Etiket arşivi: siyaset

Bediüzzaman’ın şefkat ve siyaset anlayışı

Bediüzzaman’ın ‘siyaset’ ile ‘şefkat’ arasında ortaya çıkan zıtlığa binaen, ‘şefkat’in safında yer aldığını; siyasetle doğrudan veya dolaylı temas durumunda ise siyasetçilere iki Kur’ânî ilke olarak ‘adalet’i ve ‘merhamet’i hatırlattığını görüyoruz. Bediüzzaman’ın bu duruşunun, siyasetçilere de, iman hizmetinin mümessillerine de söyleyeceği çok şey var.

Bediüzzaman’ın siyaset âlemine Yeni Said nazarıyla bakışının en ziyade dile geldiği eser olarak Emirdağ Lâhikası’nın sayfaları arasında dolaşırken, siyasetin uzağında durmakla birlikte sosyal hayata ve siyasete dair tazammunları da bulunan bir büyük iman hizmetinin hangi şartlarda, hangi temeller üzerinde kurulup hangi mecrada geliştiğini gözler önüne seren mektuplar çıkar karşımıza. Bu mektuplar, içlerinde, hayata dair üzerinde henüz hakkıyla durulmamış nice sağlam imanî ölçü barındırır. Ve yine bu mektuplar arasında dolaşırken, insan, bir nevi Bediüzzaman’ın hayatını onun dilinden dinliyor olduğu hissini içinde uyandıran ipuçlarıyla karşılaşır.

İşte böylesi bir ipucu, Afyon mahkemesi safahatında ‘kanunca ifadesi alınması lâzım geldiği halde;’ bunun hem kendi haksızlıklarını ayan beyan ortaya koyup Bediüzzaman’ın hakkı müdafaa etmesine imkân tanıyacağını bildiklerinden olsa gerek, ‘ifadesinin alınmaması’ gibi bir kanunsuzluk karşısında Adliye’nin sorumlularına ve İçişleri Bakanına hitaben yazılan şikâyet mektubundadır.

Bu mektubun ikinci sayfasında, kendi duruşunu tarif ederken, “otuz seneden beri ‘euzubillahi mine’ş-şeytânirracîm deyip siyasetten bütün kuvvetiyle kaçan” ifadesini de kullanır Bediüzzaman. Nitekim, Bediüzzaman’ın siyasetten bu istiazesinin hikmetini ilk olarak Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı’nın mağlubiyetinin hikmetinden sual bâbında yazılan “Rüyada Bir Hitabe”nin sonunda dile getirdiğini; dolayısıyla otuz sene evvel siyasetten gerçekten ictinab ettiğini görürüz.

Mektubun bir sonraki sayfasında ise, dikkat çekici başka bir ifade daha vardır: “Risale-i Nur mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir düstur-u hayatım olan şefkat…”

YA ŞEFKAT YA SİYASET

Birbirini takip eden iki sayfada gelen iki ‘otuz sene’ bitiştirildiğinde, bu otuz seneye beraberce rengini veren iki unsur da birbiriyle eşleşir. Bediüzzaman otuz senedir siyasetten ictinab etmektedir ve otuz seneden beri şefkat onun için bir hayat düsturudur. Bu da, onun siyasetten ictinabı ile şefkati bir hayat düsturu haline getirmesi arasındaki birebir ilişkiye; dolayısıyla, siyaset ile şefkat arasındaki zıtlığa işaret etmektedir. Demek, siyasetin şefkati zayi eden bir tarafı vardır; aklın merkezine siyaset yerleştiğinde kalbin merkezinden şefkat yitip gitmektedir.

Bediüzzaman’ın bu iki ifadesiyle işaret ettiği ‘ya şefkat ya siyaset’ denklemi, onun başkaca mektuplarında daha açık ifadelerle çıkar karşımıza. Yine Emirdağ Lâhikası’nda, “Neden ne dahilde, ne hariçte bulunan cereyanlara ve bilhassa siyasetli cemaatlere hiçbir alâka peyda etmiyorsun?” şeklinde bir soruya verdiği cevapta Bediüzzaman açıkça, “İçtinabımızın çok sebeplerinden bir sebebi de; Risale-i Nur’un dört esasından biri olan ‘şefkat etmek,’ zulüm ve zarar etmemektir” demektedir. Yine Emirdağ Lâhikası, her iki cildinde, “Umumun selameti için cüz’î hukuklara bakılmaz. Cemaatin selameti için ferd feda edilir. Vatan için herşey feda edilir” anlayışını ‘merhametsiz, gaddar siyaset’in bir ‘kanun-u esasîsi’ olarak zemmetmekte; bu anlayışın Kur’ânî adalet ilkesiyle çelişkisini ısrarla dile getirmektedir.

Aynı lâhika içerisinde yer alan ve modern zamanların topyekün savaş anlayışının simgesi ve merhametsizliğin sofistike kılıfı olarak işgören ‘reelpolitiğin’ vazgeçilmez bir aracı olarak ‘bomba’ya dair satırlar, şefkati hayat düsturu kıldığı andan itibaren Bediüzzaman’ın neden siyasetten ictinab ettiğinin kalbleri ihtizaza getiren bir izahı niteliğindedir. Bu satırlarda Bediüzzaman, “insanın bir kısım sun’î kuşlarının bir bomba yumurtası ile bir köyü harap edip bin adamı mahveden cinayeti”nden ve “cehennemî zakkum yumurtaları taşıyan o insanî kuşların tahripçi kısmının hem küre-i arza, hem nev’-i beşere müstebidâne, merhametsiz tahribatı”ndan şikâyet etmektedir.

Şualar’da yer alan ve mahkeme müdafaatı içerisinde dile getirdiği bir meseleyi kayda bağlayan bir başka mektubunda Bediüzzaman pekâlâ ‘elinden geldiği’ halde siyasetten içtinabını “Risale-i Nur’daki şefkat, hakikat, hak bizi siyasetten men’ediyor” diye başlayan satırlarla izah etmektedir.

Bediüzzaman’ın siyaset ile şefkat arasında gördüğü bu ters orantı, onun başkaca mektuplarında ve risalelerinde sadece modern zamanlara mahsus olarak değil, tarihin daha önceki safhalarına da bakar şekilde irdelenmektedir. Meselâ sultanların ve padişahların kendi saltanatlarını ikame için kardeşlerinin ve hatta çocuklarının ölümüne sebebiyet vermeleri siyasetin ‘merhametsiz’ veçhesinin bir örneği olarak zikredilmektedir. Yine, Bediüzzaman’ın İslâm tarihine dair en kritik okumalarından biri olarak Hz. Ali ile Muaviye arasındaki hilâfet-saltanat geriliminde ikinci tarafın ‘siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını’ gözeterek adalet esaslarını zayi edişlerine dikkat çekilmektedir.

KALBİN MERHAMET ÇAĞRISI

Bütün bu satırlar, insana, Bediüzzaman’ın yine Emirdağ Lâhikası’nda dile getirdiği, “Siyasetçi ekserce tam müttaki dindar olmaz, tam müttaki dindar siyasetçi olmaz” hükmünü hatırlatıyor. Hemen belirtelim, burada bir ‘ekserce’ kaydını düşüyor Bediüzzaman ve ondan öncesinde ‘güneşler gibi iman taşıyan bir kısım sahabe ve selef-i salihîn’i bu genel kuralın bir istisnası olarak zikrediyor. Böylece, sahabilerin içinde dahi ‘bir kısmı’ nı bu kapsama alanı içine dahil ediyor. Emevî siyasetinin sahabiler arasında yer alan öncülerinin siyasî maslahat adına yaptıkları, Bediüzzaman’ın ‘bir kısım’ kaydıyla bu ‘istisna’ya düştüğü istisnanın hikmetini bize ifşa ediyor.

Özetle, istisna kaydı düşmekle birlikte Bediüzzaman’ın ‘siyaset’ ile ‘şefkat’ arasında sadece modern zamanlara mahsus olmayan, ama modern zamanlarda daha bir aşikar surette ortaya çıkan zıtlığa binaen, ‘şefkat’in safında yer aldığını; siyasetle doğrudan veya dolaylı temas durumunda ise siyasetçilere iki Kur’ânî ilke olarak ‘adalet’i ve ‘merhamet’i hatırlattığını görüyoruz.

Bediüzzaman’ın bu duruşunun, siyasetçilere de, iman hizmetinin mümessillerine de söyleyeceği çok şey var.

Gönül ister ki, her siyasetçi, Ömer misali ‘Dicle kenarında ayağı incinen kuzudan dolayı dahi hesaba çekileceği’nin idrakiyle hareket etsin…

Ve böylesi bir dünyada, köşeleri ‘reelpolitik’le dolduran siyasî analizcilerin ve ekranlarda reelpolitik dersi veren siyaset vaizlerinin karşısında kalbin ve vicdanın merhamet çağrısını dillendiren hakikat kahramanlarının da sesinin gür çıkması gerekiyor.

Tâ ki, şefkat-siyaset ilişkisinde siyaset lehine şefkati zayi edenleri doğrultmak mümkün olsun.

Bediüzzaman’ın siyaset karşısındaki duruşu, bu açıdan, bir kez daha okunmalı, yeni baştan irdelenmeli…

Metin Karabaşoğlu / Moral Dünyası dergisi

Askerin Siyasete Müdahalesi, Müthiş Zarar Vermiştir

Asâkire Hitap
(Dinî Ceride, numara 110, 30 Nisan 1909)

Ey asâkir-i muvahhidîn! Fahr-i Âlemin (aleyhissalâtü vesselâm) fermanını size tebliğ ediyorum ki, şeriat dairesinde ulülemre itaat farzdır. Ulülemriniz ve üstadlarınız, zabitlerinizdir. Askerlik ocağı cesîm ve muntazam bir fabrikaya benzer. Çarkların biri intizam ve itaatte serkeşlik etmekle, bütün fabrika hercümerc olur.

Sizin o muntazam ve kuvvetli fabrika-i askeriyeniz, otuz milyon Osmanlı ve üç yüz milyon nüfus-u İslâmiyenin nokta-i istinadı ve mâden-i istimdadıdır.

Sizin iki müthiş istibdadı kansız ve def’aten öldürmeniz harikulâde olduğundan ve şeriat-ı garrânın iki mu′cize-i garrâsını izhar ettiğinizden, zaifü’l-akide olanlara hamiyet-i İslâmiyenin kuvvetini ve şeriatın kudsiyetini iki bürhan ile izhar eylediniz. Bu iki inkılâbın pahasına binler şehit verseydik, ucuz sayacaktık. Lâkin itaatinizden binde bir cüz’ü feda olunsa, bize pek çok pahalı düşer. Zira itaatinizin tenakusu, ukde-i hayatiye veya hararet-i gariziyenin tenakusu gibi, mevti intâc eder.

Tarih-i âlem serâpâ şehadet ediyor ki, asker neferatının siyasete müdahaleleri devletçe ve milletçe müthiş zararları intaç etmiştir. Elbette hamiyet-i İslâmiyeniz böyle sizi uhdenizde olan hayat-ı İslâmiyeye zarar verecek noktalardan men edecektir. Siyaset düşünenler, sizin kuvve-i müfekkireniz hükmünde olan zabitleriniz ve ulülemirlerinizdir.

Bazen zarar zannettiğiniz şey, siyaseten büyük zararı def ettiği için ayn-ı maslahat olduğundan, zabitleriniz tecrübeleri hasebiyle görüyor ve size emir veriyor. Sizde de tereddüt câiz değildir. Ef’âl-i hususiye-i nâmeşrua, san’attaki meharet ve hazakate münafi değildir ve san’atı menfur etmez. Nasıl ki bir tabib-i hâzık ve bir mühendis-i mâhirin nâmeşrû harekâtı için, onların tıp ve hendeselerinden mani-i istifade olamaz. Kezalik, fenn-i harpte tecrübeli ve o san’atta mahir ve hamiyet-i İslâmiye ile münevverü’l-fikir zabitlerinizin bazılarının cüz’î nâmeşrû harekâtı için itaatinize halel vermeyiniz. Zira fenn-i harp mühim bir san’attır. Hem de sizin kıyamınız, şeriat-ı garrâ, yed-i beyzâ-i Mûsâ gibi, sâir sebeb-i tefrika ve teşettüt-ü efkâr olan cemiyetleri bel’ etti. Sahirleri de secdeye mecbur eyledi. Harekâtınız bu inkılâbda ilâç gibiydi ki, fazla olsa zehre münkalib olur. Ve hayat-ı İslâmiyeyi fena bir hastalığa hedef eder. Hem de himmetinizle bizdeki istibdat şimdilik mahvoldu. Lâkin, terakkiler için Avrupa’nın istibdâd-ı mânevisi altındayız. Nihayet derecede ihtiyat ve itidal lâzımdır.

Yaşasın şeriat-ı garrâ! Yaşasın askerler!
Hutbe-i Şamiye, s. 114

Bediüzzaman Said Nursi

Günümüz Sorunlarına Çözümler : Siyaset

Bediüzzaman’ın hayatı boyunca Kur’an ahlakındaki sevgi, barış ve huzur dolu bir hayatın tüm insanlara yayılması için çalıştığı ve bunun sağlanması için de bizzat devlet yönetimindeki insanlara başta olmak üzere her halk tabakasına dersler vermiştir. Aşiretleri teker teker dolaşarak sorunlarını dinleyerek müspet Kur’an anlayışına göre dersler vermiştir. Hayatı boyunca Kur’an’ı kendisine rehber tutarak ve onun çizgisinden zerre kadar sapmadan hizmetini devam ettirmiştir.

Siyasete gelince; bilindiği gibi siyasetin kelime anlamı ülke idare etme sanatı, devlet idaresini düzenleme, devletin yönetim bilimi gibi anlamlara gelir. İşte Bediüzzaman her şeyde olduğu gibi siyasetin de usulünün nasıl olması gerektiğini ve Kur’an’ın meşru gördüğü tarzı bize göstermiştir. Ve kendisi de az da olsa bizzat dine hizmet etmek için siyasetin içinde bulunmuştur.

Fakat asıl amacı siyasesti dine alet ve hizmetkar yapmaktı. Bazı siyasiler gibi dini siyasete alet etmek değildi. Ve 1922’de Mustafa Kemal Paşa tarafından Ankara’ya davet edilip, resmi törenle karşılanır ve birinci millet meclisinde hizmetini sürdürmeye çalışır. Bir gün bakar ki bin seneden beri İslamiyet’e bayraktarlık yapan bir milletin vekillerinin çoğu namaz kılmıyor, bunun üzerine on maddelik bir beyanname neşreder(1923) ve mecliste 60 kişi daha namaza başlar. Fakat Bediüzzaman umduğunu bulamayınca ve ahir zaman fitnesinin haber verdiği hadisin mealine göre “o zamana yetiştiğinizde siyaset ile onlarla galebe edilmez.” Ve edilemeyeceğini anlar. Kendisine verilen bütün teklifleri redderek Van’a döner, hatta o zamandaki çok büyük siyasi yanlışlıkları gördükten sonra “Euzübillahiminneşeytani ve siyaseti” diyerek talebelerine de bunu tavsiye eder.

Aslında Bediüzzaman’ın burada kastettiği siyaset menfi siyasettir. Yani şahsi menfaatlerin esas alınması, din ve mukaddesatın bu uğurda feda edilmesidir. Ve bu gibi siyasetçiler hırs ile kendi fikirlerini hak, başkalarının fikirlerini batıl telakki ederek böylece akıllarından ziyade his ve heveslerine kapılıp kendi ihtiraslarının tatmini için haysiyetini ve şerefini hatta mukaddesatını bile feda ederler. İşte muzır siyaset olarak nitelendirdiği budur.

Yoksa siyaset, eğer mükemmel anlamda vatan ve millete hizmet etmek ve huzur, emniyeti tesis ile fert ve cemiyetin maddi ve manevi terakkileri için yapılırsa, muhakkak ki çok kutsal bir vazife ve büyük bir hizmettir. İşte Bediüzzaman da Eski Said olarak tabir ettiği, Kur’an tefsiri olan Risalei-Nur’u telif etmeden önce sırf dine hizmet etmek için biraz siyasette bulunmuş; fakat siyasetin menfi tarafgirliğini ve şahsi menfaatlerinin ön planda tutulduğunu görünce Kuran’a ve imana bu yolla hizmet edilmez deyip siyaseti tamamen bırakmış ve şöyle buyurmuştur:

“Bir zaman bu garazkârane tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki; mütedeyyin (dindar) bir ehl-i ilim, fikr-i siyasisine muhalif bir âlim-i salihi tekfir derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı hürmetkârane methetti. İşte, siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm ve e ‘Euzübillahi minneşeytani ve siyaseti’ dedim.O zamandan beri hayat-ı siyasiyeden çekildim.” (Mektubat 247)

Evet, burada Üstadımız siyaset ölçüsünün de Kur’an ve iman muvacehesi dışında olmasının ne kadar tehlikeli olduğunu da bize ders veriyor. Demek siyaset yaparken ölçümüz Kur’an ve iman olacak. Hatta bir oy kullanırken bile bu ölçü esas olmalı yoksa zalime taraftarlık ile onun zulmüne şerik edebilir.

“Dünya siyasetine karışmadığımın sebebi, o geniş ve büyük dairede vazife az ve küçük olmakla beraber, cazibedarlık cihetiyle meraklıları kendiyle meşgul eder; hakiki ve büyük vazifelerini onlara unutturur. Veya noksan bıraktırır; hem herhalde bir tarafgirlik meyli verir, zalimin zulmünü hoş görür şerik olur.” (Emirdağ lahikası)

Bediüzzaman’ın bu tür siyesetten çekilmesinin diğer bir nedeni de bölücülüğe yol açması ve İslam kerdeşliğini bozmasındandır. “Sakın sakın dünya cereyanları, hususen siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda ittihat etmiş dalalet fırkalarına karşı sizi perişan etmesin. ‘Elhubbu fillah velbuğzu fillah’ Düstur-u Rahmani yerine, el-iyazubillah- ‘elhubbu fissiyaseti velbuğzu fissiyaseti’ düstur-u şeytani hükmedip melek gibi bir hakikat kardeşine adavet ve elhannas gibi bir siyaset arkadaşına muhabbet ve taraftarlık ile zulmüne rıza gösterip, cinayetine şerik eylemesin.” (Kastamunu Lakikası 34)

Burada Bediüzzaman’ın asıl olarak üzerinde durduğu diğer bir husus, asrın hastalığı olan iman eksikliğidir. Ve bütün problemin ana kaynağı bu olduğunu ve her şeyden önce merak ve gayretimizi buna sarfetmemiz gerektiğini bildiriyor.

Bir gün 1.Dünya Savaşı döneminde talebeleri tarafından soruluyor: ‘Neden tüm dünyayı ilgilendiren bir savaşı merak edip sormuyorsunuz? Halbuki cami cemaati ve dindarlar, cemaati bırakıp radyo dinlemeye koşuyorlar. Acaba bundan büyük bir mesele mi var veya bununla meşgul olmanın zararı mı var. Cevap olarak demiş:

“Evet bu cihan harbinden daha büyük bir hadise ve bu zemin yüzündeki hakimiyet-i amme davasından daha ehemmiyetli bir dava herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hadise ve öyle bir dava açılmış ki; her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek davayı kazanmak için bilatereddüt sarfedecek.” Hatta maddiyunluk taunuyla cokları o davayı kaybediyor.”

Cayı hayret! Başımıza dava acılmış haberimiz yok ! Hem de nasıl bir dava ebedi bir hayatı kazanmak veya kaybetmek ? Bir de bizi yokluktan varlığa çıkaran Allah; her iki hayatımızın da saadetini; ebedi hayatımızı düşünüp ve ona göre çalışmakla mümkün olduğunu bildiriyor. işte Bediüzzaman bu büyük eksikliğimizi hissetmiş, ve hayatı boyunca bu ali değerlerin tekrar dirilmesi için çalışıp Risalei-Nur gibi eserleri bize bahşetmiştir. Toplum ve millet olarak da bu tarzda çalışmalarımızı tavsiye edip, birlik ve beraberliğin sağlanması için hayatı boyunca gayret sarf etmiştir.

“Evet şimalden gelen küfr-ü mutlak cereyanını durduracak yalnız Risale-i Nur’dur. Siyaset, diplomatlık bu vazifeyi göremez, onun için vatanperver ve milliyetçi ve siyasetçilerin nurlara sarılma mecburiyeti var.” (Emirdağ Lahikası 217)

Kısacası günümüz gündemini oluşturan bu siyaset karmaşasının her bir müslümanın İslamiyet çerçevesinde akıl ve vicdan müvacehesinde değerlendirip ve asıl vasifesini unutmadan öyle hareket etmesi gerekmektedir. Yoksa maddi manevi çok büyük hasaretlere neden olabilir.

Mehmet Naci Sonmez

www.NurNet.org

Bediüzzaman ve Siyaset (4)

Siyaset birlik ve beraberliğe zarar veriyor:

Üstadı bugünkü siyasî cereyanlara soğuk baktıran diğer bir sebep ise, siyasî tarafgirliğin milletimizin birlik ve beraberlik ruhuna verdiği büyük zarardır. Bu noktanın da yine insanın kalb âlemiyle yakın ilgisi var. İslâm’da Allah için sevmek ve yine Allah için düşmanlık beslemek esastır.

Bir risalede, bir insana zatı için değil, sıfatı için muhabbet edildiğini ifade buyurur. Bu kaide düşmanlık için de geçerli. İnsanların ne etine, ne kemiğine değil, ruhlarında taşıdıkları kötü sıfatlara düşmanlık beslenir. İyinin ve kötünün ölçüsü ise, İlâhî ferman olan Kur’an-ı Kerim’de ve onun tefsiri olan hâdis-i şeriflerde beyan buyrulmuştur. O halde Allah’ın beğenmediği, kerih gördüğü, yasakladığı sıfatlar kimde olursa olsun kötü; O’nun razı olduğu iyi ve güzel sıfatlar ise yine kimde olursa olsun güzeldir. Ama siyasette bu ölçü kaybolur. Kendi siyasî görüşünde olmayanlar her yönden kötü, kendi partilerine mensup olanlar ise her cihetle berrak ve sâfi telâkki edilir. Üstad bu yanlışın insanın kalp ve ruh âleminde yaptığı büyük zararı şu ifadeleriyle güzelce ortaya koyar:

“Sakın, sakın! Dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda ittihad etmiş dalalet fırkalarına karşı perişan etmesin! ‘Elhubbu fillahi velbuğzu fillahi’ düstur-u Rahmanî yerine, el-iyâzü billah ‘El hubbu fissiyaseti velbuğzu lissiyaseti’ düstur-u şeytanî hükmedip, melek gibi bir hakikat kardeşine adavet ve el-hannâs gibi bir siyaset arkadaşına muhabbet ve tarafdarlık ile zulmüne rıza gösterip, cinayetine mânen şerik eylemesin.” Kastamonu Lâhikası

Bir başka eserinden:

“Bir zaman, bu garazkârane tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki: Mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhalif bir âlim-i sâlihi, tekfir derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı, hürmetkârane medhetti. İşte siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm, “Eûzü billâhi mineşşeytani vessiyaseti” dedim, o zamandan beri hayat-ı siyasîyeden çekildim.” Mektûbat

Şefkat, vicdan ve hakikat siyasetten men ediyor:

Üstat Bediüzzaman hazretleri, kendisini siyasetten men eden bir başka ciheti ise şöyle dile getirir:

“Şefkat, vicdan, hakikat bizi siyasetten men ediyor. Çünkü tokada müstehak dinsiz münafıklar onda iki ise, onlara müteallik yedi-sekiz masum, bîçare, çoluk-çocuk, zaif, hasta, ihtiyar var. Belâ ve musibet gelse o sekiz masumlar o belâya düşecekler. Belki o iki münafık dinsiz, daha az zarar görecek. Onun için siyaset yoluyla, idare ve asayişi ihlâl tarzında, neticenin husulü de meşkuk olduğu halde girmek, Risale-i Nur’un mahiyetindeki şefkat, merhamet, hak şakirtlerini men etmiş.”

Bu ifadelerden hemen anlaşılacağı gibi, siyaseti dinsizliğe âlet eden onda iki gibi az bir grup. Gerek bunlara tâbi olanlar, gerekse bunların siyasetle alâkası olmayan çoluk çocukları, hastalar, ihtiyarlar ise onda sekiz. Bu azınlık gruba karşı aktif siyasetle meydana çıkılsa ve şer güçlerin engellemesiyle karşılaşıldığında daha da ileri gidilip “idare ve asayiş ihlâl” edilse, yani Kur’an’a ihlâs ile hizmet eden insanlar yönetimle karşı karşıya getirilse, o zaman iç kavgaya yol açılır. Ve böyle bir çalkantıda o dinsizler, büyük bir ihtimâlle, bir yolunu bulup kendilerini kurtarırlar, ama o masumlara büyük zarar olur.

İşte o masumların hukukunu düşünme inceliği, feraseti, himmeti ve şefkatidir ki, Risale-i Nur talebelerini siyasetten men etmiştir. Zaten vicdan ve hakikat da, masumların cezalandırılmasına cevaz vermez.

Halbuki, ikaz ve irşad yolu, ilim ve tebliğ yolu böyle zararlardan temizdir. Bu yol ile o zâlimler ıslah olmasalar bile, onlara aldananlar, hatta onların çoluk-çocukları imanla, İslâm’la müşerref olabilirler. İşte büyük Üstadı siyasete girmekten ve idareye karışmaktan men eden bu engin şefkat, himmet ve hikmettir.

İşte, asrının mânevî öncüsü olma şerefine mazhar bu büyük insan, böyle bir neticeye şahsî düşüncesiyle değil Kur’an’dan aldığı dersle ulaştığını, “Kur’an bizi siyasetten şiddetle men etmiş” ifadesiyle açıkça ortaya koyuyor. “En iyi çare, cereyanların kuvveti yerine, inayet ve tevfik-i İlâhiyeye dayanmaktır.” Emirdağ Lâhikası.

Kökü dışarıda olan cereyanlar:

Üstadın siyaset noktasında üzerinde önemle durduğu bir başka nokta da, siyasete girenlerin kökü dışarıda olan menfî cereyanlara bilmeyerek de olsa âlet olmaları tehlikesidir. “Hem şimdi hükmeden öyle kuvvetli cereyanlar içinde siyasete girenlerden hiçbir kimse, istiklâliyetini ve ihlâsını muhafaza edemez. Herhalde bir cereyan onun hareketini kendi hesabına alacak, dünyevî maksadına âlet edecek. O hizmetin kudsiyetini bozacak.” Şualar.

Eski Said döneminde dile getirilen bu gerçekler maalesef hâlâ belli bir ölçüde de olsa geçerliğini koruyor. Hâlâ siyasetimizin istiklâline tam kavuştuğunu söyleyemiyoruz. Kanaatimce, bunun en büyük sebebi iktisadî yönden dışa büyük ölçüde bağımlı olmamız. Üstadın, “i’layı kelimatullahın bu zamanda en büyük sebebi” olarak “maddeten terakki”yi görmesi bir yönüyle bu meselemize de bakıyor.

Oy kullanmak siyaset mi?

Son olarak oy kullanma ve mebus olma meselesi üzerinde de biraz durmak isterim. Üstad, Nur hizmetini hiçbir partinin menfaat odağı haline getirmemekle birlikte, seçimlerde kendisi oy kullandığı gibi talebelerine de kullandırmıştır. Bu noktada siyasetten beklediği tek şey, “def-i şer” hizmeti, yani başta Komünizm olmak üzere zararlı cereyanlardan memleketimizi muhafaza etmeleri.

İnsanları irşat ve ıslah görevi ise, ilim adamlarına ve mürşitlere ait. Bu noktada siyasetten bir şey beklemenin bir mânâsı yok.

Üstad, Demokrat Parti’ye rey verdiğini Halk Partisi’ne vermediğini açıkca beyan etmiş ve sebebini de şöyle izah etmiştir.

“Halk Partisi iktidara gelecek olursa, Komünist kuvveti aynı partinin altında bu vatana hâkim olacaktır. Halbuki bir Müslüman kat’iyyen Komünist olamaz, anarşist olur. Bir Müslüman hiçbir zaman ecnebilerle mukayese edilemez. İşte bunun için hayat-ı içtimaîye ve vatanımıza dehşetli bir tehlike teşkil eden bu partinin iktidara gelmemesi için, Demokrat Parti’yi, Kur’an ve vatan ve İslâmiyet namına muhafazaya çalışıyorum.” Emirdağ Lâhikası.

Üstad, Demokrat Partiyi desteklemesi yanında onlardan bir fayda beklemediğini de açıkça beyan etmiş:

“Biz, Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur’an menfaatına kendimizi mecbur biliyoruz. Onlardan hayır beklemek değil; belki dehşetli, baştaki iki cereyana siyasetlerince muârız oldukları için; onların az bir kısmı dine verdikleri zararı, vücudun parçalanmasına bedel, yalnız bir parmağı kesmek gibi pek cüz’î bir zararla pek küllî bir zarardan kurtulmamıza sebeb oluyorlar bildiğimizden, o iktidar partisinin lehinde ehl-i dini yardıma davet ediyoruz.” Emirdağ Lâhikası.

Mektupta, sözü edilen iki cereyandan birincisinin, “komünist, dinsizlik cereyanı,” ikincisinin ise, “ifsad komitesi namında bir komite,” olduğu ifade edilir ve bu komitenin hedefi de “müstemlekâtların, Türklerle alâkalarını kesmek için, Türkiye dairesinde dinsizliği neşretmek” şeklinde ortaya konulur.

Aynı mânâyı destekleyen bir başka ifadeleri:

“Madem siyasetçilerin bir kısmı Risale-i Nur’a zarar vermiyor, az müsaadekârdır; “ehvenüşşer” olarak bakınız. Daha a’zamüşşerden kurtulmak için, onlara zararınız dokunmasın, onlara faydanız dokunsun.” Emirdağ Lâhikası.

Bugün artık Komünizm yıkılmış, ülkemizdeki politik kamplaşmalar ideolojik merkezli olmaktan belli bir ölçüde kurtulmuşlar, zıt görüşlü partiler birbirleriyle koalisyonlar kurma noktasına gelmişler ve devletçilikten her geçen gün biraz daha uzaklaşılması ve özel teşebbüse ağırlık verilmesiyle de siyaset eski önemini kaybetmiş.

Üstad, Halk Partiye oy vermenin Komünizm tehlikesini gündeme getireceği o dehşetli dönemde bile, suçu Halk Partisinin yüzde beşine vermiş, partiyi desteklemediği halde partililere düşmanca bir tavır takınmamış ve takındırmamış. Siyasî görüşüne bakmaksızın, iman hizmetini her insana ulaştırmak onun her zaman birinci gayesi olmuş.

Bütün bunlar Nur’un siyaset hakkındaki fevkalade isabetli düsturlarından bir demet. Bunları bilen insan, bu hizmeti hiçbir dünyevî ve siyasî cereyana âlet edemez. Ama, bazı Nur talebeleri siyasete atılmak isteyebilirler. Üstad onlara da bir engel çıkarmamış ama önemli kayıtlar ve şartlar getirmiş:

“Siyaset hesabına değil; belki Nurların intişarı ve maslahatı hesabına bazı kardeşler; Nurlar namına değil, belki kendi şahısları namına girebilir.” Emirdağ Lâhikası.

Demek ki, siyasete menfaat ve ikbal gibi süflî gayeler için girilmeyecektir. Önemli bir nokta: “Nurların maslahatı namına” siyasete girmek başka, “Nurlar namına” girmek daha başkadır. Birincisi bir niyet meselesidir. İkincisinde ise, siyasete giren şahıs Nur Talebelerinin desteğini arkasında görmek ister. Nurların “her cereyanın fevkinde bulunması ve umumun malı olması”, Nur talebelerini bir siyasî partinin yan kuruluşu gibi çalışmaktan men eder.

Bu nokta dikkate alınmadığında, kırgınlıklar, nazlanmalar, ihtilâflar çıkabilir. Bunun Nur hizmetine vereceği zarar mutlak, siyasetin getireceği menfaat ise tahminî ve hayalîdir. Bu sebeple, şahıslar siyasete ancak kendi namlarına girebilirler, ama Nur talebelerinden kayıtsız şartsız destek bekleme gibi bir ruh haletine girmekten de şiddetle kaçınırlar.

www.SorularlaRisale.com

Bediüzzaman ve Siyaset (3)

Üstad, ne meşrutiyet ne de cumhuriyet döneminde hiçbir partide görev almadığına göre, onun “siyasetten çekildim” sözünü nasıl anlayacağız?

Üstadın meşrutiyet döneminde verdiği bir mücadele vardı. Batıyı her yönüyle körü körüne taklit etmek yerine, Japonlar gibi, garbın sadece tekniğini almak, ama bunu yaparken kendi öz değerlerimizden de taviz vermemek fikrinde idi. Bu konuda gazetelerde yazılar yazmış ve bir takım içtimaî hizmetlere tevessül etmişti. Diğer taraftan, doğuda dinî ilimlerle fennî ilimlerin birlikte okutulacağı bir üniversite açılması için gayret göstermiş, bu arzusunu devrin padişahına kadar ulaştırmıştı.

Üstadın eski Said döneminde icra ettiği bu gibi içtimaî ve bir yönüyle de siyasî hizmetler daha sonra yerini tamamen iman hakikatlerinin neşir ve ilânına bırakmıştır.

Din, siyasete âlet edilemez:

Nur hizmetinin siyasî ihtilâflardan uzak tutulması gereğini ifade eden önemli bir ders: “Nur şakirdleri, hiç siyasete karışmadılar, hiçbir partiye girmediler. Çünki iman, mâl-i umumîdir. Her taifede muhtaçları ve sahibleri var. Tarafgirlik giremez. Yalnız küfre, zındıkaya, dalâlete karşı cephe alır. Nur mesleğinde, mü’minlerin uhuvveti esastır.” Emirdağ Lâhikası.

Siyasetin tarafgirliğe ve ihtilâfa yol açması hususundaki endişelerinin bir başka cihetini ortaya koyan şu ifadeler de çok enteresandır:
“Dediler:
–Dinsizliği görmüyorsun, meydan alıyor. Din namına meydana çıkmak lâzım.
Dedim:
–Evet lâzımdır. Fakat kat’î bir şart ile ki, muharriki aşk-ı İslâmiyet ve hamiyet-i diniye olmalı. Eğer muharrik veya müreccih, siyasetçilik veya tarafgirlik ise, tehlikedir. Birincisi hata da etse, belki ma’fuvdur. İkincisi isabet de etse, mes’uldür. Denildi:
–Nasıl anlarız?
Dedim:
–Kim fâsık siyasetdaşını, mütedeyyin muhalifine, sû-i zan bahaneleriyle tercih etse, muharriki siyasetçiliktir. Hem umumun mal-ı mukaddesi olan dini, inhisar zihniyetiyle kendi meslekdaşlarına daha ziyade has göstermekle, kavî bir ekseriyette dine aleyhdarlık meyli uyandırmakla nazardan düşürmek ise, muharriki tarafgirliktir.”
Sünuhat

Din namına ortaya çıkma denilince, hemen dinîn siyasete âlet edilme endişesi hatıra gelir. Üstad bu noktada çok hassastır. Tâ meşrutiyet döneminde sarf ettiği şu sözler onun bu husustaki hassasiyetinin bütün ömrü boyunca hiçbir sapma göstermeksizin devam ettiğinin en güzel ifadesi:

“İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet ve tâbi olamaz. Ve âlet yapmak İslâmiyet’in kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir.” Hutbe-i Şamiye

Üstad, Kur’an tefsiri olan Nur Risalelerini dünyevî ve siyasî bir maksada âlet etmeyi, kırılacak şişelere bâki elmas fiyatı vermeye benzetir.

“Kur’an ve imanın hizmeti ne için beni men’ediyor dersen, ben de derim ki: Hakaik-i imaniye ve Kur’aniye birer elmas hükmünde olduğu halde, siyaset ile âlûde olsa idim; elimdeki o elmaslar iğfâl olunabilen avam tarafından, “Acaba taraftar kazanmak için bir propaganda-i siyaset değil mi?” diye düşünürler. O elmaslara, âdi şişeler nazarıyla bakabilirler.” Mektûbat

Aynı mânâyı takviye eden bir başka ders:

“Kur’an bizi siyasetten şiddetle men’etmiş. Evet Risale-i Nur’un vazifesi ise, hayat-ı ebediyeyi mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi de dehşetli bir zehire çeviren küfr-ü mutlaka karşı, imanî olan hakikatlarla gayet kat’î ve en mütemerrid zındık feylesofları dahi imana getiren kuvvetli bürhanlar ile Kur’ana hizmet etmektir. Onun için Risale-i Nur’u hiçbir şeye âlet edemeyiz.” Şualar

Kur’an bizi siyasetten şiddetle men’etmiş” cümlesi değişik yönlerden ele alınabilir:
Nasıl Kur’an bütün bir insanlığın irşadı için inzâl olmuşsa, onun tefsirleri de bütün bir beşeriyet içindir. Onu sadece bir gruba mal edip geride kalan insanları ondan mahrum bırakmak, Kur’an’ın cihan şümullüğü ile bağdaşmaz ve Kur’an böyle bir anlayışı reddeder.

Kur’an’ın ulvî hakikatlerinin süflî menfaatlere âlet edilmesini de Kur’an kabul etmez. Doğruluk, muhabbet, beraberlik esaslarını mü’minlerin kalplerine yerleştiren Kur’an’ın, yalana, iftiraya, bölünme ve parçalanmaya yol açan siyasî kavgaları kabul etmeyeceği de açıktır.

Bir başka sebep de şu olsa gerek: Her asrın müceddidi Kur’an’dan o asrın ihtiyaçlarına ve mizacına en uygun bir tebliğ ve hizmet metodu istihraç etmiş. Üstad ise Kur’an’dan ‘siyasetsiz hizmet’ dersini almış oluyor.

www.SorularlaRisale.com