Etiket arşivi: şefkat

İslama Davet Etme Hassasiyeti

İslâm’a davet nasıl olur? İnsanları İslâm dinine davet ederken, nasıl bir üslûp, bir metot takip etmek icap eder diye soru yöneltenlere, bazı kaideleri tavsiye etmek istiyorum. İlk önce imkân dairesinde kendimizi zorlayıp, Allah’ımızı sıfatları ile tanımak için asrımızın ihtiyaçlarına cevap veren Kur’an tefsirlerini, yani Risale-i Nur Eserlerini bol bol okuyarak  imanımızı kuvvetlendirmeliyiz. Ondan sonra büyük mucize olan, kendi vücudumuzu incelemek için, yalnız dıştan seyretmek değil,  iç inceliklerini tanıtan kitaplardan bilgi edinmeliyiz. Artı kâinattaki yaratıklara baktığımız zaman, ne güzelmiş demekle kalmayıp, ne güzel yapılmış demek için, Yaratıcının kudret ve azametini anlamaya çalışmalıyız.

Böylece Allah’ımıza  karşı inancımızı ve bağlılığımızı pekiştirerek, kendimize hizmet için lazım olan enerjiyi temin etmiş oluruz. Ondan sonra biz bu enerji sayesinde hısım ve  akrabalarımızdan başlayarak, komşularımıza ve iş çevremizde görüştüğümüz kimselerin de imanlarını kurtarmağa çalışabiliriz. Bu vazifeyi yaparken onlara, güler yüz ve tatlı sözle yaklaşacağız. Bu şekilde onlara, kendilerini sevdiğimizi kabul ettireceğiz. Ondan sonra kendimize acaba filan kardeşle nasıl ve nerede görüşebilirim diyerek düşüncesi ile, hayatımızı sürdüreceğiz. Bunu kendimize vicdani bir borç bilip, devamlı kardeşlere bir şeyler verebilme gayreti içerisinde olacağız.

Tanışıp samimi olduğumuz kardeşlerle görüştüğümüz zaman, sohbetimiz başka konularda olsa bile, İnsan için en büyük mesele olan iman meselelerini daha çok mevzu edinip, karşımızdakinin kafasında birikmiş olan şüphelerini gidermeye çalışacağız. Bunda başarılı olmamız için ve İslam’a davet etme hizmetini becerebilmek için de Allah’a karşı samimi olacağız. Yani bunu yaparken hiçbir maddi menfaat düşünmeden, sırf Allah rızası için o vazifeyi yapabilme gayretinde olursak, beklediğimiz neticeyi daha iyi elde etme imkanını sağlamış oluruz.

Başka değil bunun ehemmiyetindendir ki Bediüzzaman hazretleri  yirminci Lem’a olan İhlâs Risalesini, laakâl (En azından) on beş günde bir defa okumayı tavsiye ediyor.

Evet! Samimiyetsiz hiçbir  meseleden netice alınamaz. Hele o mesele dini meselelerden biri ise, onu anlatan efendinin o meselede samimiyeti derecesine göre faydalanma çoğalır. Ondan sonra o ihlâslı zattan dinlenilen sözlerin tesiri, dinleyenin her işinde kendini göstermeye başlar.

Evet! Bir Müslüman’ın Allah’a karşı samimi olup imanının gelişmesi nispetinde, fedakârlığı gelişir. O zaman o insan cimrilikten kurtulup cömert olur. Ücret dağıtılırken kendini arkaya atıp din kardeşlerini öne sürer, hizmet icap ettiği yerde, başkasını değil, kendisini öne atar. İşte bu Müslüman kardeşimiz, bu şekilde  fedakârlığın mükemmel bir örneğini ortaya sermiş olur.

Bunu daha iyi izah etmek için çok mükemmel  bir misal vereyim:

Mübarek bir zata biri sorar? Muhterem, Müslüman ve Müslüman olmayanı nasıl tanıyacağız: O zat fırlayıp dizleri üzere çöker ve der: Sen ile ben yalınız menfaatimizi gözeterek çalışırsak o hal Mülüman olmamamızın alametidir. Eğer ben senin menfaatini sende benim menfaatimi gözeterek çalışırsak işte bu Müslümanlıktır. Anladık değimli Müslüman nasıl fedakâr olacak.

Bilhassa, herkes maddi menfaatin peşine koştuğunu gördüğümüz bir zamanda, böyle bir fedakârlıkta bulunabilmenin tesiri de, tabii ki ona göre olur. Maddeye tok olan gözlere insanların hasret olduğu bir devirde, o güzel haslete, böyle bir gayrete sahip olabilen bir kimse, çok kimse için  mükemmel bir örnek teşkil ederek sözleri her tarafa ışık saçar.

Şunu da unutmamalıyız ki, “hayırlı işlerin çok muzır manileri (engelleri) olur, şeytanlar o hizmetin hadimleri ile (hizmetçileri ile) çok uğraşır.” İşte böyle bir zamanda yaşayan bir insan çevresinde dizilmiş türlü türlü cazibeli engellerden kendini kurtarabilmesi için, bilgili ve imanı sağlam olması lazımdır. Çünkü bu kadar hislerini ve menfaatini okşayan maddi sebepler peşin para gibi karşıda dururken, onları bir tarafa bırakıp, başkasını faydalandırma peşine koşmak ancak alınan sağlam bilgi neticesinde sarsılmaz bir imanla olabilir.

Bakın nasıl bir devirde yaşıyoruz? İki ay önce birisine, maddi menfaat gözetmeden çalışmaktan bahsediyordum; o da öyle şey olmaz dedi. bir başkası da  sizin gibi biri de iddia etmişti, bir araştırdım hiçte dediği gibi çıkmadı. Evet Ahretteki ücretler bu dünyadaki ücretlere göre hiç kalır inancı insanların çoğunda sıfıra yakın bir mertebeye düştüğünden öyle diyebiliyorlar

Ona cevaben dedim ki, sağlam imanlı insanlar azaldı desen haklı olabilirsin, ama madde karşılığı beklemeden hiç kimsenin çalıştığına inanmam demen, Allah’a ve ahret gününe inanmamandan ötürüdür. Çünkü madde için değil de Allah rızası için çalışanlar âhirette yaşanacak mutluluğa ve azabı sonsuz bir hayata, inanman lazım ki, maddi menfaat beklemeden çalışıldığına inanasın. Bu inanç sende olmadığı için bana inanmaman senin için normaldir.  Halbuki senin dediğin doğru olması için haşa ve kella! Allah’ın olmaması lazım. Ahiret olmaması lazım. Hazreti Ademden bugüne kadar gelen 124.000 peygamberi inkâr etmen lazım. Allah tarafından insanlara inen 104 kitabı inkâr etmen lazım. Yeryüzünde ibadet etmek için yapılan ibadethaneler, kiliseler şöyle dursun, yalınız Türkiye’mizde yapılan 72.000 camileri yapanları akılsız olduklarını kabul ettikten sonra senin dediğin doğru olur. O da olmayacağına göre, sen öldükten sonra ki hayata inanmadığından ötürü bunu diyebiliyorsun dedim. Bu sözüme biraz kızdı ise de bu matematiksel bir gerçektir, bunun alternatifi yoktur.

Abdülkadir HAKTANIR

www.NurNet.org

Nur Talebesi Şevkat Kahramanıdır

nur.talebesi.sefkat.kahramanidir“Onlar muhabbet fedaisidir.” Risale-i Nur Talebeleri bu hizmet başlayalı beri büyük sıkıntılara ve müşkilatlara ma’ruz kalmışlar, fakat bu onların bir diğer hasletlerini de gün yüzüne çıkarmıştır: Sabır, tahammül ve şükür. Said Nursi’nin bir risalede saydığı ve bu hizmetin lazımı dediği şevk-i mutlak ve şükr-ü mutlak Nur Talebeleri için bir hayat tarzıdır.

Onlar ne olursa olsun başlarına gelen her bela ve musibet karşısında hiç kimseyi suçlamadan kadere teslim olup Cenab-ı Allah’a tevekkül ve sabır içinde şükrederler. Onlar bela, musibet ve hastalıkları günahlarına bir keffaret, nefislerine bir şevkatli sille, gafletten uyanmaları için bir ikaz bilirler ve memnun olurlar. Hakiki kulluğun, sonsuz acz ve fakrını hissetmek olduğunu bilen kadir-şinaslar da Nur Talebelerinin sabır ve şükür mesleğini tam takdir etmektedirler.

İnsanı maneviyatta terakki ettiren en mühim sıfatlardan birisi sadakattir. Bu nokta-i nazardan baktığımızda hakiki Nur Talebeleri sıddıklar zümresine dahildir. Onlar, her zamanda ve her zeminde hedef ve gayelerini unutmadan din-i mübin-i İslam’a nasıl hizmet edeceklerini düşünürler. Bütün hayat safhalarında Rablerinin hoşuna gitmeyecek her halden şiddetle kaçınırlar. Kur’an-ı Kerim’e olan bağlılıklarının kırılmaması için Cenab-ı Hakk’ın emir ve yasaklarına harfiyen uyarlar. Biricik rehberleri olan Hz. Muhammed (A.S.V.)’ın peşinden  ayrılmamak için O’nun sünnetine sımsıkı sarılırlar. Onlar devamlı okudukları ve kabul ettikleri Kur’ani, müstakim ve mu’tedil Risale-i Nur’a sadakatsizlik etmekten ürperirler.

Nur Talebeleri iman ve islam hizmetinde kendilerine üstad kabul ettikleri Said Nursi’nin bizzat yaşadığı ve Risale-i Nurlarla çizdiği hizmet düsturlarından ayrılmamayı prensip edinmişlerdir .Böylelikle sadakat ve vefa duygusu bir Nur Talebesinin kalbine silinmeyecek şekilde kazınmıştır ve bu yüzdendir ki Nur Talebelerinin dostluğundan ne bir zarar ne bir vefasızlık gelir. Onların dostluğu ebede giden bitmez ve tükenmez ahiret kardeşliğidir.

Risale-i Nur Talebesini diğerlerinden ayıran taraf mühim bir fark da ilimdir. Zamanının en mühim alimi Bediüzzaman’ın ifadesi şöyledir: “Bir sene bu risaleleri anlayarak ve kabul ederek okuyan bu zamanın hakikatli bir alimi olur.” Okuyan ve anlayan her İslam aliminin tasdik ettiği gibi Risale-i Nur’dan süzülen Marifetullah yani Allah’ı bilmek ve O’nu isimleriyle, sıfatlarıyla tanımak ilmini apaçık, ikna edici bir üslubla ve herkesin anlayabileceği bir tarzda izah eden eşsiz eserlerdir. Risale-i Nurlar baştan aşağıya hususi bir Kur’an ilmini ve iman hikmetini terennüm eden mücevherat hazinesidir. İşte bu sebeple kendi tasını Risale-i Nur’dan doldurmuş her Nur Talebesi Cenab-ı Hakkı esma ve evsafı ile tanır, kainat kitabını mütalaa eder, insan simasındaki Nakkaş-ı Ezeli’nin nakışlarını görür ve Marifetullah’ın semasında seyeran eder. Bununla beraber bu marifet seyyahı karşılaştığı bir dinsizi Risale-i Nur bürhanlarıyla bir saat zarfında ikna eder ve imana getirir yahut karşısındaki münkir muannidse yani inatçıysa ilzam eder ve susturur, kaçacak hiç bir delik bırakmaz.

Nur Talebesi şevkat kahramanıdır. O; kaybolmuş evladını arayan annenin samimiyetiyle imansızlık yangınında yanan gençliğe sahib çıkar. Çünkü O bilir ki bu dalalet ve sefahet yolunun sonu ebedi bir hüsran ve hezimettir. O tertemiz fıtrata sahib her bir çocuğa Sani-i Zülcemalin kıymetdar bir sanat harikası nazarıyla bakar. Bu antikanın kaba demirciler çarşısında zayi olmaması için bütün varlığını seferber eder. Bir sanatın sahibine olan intisabıyla değer kazandığını bilen Nur Talebesi her insanın ancak yaratıcısı olan Allah’a iman ve intisabıyla büyük bir şeref ve kıymet kazandığını bilir. İman ve ubudiyet vasıtasıyla herkesin bu şeref ve kıymeti kazanması uğrunda cehenneme bile razı olan Said Nursi engin şevkatini şöyle dile getiriyor: “Eğer Kur’an’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem. Orası da bana zindan olur. Milletimin imanını selamette görürsem cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım, çünkü vücudum yanarken gönlüm gül, gülistan olur.”

Netice olarak şunu ifade edelim ki bu hasletler ve vasıflar hakiki ve hakikatdar Risale-i Nur Talebesinde bulunmakla beraber herkeste kabiliyetine göre ve Risale-i Nur’a olan intisabı nisbetinde bulunur. Şu da var ki hakiki Risale-i Nur Talebeleri bu saydığımız özelliklerin dışında Kur’an ahlakından tereşşuh eden daha zikretmediğimiz birçok güzel haslete sahipdir ve harika seciyeyle müzeyyendir.

Abdulkadir Haktanır

www.NurNet.org

Anne Olmak…

Toplumun ana direği ailedir.

Ailenin de ana direği annedir.

Anne olmak demek emek demektir.

Anne olmak demek fedakârlık demektir.

Anne olmak demek uykusuz geceler demektir.

Anne olmak demek hayatın anlamı demektir.

Anne olmak demek karşılıksız sevmek demektir.

Anne olmak demek şefkat abidesi olmak demektir.

Anne olmak demek merhamet timsali olmak demektir.

Anne olmak demek kendisi aç kalsa da evladını aç bırakmamak demektir.

Anne olmak demek dokuz ay karnında taşımak, dokuz yıl çocuğun peşinden koşmak demektir.

Anne olmak demek bazen acıları içine atıp dışarıya gülücükler dağıtmaya çalışmaktır.

Anne olmak demek eşini ve çocuklarını memnun etmek için saçını süpürge etmek demektir.

Anne olmak demek Peygamberimizin(s.a.v) hadisiyle merhametin dünyadaki cisimleşmiş hali demektir.

Anne olmak demek yine Peygamberimiz (s.a.v) hadisiyle Cennet bile ayakları altında olan insan demektir.

Anne olmak demek yeri geldiğinde çocuğunu yaşatmak için şahadeti tercih etmek demektir.

Ne mutlu anne olabilenlere ve ne mutlu annellik duygusunun kutsallığını yaşayabilenlere…..

Hamit DERMAN

Ben yanmayacağım, sen yanmayacaksın, o yanmayacak. Peki kim aydınlatacak?

Bir Nur Talebesi manen cemiyetin üstüne, yani cemiyetin geleneklerinin ve örfünün üstüne çıkacak. Bu ancak idealist bir düşünce ile mümkün olur. Dava ruhu, ruha ruh olacak. Sokağa zevk ve sefa prensibi ile baksan helak olursun. Şehvet nazarıyla baksan erirsin. Nur Talebesi dava ruhu ve idealist dünya gözü ile bakacak. İşte o zaman bütün dünya nazarında zibil gibi olur. La itibareleh.

Bir Nur Talebesi kasden bizzat cemaatin ruhu olan tesanüdü bozsa, melekût aleminden manen tard edilir. Onun cürmü dünyaya sığmaz, seyyiesini ancak mizan-ı kübra tartar. Bir Nur Talebesinin şahsi kusuru olabilir, bu onun şahsını ilgilendirir ve affa mazhar olabilir. Bundan daha dehşetlisi şahs-ı maneviye karşı olanıdır ki, bu ise cinayet-i azimedir. Cenabı Hak bu tür kusurlardan bizleri muhafaza etsin. Amin.

Nur Talebesinin; çapası şefkat, makası hikmet, gıdası hakaik, güneşi ise hilm ve mülayemet olacak. Nur Talebesi çerağ-ı hakaik olacak, hakikat meş’alesi… Bir Nur Talebesi nefsini kabza-i kahrına almadıkça, tebliğatta müessir olamaz. Tenvir edenin nurani olması lazımdır. Nur, zulmeti mekan ittihaz etmez.

Avam-ı nasın imanını kurtarma vazifesini şefkatkarane yükleneceğiz. Risale-i Nurla ilgili herşeye (eserlere, dershanelere ve kardeşlere) sahip çıkacağız. Nur Talebesinin bu zamanda şefkatinin hikmetinden fazla olması lazım gelir.

Ben yanmayacağım, sen yanmayacaksın, o yanmayacak. Peki kim aydınlatacak?

Bediüzzaman’ın şefkat ve siyaset anlayışı

Bediüzzaman’ın ‘siyaset’ ile ‘şefkat’ arasında ortaya çıkan zıtlığa binaen, ‘şefkat’in safında yer aldığını; siyasetle doğrudan veya dolaylı temas durumunda ise siyasetçilere iki Kur’ânî ilke olarak ‘adalet’i ve ‘merhamet’i hatırlattığını görüyoruz. Bediüzzaman’ın bu duruşunun, siyasetçilere de, iman hizmetinin mümessillerine de söyleyeceği çok şey var.

Bediüzzaman’ın siyaset âlemine Yeni Said nazarıyla bakışının en ziyade dile geldiği eser olarak Emirdağ Lâhikası’nın sayfaları arasında dolaşırken, siyasetin uzağında durmakla birlikte sosyal hayata ve siyasete dair tazammunları da bulunan bir büyük iman hizmetinin hangi şartlarda, hangi temeller üzerinde kurulup hangi mecrada geliştiğini gözler önüne seren mektuplar çıkar karşımıza. Bu mektuplar, içlerinde, hayata dair üzerinde henüz hakkıyla durulmamış nice sağlam imanî ölçü barındırır. Ve yine bu mektuplar arasında dolaşırken, insan, bir nevi Bediüzzaman’ın hayatını onun dilinden dinliyor olduğu hissini içinde uyandıran ipuçlarıyla karşılaşır.

İşte böylesi bir ipucu, Afyon mahkemesi safahatında ‘kanunca ifadesi alınması lâzım geldiği halde;’ bunun hem kendi haksızlıklarını ayan beyan ortaya koyup Bediüzzaman’ın hakkı müdafaa etmesine imkân tanıyacağını bildiklerinden olsa gerek, ‘ifadesinin alınmaması’ gibi bir kanunsuzluk karşısında Adliye’nin sorumlularına ve İçişleri Bakanına hitaben yazılan şikâyet mektubundadır.

Bu mektubun ikinci sayfasında, kendi duruşunu tarif ederken, “otuz seneden beri ‘euzubillahi mine’ş-şeytânirracîm deyip siyasetten bütün kuvvetiyle kaçan” ifadesini de kullanır Bediüzzaman. Nitekim, Bediüzzaman’ın siyasetten bu istiazesinin hikmetini ilk olarak Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı’nın mağlubiyetinin hikmetinden sual bâbında yazılan “Rüyada Bir Hitabe”nin sonunda dile getirdiğini; dolayısıyla otuz sene evvel siyasetten gerçekten ictinab ettiğini görürüz.

Mektubun bir sonraki sayfasında ise, dikkat çekici başka bir ifade daha vardır: “Risale-i Nur mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir düstur-u hayatım olan şefkat…”

YA ŞEFKAT YA SİYASET

Birbirini takip eden iki sayfada gelen iki ‘otuz sene’ bitiştirildiğinde, bu otuz seneye beraberce rengini veren iki unsur da birbiriyle eşleşir. Bediüzzaman otuz senedir siyasetten ictinab etmektedir ve otuz seneden beri şefkat onun için bir hayat düsturudur. Bu da, onun siyasetten ictinabı ile şefkati bir hayat düsturu haline getirmesi arasındaki birebir ilişkiye; dolayısıyla, siyaset ile şefkat arasındaki zıtlığa işaret etmektedir. Demek, siyasetin şefkati zayi eden bir tarafı vardır; aklın merkezine siyaset yerleştiğinde kalbin merkezinden şefkat yitip gitmektedir.

Bediüzzaman’ın bu iki ifadesiyle işaret ettiği ‘ya şefkat ya siyaset’ denklemi, onun başkaca mektuplarında daha açık ifadelerle çıkar karşımıza. Yine Emirdağ Lâhikası’nda, “Neden ne dahilde, ne hariçte bulunan cereyanlara ve bilhassa siyasetli cemaatlere hiçbir alâka peyda etmiyorsun?” şeklinde bir soruya verdiği cevapta Bediüzzaman açıkça, “İçtinabımızın çok sebeplerinden bir sebebi de; Risale-i Nur’un dört esasından biri olan ‘şefkat etmek,’ zulüm ve zarar etmemektir” demektedir. Yine Emirdağ Lâhikası, her iki cildinde, “Umumun selameti için cüz’î hukuklara bakılmaz. Cemaatin selameti için ferd feda edilir. Vatan için herşey feda edilir” anlayışını ‘merhametsiz, gaddar siyaset’in bir ‘kanun-u esasîsi’ olarak zemmetmekte; bu anlayışın Kur’ânî adalet ilkesiyle çelişkisini ısrarla dile getirmektedir.

Aynı lâhika içerisinde yer alan ve modern zamanların topyekün savaş anlayışının simgesi ve merhametsizliğin sofistike kılıfı olarak işgören ‘reelpolitiğin’ vazgeçilmez bir aracı olarak ‘bomba’ya dair satırlar, şefkati hayat düsturu kıldığı andan itibaren Bediüzzaman’ın neden siyasetten ictinab ettiğinin kalbleri ihtizaza getiren bir izahı niteliğindedir. Bu satırlarda Bediüzzaman, “insanın bir kısım sun’î kuşlarının bir bomba yumurtası ile bir köyü harap edip bin adamı mahveden cinayeti”nden ve “cehennemî zakkum yumurtaları taşıyan o insanî kuşların tahripçi kısmının hem küre-i arza, hem nev’-i beşere müstebidâne, merhametsiz tahribatı”ndan şikâyet etmektedir.

Şualar’da yer alan ve mahkeme müdafaatı içerisinde dile getirdiği bir meseleyi kayda bağlayan bir başka mektubunda Bediüzzaman pekâlâ ‘elinden geldiği’ halde siyasetten içtinabını “Risale-i Nur’daki şefkat, hakikat, hak bizi siyasetten men’ediyor” diye başlayan satırlarla izah etmektedir.

Bediüzzaman’ın siyaset ile şefkat arasında gördüğü bu ters orantı, onun başkaca mektuplarında ve risalelerinde sadece modern zamanlara mahsus olarak değil, tarihin daha önceki safhalarına da bakar şekilde irdelenmektedir. Meselâ sultanların ve padişahların kendi saltanatlarını ikame için kardeşlerinin ve hatta çocuklarının ölümüne sebebiyet vermeleri siyasetin ‘merhametsiz’ veçhesinin bir örneği olarak zikredilmektedir. Yine, Bediüzzaman’ın İslâm tarihine dair en kritik okumalarından biri olarak Hz. Ali ile Muaviye arasındaki hilâfet-saltanat geriliminde ikinci tarafın ‘siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını’ gözeterek adalet esaslarını zayi edişlerine dikkat çekilmektedir.

KALBİN MERHAMET ÇAĞRISI

Bütün bu satırlar, insana, Bediüzzaman’ın yine Emirdağ Lâhikası’nda dile getirdiği, “Siyasetçi ekserce tam müttaki dindar olmaz, tam müttaki dindar siyasetçi olmaz” hükmünü hatırlatıyor. Hemen belirtelim, burada bir ‘ekserce’ kaydını düşüyor Bediüzzaman ve ondan öncesinde ‘güneşler gibi iman taşıyan bir kısım sahabe ve selef-i salihîn’i bu genel kuralın bir istisnası olarak zikrediyor. Böylece, sahabilerin içinde dahi ‘bir kısmı’ nı bu kapsama alanı içine dahil ediyor. Emevî siyasetinin sahabiler arasında yer alan öncülerinin siyasî maslahat adına yaptıkları, Bediüzzaman’ın ‘bir kısım’ kaydıyla bu ‘istisna’ya düştüğü istisnanın hikmetini bize ifşa ediyor.

Özetle, istisna kaydı düşmekle birlikte Bediüzzaman’ın ‘siyaset’ ile ‘şefkat’ arasında sadece modern zamanlara mahsus olmayan, ama modern zamanlarda daha bir aşikar surette ortaya çıkan zıtlığa binaen, ‘şefkat’in safında yer aldığını; siyasetle doğrudan veya dolaylı temas durumunda ise siyasetçilere iki Kur’ânî ilke olarak ‘adalet’i ve ‘merhamet’i hatırlattığını görüyoruz.

Bediüzzaman’ın bu duruşunun, siyasetçilere de, iman hizmetinin mümessillerine de söyleyeceği çok şey var.

Gönül ister ki, her siyasetçi, Ömer misali ‘Dicle kenarında ayağı incinen kuzudan dolayı dahi hesaba çekileceği’nin idrakiyle hareket etsin…

Ve böylesi bir dünyada, köşeleri ‘reelpolitik’le dolduran siyasî analizcilerin ve ekranlarda reelpolitik dersi veren siyaset vaizlerinin karşısında kalbin ve vicdanın merhamet çağrısını dillendiren hakikat kahramanlarının da sesinin gür çıkması gerekiyor.

Tâ ki, şefkat-siyaset ilişkisinde siyaset lehine şefkati zayi edenleri doğrultmak mümkün olsun.

Bediüzzaman’ın siyaset karşısındaki duruşu, bu açıdan, bir kez daha okunmalı, yeni baştan irdelenmeli…

Metin Karabaşoğlu / Moral Dünyası dergisi