Etiket arşivi: ümit şimşek

Asr-ı Saadetten Günümüze Bir Ders

Uhud harbinde Resulullah’ın (s.a.v.) emrine uymakta bazı Sahabîlerin gösterdikleri gevşeklik yüzünden İslâm ordusu ağır kayıplar vermişti.

Yaşanan bu tecrübe, Müslümanlar için büyük bir ders teşkil etti. Yapılan hatâ ve neticesi herkesin gözleri önündeydi.

Fakat bu konuda inen âyetler, yaşanan olaylardan alınacak dersleri göstermekle beraber, şiddetli ifadeler içermiyor, bilâkis mü’minlere ümit veren ve onları aydınlık bir istikbale sevk eden müjdeler taşıyordu.

Allah’ın Resulü de her zamanki gibi Sahâbîlerine karşı çok şefkatliydi. Onları cezalandırmadı, onlara kötü söz söylemedi, yaptıklarını başlarına kakmadı.

Bu konuyla ilgili olarak inen âyet-i kerimede de Peygamberimizin bu davranışı övüldü.

Onları affetmesi istendi, ayrıca Allah’ın da onları bağışlaması için dua etmesi emredildi.

Daha da ötesi:

Onlarla istişare etmeye devam etmesi emir buyuruldu.

Halbuki istişarede onların ekseriyeti Peygamberimizin reyine muhalif rey izhar etmiş, Peygamberimiz de onlara kendi reyini terk ederek onlara uymuş ve düşmanı şehir dışında karşılamayı tercih etmişti. Sebeplere bakılacak olursa, Peygamberimizin reyine uyulduğu takdirde bu zayiatın yaşanmayacağını söylemek de mümkün olabilirdi. Oysa Kur’ân bütün bunlara rağmen yine onlarla istişare etmesini Peygamberimize emrediyordu.

Yaşanan bu tecrübeden sonra o Sahâbîler, gerek Peygamberimizin hayatında, gerekse daha sonra, Allah’ın izniyle nice zaferler kazandılar ve dünyaya medeniyet öğrettiler.

Şimdi, âsilere karşı kahramanca direnerek devlete ve millete sadakatlerini ispat etmiş olan asker ve sivil yöneticilerimizden bazılarının son darbe teşebbüsü esnâsındaki bazı hatâları sebebiyle mâruz kaldıkları tenkitlere karşı Asr-ı Saadetteki bu hadiseyi ve bu âyetin uyarısını hatırlama zamanıdır:

Allah’tan bir rahmet sayesindedir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer sen kaba ve katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp gitmişlerdi. Onları affet, onlar için istiğfar et ve işlerinde onlarla istişare et. Kararını verdiğinde de yalnız Allah’a dayan. Çünkü Allah kendisine tevekkül edenleri sever.

Âl-i İmran, 3:159

Ümit Şimşek

“Tanrı” ismi nerede kullanılır, nerede kullanılmaz?

“Tanrı” isminin kullanılması konusunda bazı noktalara açıklık getirmek zarureti zaman zaman kendisini hissettiriyor. Mümkün mertebe ayrıntıya girmeden, meseleyi vuzuha kavuşturacak ve yanlış anlamaların önüne geçecek bazı hususları maddeler halinde belirtmeye çalışacağız.

Allah’ın isimleri
  1. Allah’ın isimleri, birçok rivayeti bulunan bir hadis-i şerifte 99 olarak geçmiştir; ancak bu rakamın sınırlayıcı mânâ ifade etmediği konusunda âlimlerimiz ittifak etmişlerdir. Zaten bu hadis-i şerifin rivayetlerinden sadece ikisinde (Tirmizî, Daavât: 82; İbni Mâce, Duâ: 10) isim listesi yer almakta, bu listeler arasında da bazı isimler farklılık göstermekte, neticede her iki listenin toplam isim sayısı 125’e çıkmaktadır.
  2. Kur’ân-ı Kerimde geçen ve bu hadis-i şerifte yer almayan isimlerle birlikte, sayı bunun da ötesine geçmektedir. Hattâ, Kur’ân’da Allah’a izafeten kullanılan fiillerden türetilen isimlerle birlikte bu rakamı 300 ve 500 seviyelerine çıkaranlar da vardır.
  3. Esmâ-i Hüsnâ hadisinden daha başka hadislerde ve Peygamberimizden rivayet edilen dualarda geçen isimler de eklendiğinde, bu rakam daha da yükselmektedir.
Tevkifî mi, değil mi?
  1. Bir kısım âlimlerimiz, Allah’ın isimlerinin tevkifî olduğu, yani vahiyle bildirilmeyen isimleri Allah hakkında kullanmanın caiz olmadığı kanaatindedirler. Ancak genel kabul, ulûhiyet makamının yüceliğine ters düşmeyen ve herhangi  bir noksan sıfat çağrıştırmayan kavramlarla Allah’ın nitelenmesinde bir sakınca olmadığı şeklindedir.Nitekim birçok İslâm âliminin eserlerinde bunun örnekleri görülür ki, Risale-i Nur Külliyatı bu bakımdan hayli zengin bir kaynaktır. Akaid âlimi Bekir Topaloğlu, “tevkif ilkesini benimseyenlerin bile kendi eserlerinde bu ilkeye uymadıklarını”söyler ve “Böylece, Esmâ-i Hüsnânın tevkifî olmadığı yönünde fiilî bir icmâın oluştuğunu” bildirir.
Ayırt edilmesi gereken nokta
  1. Şu kadar var ki, Allah’ın alem ismi, yani zâtının ismi, Allah’tır. Esmâ-i Hüsnâ da dahil olmak üzere, hiçbir isim, Allah ismini kaldırıp onun yerine ikame edilecek şekilde kullanılamaz. Allah’ı bir isim ve sıfatla anmak veya nitelemek başka şey, Onun zâtî ismini değiştirmek başka birşeydir. Nitekim insanları da çeşitli ünvanlarıyla anabilirsiniz; fakat bu ünvanlardan hiçbirini, onun özel ismini yürürlükten kaldırarak onun yerine geçecek bir şekilde kullanamazsınız.

(Ancak Esmâ-i Hüsnâ içinde sadece Rahmân isminin bu konuda ayrı bir yeri vardır; “İster Allah diye, ister Rahmân diye dua edin” meâlindeki âyetten [İsrâ, 17:110] bu ismin de Allah’a ait özel bir isim olduğunu ve Allah lâfzı yerine kullanılabileceğini anlıyoruz.)

“Tanrı” ne demek?
  1. Bizim dilimizde de öteden beri Allah hakkında gerek Türkçe Tanrı ve Çalap, gerekse Farsça Hüdâ gibi isimler kullanılagelmiştir. Nitekim Tanrı ismi, Hüdâile aynı anlamdadır.Ulûhiyetin yüceliğine ters düşen bir mânâ içermedikleri için, bu kelimelerin kullanılmasında hiçbir sakınca görülmemiştir. Allah için “İlâh” ismini kullanmakta sakınca olmadığına göre – ki Kur’ân-ı Kerim’de bunun birçok örneği vardır – aynı anlama gelen Hüdâ, Çalap veya Tanrı isimlerini kullanmakta da bir sakınca bulunmayacağı açıktır.
Niyeti başka olanlar
  1. Fakat zamanımızda, din ile araları pek sıcak olmayan bazı çevrelerin Allah lâfzını hiçbir surette ağızlarına almamak konusunda bir inat içine düştükleri ve Allah’tan sürekli olarak Tanrı kelimesiyle söz ettikleri, bilinen bir vakıadır. Bu ise, Allah’ın bizzat kendisini isimlendirmesine karşı çıkan bir anlayıştır ve doğrudan doğruya “Allah” ismini kaldırıp onun yerine başka bir ismi ikame etmek anlamına geldiği için, hiçbir surette haklı görülmesi mümkün değildir. Ancak zamanla bu anlayış da eski tesirini kaybetmiş ve oldukça sınırlı bir çevreye münhasır kalmıştır.
Tepkide aşırı kaçmamak
  1. İşte bu anlayışa karşı dindar çevrelerde haklı bir tepki vücuda gelmiş ve bir hassasiyet oluşmuştur. Fakat zaman zaman bu hassasiyetin de maksadını aştığını ve “tanrı” kelimesinin ister “ilâh” mânâsında, isterse Allah’ı niteleyen bir isim mânâsında olsun, her türlü kullanımdan tard edilmesi gibi bir aşırılığa varabildiğini görüyoruz. Vaktiyle bir mevlidde, Süleyman Çelebi’nin “Birdir Allah, Ondan artık tanrı yok” mısrâını okuyan mevlidhana, dinleyicilerden birinin “Allah yok, Allah!” diye müdahalede bulunduğuna şahit olmuştum!
  2. Netice: “Tanrı” kelimesi, “ilâh” anlamını taşıyan bir muhteva içinde kullanıldığı zaman, zaten bunda bir ihtilâf olmaz: “Allah’tan başka tanrı yok” gibi. Allah hakkında kullanıldığı zaman ise, bu kullanımın, Allah lâfzını dışlayan bir mahiyet taşıyıp taşımadığına bakılmalıdır.

Meselenin ilmî mahiyeti, ana hatlarıyla bu şekildedir. Bunun ötesindeki hassasiyetler ise, ilmî olmaktan ziyade hissî sebeplere dayanmaktadır.

Ümit Şimşek

yazarumitsimsek.com

Risale-i Nur’un “mehdi”cilere ihtiyacı yok

Zor zamanlarda Risale-i Nur’u savunmak o kadar zor olmuyor. Risale-i Nur’un muhtevası zaten başka bir savunmaya ihtiyaç bırakmadan kendi kendilerini müdafaa eden iman ve Kur’ân hakikatlerinden ibaret olduğundan, o zorluk zamanlarında onu savunmak için ağzını açabilecek kadar cesarete sahip olmaktan başka pek az şeye ihtiyaç duyuluyor.

Asıl güçlük, Risale-i Nur’un rağbet gördüğü ve savunulmaya da hiç ihtiyacının olmadığı zamanlarda ortaya çıkmaktadır. Zira böyle zamanlar, Risale-i Nur üzerinden maddî veya manevî kazanç sağlama heveslerinin depreştiği zamanlar olduğu gibi, bilen veya bilmeyen herkesin gelişigüzel konuştuğu ve akılsız dostların akıllı düşmanları mumla arattığı zamanlardır.

Bugün Risale-i Nur, yasaklanmak bir yana dursun, devletin en yüksek seviyedeki ilgi ve itibarına mazhar oluyor. Bediüzzaman’ın adı, ülke yöneticilerinin dilinden düşmüyor. Bediüzzaman’ın en büyük hayallerinden biri olan, Risale-i Nur’un devlet himayesine alınması ve Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yayınlanması gerçekleşmiş bulunuyor. Gazetelerde Bediüzzaman’dan ve Risale-i Nur’dan bahseden beş on tane yazının yayınlanmadığı bir gün geçmiyor.

Fakat bu durum, Risale-i Nur’a gönül veren insanların şevkini arttırırken, öteden beri ona karşı içten içe bir kıskançlık hissi besleyenlerin de hasetlerini tahrik ediyor. Ve bu hasetler, gün yüzüne çıkmak için ufak bir kıvılcım bekliyor.

Bu kıvılcımı da, sağolsunlar, düşmana hiç ihtiyaç bırakmayan dostlarımız onlara uzatıyorlar.

İşte, bir müddettir yine bilim adamı görüntülü bazı ekranperest zatlar, belli bir merkezden ellerine verilen kâğıtlardan okudukları derme çatma iddialarla Üstad’ı ve Risale-i Nur’u gözden düşürmeye çabalıyorlar. Bu iddiaların merkezinde de, Üstad’ın mehdî olmadığını ispatlama gayreti var. Neden?

Mehdîlik meselesi bazı dostlarımızın dilinden düşmüyor da ondan! Bu dostlarımız, Üstad’ın seyyid ve beklenen Mehdî olduğunu ispat etmek ve buna dair hergün yeni bir delil keşfetmekle Risale-i Nur’a hizmet ettiklerini sanıyorlar. Gerçekte ise, Risale-i Nur muhaliflerine, eskiden beri sinelerinde gizledikleri şeyi açığa vurarak hep birlikte saldırmaları için mazeret üretmekten başka bir iş yapmış olmuyorlar.

Çünkü mehdîlik makamı bir tane, ona talip olanlar ise pek çoktur. Üstad, “Eskiden beri ve şimdi de çok safdil ve makamperest zâtlar, Mehdi olacağım diye dava ederler” diyor. Durum eskiden beri böyle iken, zamanımızda ise şöhretperestlik ve makamperestlik hevesleri tavan yapmış, buna paralel olarak da mehdî sayısında bir patlama görülmüştür. Artık ne tarafa baksanız, kendi şeyhine, hocasına, üstadına veya büyüğüne mehdî gözüyle bakan bir toplulukla karşılaşırsınız. Mürşidlerine mehdî gözüyle bakan kimseler, eğer Ehl-i Sünnet çizgisinde iseler, bu mübalâğalı zanları onlar hakkında mazur görülebilir. Fakat mehdîlik iddiasının, artık çıplak karılarla göbek atıp çeşitli maskaralıklar sergileyerek sözümona irşadda bulunan adamların diline kadar düştüğü bir zamanda yaşıyoruz. Böyle bir ortamda “Mehdî o değil budur” anlamına gelen iddialarla ortaya çıkmanın Risale-i Nur gibi hiçbir maddî ve manevî makama âlet olmayan en yüksek seviyedeki bir iman ve Kur’ân hizmetinin vakar ve ciddiyetine yakışmayacağı aşikârdır.

Bediüzzaman Hazretleri de mehdîlik iddiasını ortaya atmanın Risale-i Nur hizmetine fayda değil zarar vereceğini müteaddit mektuplarında dile getirerek uyarılarda bulunmuştur. Sikke-i Tasdik-i Gaybî’nin başında yer alan böyle bir mektubunda, bu tür iddiaların

–  Risale-i Nur’un hakikî ihlâsına ve hiçbir şeye, hattâ manevî ve uhrevî makamata dahi âlet olmaması şeklindeki prensibine zarar vereceğini,

– siyaset mânâsını ihsas edeceğini,

– hodfuruşluk mânâsını hatıra getireceğini,

– şan, şeref, makamperestlik ve şöhretperestlik arzularını göstereceğini,

– ehl-i siyaseti evhama düşürüp Risale-i Nur’un neşrine zarar vereceğini açıkça bildirmektedir.

Gerek bu mektuplar, gerekse Üstad’ın ve talebelerinin hizmet ve hareket tarzları meydanda iken ve bütün Nur talebeleri tarafından çok iyi bilinmekte iken, bir kısım şakirtlerin Üstad’dan daha fazla Üstadcı kesilerek hamiyetlerini Üstad’ın mehdiyetini ilân etmek maksadına sarf etmelerini hüsnüniyetle yorumlamakta bir hayli zorlanıyoruz.

Aslında onlar bu hareketleriyle Risale-i Nur’a ve Üstad’a bir hizmette bulunmuş olmuyorlar, bilâkis muhalefet üretiyorlar. Çünkü onlar Bediüzzaman’ın mehdî olduğuna dair deliller ileri sürerken, mehdîliği kendisinde bilen cemaatler de Bediüzzaman’ın mehdî olmadığına dair deliller toplamaya kendilerini mecbur hissediyorlar. Fakat iddialar sadece mehdîlik makamının şartlarıyla sınırlı kalmıyor; yersiz ve mesnetsiz yakıştırmalar, hattâ tahrifatlarla, Bediüzzaman’ı ehl-i imanın gözünde küçük düşürmeye mâtuf deliller üretme çabalarına kadar varıyor. Söylemeye lüzum yok, bütün bunların manevî sorumluluğunu da, Üstad’ın mehdiyetini ilân ederek şanına şan katacağını düşünen safdil dostlarımız üstleniyorlar. Zira Allah ve Resulü, böyle durumlarda sorumluluğu, ilk olarak tahrik edenin üzerine yüklemiştir:

“Onların Allah’tan başka yalvardıkları ilâhlarına sövmeyin ki, onlar da bilgisizce hadlerini aşıp Allah’a sövmesinler.” (En’âm, 6:108.)

Peygamberimiz (a.s.m.) birgün “Kebairin en büyüklerinden biri de kişinin kendi anne ve babasına lânet etmesidir” buyurmuştu.

“Yâ Resulallah, kişi nasıl olur da kendi anne ve babasına lânet eder?” diye soruldu.

Resulullah buyurdu ki:

“Kişi başkasının babasına söver, o da onun babasına söver; onun annesine söver, o da onun annesine söver.” (Buharî, Edeb: 4; ayrıca bkz. Müslim, İman: 146.)

***

Üstad’a muhalefet ederek Risale-i Nur’a hizmet edilmez. Kâinatta maddî ve manevî hiçbir şeye âlet edilmeyen bu iman dâvâsı, her türlü makam ve ünvanın üzerindedir. Allah’ın rızasına talip olanın hiçbir makama ve ünvana ihtiyacı olmaz. Risale-i Nur müellifi de, talebeleri de, Allah’ın rızasını kâinattaki herşeyin üzerinde bir makam olarak görmüşler ve başkaca birşeye ihtiyaç duymamışlardır. Onu maddî veya manevî makam ve rütbelerle anmak suretiyle Risale-i Nur’a hizmet ettiğini sananlar, eğer hizmet iddialarında samimî iseler, artık bu hatâlarını görmeli ve iyilik yapıyorum zannıyla Risale-i Nur’a düşman üretmekten vazgeçmelidirler.

yazarumitsimsek.com

8 Aralık 2015

Buna Hak sillesi derler

Daha düne kadar halk arasında büyük bir saygınlığı vardı.

Fakat geldiği yere kendi maharetiyle gelmemişti.

Onu halkın gözünde tenkit edilmez bir mevkie taşıyan şey, Risale-i Nur’un nüfuzuydu.

Zamanı geldiğinde bunu kullanmasını çok iyi biliyor, tehlikeli zamanlarda ise bu eserlerle ve Nur’un hizmetiyle arasında hiç muârefe yokmuş gibi davranmayı tercih ediyordu.

En sonunda, şükran borçlu olduğu bu eserlere karşı uzun zamandır içinde beslediği suikasti sahneye koydu.

Risale-i Nur Müellifinin, vârislerinin, talebelerinin ve bütün Nur cemaatinin şiddetli muhalefetini hiçe sayarak, bu eserleri cemaatinden birtakım kasapların eline tevdi etmek suretiyle “sadeleştirme” adı altındaki bir tahrifata uğrattı.

Nur talebeleri önce tatlılıkla, sonra şiddetli şekilde ve onun anlayacağını umdukları bir dille uyardılar.

Hiçbirine kulak asmadı.

Bediüzzaman Hazretlerinin talebeleri onunla görüşmek istediklerinde, bunu en büyük bir şeref telâkki ederek ayaklarına gitmeyi teklif edecek yerde, kapısını kapattı, randevu taleplerine cevap vermedi, onları adam yerine dahi koymadı.

Fakat onun kulak tıkadığı niyazlara başka kapılar açıldı.

Duaları dinleyen, o canhıraş niyazlara cevabını en güzel bir surette verdi.

arananlarVe onu, İçişleri Bakanlığının “Aranan Teröristler” sayfasındaki Kırmızı Listede Cemil Bayık, Fehman Hüseyin ve Murat Karayılan gibi azılı teröristlere arkadaş yaptı   (http://www.terorarananlar.pol.tr/detaylar/Sayfalar/kirmizi.aspx)

Gücüne güvenerek her yaptığının yanına kalacağını sanan ve emsalsiz bir kibirle o mübarek insanların feryatlarına kulak tıkayan kişi, şimdi terör örgütünün başı olarak hesap vermeye çağırılıyor.

Kaderin bu tecellîsi karşısında, bize de, Üstad’ın talebeleri tarafından o zaman kendisine hitaben yazılan, ancak dönemin cemaat lideri tarafından kaale alınmadığı için kamuoyuna hitaben yayınlanan ikazlarını bir kere daha hatırlatmak düşüyor:

RİSALE-İ NUR’UN sadeleştirilmesi adı altında girişilen tahrifat teşebbüslerinin son olarak “sadeleştirilmiş Lem’alar” şeklinde almış olduğu merhaleler üzerine, Risale-i Nur Müellifi Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin talebeleri olarak aşağıdaki hususları umumî efkâra duyurmayı vazife biliyoruz:

  1. Aziz Üstadımız hayatta iken de Risale-i Nur’un dili üzerinde bazı tasarruflar yapılması istikametinde teklif ve teşebbüsler olmuş; fakat Üstadımız Risalelerin lisanıyla oynamaya ve onu değiştirmeye hiçbir surette izin vermemiş, bu tür teklif ve teşebbüsleri kat’î bir surette reddetmiştir. Bu husus bütün Nur talebeleri tarafından gayet iyi bilinen bir hakikattir. Daha evvelki açıklamalarımızda bu hususla alâkalı olarak kâfi miktarda misal zikrettiğimizden, geçmiş beyanlarımızla iktifa ediyoruz. Arzu edenler, bu hususta, 1990 yılında neşrettiğimiz uzun mektuba müracaat edebilirler.
  2. Bizzat Üstad Hazretlerinin dersinde ve hizmetinde bulunan, onun tarafından neşriyat hizmetleriyle vazifelendirilen ve kendisinin dâr-ı bekaya irtihalinden sonra da Nur’un her türlü hizmetinin mes’uliyetini bizzat Üstadın vasiyetiyle üstlenmiş bulunan talebeleri olarak bizler de, aramızda hiçbir ihtilâf olmaksızın, tam bir ittifak ve icmâ’ ile, Üstadımızın bu husustaki hassasiyetine her ne pahasına olursa olsun riayet edilmesi gerektiğine inanıyor ve bu husustaki azmimizi ifade ediyoruz.
  3. Herhangi bir edip veya sanatkârın sıradan bir eseri üzerinde dahi sahibinin rızası hilâfına tasarrufta bulunmak en büyük bir saygısızlık telâkki edilirken, insanlık âlemine Risale-i Nur Külliyatı gibi, ihtivâ ettiği hakikatler kadar fevkalâde üslûbuyla da mümtaz bir eseri armağan etmiş bulunan Bediüzzaman Hazretleri gibi bir müfessir, müceddid ve mütefekkirin eserleri üzerinde kalem oynatmak ne mânâya gelir, kıyas edilsin!
  4. Şimdiye kadar sadeleştirme adı altında yapılan teşebbüslerin nasıl netice verdiği meydandadır. Bunun en son nümunesinde ise, sadece kelimeleri değiştirilmekle kalmamış, bir de Üstadın cümlelerine, ifade ve üslûbuna da müdahale edilmiş ve bunun neticesinde, ortaya, ruhu çekilmiş bir ceset mesabesinde, donuk, cansız, zevksiz bir metin çıkmıştır. Mehmed Akif gibi büyük bir edip ve şaire “Victor Hugo’lar, Shakespeare’ler onun ancak talebesi olabilir” dedirten Bediüzzaman gibi bir zâtın metinleri üzerinde böyle fütursuzca kalem oynatan kimselerin bu densizliklerini hayret ve ibretle seyrediyor ve bu cür’eti nereden ve kimlerden aldıklarını merak ediyoruz.
  5. Bu çeşit teşebbüslere bahane teşkil eden “Risale-i Nur’ların anlaşılmadığı” iddiasını kabul etmek de mümkün değildir. Eğer bu iddia doğru olsaydı, Risale-i Nur’lar, telifinden bu yana bir asra yakın bir zaman geçmiş olmasına rağmen, hâlâ bu kadar çok satılmaya ve milyonlarca insan tarafından tekrar tekrar okunmaya devam etmezdi. Halbuki bugün kimi yetkili, kimi de yetkisiz olarak en az bir düzine yayınevi Risale-i Nur’ları neşretmeye devam etmektedir. Dünyada başka hiçbir eserin mazhar olmadığı böyle bir rağbete Risale-i Nur’u eriştiren şey, onun anlaşılmaz oluşu mudur?
  6. Risale-i Nur’un diline en uzak zannedilen gençlik arasında ise, bu eserlere karşı iştiyak her geçen gün artmakta, yurdun dört bir tarafında orta öğrenim ve üniversite gençlerinden niceleri kendilerini Nurların kucağına atmaktadırlar. Onlar bir yandan Risale-i Nur’u daha iyi anlamak için onun harikulâde lisanına vâkıf olmaya çalışırken, bir yandan da Risaleleri tercümelerinden tanıyan başka milletlere mensup insanlardan birçoğu, bu eserleri orijinal diliyle okumak için Türkçe öğrenmektedir.
  7. Bugün konuşulan dil ile Risale-i Nur’un dili arasında bir mesafe olduğu muhakkaktır. Ancak buna sebep Risale-i Nur’un dilinin ağırlığı olmadığı gibi, bunun çaresi de Risale-i Nur’u bugün konuşulan dilin seviyesine indirmek değildir. Çünkü Risale-i Nur, bir asra yakın zamandan beri vicdan-ı umumînin bozulmasına yol açacak derecede tahribata uğrayan şeâir-i İslâmiyeyi tamir etmek ve yeni yetişen nesillere unutturulan hakaik-ı İlâhiyeyi ve mukaddes kelimeleri tekrar bu milletin hafızasına yerleştirmekle vazifelidir ve bu vazifesini de kendisine has lisanı ile yerine getirmekte, ilim ve irfan hayatımızdan dışlanmış bulunan mefhumları tekrar milletimize kazandırmaya çalışmaktadır. Hangi suretle ve niyetle olursa olsun onun lisanıyla oynamanın, Risale-i Nur’u bu kudsî vazifesinden alıkoymaya teşebbüs mânâsına geleceğini, her vicdan sahibi takdir edecektir.
  8. Bugün geldikleri yeri ve milletimizin gözünde eriştikleri mevkii Risale-i Nur’a borçlu olanlar, Hazret-i Bediüzzaman’ın hatırasına hürmet göstermek hususunda herkesten fazla hassasiyet sahibi olması icap eden kimselerdir. Muazzez Üstadımızın “Ben bile kalem karıştıramıyorum” dediği metinlere müdahale etmek veya ettirmek, kadirşinas insanların velînimetlerine karşı şükran borcunu ödemek için ihtiyar edecekleri bir yol olmasa gerektir. Böyle teşebbüslere tevessül eden, müsamaha gösteren, destek olan veya meyil duyan kimselerin, iç âlemlerinde derin bir muhasebeye girişerek Üstadımızın şu beyanları karşısında kendi nefislerini yoklamaları, herkesten evvel kendi menfaatlerine olacaktır:

“Bir şey daha kaldı, en tehlikesi odur ki: İçinizde ve ahbabınızda, bu fakir kardeşinize karşı bir kıskançlık damarı bulunmak, en tehlikelidir. Sizlerde mühim ehl-i ilim de var. Ehl-i ilmin bir kısmında, bir enaniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevazi de olsa, o cihette enaniyetlidir. Çabuk enaniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da; nefsi, o ilmî enaniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hattâ yazılan risalelere karşı muaraza ister. Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu halde; nefsi ise, enaniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adavet besler gibi, Sözler’in kıymetlerinin tenzilini arzu eder, tâ ki kendi mahsulât-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi satılsın.”

  1. Muazzez Üstadımızın hizmetinde bulunan talebeleri olarak şu hususun kat’iyetle bilinmesini istiyoruz ki, Risale-i Nur yağmalanacak sahipsiz bir mal değildir; bu eserleri hedef alan her türlü tahrifat teşebbüslerine karşı, biz, Üstadımız tarafımızdan omuzumuza yüklenmiş bulunan vazifeyi, kimsenin hatırına bakmadan ve zerre kadar tereddüt göstermeden yerine getireceğiz. Hangi niyetle olursa olsun böyle teşebbüslere tevessül edenler, bu hareketlerinin Risale-i Nur’a, Müellifine ve talebelerine karşı alenen ve fütursuzca meydan okumak mânâsına geldiğini idrak etmeli, böyle bir meydan okuyuşun nasıl bir âkıbeti dâvet edeceğini düşünmeli ve, eğer insaf ve idrak sahibi iseler, derhal yanlışlarından dönerek tövbe etmelidirler.

Risale-i Nur Müellifi Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin hizmetinde bulunan talebeleri

Mustafa Sungur, Abdullah Yeğin, Ahmet Aytimur, Said Özdemir, Salih Özcan, Hüsnü Bayram, Abdülkadir Badıllı, Mehmet Fırıncı

***

İlk yayın tarihi: 19 Aralık 2014

Ümit Şimşek

Ayetler ve İbretler: Daralan Yeryüzü

“Bizim yeryüzüne gelip de onu kenarlarından eksiltmekte olduğumuzu onlar görmedi mi?” — Ra’d Suresi, 13:41

“Bizim yeryüzüne gelip de onu kenarlarından eksiltmekte olduğumuzu onlar görmüyor mu?” — Enbiyâ Suresi, 21:44

Aynı hakikati hemen hemen aynı ifadelerle dile getiren bu iki âyet-i kerimede hem istikbale dair haberler, hem de zamanımız anlayışına hitap eden ince işaretler buluyoruz. Her iki âyetin “Görmediler mi?” ve “Görmüyorlar mı?” şeklindeki sorusu, benzer âyetlerde olduğu gibi, burada da dikkatimizi çekiyor. Bu soru, âyetin indiği zamanda görülmese bile ileride görülecek olan bir hakikatten söz eden âyetlerde sık sık sorulan bir sorudur. Kur’ân âleme ezelden baktığı için, bize göre henüz olmamış şeyleri de olup bitmiş gibi bize anlatır; onun indiği zamandaki insanlara hitap ettiği gibi, istikbalin insanlarına da hitap eder. Onun için, Kur’ân’ın “Gördüler” veya “Görüyorlar” anlamına gelen bu soruları da bazan geçmişin, bazan halin, bazan da geleceğin insanlarını birinci derecede muhatap alabilir. Nihayet, onların hepsi Kur’ân’ın karşısında saf saf dizilmiş, o ezelî kelâmı dinleyen muhataplardır.

“Yeryüzünün kenarlarından eksilmesi” konusunda değişik yorumlar yapılmıştır. Bu yorumlardan başlıcası, inkâr ehlinin başlarına gelecek âkıbet ile ilgilidir. Bu yorumda, bizim “yeryüzü” olarak tercüme ettiğimiz “arz” sözcüğü, yine meşhur anlamlarından biri olan “ülke” anlamına alınmaktadır ki, bu takdirde meal şu şekilde olur:

“O inkârcılar, her taraftan kuşatılıp da ülke sınırlarının daraldığını, gittikçe küçülüp zayıflamakta ve bir köşeye kıstırılmakta olduklarını görmüyorlar mı?”

Bu âyetlerin Mekke döneminde indiğini dikkate alırsak, o zamanın güç odakları hakkında bir gayb haberi taşıdıklarını anlarız. Gerçekten de, o gün için yeryüzünde, en azından ülkelerinde kendilerinden daha güçlü kimse tanımayan, Müslümanlara göz açtırmamakta kararlı olan ve her yaptıklarının yanlarına kalacağını sanan zamanın güçlü kişileri hakkında bu âyetlerin verdiği haber doğru çıkmış ve o inkârcılar, sınırları daralarak, yurtları küçülerek, kalabalıkları azalarak, güçleri tükenerek hezimete uğrayıp gitmişlerdir. Tabii, bu hükmün genel bir kural ifade ettiğini ve aynı şartların aynı âkıbeti doğurduğunu da unutmamak gerekir. Zaman, zemin ve kişiler değişse de, Kur’ân’ın verdiği bu haber, değişmeyecek bir hüküm olarak devam eder ve mü’minlere, inkâr ehli karşısında asla eğilmemeleri ve haklı dâvâlarında sebat etmeleri yönünde bir güven telkin eder.

Modern yorumlar ise, âyetin yine istikbale ait bir başka haberini ortaya çıkarıyor. Yeryüzünün kenarlarından eksilmesi, bütün bir yeryüzü çapında ele alındığı takdirde—ki âyetin ifadesi buna son derece elverişlidir—dünya karalarında bir küçülme, bir daralma ihtimali ortaya çıkmaktadır. Bu nasıl olabilir? Böyle bir soruya verilebilecek cevaplar arasında en ziyade makul, hattâ kaçınılmaz görüneni, karaların deniz vasıtasıyla kenarlarından kırpılmasıdır. Hızla sürüklenmekte olduğumuz küresel ısınma, böyle bir âkıbetin belirtilerini şimdiden vermeye başlamış bulunuyor. Buzulların erimeye başladıklarına dair endişe verici haberler birbirini izliyor. Bu gelişmeler aynı yönde sürüp gittiği takdirde, bir süre sonra, eriyen buzullar dünya denizlerinin seviyesinde bir yükselmeye yol açacaktır. Bunun sonucu ise gayet açıktır: Yükselen deniz, tüm dünya kıyılarını istilâ edecektir. Veya, bir başka deyişle, deniz, dünya karalarını kıyılarından kırpa kırpa yükselecek, belki pek çok yerlerde sahillerin yüzlerce kilometre geriye çekilmesi sonucunu doğuracak, bu arada nice sahil şehirleri, belki birçok ada ve yarımada denizlere karışıp gidecektir.

Âyet “Görmüyorlar mı?” diye soruyor. Evet, görüyoruz. Böyle bir âkıbete doğru sürüklendiğimizi gözümüzle görüyoruz. Lâkin, “Geliyorum” diyen bu felâkete karşı isyanımızdan da bir türlü vazgeçmiyoruz. Gerek klasik yorumların, gerekse modern yorumların birleştiği ortak bir nokta var ki, Kur’ân da zaten dikkatimizi bu yöne çekiyor: Yeryüzünün kenarlarından eksilmesi, insanların kendi inkâr ve isyanlarının bir sonucundan başka birşey değildir. Bu isyan, ister Allah’ın peygamberleri aracılığıyla bildirdiği buyruklara karşı olsun, ister Onun kâinata yerleştirdiği yasalara aykırı hareket etmek şeklinde olsun, ısrar edildiği ve geri dönülmediği takdirde, sonucunu insanlığa bir şekilde tattıracaktır.

Dikkat çekicidir ki, her iki âyet de, Allah’ın “yeryüzüne gelmesi” şeklinde bir ifade içeriyor. Yüce Allah’ın mekândan münezzeh olduğunu dikkate aldığımızda, bu deyimin pek etkili bir heybet ve azamet ifadesi olduğunu ve hiçbir gücün karşı koyamayacağı bir şekilde, İlâhî kudretin yeryüzünde tecellî ederek inkâr ehlini inkâr ve isyanlarına pişman edeceğinden söz ettiğini anlarız.

Ümit Şimşek / Zafer Dergisi