Etiket arşivi: rahmet

Rahmeti İnciten ‘Gerçek’ler

İnsanlık, var olduğu günden bu yana, belli sebeplerin ardından belli sonuçların geldiği görsel bir düzlemde yaşıyor. Yağmur buluttan geliyor, tohum toprakta büyüyor, ateş yakıyor… Evrendeki herşey akıyor, ve akan herşey zamanın değişimiyle değişiyor, başkalaşıyor. Bu değişimde sonuçların hemen önünde görülen sebepler, etkinlik iddiasıyla boy gösteriyorlar. Ya da, insan öyle algılamak istediği için, etkin ve yetkin görülüyorlar. Sebeplerin etken olarak görüldüğü bir zihinde ise teşekkür, hamd, övgü gibi mânâların Allah’a yöneltilmesi imkânsızlaşıyor. Böyle bir zihne sahip olan kişi Allah’ın varlığına inansa bile netice değişmiyor.

katreBulutlu bir havada güneşin ışıklarının bulutların üzerinde dağılıp gitmesi gibi, bu mânâlar sebeplerin üzerinde dağılıyor, dağıtılıyor. Bu dağılmanın içerisinde, öncelikle rahmet, kerem, ihsan gibi latif sıfatlar inciniyor. Merhametin, ikramın, ihsanın olmadığı veya görülmediği bir yerde, kime ve niçin teşekkür edeceksiniz? Etseniz bile, taklitten öteye geçebilmeniz, akıldan kalbe inebilmeniz artık mümkün değildir. Oysa sebepler insanın hür bir zeminde özgürce inkişaf ederek teşekkür ve hamd edebilmesini temin için gözönüne serilmişlerdir.

Gerçekte, sebeplerin hiçbir tesiri olmadığını, yağmurun buluttan gelmediğini, bulutla gönderildiğini bilmektedir ehl-i iman. Görünüşte, evrendeki herşey gibi, bulut da hareket etmektedir. Hareketin mümkün olmadığı ise, Yunanlı düşünür Zenon tarafından binlerce yıl önce isbat edilmiştir. Zenon, hareket eden herşeyin hareket ettiği an bir mesafe katettiğini, katedilen mesafenin sonsuz parçaya bölünebileceğini, nazarımıza sınırlı bile görünse her mesafenin gerçekte sonsuz olduğunu, sonsuz mesafeleri aşmanın sınırlı kuvvetlerle mümkün olmadığını, bu nedenle hareketin mümkün olmadığını düşünmüştür. Bu önermesini “Belli bir mesafeyi katedemezsiniz, çünkü katetmek için yolun yarısına, sonra da kalan yarısına ulaşmak zorundasınız ve bu böyle sonsuza değin sürer gider. Yine, hareket imkânsızdır, çünkü sonlu zamanda sonsuz konumlardan geçmek imkânsızdır” diyerek isbat etmiştir. Zenon’un ortaya attığı bu isbatlı iddia, düşünürlerin asırlar boyu zihnini meşgul etmiş, nihayet modern bilim bu önermeyi ‘limit’ kavramıyla “Geriye kalan mesafe sıfıra yanaştığı zaman, mesafe tükenmiş demektir” diyerek dogmatik bir ön kabulle aşıp gitmiştir.

Yunanlı düşünür Zenon’un aklının gücüyle sınırında dolaştığı, ancak vahyî gerçeklere dayanmadığı için ulaşamadığı, modern felsefenin ise hiç uğraş vermeden körcesine atladığı gerçek, Kur’ânî ifadeyle ‘her an yaratılma’1 gerçeğidir. Cisimlerin kendiğinden hareket edebilmesi gerçekten imkânsızdır. Bırakın hareket edebilmeyi, varlığın kendiliğinden ayakta durması bile mümkün değildir. Herhangi birşey hareket ettiği an bir mesafe katedeceğine ve bu mesafe sonsuz parçalara bölünebileceğine göre, hareket etmek istediği an sonsuz bir mesafeyi aşması gerekecektir. Varlık bu sonsuz mesafede, ansızın yokluğa gömülüp gidecektir. Öyleyse, varlığın hareket halinde devam edebilmesi için—bir film sahnesindeki görüntü karelerinin perdeye her an yenilenerek, farklı bir görüntü olarak yeniden akması gibi—her an yokluktan kurtarılması, yani her an yeniden yaratılması gerekecektir. Bir tek şeyin bile yoktan var edilmesi için sonsuz bir kudretin devreye girmesi zorunludur. Kâinatta ise hem varlık hem de hareket, imkânsız olduğu halde gerçekleşmektedir. Öyle ise her oluşun, her varlığın ve olayın arkasında bilerek iş gören, imkânsızları mümkün kılan mutlak bir kudretin mevcudiyeti zarurîdir.

Bu kâinat, böyle bir kudreti ve bu kudretin sahibini, içerisindeki herşeyle akla göstererek isbat etmektedir. Tasdik etmek ise, insanı insan yapan şuurun bir gereği değil midir? Bir sanatkârın kendisine ikram edilmiş duygularının gücüyle bir ilâhî sanat eseri olan kâinata bakarak gerçekleştirdiği eserlerin kendisinden başkasına atfedilmesi öfke ve sitem nedeni olurken, bu koca kâinatın gerçek sanatkârı olan mutlak kudret sahibi Allah’tan başkasına atfedilmesi kabul edilebilir bir hata mıdır?

Tarih boyunca insanlığın özel zamanlar ve şahıslar dışında genelleşen hatası, varlık perdesi arkasında kendisini gösteren kudreti doğrudan inkâr etmek değildir. İnsanlık boyunca bu tarz bir hata çok az genelleşmiş; böylesi bir hata toplumun geneli tarafından kabul gördüğü vakit, ilâhî kudret, peygamberler gönderilmesi suretiyle hem sözlü olarak, hem de mucizelerin ışığında gözle görülür şekilde isbat edilmiştir. Uyarılara rağmen inatla direnenler ise kahrın pençesine düşmüşlerdir.

Genelleşmeye en müsait olan ve tüm zamanlarda insanlığı en fazla etkileyen hatalı düşünce, ilk yaratılışı Allah’a vermekle birlikte, sonraki tüm olayların sebeplerin etkisiyle gerçekleştiği zannına kapılmaktır. İşte, böyle bir atmosferde rahmet, kerem ve ihsan gizlenmekte, herşeyin gerçek sahibi ve yaratıcısı olan Rabbimizin hakkı olan teşekkür, hamd ve sena, sebeplerin arasında dağılıp gitmektedir. Gafletli zihinlerde sebepler sonuçlara öylesine sıkı bir şekilde bağlanmaktadır ki, sanatın arkasında sanatkâr, nimetin arkasında ikram görülemeyip, minnetsiz, hamdsiz ve teşekkürsüz bir hayat tarzına düşülmektedir. Oysa, ifade ettiğimiz gibi, herşey her an O’nun kudretine muhtaçtır. Kudretinin sonsuzluğu açıkça görünen Birinin yaratıp ikram ve ihsan etmesi, O’nun rahmetinden başka ne ile açıklanabilir?

Ne var ki, yaşadığımız çağın alacakaranlık atmosferinde tanımını yitiren kavramlardan birisidir merhamet. Halbuki, bizi yaratarak binbir ikram ile bu hayata gönderen Allah’ın bize en yakın sıfatıdır o. Ehl-i imanın içerisine düştüğü açmaz ise, ne inkârın zifirî karanlığı, ne de gafletin alacakaranlığıdır.

Gafletin genelleşerek kalınlaştığı şu çağda, ilâhî kudret ve rahmetin varlığından zerrece şüphe etmeyen zihinler, sebep-sonuç bağlantılı determinist felsefeden fark edilemeyecek boyutta etkilenerek, farklı bir hataya düşmektedirler. Düşülen bu hata ise, Allah’ın herşeyi kuşatan rahmenini incitmektedir. Merhamet, vermenin olduğu, buna karşılık alma tasavvurunun olmadığı noktada geçerli bir kavramdır. Maddî bir beklenti içerisinde vermek, en iyi ihtimalle, ticaret için geçerlidir. Hayatın devamı için ticaret elbette gereklidir, ancak ticaretin prensiplerinden olan gerçekler, hayat için gerçekten gerekli de olsalar, merhametin tanımına uygun değildir. Rahmet, sebepler üzerinde kendini gösterse de, sebepsizdir.

Herhangi bir etkenin zorlaması altında yapılan bir ikram sofrasına oturduğunuzu düşünün. Bu gerçeği fark etmek duygularınızı derinden incitmeyecek midir? İkramı ikram olmaktan çıkarmayacak mıdır?

Yine, tamamen güzel niyetlerle düzenlediğiniz bir davete icabet eden insanlardan bir kısmının, bir menfaat düşünerek bu daveti düzenlediğiniz zannına kapılıp teşekkür etmeden çekip gitmeleri, yahut tam aksine, bir menfaat umarak size yaranmaya çalışmaları da sizi incitecektir. Bu incinmenin neticesi olarak, onlara, beklentilerinin tersiyle cevap vermek isteyecektir insan.

İkram ve ihsan, görülmesi ve doğrudan fark edilmesi imkânsız olan rahmetin, görülebilir alemde açığa çıkışıdır. Aldığımız her nefes, içtiğimiz her yudum su, yediğimiz lokmalar, gördüğümüz harikulâde tablolar rahmet-i ilâhiyenin tezahürü olan birer ikram ve ihsan hükmündedir. Bu nedenle, mü’min için ibadet, Allah’tan gelecek ikramlar için kurgulanmış bir seremoni değil, ikram edilmiş nimetler için bir hamd ve teşekkür niteliğindedir, böyle olması gerekir.

Bundan sonra yapılması beklenen ikramlar için ibadet veya amel yapılması ise, rahmeti incitmektedir. Neticesi ise, çoğunlukla niyetin tersiyle karşılaşmaktır. Allah, takdir ettiği sebepler neticesinde, rahmetinin bir tezahürü olarak, bizim O’nun kudretini, rahmetini anlayıp kavrayabilmemiz için genellikle aynı sonuçları yaratır; bu doğrudur, gerçektir. Ancak, sebepler ve sonuçlar arasındaki bu insicam, bu örgü, O’nu belli sebepler sonrasında belli sonuçları yaratmaya mecbur bilircesine hareket ederek rahmetini incitmemiz için yaratılmakta değildir. Hele hayırlı işlerde bu determinasyonu takip etmek, “Ben şöyle şöyle yaparsam, O da bu beklentimi ikram eder” gibi bir zanna kapılmak, özünde çelişki taşıyan, ilâhî rahmeti inciterek niyetin aksiyle karşılaşılması neredeyse kaçınılmaz olan bir haldir.

Yapmamız gereken, ilâhî vazifeye karışmadan kendi işimize bakmak, anı değerlendirmek, her an en hayırlı yolu tercih etmek, neticeleri Allah’ın merhametli ve kudretli ellerine bırakmak, her bırakış sonrasında neticeyi beklemeden yeni bir işe koyulmaktır. Bu noktadaki zaaflar yüzünden, şu ahirzamanın dehşetli hallerinde bir felah bulamıyor ehl-i din. Tasavvur ötesi, projesiz bir hayata geçemediği için…

Bu acı gerçeği teşhis için, dileyen kendi hayatına bakabilir. Dileyen ise, tüm güzel planları akim kalan, tüm hayırlı projeleri hüsranla sonuçlanan, planları ve projeleri terk ettiği andan ve zamandan sonra ise manevî ikramlara boğulan, gecelerini ağlayarak, gündüzlerini yazarak geçiren ve böylece bir neslin ihyasına sebep olan bir insanın, Bediüzzaman’ın hayat seyrine bakabilir. 1 Bkz. Kur’ân, Nahl suresi, âyet: 20; Furkan suresi, âyet: 3.

Salih Özaytürk / Zafer Dergisi

On Bir Ayın Sultanı (Şiir)

On bir ayın sultanı
Hoş geldin ey Ramazan
Rahmet dolu her anı
Hoş geldin ey Ramazan

Bu ay mağfiret ayı
Çok edelim duayı
Yok edelim hatayı
Hoş geldin ey Ramazan

Hakka yakın olmalı
Çokça namaz kılmalı
Dua niyaz yapmalı
Hoş geldin ey Ramazan

Teravih namazıyla
Sahur ve iftarıyla
Ve Kadir Gecesiyle
Hoş geldin ey Ramazan

Ruhları arındıran
Sevapları arttıran
Ve nefisleri kıran
Hoş geldin ey Ramazan

Şeytanları bağlayan
Cennet kapısı açan
Cehennemi kapatan
Hoş geldin ey Ramazan

Fakiri hatırlatan
Bereketi çoğaltan
Sevaba sevap katan
Hoş geldin ey Ramazan

Günahları yok eden
Sevapları çok eden
Ve açları tok eden
Hoş geldin ey Ramazan

O’nun başı rahmettir
Ortası mağfirettir
Sonu ise cennettir
Hoş geldin ey Ramazan

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Ruh Üflendi Kainata..

Big bang’dan sonra 10.000.000.000 senesi civarıydı. Bugünkünden daha küçük, ama daha hızlı ve hareketliydi kâinat. Büyüyor, serpiliyor, genişliyor, bir hedefe doğru aceleyle koşuyordu. Yuvasından henüz çıkmış genç kuşlar gibi uçuşan yıldızlar, ışıl ışıl kandillerini yakmış dev filolar misâli birbiriyle yarışan galaksiler… Hepsi o kadar. Güzel, muhteşem, muazzam bir kâinat. “Fakat birşeyler eksik” derken, Yerel Galaksi Kümesi içinde, tıpkı yüz bin milyon kardeşi gibi uzun saçlarını savura savura dönüp duran bir galaksi güzeli, bir yıldıza hâmile kaldı. Görünüşte diğerleri gibi, fakat istikbâli farklı bir yıldızdı bu.

B.B.S. 10.000.000.000 yılında birgün, Samanyolu nurtopu gibi bir güneş doğurdu. Güneşle beraber bir dizi gezegen ve içinde bir de mavi dünya doğdu. Minik ve mavi yavru, doğar doğmaz özel bir ilgiye mazhar oldu. İlk andan itibaren çehresi şekilden şekle girmeye başladı. Jeolojik takvim milyarları birer saat gibi sayarken, onun üzerinde denizler yaratıldı, kıt’alar kaydırıldı, dağlar dikildi, nehirler ve vadiler açıldı. Görünmez bir Sanatkârın elinde şekilden şekle giren dünyanın simasında hatlar ve kıvrımlar belirmeye başladı. Sonra kayalar ufalandı, yeryüzüne toprak serpildi. Etrafına kat kat koruyucu bir atmosfer geçirildi. Ve mavi dünya, milyarlarca sene boyunca bir beşik gibi hazırlandı.

Sonra da hayale gelmeyen şeyler geçti dünyanın başından. Yerden hayat fışkırdı! Hiçten, yoktan, görünmezden ortaya çıkan canlılar birbiri ardınca beliriverdi. Yine de birşeyler eksikti. En sonunda insan manzarayı tamamlar gibi oldu. Çünkü etrafında olup bitenlere bir anlam verebilen sadece o vardı. Bütün bu hazırlıklar birisi için yapılmışsa, bu ancak insan olabilirdi. Nitekim binlerce sene boyunca yüz binlerce muallim, insanlara etrafındaki varlıkları anlattı ve mânâlarını öğretti. Ama gün geldi, insanlık bütün öğrendiklerini unuttu. Ve kâinat, milyarlarca yıl erişmek için çabaladığı şeyi bulduğu anda yeniden kaybetti.

Sonraki yüzyıllar boyunca güneş ve yıldızlar hergün doğdu, fakat gören bir göz göremeden battı. Çiçeklerde, dağlarda, denizlerde nakış nakış Esma dokundu; ama okuyan nerede? Kuşlar yine cıvıldaştı, kuzular yine meledi, hiçbiri tesbihatını eksik etmedi; ama işiten kim? Yüzyıllar geçtikçe karanlık da bastırdıkça bastırdı. Canlı canlı nişan tâlimlerine hedef yapılan develerin, babasının eteğindeki tozları minik elleriyle temizlemeye çalışırken kendisini toprak altında bulan diri kız çocuklarının feryatları eklendi hazin çığlıklara. Asırlar boyunca her gece ve her gün, melekler yeryüzünden Arşa dualar taşıdı. Gökler ve yer, gözü yaşlı Hazret-i Âdem’in Cennet kapısındaki sözlerine hep beraber âmin dedi: ‘Çabuk gel evlât, gel de bizi felâketlerden kurtar!’  Garibiz, gel! Yetimiz, gel! Mazlumuz, gel! Yeter artık; biz bunun için yaratılmadık. Gel de niçin yaratıldığımızı göster!

Sonra, beldelerden bir mutlu beldede, gecelerden bir mutlu gecede dualara cevap geldi. Âlemlerin Rabbinden, Âlemlere Rahmet geldi. Yerel Galaksi Kümesinin kuşlarından Samanyolunun merkezine 30 bin ışık yılı uzaktaki bir yıldıza 150 milyon kilometre mesafedeki bir mavi gezegenin üzerinde, Mekke sokaklarından birindeki bir mütevazi evde Muhammed Aleyhisselâm doğdu. B.B.S. 15.000.000.000 yılında kâinata ruh üflendi. O gelince herşey yerli yerine oturmaya başladı. Bir elindeki kitabın sayfasını çevirdi, bir kâinat kitabının. Okudu ve okuttu: ‘Yedi gök ve yer ve içindekiler Onu tesbih eder. Hiçbir varlık yoktur ki, Onu hamd ile tesbih etmesin.’

Bir elinde güneşi, diğer elinde mehtabı tuttu: ‘Güneşi bir ışık, ayı bir nur yapan, vaktinizi ve hesabınızı bilesiniz diye ona menziller takdir eden Odur. Allah bütün bunları hak ve hikmetle yarattı. O, bilgi sahibi olanlar için âyetlerini işte böyle açıklar.’

Gökyüzünü gösterdi: ‘Gecenin karanlığını yarıp sabahı çıkaran da Odur.’ Bir daha gösterdi: ‘Karanın ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulasınız diye yıldızları sizin için var eden de Odur.’

Bulutları işaret etti: ‘Gökgürültüsü hamd ederek, melekler de Allah korkusuyla Onu tesbih eder.’

Yağmuru gösterdi: ‘Gökten size bir su indiren Odur. O suda sizin için hem bir içecek vardır, hem de ağaç ve otlar yeşerir; siz de hayvanlarınızı otlatırsınız.’

Sonra başka bir yeri işaret etti: ‘İçindeki taze balıklardan yiyesiniz ve süs eşyalarını çıkarıp takınasınız diye denizleri sizin hizmetinize veren de Odur.’

Sonra dünyayı gösterdi: ‘Yeryüzü sizi sarsmasın diye dağları O dikti; yolunuzu bulasınız diye nehirler ve yollar, daha nice alâmetler yarattı.’

İnsanlara ellerini uzatmış ağaçları ve yüzlerine gülümseyen çiçekleri gösterdi: ‘Daneleri ve çekirdekleri çatlatan şüphesiz Allah’tır. O ölüden diriyi çıkarır; diriden ölüyü çıkaran da Odur.’

Kuşları, kuzuları, böcekleri, balıkları tek tek gözler önüne serdi: ‘Yeryüzünde hareket eden hiçbir hayvan, havada kanat çırpan hiçbir kuş yoktur ki sizin gibi birer topluluk olmasın. Sonra onların hepsi Rablerinin huzurunda toplanırlar.’

İnsanlığa göklerle beraber kendi simasını gösterdi: ‘Göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklılığı da yine Onun âyetlerindendir.’

Sonra, nereden gelip nereye gittiğini bilmeyen ve bütün sevdiklerinden ebediyen ayrılıp yokluğa karışmak üzere olan insana en büyük müjdeyi verdi: ‘Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor! Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir; O herşeye kadirdir.’

Sonra da, dâvetine koşup gelen asırları ve kıt’aları ‘Ümmetim’ deyip bağrına bastı. Hepsini arkasında topladı ve ciğerlerinden kopup gelen bir feryatla onlar için Âlemlerin Rabbine yalvardı: ‘Sen aczden ve şerikten münezzeh ve mukaddessin. Senden başka ilâh yok ki bize imdad etsin. El-aman, el-aman! Bizi azap ateşinden ve Cehennemden kurtar!’

Artık kâinat garip değil. Dünyada yetim ağlayışları, mazlum hıçkırışları işitilmiyor. Çünkü tenlere can, canlara canan geldi. Hepsi sahibini buldu, hepsi ruhunu buldu, hepsi de ‘Muhammedim’ diye kucağına atılacak bir sevgili buldu. Bu güneş onun doğuşunu gördü. Bu yıldızlar onun başı üzerinde dolaştı. Bu dünya ona beşiklik etti. Ama o güneşin ve o yıldızların altında, o mavi dünyanın üzerinde, hepsinden daha talihli biri var. O benim. Çünkü ben onun ümmetiyim. Sıkıntıya düştüğümde, bilirim ki ona pek ağır gelir. Hastalandığımda o yanı başımda, derdimde o benimledir. O benimle üzülür, benimle sevinir. Selâm gönderdiğimde selâmımı alır. Duasına âmin dediğimde o beni bilir. Çünkü ben onun ümmetiyim.

Her peygamberin bir duası vardı; o duasını benim için sakladı. Eğer mahşerde bütün ümmeti kurtulup da tek ben sıkıntıda kalacak olsam, bilirim ki o beni elimden tutup kurtarmadıkça Cennete adım atmaz, Havuzdan bir yudum içmez. Çünkü boğazından geçmez. Çünkü ben onun ümmetiyim.

Onun ümmeti olana herşey dost olur. Çünkü herşey onun dostu ve müştakıdır. Onun dostlarıyla dolu bir dünya, onun ümmetine bir cennet olur. İşte güvercinler, işte örümcekler: Hani dedeleri Hirâ Mağarasında onu beklemişlerdi. Ne zaman bir güvercine yem versem, bir Peygamber dostuna ikramda bulunmanın hazzını yaşarım. Ne zaman bir örümcek bulsam evimde, bir Peygamber yadigârını bana misafir gönderene hamd ederim. ‘Böyle dostluğun firakı yok, hep visaldir.’ Nerede olsam, ondan ne hâtıra bulsam, bilirim ki o benimledir.

Onu gören güneşe ve yüzündeki tebessümüne merhaba! Onun parmak izini taşıyan aya ve nuruna merhaba! Sabaha ve ışığına, geceye ve âyetlerine merhaba! Gökkubbeye ve ışıl ışıl kandillerine merhaba! Onu bağrında büyüten dünyaya ve içindekilere merhaba! Meleklere merhaba, cinlere merhaba! Onun ümmetinden bir vücudun parçası olabilmek için ellerini uzatıp bana meyvelerini sunan ağaçlara merhaba! Benim için süslenen çiçeklere merhaba! Dalgalarıyla ona selâm gönderdiğim denizlere merhaba! Cıvıldaşan kuşlara ve gürleyen göklere merhaba! Onu bekleyen güvercine, örümceğe ve torunlarına merhaba! Ayağı altında konuşan dağlara ve avucunun içinde tesbih eden taşlara merhaba! Milyonlar dillerle bana Rabbimi tanıtan bütün varlıklara tek tek ve hep beraber merhaba! Hayata merhaba, ölüme merhaba, haşre merhaba! Âyetü’l Kübrâ’ya ve seyyahına merhaba!

Biz dostuz ve kardeşiz. Münkirlerin dünyasındaki yabancılıklar ve düşmanlıklar yok bizim dünyamızda. Çünkü O geldi ve bizi Allah’ın kulluğunda birleştirdi. Onunla mesut olan asra merhaba! O asır semâsında doğan yıldızlara merhaba! O yıldızlarla yolunu bulanlara merhaba! Ve şimdi başlarımızın üzerinde yeniden yükselen Saadet Asrının güneşine merhaba! Hoş geldin, uğurlu geldin, nurlarınla, lem’alarınla, şualarınla geldin. Yirminci yüzyılın fetret geceleri artık bizi ürkütmüyor. Ol taze güneş ülkeye serptikçe ışıklar, Hep şâd olacak, şevk bulacak kalbi kırıklar.

Ümit Şimşek / Zafer Dergisi

Kuraklık İçin Münacat Risalesi Okuyoruz

“Şimdi bu mektubu yazarken, Risale-i Nur santralı Sabri’nin mektubunu Emin getirdi. Açtık, yağmursuzluk bahsine dair Risale-i Münacat’ın kesretle yazılması bereketiyle yağmurun gelmesi ve rahmet-i İlahiyenin fakir fukaraya imdad eylemesini yazdığını gördük. Benim için ehemmiyetli bir mes’eleyi halletti.

    Burada da yağmura şedid ihtiyaç vardı. Yağmur gelecek hiçbir alâmet hissetmiyorduk. Bu kaht zamanında yağmursuzluk, fakir fukaraya çok ağır gelmişti. Ben üç defa namazdan sonra, masum fukaraları ve aç kalan hayvanları ve Risale-i Nur’u şefaatçi yapıp dua ettik. Birden aynı gece, me’mulümüzün fevkinde, duanın tam kabulünü gördük. Ben hayretle, bu cüz’î duamız, bu küllî mes’eleye ne derece dahli olduğunu bilemedim.” Kastamonu Lahikası ( 239 )

Kıymetli Kardeşlerimiz,

Ülkemiz genelinde yaşanan kuraklıktan Rabbimizin rahmetine iltica etmek için, Kastamonu Lahikasında geçen yukarıdaki manaya istinaden, Münacat Risalesi (3.Şua) okuyoruz.

(Öncelikle kuraklığın kendi kusurumuz olan gaflet, hakiki vazifede gevşeklik ve umumun katıldığı gıybetlere –katılmamamız gerektiğini bildiğimiz halde- dahil olduğumuz için ciddi bir istiğfar ediyoruz.) Umum Müslümanların selameti ve maddi, manevi rahmetin celbi niyetiyle Münacat Risalesini, tamamı veya vaktimiz elverdiğince bir kısmını okuyoruz. Cenab-ı Hak kabul etsin.

Nabi

Nurnet.org

Allah’a Sığındım (Şiir)

Allah’ım ben günahkarım, sığındım affına,

Karar verdim katılacam tevbekarlar saffına,

Başka yerim yok, ben dayandım Gaffar adına,

Sana sığındım  çünkü Sen Gafuru Rahimsin.

 

Allahım bir hücreden yarattın bu hakiri,

Enva-i ni’metlerle, doyurdun bu fakiri,

Ne yazık ki olamadım, Rabbimin  şakiri,

Bağışla Rabbim, başka kapı yok ki gidilsin.

 

Allah’ım iç ve diş alemimi net görürsün,

Kur’anda dedin, hazır ol bir gün ölürsün,

Eğer günahları bırakmazsan, sürünürsün,

Günahımı afet Rabbim, Gafuru Rahimsin.

 

Beni hiçliklerden alarak, meydana attın,

Behaim yaratabilirdin, insan yarattın,

Bir munkîr yapabilirdin, Mü’minlerden yaptın,

Ümidi kesmedim, çünkü Gafuru Rahimsin.

 

Bizi küffardan alıp, ana vatana attın,

Masıvaya, asla muhtaç  olmadan yaşattın,

Şerefin büyüğü olan, Nurculara kattın,

Günahlardan koru beni, Rahimu Kerimsin.

 

Yine sonsuz şefkatinle, neslimi çoğalttın,

Sonsuz rahmetinle onları, nurlara kattın,

Rahmetinle âilemin, tamamını Nurlattın,

Allah’ım bu hal onlarda sona kadar gitsin.

 

Allahım çok şükür beni istihdam ettin,

Nurları  Arnavut diline çevirtirdin,

Nurları onlara ulaştırmaya Sebepsin,

Duam onları hidayete Rabbim erdirsin.

 

Fitne-i ahır zaman halkı, fazla sıkıyor,

Her taraftan düşmanlar, imana saldırıyor,

Korumazsan Allah’ım, hayatımız bitiyor,

Sen isyandan koru bizi, Rahimu Kerimsin.

 

Laik sistemler mü’minleri fazla eziyor,

Bir ve iki ayaklı şeytanlar saldırıyor,

Öte yandan nefsi emmare bizi boğuyor,

Onların şerrinden sen koru, çükü Hafizsin.

 

Gaffarsın Allahım kabul buyur tevbemizi

Rabbim  İmanımız hatırına koru bizi,

Yardımınızla bırakmayalım Nurlu izi,

Rabbim senden ricam, bu hayat ak yüzle bitsin. İnşaAllah…

 

Abdülkadir.Haktanır

www.NurNet.org