim için dünyasına kapanan bir adamın gereğidir. O kadar uzun bir Eski Said döneminden sonra dehasının ambarında yığılmış olan bilginin tabiat gözlemleri ile yeryüzüne dünyanın en büyük tefekkür sistemi olarak çıkması zorunludur.

Eski Said dönemi bir psikolojik ve psikanalitik, dini ve felsefi dönemdir. Çok ciddi araştırmalarla arkeolojisi yapılması gereken bir dönemdir. Eski Said döneminin şahitleri yok, Yeni Said döneminin şahitleri son demlerinde ve bayramlarını kutluyorlar, ikinci bayramı. Birinci bayramı Bediüzzaman eserleri telif ettikten ve matbaalarda basıldıktan sonra “Benim bu günler bayramım” der. İkinci bayramı ilk talebeleri ömürlerinin meyvesini görerek kutluyor. Yeni bir nesil doğmalı bayramı bütün dünyanın sanat, edebiyat, fikir ve ilim mahfillerine taşıyan büyük kapasiteli insanlar. Haydi, arkadaşlar, koşalım, satırlar arasında, insanlar arasında ebede kadar, daha çok güzel günlerimiz olacak. Haydi, yeni nesil…

Prof. Dr. Himmet Uç

http://www.risaleakademi.com