Etiket arşivi: Prof. Dr. Himmet Uç

Meydan Adamları ve Fetih Marşı

Resulullah (ASM) 140 bin kişiye hitap etti, bir büyük meydanda, o konuşmanın o günün şartlarında her kulağa gitmesi de bir mucize idi. O böyle meydanlarda ümmetine çok hitap etmişti. Hutbelerde hitap etmişti, ama bu en büyük meydanda ümmetine veda ediyor ve  bütün asırlarda değerini koruyacak telkinlerde bulunuyordu.

Veda Haccı’nda Hz. Muhammed (sav)’in Yaptığı  Konuşma;

Allah’a hamd olsun. O’nu över, O’na şükrederiz. O’ndan medet umarız. O’ndan bağışlanma dileriz, tevbe ederek O’na ita­ate yöneliriz. Nefislerimizin kötülük telkin­lerinden ve kötü ameller işlemesinden Al­lah’a sığınırız. Allah kime doğruyu göste­rirse, kimse onu hak yoldan uzaklaştıra­maz. Kimin de hak yoldan uzaklaşmasına özgürlük tanırsa, kimse ona doğruyu gös­teremez. Tek Allah’tan başka tanrı olma­dığını, ilahlığında, otoritesinde, mülkün­de, tasarruflarında ortağı bulunmadığını kabul ve tasdik ederim. Muhammed’in O’nun kulu ve Rasûlü olduğunu kabul ve tasdik ederim. (1)

Ey Allah’ın kulları, size Allah’a sığın­manızı, emirlerine yapışmanızı, günahlar­dan arınmanızı, azabından korunmanızı öğütlerim. Size tekrar tekrar, O’na itaati tavsiye ederim. Sözlerime hayırlı olanla, O’nun izni ve yardımıyla başlıyorum. (2)

Ey İnsanlar! Ben sizin hepinize, Al­lah’ın; emirlerini tebliğ ile görevlendirdiği, ilahî hükümleri icraya, ülkeyi imara, dünya düzenini kurmaya, sağlamaya memur et­tiği tek yetkili Rasûlüyüm. Beni dinleyin, size bazı açıklamalar yapacağım. Bu yıldan sonra, bir daha burada sizinle buluşup buluşamayacağımı bilemiyorum. (3)

Ey İnsanlar! Kanlarınız, canlarınız, yaşa­ma hakkınız, mallarınız, namuslarınız, haysiyet ve şerefleriniz, vücut bütünlü­ğünüz Rabbinizle buluşacağınız güne ka­dar bu ayınızda, bu beldenizde, bu günü­nüzün saygıya, korunmaya layık olduğu gi­bi, saygıya ve korunmaya layıktır, doku­nulmazdır. Ancak İslam’ın koyduğu sorumluluk gereği uygulanan gerekçeli kara­ra dayalı cezalar müstesnadır. (4)

Benim sözlerimi iyi dinleyin ki, izzet ve şerefle huzurlu yaşamaya devam edesiniz. Sakın haksızlık yapmayın ve zulmetmeyin. Sakın baskı, zulüm ve işkenceye alet olmayın. Sakın zulme boyun eğmeyin. Haksızlığa rı­za göstermeyin. İyice anlatabildim mi?

Allah’ım, Sen de şahit ol. (5)

Ashabım! Siz Rabbinizin huzuruna vara­caksınız, size işlediğiniz bilinçli amellerin hesabını sorulacak. İyice tebliğ edebildim mi?

Allah’ım, Sen de şahit ol! (6)

Ey İnsanlar, Allah’a sığının, emirlerine yapışın, azabından korunun. İnsanların mallarını eksik teslim etmeyin, değerlerini düşürmeyin, bedellerini eksik ödemeyin, mallarını kötülemeyin, haksız rekabet yap­mayın, aldatarak, hile yaparak, fırsat kollayarak, gasp ederek insanların haklarını zayi etmeyin, zayiine sebep olmayın. Ül­kede, yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmakta ve küfürde ileri git­meyin. (7)

Ashabım! Kimin yanında bir emanet varsa, bu emaneti sahibine versin. Size hediye verene hediye ile karşılık verin. Kefil borçlu gibidir. Borcun ödenmesi gerekir. (8)

Soyunuzdan sopunuzdan medet umarak benim yanıma yaklaşmayın. İşlediğiniz bi­linçli amelleri vesile ederek yanıma gelin. Ben bütün insanlara da, size de aynı şey­leri söylüyorum. (9)   

Cahiliye döneminin faizli alışverişleri kaldırılmıştır. Yüce Allah, kaldırılan ilk fa­izin,  Abbas b. Abdilmuttalib’inki olmasını emretmiştir. Ancak ana paralarınız sizindir. Ne siz haksızlık edebilirsiniz, ne de haksız­lığa uğratılacaksınız. Allah, faizli alışverişin yapılmayacağını icrası kesin hüküm haline getirdi. Kaldıracağım ilk faiz amcam Ab­bas b. Abdilmuttalib’in faizli alış verişlerindeki faizdir. (10)

Ey İnsanlar! Hangi ayda, hangi günde, hangi ülkede olduğunuzu biliyor musu­nuz? (11)

(İnsanlar, ‘saygıya layık korunan bir günde, dokunulmazlığı olan ülkede ve bir ayda’, dediler.)

Ey İnsanlar! Kanlarınız, canlarınız, yaşa­ma hakkınız, mallarınız, namuslarınız, haysiyet ve şerefleriniz, vücut bütünlüğü­nüz, Rabbinizle buluşacağınız güne kadar bu ayınızda, bu beldenizde, bu gününüzün saygıya, korunmaya layık olduğu gibi, saygıya ve korunmaya layıktır, dokunul­mazdır. Ancak İslam’ın koyduğu sorumluluk gereği uygulanan gerekçeli karara da­yalı cezalar müstesnadır. (12)

Ashabım! Şunu belirteyim ki, Cahiliye dönemindeki bütün kan, su ve mal dava­ları, kıyamet gününe kadar şu ayaklarımın altındadır. (13)   

 Kıyamet gününe kadar Cahiliye döneminde var olan kan da­vaları kaldırılmıştır, Cahiliye döneminde var olan kan davaları kaldırılmıştır, kaldıracağımız ilk kan davası, Amir (İyâs) b. Rebîa b. el-Hâris b. Abdülmuttalib’in kan davasıdır. O Sa’d b. Leysoğulları’nda süt anneye verilmiş bir çocuktu. Hüzeyl, onu öldürdü.

İyice tebliğ edebildim mi?

(İnsanlar; ‘elbette tebliğ ettin’, dediler)

-Allah’ım Sen de şahit ol! Burada bulu­nanlar sözlerimi bulunmayanlara iletsin. (14)   

Kâbe hizmetkarlığı ve hacıların su ihtiya­cını karşılama dışında cahiliye devrinin hükümet görevleri kaldırılmıştır. (15)   

Kasten adam öldürmenin cezası, kısas­tır. Kasten öldürmeye benzeyen cinayet, sopa ve taşla öldürmedir. Diyeti, yüz deve­dir. Kim daha fazlasını isterse, o İslam’ı benimsemeyen Cahiliye dönemini özleyen biridir. En büyük Allah düşmanı, kendisine herhangi bir kastı olmayan birini sebepsiz yere öldürendir, kendisine el kaldırmayana sebepsiz yere vurandır.

İyice tebliğ edebildim? Allah’ım, Sen de şahit ol! (16)

Ey İnsanlar! Sizi uyarıyorum, herkes yal­nızca kendi işlediği suçtan sorumludur. Suçlu evlattan dolayı baba sorumlu tutula­maz, suçlu babadan dolayı evlat da sorum­lu tutulamaz. (17)

Ey İnsanlar! Şeytan, sizin bu toprakla­rınızda kendisine tapınılmasından ümit kesmiş bulunuyor. Ancak, bunun dışındaki önemsiz gördüğünüz davranışlarda, ara­nızda çıkardığı fitne fesatla sizi birbirinize düşürdüğünde   sözünün   dinlenmesinden hoşnut olacaktır. Dininizde sebat ederek, dininize sahip çıkarak, şeytanın, şeytan tıynetli ahlaksız azgınların, şeytani düzen­lerin vesvesesinden, daleveresinden kendi­nizi koruyun. (18)  

Ey İnsanlar, yalan yere Allah’ın adını anarak yemin etmeyin. Yalan yere Allah adına yemin edenin yalanını Allah açığa çıkarır. (19)

Ey İnsanlar! Zaman, Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı gündeki düzenli sistemine girerek seyrediyor. Ayların sayısı, on ikidir. Dört tanesi, savaşın haram olduğu aylar­dır. Bunlardan üçü birbiri peşinden gelir. Biri tektir. Bunlar Zilkade, Zilhicce, Mu­harrem ve Cumade’l-ahire ile Şaban ara­sındaki Mudar kabilesinin adını koyduğu ay Recep’tir.

Allah’ın, gökleri ve yeri yarattığı gün, Levh-i Mahfuz’da tesbit ettiği kayıtlarda, Allah katında, ayların sayısı on ikidir. On iki aydan dördü savaşın haram olduğu ay­lardır. İşte bu haram aylarla ilgili hüküm, insanlığı, insani değerleri ve düzeni ayakta tutan dinin, medeniyetin, zamanla değiş­meyen tabii hukuk kurallarını içeren şe­riatın hükmüdür. Bu aylarla ilgili Allah’ın koyduğu yasakları çiğneyerek kendinize, birbirinize zulmetmeyin.

İlahlığında, otoritesinde, mülkünde, ta­sarruflarında, Allah’a ortak koşan Müşrik­ler nasıl size karşı topyekün savaşıyorlarsa, siz de onlara karşı topyekün savaşın. Bilin ki, Allah kendisine sığınıp, emirlerine ya­pışarak günahlardan arınıp, azaptan koru­nanlarla,  kulluk ve sorumluluk şuuruyla, haklarına ve özgürlüklerine sahip çıkarak şahsiyetli davranan, dinî ve sosyal görev­lerinin bilincinde olan müminlerle, müttakilerle beraberdir.

Saldırmazlığın gelenek haline geldiği, Al­lah’ın savaşı haram kıldığı ayları erteleyerek, yerlerini değiştirerek, on iki aya ay ilave ederek, hileli takvim düzenlemek, ke­sinlikle Allah’ın sene ve aylarla ilgili koy­duğu hükmü inkarda ileri gitmektir. Kulluk sözleşmesindeki ortak taahhütlerini, Al­lah’a iman, kulluk ve sorumluluk bilincini şuur altına iterek örtbas edip inkarda ısrar edenlerin, kafirlerin, bu yüzden hak yol­dan uzaklaşmalarının, dalaleti tercihlerinin önü açılır. Erteleyerek, değiştirerek ilave ettikleri aydaki savaşları, bir yıl helal ve meşru, bir yıl haram sayarlar. Allah’ın ha­ram kıldığının sayısına uydursunlar da, Al­lah’ın haram kıldığını helal ve meşru kılsın­lar, isterler. Onların bilinçli kötü amelleri kendilerine süslenip güzel gösterilmiştir. Allah kulluk sözleşmesindeki ortak taahhütlerini, Allah’a iman, kulluk ve sorumlu­luk bilincini şuur altına iterek örtbas edip, küfürde, nankörlükte ısrar eden bir kavme doğru yolu gösterme lütfunda bulunmaya­cak, başarı nasip etmeyecektir. (Tevbe, 9/ 36-37).

Onlar bir yıl, Safer ayını helal sayıyorlar, bir yıl Muharrem’i haram sayıyorlardı. Nesî (yıla ekleme), işte budur. Allah’ım, Sen de şahit ol!. (20)

Ey İnsanlar! Kadınlarınızın sizler üze­rinde hakları, sizin kadınlarınız üzerinde haklarınız vardır. Sizin onlardaki hakkınız, minderinize sizden başkasını oturtmama­ları, meşru tavsiyelerinizde size karşı çık­mamaları, hoşlanmadığınız kişileri izniniz olmadan eve sokmamaları, kötü söz söyle­memeleri kötü fiil ve davranışta bulunma­malarıdır. Şayet bunları yaparlarsa, Allah onları engellemenize, sıkıştırmanıza yatak­larında tek başlarına bırakmanıza ve hafif­çe, incitmeden vurmanıza izin vermiştir. Bun­lardan vazgeçer ve size itaat ederlerse, meşru, örfe uygun ölçüler içerisinde rızıklarını ve giyimlerini sağlama sorumluluğunuz var. Kadınların iyiliğini isteyin, durum­larının iyileşmesi için çaba sarfedin. Çünkü onlar müşterek hayatın gereği kendileri adına bir şey yapma gücüne ve imkanına sahip olmayan, sizinle birlikte yaşamak mecburiyetinde olan hayat arkadaşlarınızdır. Siz onları Allah’ın emaneti olarak aldı­nız. Allah’ın emri ve hükmüyle onlarla iliş­kiyi helal edindiniz. Eğer haklarını ararlar, sorumluluklarına riayet ederlerse onlara tavır takınmanıza, cezalandırmaya hakkı­nız yoktur. Onların serkeşliğinden ve şid­dete başvurmasından endişe ederseniz, onlara öğüt verin ve yataklarınızı ayırın. Aşırı gitmeden hafifçe vurun. Onların yi­yeceği ve giyimi konusunda cömertçe her türlü iyilik ve ihsanda bulunmanız, onların haklarıdır. Kadınların haklarına riayet ko­nusunda Allah’ın emirlerine yapışın, aza­bından korunun, onların iyiliğini isteyin, durumlarının iyileşmesi için çaba sarfedin. Hanımlarınız, sizlerin izni ve bilgisi olmadıkça, evinizin mali imkanlarını cömertçe harcamasınlar. Sözlerimi iyice anlayarak hatırınızda tutun.

İyice tebliğ edebildim mi? Allah’ım, Sen de şahit ol! (21)

Ey İnsanlar! Meşru şekilde sahip oldu­ğunuz, üzerlerinde meşru haklarınız ve düzgün insani ilişkileriniz olan köle ve ca­riyelerinize, iş akdiyle bağlı işçilerinize ha­yırla muameleyi size tavsiye ederim. Sof­ranızda bulunanları ölçü alarak onların ka­rınlarını doyurmanızı, giydiklerinizi ölçü alarak onların giyimlerini sağlamanızı tav­siye ederim. Affetmeyi düşünmediğiniz bir suç işledikleri takdirde aranızda aynı cins­ten suç işleyenlere uyguladığınız cezaları ölçü alınız. Onlara işkence etmeyiniz, onları cezalandırmayınız.!. (22)

Ey İnsanlar! Sözlerimi iyi dinleyin, iyi muhakeme edin. Bütün ırklara mensup Müslümanların, Müslümanların kardeşi ol­duğunu bilin. Bütün müminler kardeştir. Kimseye, gönül rızası olmadıkça, kardeşi­nin malı helal değildir. Sakın haksızlık etmesin, hile yapmasın, haince davranma­sın.

Müslümanın kim olduğunu size anlata­yım mı? Müslümanların, dilinden ve elin­den zarar görmediği kişidir.

Müminin kim olduğunu size anlatayım mı? İnsanların mallarına ve canlarına za­rarı dokunmuyacağından emin olduğu ki­şidir.

Muhacirin kim olduğunu size anlatayım mı? Kötülükleri ve günah işlemeyi terk eden kişidir.

Mücahidin kim olduğunu size söyleye­yim mi? Allah’a itaat yolunda nefsiyle mücadele eden kişidir.

Bu günün dokunulmazlığı gibi, müminin mümine zarar vermesi haramdır. Etini yeme mesabesinde olan müminin mümini gıybeti de haramdır. Namus ve haysiyetine zarar vermesi de haramdır. Müminin yü­züne tokat vurmak da mümine haramdır. Onu itip kakarak incitmesi de haramdır.

İyice tebliğ edebildim mi? Allah’ım, Sen şahit ol! (23)

Ey İnsanlar! Yeryüzü Allah ve Rasûlüne aittir. İnsanlar, ‘Allah’tan başka ilah yok­tur’ deyip, benim Allah’ın Rasûlü olduğu­mu kabul edinceye kadar, insanlarla mücadele etmem, savaşmam emredildi. İn­sanlar kelime-i tevhidi söyleyince, kan­larını, canlarını ve mallarını korumuş olur­lar. Ancak İslam’ın koyduğu sorumluluk gereği uygulanan gerekçeli karara dayalı cezalar müstesnadır. Ahiretteki hesapları ise Allah’a aittir. Kendinize, birbirinize haksızlık etmeyin!(24)

Ey Müminler, benden sonra küfre dön­meyin, birbirinin boynunu vuran kafirler haline gelmeyin. Size, sımsıkı sarıldığınız sürece asla hak yoldan uzaklaşmayacağınız apaçık dinî, ilmî, idari, siyasi kuralları içe­ren Allah’ın kitabı Kur’ân’ı ve Rasûlü’nün sünnetini bıraktım. Bunlarla amel ediniz, davranışlarınıza Kur’ân ve sünneti yan­sıtınız. Bir de soyumdan yakınlarımı, Ehl-i beytimi bıraktım.

İyice tebliğ edebildim mi? Allah’ım, Sen şahit ol! (25)

Ey insanlar! Rabbiniz birdir, babanız bir­dir. İslam’da insanlar eşittir. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız, Adem de toprak­tan yaratıldı. Allah katında en değerliniz, en çok Allah’a sığınanız, emirlerine yapışa­nınız, günahlardan arınanınız, azabından korunanızdır. Bir Arab’ın, Arap olmaya­na, bir başkasının Arab’a, bir siyahın bir kızılderiliye, bir kızılderilinin bir siyaha, takvanın dışında bir üstünlük sebebi yok­tur.

“Ey iman edenler, biz sizi bir erkekle bir kadından, bir asıldan yarattık. Birbirinizle tanışmanız, işlerinizi tedbirle idare etme­niz, karşılıklı olarak, İslami kurallarla örtüşen milletlerarası teamüllere uymanız, yardımlaşmanız, kültür ve medeniyet alış­verişinde bulunmanız, birbirinize iyiliği tav­siye etmeniz için, sizi milletler ve kabileler haline getirdik. Allah yanında en değerli­niz, en üstününüz, en çok Allah’a sığınanı­nız, emirlerine yapışanınız, en çok günah­lardan arınıp azaptan korunanız, kulluk ve sorumluluk şuuruyla, haklarına ve özgür­lüklerine sahip çıkarak şahsiyetli davrana­nınız, dinî ve sosyal görevlerinin bilincinde olanınızdır. Allah her şeyi bilir, gizli-açık her şeyden haberdardır.” (Hucurat, 49/13.) (26)

Ey İnsanlar! Görünürdeki organları kesil­miş bir Habeşli bile başınıza getirilse, size Allah’ın kitabındaki hükümleri uyguladığı sürece, dinleyin ve itaat edin.

İyice tebliğ edebildim mi? Allah’ım, Sen de şahit ol! (27)

(İnsanlar, ‘evet’ dediler)

Burada bulunanlar, sözlerimi bulun­mayanlara iletsinler.

Ey İnsanlar! İyi dinleyin! Bütün peygam­berlerin daveti geçmişte kalmış, görevleri sona ermiştir. Yalnızca benim davetim ve görevim devam etmektedir. Ben insanların ihtiyacı sebebiyle Rabbimin katında davetimi, görevimi kıyamet gününe kadar muhafaza ettim. Ben önceki ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla övüneceğim. Beni mahcup etmeyin, yüzümü kara çıkarma­yın. (28)

İyi dinleyin, bir kısım insanlar için elim­den bir şey gelmezken bir kısmını kurtaracağım. Ya Rabbi ashabım, diyeceğim. Ba­na, ‘Senden sonra din adına neler icat et­tiklerini bilmiyorsun’, buyuracak. Ben cen­netteki havuz başında sizi bekleyen öncünüzüm. (29)   

Ey İnsanlar! Allah, her hak sahibinin hakkını, her varisin, mirastaki payını belirlemiştir. Varise vasiyet yapılamaz. Vasiyet terekenin üçte birini de geçemez. Çocuk meşru eşe aittir. Zina edenin hak sahipliği söz konusu değildir. Hamisinin, amirinin, ortağının, işvereninin, efendisinin sağladı­ğı imkanlara nankörce davranan, Allah’ın Muhammed’e indirdiği Kur’ân’ı inkar edi­yor demektir. Babasından başkasına men­subiyet öne süren veya efendisinden başkasını veli edinen, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lanetine uğrasın. Böylesinin ne azabı geri çevrilir, ne ceza yeri­ne fidye alınır. (30)

Ey İnsanlar! Dinde aşırılıktan sakının. Sizden öncekileri kesinlikle dinde aşırılık­ları helak etmiştir. Hacdaki amelleri, dav­ranışları benden öğrenin. Bu seneden sonra bir daha haccedip edemeyeceğimi bile­miyorum. Bu öğütlerimi burada bulunan­lar bulunmayanlara ulaştırsın. Öğütlerimin ulaştırıldığı bazı kimseler burada dinleyenlerden daha iyi anlayarak, daha iyi mu­hafaza edebilirler, nice kimseler uygulaya­rak daha mutlu olabilirler. (31)   

Ey İnsanlar! Allah sözlerimi işitip de bel­leyene, rahmetini merhametini ihsan et­sin. Allah yüzünü ağartsın. Mana yüklü sözlerimi anlamadan ezberleyen birçok in­san var. Derin manalar içeren sözlerimi bilen birçok insan, kendisinden daha yük­sek anlayış sahiplerine bu sözlerimi ulaş­tırsın. Üç vasfa, üç davranışa sahip olan;

-Samimiyetle Allah rızası için dinî görev­lerini yerine getiren,

-Müslüman idarecilere samimi davranan ve itaat eden,

-İslam toplumunun birliğini ve bütünlüğü­nü koruyan müminlerin İslam’a hıyanet etmeyeceğini, kalplerinden İslam’ı atma­yacağını bilin.

Bütün müminler gelecek nesilleri, İslam ile şereflenmemiş insanları İslam’a davet ederek İslam’ı tebliğ ve davet görevini yeri­ne getirmelidirler. (32)

Benim dışımda benden sonra peygam­ber görevlendirilmeyecektir. Sizin dışınız­da ümmet de olmayacaktır. Rabbinizi ilah tanıyın, candan Müslümanlar olarak Rabbinize teslim olun, saygıyla Rabbinize kulluk ve ibadet edin. Rabbinizin şeriatine boyun eğin, adabına, erkanına riayet ederek beş vakit namazı aksatmadan aşikare kılın. Vicdanı, serveti, sosyal bünyeyi arındıran, berekete vesile olan zekatı verin. Ramazan orucunu tutun. Yöneticilerinize itaat edin ki Rabbinizin cennetine girersiniz. (33)   

Ey İnsanlar! Yarın Beni size soracaklar. Ne dersiniz? Peygamberlik görevimi yeri­ne getirdim mi? Vazifemi yaptım mı?

(Orada bulunanlar, ‘evet yemin ederiz ki, tebliğ ettin, bize tavsiyelerde ve öğütlerde bulundun, böylece şehadet ederiz’ dediler).

-Şahit ol ya Rabbi, şahit ol ya Rabbi, şahit ol ya Rabbi…

Size selam ve selamet diliyorum, Al­lah’ın rahmet ve bereket ihsanını niyaz ediyorum. (34)   

(Sonra insanlara veda etti. Bunun üzerine insan­lar, ‘bu veda haccı’ dediler).

Büyük insanlar meydanlarda hitap ederler, tarih böyle büyük insanlar kaydetmiştir. Rodrik’in hazinesine giren Tarık Bin Ziyad ayağını hazinenin üzerine koyarak milletine hitap etmişti. Tarihin büyük, hitaplarındandır. Namık Kemal için Yahya Kemal  “ o bir meydan adamıydı “ der. Namık Kemal heyecan fırtınası gibiydi, konuştuğunda her şeri velveleye  verirdi. Halide Edip bir meydan adamı idi, İstanbul’un işgalinde istanbulda konuştu Sultan Ahmet’te , Akif , Kastamonu’da konuştu, millete tevhid dinine uygun yaşamayı telkin etti,” milletler topla tüfekle yenilmez, onlar aralarındaki uhuvvet rabıtaları giderilirse yenilirler “dedi. Bediüzzaman Hurşit Paşa’nın yönetimindeki mahkemede konuştu adeta hitap etti ve kefeninden çıkıp  Bayezızta “ zalimler için yaşasın cehennem diye “ bağırdı. İsyan eden taburlara 31 Mart’ta hitap etti, “zabitleriniz  dini emirleri yerine getirmemekle kendilerine zulmettiler, ama siz itaatsizlik ederseniz, şanlı devleti aliyenin şanını lekedar “ edersiniz. Dedi . O büyük bir meydan adamı idi. Bütün hayatı hitaplarla geçti eserleri de hitap cümlelerinden ünlemlerden, soru işaretlerinden, heyecan sentaksından ibarettir. Ruhları cebanetten kurtardı eserleri kurtarıyor.

Şimdi Erdoğan bir meydan adamı istanbul’un fetih kutlamaları onun ruhunun suyu enerjisi gibi, o insanlara baktığında neler hissediyor, pisikanalist ol o zaman neler hissettiğini düşün. O bir meydan adamı onu o meydanlardan almak ne mümkün. Bütün ömrü meydanlarda insanlara hitap etmekle onları coşturmakla geçmiş ve geçmekte nasıl onu o meydandan alabilirsin, istanbul’un fethinde bir milletin mazisi hali ve istikbali insanın gözü önüne gelir, o yedisinden yetmişine biradamı seven insanların o coşkuya katılmalarına ne dersiniz, Erdoğan bir dava adamı  bir meydan adamı . Siyasi tarihimiz bu kadar tavrı ile yaşayışı ile düşünceleri ile bütünleşmiş bir başka adam gösterdi mi , Reşit Paşa’dan bugüne bir bak düşün, yok arkadaş yok. Küçük hesaplarla parti değil patırtı olan adamlarla onunla baş edilmez, inşallah güzel günler için güzel günlere giden bir Türkiye’ye gidiyoruz. “istikbal zulumatı içinde en gür sada islamın olacaktır”

Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek; 
Dağlardan çektirilen, kalyonlar çekilecek; 
Kerpetenlerle sûrun dişleri sökülecek! 

Yürü; hâlâ ne diye oyunda, oynaştasın? 
Fâtih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın! 

Sen de geçebilirsin yardan, anadan, serden 
Senin de destanını okuyalım ezberden 
Haberin yok gibidir taşıdığın değerden 

Elde sensin, dilde sen; gönüldesin, baştasın 
Fâtih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın! 

Yüzüne çarpmak gerek zamânenin fendini! 
Göster: kabaran sular nasıl yıkar bendini! 
Küçük görme, hor görme, delikanlım kendini! 

Şu kırık âbideyi yükseltecek taştasın; 
Fâtih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın 

Bu kitaplar Fâtih’tir, Selim’dir, Süleyman’dır; 
Şu mihrab Sinânüddin, şu minâre Sinân’dır; 
Haydi, artık uyuyan destanını uyandır! 

Bilmem, neden gündelik işlerle telâştasın 
Kızım, sen de Fâtihler doğuracak yaştasın! 

Delikanlım! işaret aldığın gün atandan! 
Yürüyeceksin! Millet yürüyecek arkandan! 
Sana selâm getirdim Ulubatlı Hasan’dan! 

Sen ki burçlara bayrak olacak kumaştasın; 
Fâtih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın! 

Bırak, bozuk saatler yalan yanlış işlesin! 
Çelebiler çekilip haremlerde kışlasın! 
Yürü aslanım, fetih hazırlığı başlasın 

Yürü, hâlâ ne diye kendinle savaştasın? 
Fâtih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!
 
(Arif Nihat Asya)

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org 
 

Necip Fazıl Kısakürek ve Bediüzzaman Said Nursi Transkritik

Necip Fazıl dinin temalarını şiirle ifade etmiş, Bediüzzaman ise sanatlı bir din yorumu ile felsefe, sanat ve edebiyat ile karışık bir sentezden yorumlara gitmiştir. Necip Fazıl’ın şiir imajlarına bakınca onların dinin hakikatlerini sanata dönüştürerek ifade ettiğini görmekteyiz. Bediüzzaman ‘ın ifadeleri ile şairin imajlarının hakikatlere nasıl yorumlar getirdiğini anlatmak büyük bir çalışma konusudur. İki büyük adam da dalaletin ve inkârın çok yönlü saldırıları ile bu saf millete yöneldiği, okulların ateizmin salonlarına döndürüldüğü, sistemin inkârı uysallaştırmaya çalıştığı bir dönemde ciddi anlamda onlarla savaşmışlardır. Her iki insan da birbirlerinden haberdardır, Bediüzzaman Büyük Doğu’yu takib eder ve kapandığını görünce üzülür, o yoksul haliyle öğrencisi Zübeyir Gündüzalp’e “Zübeyir yorganımı sat Necib’e ver , o dergi  çıksın” der. Necip Fazıl bunu duyunca  yüzünü arkaya döner ve ağlar “Hoca Efendi büyük adammış“ der. Bediüzzaman yıllarca hapislerde sürgünlerde, mahkemelerde hayatını geçirmiş görmediği zulüm ve hakaret kalmamıştır. Necip Fazıl da beş buçuk yıl hapis yatmış, gariban ve yoksul bir şekilde  davam dediği mukaddes yükü sırtından bırakmamıştır.

Her iki insan da tesirsiz hale getirilmek istenmiş ama hiç iltifat etmemişlerdir. Necip Fazıl’a Recep Peker yüz bin lira teklif etmiş ta ki kendilerini eleştirmesin diye altmış beş lira süt borcu olan Necip Fazıl bu teklifi hakarete varacak şekilde reddetmiştir, yine partinin bir adamı ona bir matbaa sözü vermiş o yine yanaşmamıştır. Paranın ve makamın şımartmadığı bir insandır. Bediüzzaman kendisine sunulan şark vilayetleri umumi vaizliğini ve yüksek statüde devlet memurluğunu kabul etmemiş, sistemin kendi mantığına aykırı olduğunu görünce sistemin münşilerini terk etmiş ve Van’a gitmiş, daha sonra Barla, Isparta, Denizli, Eskişehir, Kastamonu da hayatlarını geçirmiş ve büyük bir velvele ile darı dünyadan göçüp gitmiş ama hesabını açık bırakmıştır.

Bediüzzaman ahiretin varlığını İslam uleması ve İbn-i Sina akli mesele değildir diyerek oraya yanaşmadıkları halde otuz üç değişik epizottan ahiretin varlığını ispat etmiştir. Necip Fazıl ahiret yolcusunun mücrim halini anlatır.

Beni şafak vakti bir el dürtükler

İdam mahkumu kalk bekliyor savcı

Zindan avlusunda öter düdükler

Bir güneş doğar ki zakkumdan acı

Bediüzzaman,  dördüncü söz, dokuzuncu söz, 21 inci söz gibi eserlerinde namazın insan için ne kadar lüzumlu bir davranış olduğunu anlatır. Necip Fazıl da sadece seccadede  şefkat görür, gerçekten büyük adam zulümden başka bir şey görmemiştir. Yüzünün hatlarına bakan ne kadar büyük bir zulme maruz kaldığını ifade eder.

Beni kimsecikler okşamaz zaten

Öp beni alnımdan sen öp seccadem

Der şair.

Bediüzzaman Kayyum ismi, Hakem ismi, İkinci şua isimli eserlerinde kâinattaki dünyadaki birbirinden farklı sayısız nesnelerin nasıl iç içe hayata biri tarafından hizmet ettirilmek için tanzim edildiğini armonikal birliğin nasıl sağlandığını anlatır. Necip Fazıl bu hakikati şöyle anlatır.

Fikret nasıl kurulmuş iç içe bu iklimler

Nasıl kaynaştırılmış sesler renkler hacimler

Tevhidin bu kaynaştırması estetiğin konusudur estetiğin anası tevhiddir. Tevhid aynı zamanda tevhid etme bir araya getirmektir. Bütün farklı nesneleri bir araya getirmektir.

Bediüzzaman atom konusunu çok irdeler, eserlerinin temel argümanlarındandır atom konusu . Marksizm ve kadim filozoflar Epikür ve Demokritos bu konuyu insanlığın başına bela etmiş atomu kendi başına dışardan bir gücün değil kendi kendine oluşan bir tasarım olduğunu iddia etmiştir. Klişe filozofları onun tasarımı inkar etmesini  kaldıramamış ve üniversiteden klişe atılmasını sağlamıştır. Bediüzzaman marksın bu iddiasını eserlerinde tahlil eder mukayese eder ve zerrenin âlemin inşasındaki mühendis tavrın kaynağı olamayacağını söyler, iddiayı çürütür, “küfrün bel kemiğini kırdım“ der, çünkü küfrün iki bel kemiği vardır biri tabiat diğeri atom. Necip Fazıl atom için;

Atomlarda cümbüş  donanma şenlik

Ve çevre çevre nur çevre çevre nur

İç içe mimari iç içe benlik

,,

Suda ezel fikri ebed duygusu

Gökyüzünden suyun indirilmesi ezel ve ebedi hazırlar.

Ve enzeleminessema i maen

Ayetini müteaddid yerlerde açıklar Bediüzzaman ve suyun hayat için ve insan için zaruretini ortaya koyar.

Bediüzzaman hayretin alemi seyreden insanın manevi hayatındaki önemini anlatır. Bütün hayatı seyrettiği kainat ve hakikat yüzünden hayret ile geçmiştir. Edebiyatımızın ve fikir tarihimizin en çok hayret eden insanıdır. Alemdeki güzellikler hayreti doğurur insan hayreti ile secdeye kapanır, estetik de sanat da din de hayretten doğmuştur, eserlerinde hayreti tebcil eden önemli ifadeler vardır. Peygamberimiz de hayreti yüceltir ve” Allah’ım hayretimi artır “der. Necip Fazıl ise;

Şeh-i ekber diyor ki en büyük makam hayret

İki bir iki eder demek bile cesaret

Necip Fazıl hayreti âlimler için gerekli bulur.

Âlim ki hayreti yok, ne boş yere gayrette

Necip Fazıl vahye ve vahiysel değerlere göre yaşamıştır, onu sevmeyenler köşede bucakta bir iki akıllarının almadığı durumu onu eleştirmek gibi bir densizlikte kullanmışlardır. Vahiysel değerlerin başında âlemdeki ahenk gelir. Ahenk farklı nesneler arasında sağlanan hareketli birliktir, şair ahenksiz dünyasından dolayı bu ahenge seslenir.

Kaçır beni ahenk al beni birlik

Artık barınamam gölge varlıkta

Ahenk ve birlik âlemin düzenini sağlar arkada onu sağlayan Allah’ın armonikal gücü yani tevhid edici tasarımı ve yönetimidir. Bediüzzaman ahengi tevhidi izah ederken söyler ” Tevhid ve ve vahdette cemal ve kemal-i ilahi tezahür eder”  der. Yani farklı eşyaların ve nesnelerin bir araya getirilmesinden birlik ve ahenk doğar bu da tevhid edici bir güç tarafından sağlanır. Ahenk davranışın üyeleri arasındaki birliktir aynı zamanda. O sonsuzluk kervanı isimli şiirindeki insanlığın yıldızı ayı güneşi olan insanları da ahenkli olarak yorumlar ve onlar için, “Ölçüden ahenkten daha güzeller “ der.

Akıl konusunda Necip Fazıl’ın hayli imajları vardır. Aklı cüceye benzetir çünkü o kâinatın büyük düzeni karşısında bir cücedir. Aklın ermezliğini yetersizliğini vurgular. Âlemi aklın çözemeyeceği sorunlar yığını olarak görür.

Bir âlem ki gökler boru içinde

Akıl almazların zoru içinde

Üst üste sorular soru içinde

Düşün mü konuş mu  sus mu unut mu ?

Bediüzzaman arsın fen ve felsefesinden dolayı aklın yetersiz bir çözümcü olduğunu görür ve aklı anlayacak bir boyuta getirmek için büyük gayret sarfeder. Onuncu söz isimli eserinde ahiretin varlığını anlamayan aklı bir anlayan akıl durumuna getirmek için onu geliştirir ve büyütür. İkinci şua da tevhidi anlamayan aklı geliştirir, Münacat’da fenlerin ve diğer ilimlerin nesneler gibi gördüğü eşyanın yaratılış içindeki yerini  görür ve onları hem yerlerine sadakatle anlatır hem de onları dua da kullanır. Allah’ın büyük sanat eserlerini varlık içinde yorumlar.

Necip Fazıl aklın gelişeceğini düşünür, ama nasıl

Bir akıl gelecek ki akıllar delirecek.

Bediüzzaman Tabiat ile ilgili eserinde Tabiat’ın nasıl Allah’ın bir sanat eseri olduğunu anlatır. Atomun nasıl külli bir akılla varlığın vazifelerine dönük çalıştığını ortaya koyar.

Necip Fazıl aklı bir çürük diye benzetir, at kurtul der.  Akıl ile kalbin anlaşmazlığını anlatır şair

Seni dağladılar değil mi kalbim

Her yanın içi su dolu kabarcık

Bulunmaz bir halden anlar bir ilim

Akıl yırtık çuval sökük dağarcık

Ancak necip fazıl aklı büsbütün yetersiz görür, Bediüzzaman ise aklı eğiterek yeterli hale getirir.

Akla yoktur çıkar yol

Ne hesap ne hendese

Hesap ve hendesenin varlığı anlamanın iki önemli aracı olduğu Bediüzzaman’ın  eserlerinden anlaşılır. “ Kainatın envaını insanın etrafında hikmet tahtında insanın hacetlerine koşturan” derken büyük geometriyi izah eder. Çünkü her varlık insana belli bir geometrik uzaklıkta durur ve bu duruş hikmetli duruştur.

Necip Fazıl akşamı bir varlık görüntüsü olarak Bediüzzaman ise insan hayatının namazla birleşerek âlemin faniliğini ihtar eden bir durum olarak görür, dokuzuncu söz insan hayatının ve günün önemli anlarının insan ve ibadetle bağlantılarını anlatır.

Necip Fazıl ise günün vakitlerini büyük şöleni hatırlatan bir şekilde görür.

Sabah akşam öğlende

Aklım büyük şölende

Bediüzzaman zaman üzerinde çok durur, zamanın yaratılmış olduğunu, zamanı aşan ebediyeti anlatır. Güneş ay ve dünya arasındaki bağlantıdan doğan zamanın arkasındaki ebediyeti anlatır. Onunla kader hakkında yorumlar yapar, çünkü kadar zaman ötesi bir kavramdır, ancak zamanın anlaşılması ile ortaya çıkar. Peygamberimizi anlatırken ondan önce zamanın olmadığını anlatır.

Düşünüyorum ondan evvel zaman var mıydı?

Hakikatler boşluğa bakan aynalar mıydı?

Onun gelişi ile hakikat anlaşılmıştır, zaman onun gelişi ile değer olmuştur. İnsan ve varlık onun ile anlam kazanmıştır. Ancak vahyin ışığı eşyayı manası ile göstermiştir.

Necip Fazıl aynayı bir yönden sorulama aleti olarak görür, Bediüzzaman ise hem sanatın fonu hem Allah’ın sanatına ayna olan varlıkları ayna olarak görür. Necip Fazıl da o yolda konuşur.

Rüzgâr öyle esti öyle esti ki,

Her şey uçup gitti kaldı Yaradan

Ayna düştü hayal perdelerdeki

Bir akisçik gibi çıktı aradan

Aynalardaki akislerin Allah’tan olduğunu söyler.

Senden senden hep senden

Akisler aynalarda

Her iki insan da  gençleri kurtarmak peşindedirler, ikisinin de etrafında dönemin geçleri yer almıştır. Bediüzzaman gençlerle bir yeni dünya ortaya sürmüş ve Necip Fazıl da aynı işi yapmıştır. Bugün ülkenin idaresindeki insanlar bu birbirine yakın imi manevi memeden emmişler değerlerine sahip olmuşlardır. Her ikisi de sorgulayan ve arayan bir gençlik peşindedir.

Daha keskin eliyle başını ensesinden

Ayırıp o genç adam uzansa yatağına

Yerleştirse başını iki diz kapağına

Soruverse ben neyim  ve bu hal neyin nesi?

Yetiş ey hey sonsuz varlık muhasebesi

Bediüzzaman insanın bu evren içinde kendini nereden geldiğini nereye gideceğini burada işinin ne olduğunu argümanların başına koymuş ve insanın bir düşünen yolcu olduğunu vurgulamıştır. Onun Ayet ülkübra isimli eseri bir yolculuk temasıdır ve kainattan halıkını soran bir yolcudur seyyahtır oradaki roman kahramanı.

Bediüzzaman kainatı insanı ve esmayı Rabbaniye’yi bir bilmece, bir müşkül küşa olarak görür. Necip Fazıl da daha sınırlı bir düzeyde bilmece der.

Bir çözülmez bilmece

Hep sayı harf ve hece

Peçe üstüne peçe

Böyle aynı noktanın

Üstünde saatlerce

Benliğime eğilsem

Sabah akşam ve gece

Ortasında odanın

Karınlıkta çevrilsem

Bir çözülmez bilmece

Hep sayı harf ve hece

Necip Fazıl da Bediüzzaman’da mülübanların avukatıdırlar. Bediüzzaman eserlerini uhrevi mahkemenin avukatı olarak görür ve onu avukat olarak tutanın kazanacağını ifade eder. Necip Fazıl ise;

Rahminde cemiyetin ben doğum sancısıyım

Mukaddes emanetin dönmez davacısıyım

Necip Fazıl davanın sahipsizliğini anlatır. Bediüzzaman ise kendini namazın Kur’an’ın ve dinin davasına adadığını her şekilde vurgular. “Kur’an’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cennet i de istemem “ der.

Bu dava hor, bu dava öksüz, bu dava büyük

Der.

Bediüzzaman insanın dünyaya gönderilişi ile fikirlerini söyler. “İnsan şu dünyaya bir memur ve misafir olarak gönderilmiş, çok ehemmiyetli istidad ona verilmiş. Ve o istidada göre ehemmiyetli vazifeler tevdi edilmiş(emanet edilmiş)Ve o insanı o gayeye ve vazifelere çalıştırmak için şiddetli teşvikler ve dehşetli tehditler edilmiş. “ İnsanın çok yönlü gönderilmesini ve kendisine verilenlerin emanet olduğunu ve emanet geri alınınca bunların değerlendirileceğini söyler. Necip Fazıl ise gençlik yıllarının emanete karşı kayıtsız olduğunu belirtir” Kutsi emaneti yedim bitirdim” der.”Bizde kudsi emanet “ diyerek farklı olduğumuzu anlatır. Kendini daha sonra “mukaddes emanetin dönmez davacısı olarak “ görür. Mukaddes emanete ihanet edildiğini belirtir. “Ne yaptık ne yaptılar mukaddes emaneti “ der.

Gayb kelimesi Bediüzzaman’ın öğretisinde önemli bir yere sahiptir. İnsan biri mazide biri istikbalde iki gaybın ortasındadır. Birinden gelmiş birine gidecektir. İnsanın imanı gaybdır, gayb bilgisidir. İkinci söz isimli eserinde “ellezineyüminüne bilgayb” kelimesini anlatır. Konu imanın büyük saadet ve nimet olduğudur. Bediüzzaman gayb bilgisini müşahade ve gözlemleri ile anlatır, bu uzun bir bahistir. Necip Fazıl kendini “gaybı kurcalayan çilingir“ olarak vasfeder. O da açamayacağını bilir ama kurcalar. Dönüşü gaiplerden gelen ses iledir.

Gaiplerden bir ses geldi. Bu adam

Gezdirsin boşluğu ense kökünde

Gaybın kapılarından biri gökyüzüdür,

 şair otuz yıl oradan habersiz oraya bir uçurtma uçuran çocuk gibi bakmıştır.

Tam otuz yıl saatim çalışmış ben durmuşum

Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum

Bediüzzaman “günah kalbe işleyin siyahlandıra siyahlandıra ta nuru imanı çıkarıncaya kadar” götürür der.

 Necip Fazıl günahlarına  üzülür…

Günah günah  hasat yerinde demet

Merhamet suçumdan aşkın merhamet

Olur mu dünyaya indirsem kepenk

Gözyaşı döksem Nuh tufanına denk

Günaha başka bir yorum getirir.

Sana şah damarından daha da yakın Allah

Günah mı dedin ondan uzağa düşmek günah

Hakikat kelimesi her iki insanın da hayatın önemli bahsidir. Bediüzzaman çok yönlü hakikatler üzerinde durur, imanın her bir rüknü bir hakikattir onların ispatı ve izahı gerekir. En önemli hakikat tevhid hakikatidir, alemi bir zatın yaratma  ve yönetmesi . Ayetül Kübra tevhid  vakıasının bir büyük yolcu romanıdır. Kahraman alemde hakikatleri yaratan Allah’ı arar. Kerem’in Aslı’yı sorduğu gibi her şeyden o da Allah’ı sorar her şeyden. O eski dünyasının yıkılması ile hakikati görmüştür.

Bir bardak su gibi çalkandı dünya

Söndü istikamet yıkıldı boşluk

Al sana hakikat al sana rüya

İşte akıllılık işte sarhoşluk

Bediüzzaman ölüme “hakikat-ı müdhişe” der, Necip Fazıl;

Altımda gacır gucur

Kişner durur sansız at…

İşte servili çukur

Ve ölümsüz hakikat

Bediüzzaman’ın üzerinde durduğu bir hakikat da haşir hakikatidir. Haşir ile ilgili eseri bunu açıkça ortaya koyar.

Bir hakikatte insanın ene yani benlik hakikatidir, bunun için de Otuzuncu söz isimli eserini kaleme almıştır.

Bediüzzaman insanın hayatını iman ile hayatlandıracağını, feraizle ziynetlendireceğini ve günahlardan çekinmekle koruyacağını anlatır. Necip Fazıl yaygın hayat anlayışının hayata pusu kurduğunu anlatır.

Bir hayata çattık ki hayata kurmuş pusu

Bu hayat anlayışında olanları

Hayat süren leşler” olarak yorumlar.

Necip Fazıl toplumun hürriyet anlayışını hokkabazlık olarak niteler. Bediüzzaman  ile birlikte dinin bu ülkede hürriyeti için çalışmışlardır. Bediüzzaman yaygın hürriyeti esaret olarak yorumlar ve “ekmeksiz yaşarım hürriyetsiz yaşayamam der” Zulm ile bidad ile hürriyeti bastırılamayacağı fikrinde Namık Kemal ile birleşir.

Bediüzzaman zulme ve inkara karşı savaşmış bütün talebeleri kahraman özellikle eserlerinin telifinde büyük rol oynayan Isparta ve civarındaki kardeşlerini Isparta kahramanları olarak niteler. Necip Fazıl adsız kahramanların neden olmadığını sorgular. Gelecek kahramanlarla olacakları anlatır.

Kurtulur dil tarih ahlak ve iman

Görürler nasılmış neymiş kahraman

Asıl kahramanlığın “ölümü öldürmek” olduğunu söyler.

Bediüzzaman insan beninin alemin sırrını kendinde sakladığını anlatır, alemdeki sırların insan beninin çözülmesi ve onun ile de kainatın sırrının çözüleceğini Otuzuncu Söz  isimli eserinde anlatır.

Necip Fazıl beni kendi beninden izah eder.

Geceler toprağa benimle inmiş

Kasırga benimle kopmuş denizde

Sanırım vebalı elim gezinmiş

Gürüyen ağaçta  hasta benizde

Başka bir şekilde

Ne azap ne istem yalnızlıktan

Kime ne aşılmaz duvar bendedir

Süslenmiş gemiler geçse açıktan

Sanırım gittiği diyar bendedir

Yaram var havanlar dövemez merhem

Yüküm var bulamaz pazarlar dirhem

Ne çıkar bu yola düşmemiş gölgem

Yollar ki Allah’a çıkar bendedir.

Necip Fazıl ile Bediüzzaman’ın temalar ve konular konusundaki bakış açıları büyük benzerlikler taşır. Bu bir kitabın konusu olabilecek kadardır. Çünkü her ikisi de farklı yollardan aynı hakikatleri anlatmışlar, nesilleri etkilemişlerdir.

Prof. Dr. Himmet Uç / www.NurNet.Org

Kaynaklar

Necip Fazıl, Kısakürek, Çile, Büyük D Yayınları

Müdafaalarım Büyük Doğu Yayınları

Bediüzzaman Said Nursi , Bütün Eserleri

İnsan – Gözlem – Ubudiyet Bağlantısı ..

23 sözün birinci mebhasinin beşinci nüktesi  insan üzerine kurulmuştur. Birbiriyle mantıken ve hakikaten bağlanmış  dört cümle var hepsi maziye istikbale şamil bir  sürekli zamanla  ifade edilmiş.

  • İnsan bu dünyaya bir MEMUR VE MİSAFİR  olarak gönderilmiş
  • Çok ehemmiyetli İSTİDAD ona verilmiş
  • Ve o istidada göre ehemmiyetli VAZİFELER TEVDİ  edilmiş.
  • Ve insanı o gayeye ve vazifelere çalıştırmak için  ŞİDDETLİ TEŞVİKLER VE DEHŞETLİ TEHDİDLER  edilmiş.

Hem memur hem de misafir olarak gönderilmiş. Misafir olsa sadece sorumluluğu olmaz ağırlanır, ama memur olunca sorumlulukları vardır. Hem memur hem birtakım sorumlulukları var emirleri yerine getirir hem de görevini yaparken de kendini yaratan onu misafir olarak kabul etmiş memuriyeti sırasında varlıkları kah evinin tezyinatına kah evindeki ihtiyaçlarını temin etmek için  ona hizmetkar etmiştir.

Bütün canlılar evren denen bu büyük düzenin devamı için kendilerine verilen emirleri yerine getirirler yani memurdurlar. Ama onların misafirliği olmakla birlikte pek az  şeyler onlara ikram edilmiştir. Bir koyun ve inek memurdurlar, hem de önemli memur, alemin odağındaki insanın hayatında çok önemleri var, ama bu canlıların misafirliği ve onlara ikram edilen sadece otlardır.Kendi verdikleri  ile kendilerine verilen arasında bize göre oran farklı.Ama onlar insan hayatındaki bu önemlerine göre yaratılıştan daha büyük pay alma konusunda şikayetleri yok. Bediüzzaman “rahatla yatar Halık’ına şükreder

İnsan memuriyetini yönetecek kabiliyetlere sahip olmalıdır. İnsana da bu kabiliyetler verilmiş,  hem memur hem de kabiliyeti varsa  bunun arkasından kabiliyet ve memuriyet  sorumlulukları gerektirir, ona  sen hem benim misafirim hem de memursun, sana memurluğunu yürütecek kabiliyetler  verdim. O zaman bu kabiliyetlerine göre de vazifelerin vardır. Bu vazifeler sana verilmemiş emanet edilmiş yani tevdi edilmiş. Sana vedia olarak verilen bu vazifeleri yapmalısın, çünkü yukarı doğru vazife, istidad ve memur ve misafir bunlar birbirini gerektiren şeyler.

Memur, misafir, istidad, vazife, şimdi vazifeyi de yapmak için  şiddetli teşvik ve dehşetli tehdid edilmiş. Bu şiddetli  teşvik ve dehşetli tehdidler kitaplar olacak kadar.Namaz konusunda günahlar konusunda yapılanlar sahifelerce tutar.Tehdidler ve teşvikler konusunda bir uzun yazı yazılabilir.Mesela gece namazının kabirde ışık olması, ilk tekbiri imamla birlikte almanın kaç deve tasadduk etmek gibi olduğu, ikindi namazını kılmayanın ailesini kaybetmiş gibi zararda olduğu , daha çok şeyler. Koca bir dini ve insanın sorumluluklarını psikolojik ve analitik, hem de fizyolojik bir şekilde anlatmış.İbadetin nasıl yaratılışla bağımlı olduğunu anlatmış, sorumluluğun iğreti bir şey olmadığını anlatmış. Kaçacak yer bırakmayacak kadar büyük bir zorunluluk  ortaya koymuş. Öyle büyük bir  mantık  ve hakikat düzeni içinde konuşmuş.

Konunun bundan  sonraki kısmı ise vazife-i insaniyet ve  ubudiyetin esasatı  bahsi.. insanın vazifesi ne, ubudiyetin esasatı ne..

           Ubudiyeti  iki yönde. “insan şu kainata geldikten sonra iki  cihet  ile ubudiyeti var.

Bir ciheti ; Gaibane  bir surette bir ubudiyeti , bir tefekkürü var.

Diğeri  hazırane  muhataba  suretinde bir ubudiyeti münacaatı var. “

Birinci vecih şudur ki “kainatta görünen saltanat-ı Rububiyeti  itaatkarane tasdik edip kemalatına  ve mehasinine  hayretkarane nezaretidir” Bu seyir ile ilgili bir ubudiyet, kainatta görünen saltanat-ı Rububiyeti “

Rububiyet ne demek kendisi Ayet ül Kübra’da tarif eder. Ayet ül Kübra’nın ikinci babının başında Rububiyet-i Mutlaka’yı tarif  eder ayrıntı verir. “Evet bu kainatta hususan  zihayatlarda ve bilhassa terbiye ve iaşelerinde  her tarafta aynı tarzda  ve umulmadık bir surette, beraber ve birbiri içinde  hakimane, rahimane, bir dest-i gaybi tarafından  olan bir tasarruf-ı amm, elbette bir Rububiyet-i Mutlaka’ın tereşşuhudur ve ziyasıdır. Ve tahakkukuna bir bürhan-ı katidir.”

Alllah’ın kainatı terbiye faaliyetinin ne olduğu konusunu anlatır. Rububiyetin odağında   t e r b i y e  ve   i a ş e   var. Ağlayan çocuk mama yiyince sakinler ve uyur, bütün kainat ihtiyacı olan herşey o ihtiyaçlarını giderdikleri için düzen sürekli ve devamlıdır. Eğer bir cins mahluk rızkını elde edemezse mesela kıtlık zamanlarında hayvanların bağrışmaları gibi , düzen bozulur. Kainatta mutlak bir sessizlik ve itaat varsa terbiye ve iaşe devam ediyor ve herkes  rızkını alıyor demektir. Bu kayıtlı değil mutlak kayıtsız bir terbiyedir. Terbiye o kadar önemlidir ki her gün beş vakit namazda kırk defa  “Elhamdülillahi Rabbil alemin “ denir. Yani bizim ihtiyaçlarımızı  alemi onları karşılayacak şekilde organize eden Allah’a Rabb’e  ham dolsun. Allah’ın yüzlerce fiili ve efali ve esması içinde Rab kelimesinin seçilmesi  bu terbiye fiilinin önemini gösterir.

  • Her tarafta
  • Aynı tarzda
  • Ve umulmadık bir surette
  • Beraber
  • Birbiri içinde
  • Hakimane
  • Rahimane
  • Bir dest-i gaybi tarafından
  • Bir tasarruf-ı amm

Birbirini tamamlayan dokuz zincirden oluşan bir terbiye faaliyeti .Her varlığı dokuz şubeli bir terbiye faaliyeti ile teskin etmek, ihtiyacını gidermek, azameti ve ihatası insan aklının maverasında bir fiil-i ilahi.Bu fiil her gün kırk defa Allah’ın huzurunda ona mukabil söyleniyor. Bediüzzaman  “karşı“ diyor.

“hem cemaline karşı  kalben ve lisanen ve bedenen  Elhamdülillah “ deyip şükretmektir”

Mutlak Rububiyet konusu devam eder, “Madem bir  Rububiyet-i  Mutlaka vardır, elbette şirk ve iştiraki kabul etmez.

Çünkü o Rububiyetin  kendi cemalini  izhar

Kemalatını ilan  ve

Kıymetli sanatlarını teşhir

Ve gizli hünerlerini   Göstermek  gibi  en mühim  maksat ve gayeleri, cüziyatta  ve zihayatta  temerküz ve içtima ettiği

Rububiyetin ne olduğu var, bir de maksat ve gayeleri var. Ne olduğu terbiye ve iaşe, ama bu terbiye ve iaşe faaliyeti için kainatın iaşe ve terbiyeye uygun yaratılması  var ki bunun içinde  Allah’ın gayeleri var. Bir canlıların terbiyesi var bir de varlığın bir gayeye göre düzenlenmesi var.Bu düzenlenmeden gaye ve maksat nedir.

Rububiyet kendi güzelliğin izhar, göstermek istiyor, yani insanlar yapılan faaliyetin  güzelliğini görmeliler, ikincisi yaptığı işleri tam ve eksiksiz ve fonksiyonel yapıyor bu da kemalatını göstermek, insan yaptığı bir şeyin ihtiyaca uygun olmasını sağladı mı o onun kemalatı oluyor.Allah da yaptıklarını insanlar bilsin istiyor, eksiksiz ve kemalli yaptığını da bilsinler istiyor.Üçüncü olarak kıymetli sanatlarını teşhir etmek istiyor ve kitabında  “fenzur” “bak” diyor, neye benim eserlerimin yerinde ve ona Kur’an “bihakkın” diyor, onları takdir et. Çünkü en büyük sanatçı Allah kendi sanatını insanlara arzediyor ve onların o sanatlar karşısında ne hissettiklerini  görüyor. Kıymetli sanatlarını teşhir ediyor, buna göstermek diyor, Allah kendinin yarattıklarını ve sanat eserlerini insana arzediyor, ve Kur’an dasürekli bunları vurguluyor, deveye bakmaz mısınız, dağa bakmaz mısınız, gibi tekrarlarla. Dördüncü olarak gizli hünerlerini göstermek istiyor, mesela ağacı öldürüp bir daha diriltiyorsa gizli hüner insanı da  öldürüp dirilteceğidir. Bir yıllık  bir süreçte bütün yaratılışın olayları ihya ve imate öldürme büyütme ve kaldırma gibi fiiller cereyan ediyor, Allah bu bir yıllık  süreyi bir vitrin yapıp oradan insana şunu söylüyor ki bir yıllık süreden istidlalle benzeri şeyleri ahirette yapacağım. Bir yıl bir nevi örneklerin teşhir galerisi. İşte yapılanlardan  gizli hünerleri çıkarmak bunu yaparsa bunu da yapar gibi.

Rububiyet hakikatı ne kadar etraflı bir hakikat. Başa dönersek bu yapılan Rububiyet faaliyetlerindeki kemalatı ve mehasini, güzellikleri insan hayretkarane seyrerderse buna nezaret diyor Bediüzzaman bu hayatın  içinde bir ubudiyet çeşidi.

İkincisi Allah’ın kudsi isimlerinin  nakışlarından ibaret olan bedi yani estetik düzeyde sıradan değil sıradanlığı aşmış güzellikleri  seyredip birbirinin ibret nazarına sunmak. Beğendiğin bir estetik objeyi başkasını çağırarak ondan duyduğun estetik bedii hazzı ona ortak onun ibret nazarına ortak etmek.

Buna dellallık ve ilancılık diyor. Yani insan Allah’ın güzel sanatlarını bedii eserlerini gösteren bir dellal ve ilancı. Bütün bunlar büyük estetik faaliyetler, küçük oranda bunlar insanda da mevcut, insan da eserlerini teşhir ediyor, sanatlarını insanlara sunuyor. Ama beşeri estetik bunları organize ediyor, Kant bu estetik için üç kitap yazmış. Bediüzzaman bu estetik gayeleri rububiyetin gayeleri ve maksatları olarak izah ediyor , hem de insanın da  aynı gayeleri gösterdiğini söylüyor.           

Allah ile muhatap olup yüzyüze gelinceye kadarki ubudiyet faaliyetleri beş adet bunlardan son üçü neden biri ise Rabbani isimlerin  cevherlerini  idrak terazisiyle tartmak, kalbin kıymetşinaslığı ile takdirkarane kıymet vermek. İsimlerin cevherleri arasında değer farklılıkları var ki idrak terazisi bu farklı cevherleri tartabilsin. Bunu uygulamada nasıl gösterelim. Kalp bu farklı  cevherleri tartacak bir düzeyde olmalıdır. Bunu insan tefekkür hayatına nasıl sokacak. Allah’ın isimlerinin farklı canlılar ve nesnelerde yansımaları farklıdır, bu işte bir esma kuyumcusu olmak lazım çünkü nasıl kuyumcu terazide tartar değeri ortaya çıkarır. İnsan da idrak terazisi ile esmaların farklı cevherlerini tartar.

Ondan sonra gelen harici bir tefekkürdür.  Mevcudat sahifeleri  arz ve sema yaprakları  kudret kaleminin mektuplarıdır. Nasıl insan bir mektubu okus a veya   nasıl  insan kitap mütalaa ederse bu bu sahife ve  yaprakları da mütalaa edip şaşırmışçasına  tefekkür etmektir. Burada Bediüzzaman çok özel bir insan tipi çizmiştir. Böyle insanlar muhakkak içimizde vardır. Ama ..

İnsan zinetlere süslere karşı ilgi duyar, mevcudatın  süsleri ve zinetleri vardır, aynı zamanda bu mevcudatın  latif sanatları vardır. İnsan bunları beğenerek  temaşa eder, etmelidir. Bu beğenmenin arkasında bu eserlerin ve süslerin sahibine muhabbet etmelidir. Çünkü insan ziynet ve sanata karşı ilgi duyar ona muhabbet eder. Zaten süs sevgi içindir. Bu sanat ve süslerin arkasında onları yapan sanatçıyı tanımaya çabalaması gerekir. Burada sadece nimetlere sahip olmanın ötesinde sanatları ve güzellikleri seyredip onların sanatkarına muhabbet etmek yeni bir  sevgi inşasıdır.İnsan sevdiği şeyle buluşma  ister, bu insan da buluşmak için çareler arar. Mecvudatın güzelliklerinden o güzelliği yapana karşı sevgi dolmak ve onunla buluşma istemek. Bu görünenler insanı ibadet öncesi ibadete hazırlama dönemleridir. Bediüzzaman ibadeti gözleme dayanarak ortaya çıkarır bu tamamen yeniliktir. Naslara dayalı ibadet zorunluğunu gözlemlere dayandırır.  Böyle sanat ve din anlatımları ne camiiye ne de sanat fakültelerine girmedi bilmem ne  zaman girecek. İbaret öncesi tabiat ve esma yorumlarından ibadeti ve sevgili hazırlama.  Cümleyi şöyle bitirir. “Onların Sani-i zülkemal’inin huzuruna çıkmağa ve iltifatına mazhar olmaya bir iştiyaktır” (322)

Ubudiyetin ikinci  yönü ise bundan sonra gelir, onu başka vakte bırakalım.

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org

Mevlana Hazretlerinin “NA’T-I ŞERİF”i..

Ya Habiballah resul-i halık-ı yekta tüyi,

Ber güzin-i Zülcelali pak-ü bihemta tüyi;

Nazenin-i Hazret-i Hak sadr-ü bedr-i kainat,

Nur-i çeşm-i Enbiya çeşm-i çerağ-i ma tuyi;

Der şeb-i Mi’rac bude Cebrail ender rikab,

Pa nihade ber ser-i nüh künbedi hazra tüyi;

Ya resulallah tü dani ümmetanet acizend,

Rehnüma-yi acizani bi ser-ü bi pa tüyi;

Servi bostan-i risalet nev behar-i ma’rifet,

Gülbün-i bağ-ı şeriat sünbül-i bala tüyi;

Şemsi Tebrizi ki dared na’ti Peygamber ziber,

Mustafa vü Mücteba an seyyid-i ala tüyi.

Bu Na’t ın Türkçesi:

Ey Allah’ın sevgilisi! Eşsiz Yaratıcı’nın Elçisi sensin,

Allah’ın kulları arasından seçtiği pak ve benzeri olmayan sensin;

Ulu Allah’ın nazlısı, kainatın yüksek derecelisi ve tekemmül etmişi

Peygamberlerin gözünün nuru bizim gözlerimizin ışığı sensin;

Miraç gecesi “Cebrail” rikabında olduğu halde,

Dokuz kat yeşil kubbenin üstüne ayak basan sensin;

Ey Allah’ın Elçisi! Bilirsin ki ümmetlerin acizdirler,

Başsız, ayaksız acizlerin yol göstericisi sensin;

Peygamberlik bostanının selvisi, ma’rifet dünyasının ilk baharı,

Şeriat bağının gül fidanı, yüce sünbül sensin;

Şemsi Tebrizi Peygamberin methini ezberlemiştir,

Mustafa vü Mücteba, o yüksek Ulu sensin.

 

Mevlevi Ayinlerinde okunan Na’t:

“Yâ Hazret-i Mevlana Hak dost,

Ya Habiballah resul-i halık-ı yekta tüyi,

Ber güzin-i Zülcelali pak-ü bihemta tüyi

Dost Sultanım,

Nazenin-i Hazret-i Hak sadr-ü bedr-i kainat,

Nur-i çeşm-i Enbiya çeşm-i çerağ-i ma tuyi

Ya Mevlana hak dost

Şemsi Tebrizi ki dared na’ti Peygamber ziber,

Mustafa vü Mücteba an seyyid-i ala tüyi

Ya tabibel gulub ya Veliyallah Allah dost.

 

 

Mevlevi Ayinlerinde okunan Na’t’ın Türkçesi:

“Ya Hazreti Mevlânâ Hak Dostu,

Ey Allah’ın sevgilisi! Eşsiz Yaratıcı’nın Elçisi sensin,

Allah’ın kulları arasından seçtiği pak ve benzeri olmayan sensin;

Ulu Allah’ın nazlısı, kainatın yüksek derecelisi ve tekemmül etmişi

Peygamberlerin gözünün nuru bizim gözlerimizin ışığı sensin;

Şemsi Tebrizi Peygamberin methini ezberlemiştir,

Mustafa vü Mücteba, o yüksek Ulu sensin.

Paylaşım: Prof. Dr. Himmet Uç

Bir Kitap ve Divan-ı Harbi Örfi

Sina Akşin 1967 ‘de doktora tezinde Otuz Bir Mart Olayını çok yönlü anlatmıştır. Kitabın zengin bir araştırma muhiti olduğu görülmekte. Bu kitabı ben üniversite yıllarında da okumuştum, o kitapta Bediüzzaman’ın otuz bir martı yatıştırıcı rolü olduğunu söylüyordu. Bu kitapta aşağı yukarı aynı yolda gidiyor. Ancak kitabın Bediüzzaman’ın Divanı Harbi Örfi isimli kitabının görülmeden yazılması ciddi bir eksiklik olarak görülmekte. Eserde çok farklı yerler ve durumlarda yer alan Bediüzzaman’ın hareketi çok yönlü takip ettiği ve gazetelerde, yerine göre isyan mahallinde, ulema, meşahir, askerler ve şarklıları meşrutiyete ikna etmeğe çalıştığı anlatılır.

Hareketin dördüncü günü 3 Nisan 1325 de İkdam’da çıkan bir yazısında askerlere subaylarına karşı itaatli olmalarını öğütler ve onlara “ Zabitlerin aguş-ı şefkatlerine atılınız “ der. (Akşin 106) Bu durumu Akşin değerlendirir;  “Görülüyor ki Cemiyet-i ilmiye de Bediüzzaman da Hüseyin Hazım da askerin davranışlarını az ya da çok beğenmemekle birlikte İstanbul’daki genel havaya uyarak 31 Mart’ı yani İttihat Terakki’nin İstanbul’da zorla siyaset sahnesinden atılmasını veri olarak kabul ediyorlardı. Esas itibariyle bu durum kabul ediliyor, yalnız bazı tehlikelere karşı korunmak için tedbir alınması isteniyordu. “ (Akşin 107)

1 Nisan 1325 günlü sayısında Bediüzzaman ve Murat Bey (Mizancı) hem hürriyetin ilanını hem de Otuz Bir Martı överler, isinini de “gayretullah’ın tecellisi olarak “ kabul ederler. (Akşin 110) Hareketin altıncı gününde 5 Nisan 1325 ‘de Bediüzzaman Mizan gazetesine yazdığı bir yazıda askere ululemre yani subaylara itaatin farz olduğunu hatırlatır. Bediüzzaman’ın bir diğer yazısı “ cemiyetlere bir ihtar-ı Mühim adını taşır, cemiyet ve fırkaların çeşitli zararlarını sayar, siyasete katılan kuruluşların ya birleşmesini ya da toptan kaldırılmasını ister. (Akşin 139)Sekiz Nisan 1325 yani hareketin sekizinci gününde Mizan’da çıkmış yazısında Bediüzzaman önceki günle bu günde yazılan yazıların birisi Asakire Hitap adını taşır, askerlere subaylarına boyun eğmelerini öngörür, siyasete karışmamalarını öğütler. İnkılap hareketlerini ilaç gibi görür fazlasının zarar olduğunu belirtir. Ayrıca Avrupa’nın manevi istbdadı altında bulunmaktan ihtiyatlı ve ılımlı olmak lazım geldiğini söyler. Bu yönü ile Vahdeti’nin Avrupa karşısındaki tutumundan ayrılır. Diğer yazıda İttihad-ı Muhammedi Cemiyetinin  ortalığı kapladığını  ve alemi zelzeleye verdiğini söyler. “(Akşin 166) Bediüzzaman’ı Vahdetinin sağ kolu gibi gösteren Akşin bu ifadeleri ile çatışır, çünkü Bediüzzaman, Vahdeti’nin kurduğu cemiyeti kafasındaki evrensel ve geleneksel Muhammedi cemiyete göre yorumlar yoksa Vahdeti’nin kargaşa için kullandığı araç olarak değil.

Bediüzzaman 3 Nisan 1909 günü Mevluda ilmiye öğrencilerinin başında olarak gelir, onlar da ittihat terakkiye karış bir tutum almış olurlar. (Akşin 241) Ayrıca Bediüzzaman Vahdeti’nin Sultan Hamit hakkında yayınlamış olduğu açık mektup dolayısı ile Harbiye öğrencilerinin kendisine gelip bu mektuptan kaygı duyduklarını söylemesine kaygılarının yersizliğini söyler. Bu da yine Vahdeti’nin niyetinin farklılığını ve Bediüzzaman’ın değişik baktığını gösterir (Akşin 254) Nitekim Vahdeti Sıkı Yönetim Mahkemesinde idama mahkûm edilmiş Bediüzzaman ise beraat etmiştir.  Akşin Bediüzzaman’a Volkancı derse de onun başka gazetelerde de yazdığını ifade etmez, yazar ama farkı söylemez. Bediüzzaman hakkı en olumsuz yerlerde dahi söyler, Vahdeti gibi angaje değildir. Akşin Bediüzzaman’ın idamdan kurtulmasını garip karşılar, ama eserinde araştırmasında onun hiçbir menfi tutumunu da anlatmaz ve üstelik iki Mektebi Musibetin Şahadetnamesini de okumamıştır.

Hiçbir Türk’ün yapmadığı şeyi yapmış dehşetli vakada kendini öne sürmüş ve hareketi bir oranda yatıştırmış bir büyük kahramandır Bediüzzaman. Bütün bunları bir millet adına değil Osmanlı’yı beklemekte olan kaostan kurtarmak için yapmıştır. O sırada üdebamız İstanbul’da sahilde  eğlenmekle meşguldür. Eynessera …

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org