Etiket arşivi: vehbi karakaş

Hz. Peygamber’i (s.a.v) anlatmak

Kutlu Doğum Konferansı için davet edildiğim yerlerden birinde protokol konuşması yapan herkes konuşmasını kısa tuttu. “Sözü sahanın uzmanına bırakıyorum.” diyerek topu bana attı. Nihayet kürsüye davet edildim. Besmele’den sonra sözlerime şöyle başladım:

Hakkında çok düşünmüş, çok konuşmuş, çok yazmış hatta bu hususta kitap çıkarmış bir kardeşiniz olarak diyorum ki: Allah Resülü Efendimizi anlatmak ne hakkım, ne de haddim. Ama neyliyeyim Rabbim bu görevi ifa etmem için bu gün benim burada olmamı takdir buyurmuş. Ben de beni buraya gönderen Rahmet-i Sonsuz’dan bu zor işi başarabilmek için bana kolaylıklar ihsan etmesini, engin lütfundan niyaz ediyorum.

Ona benim hamdim kâfi gelmez. Başta Kendi hamdini, sonra bütün peygamberlerin, özellikle bütün hamidlerin sultanı son peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.v) hamdini kendisi’ne takdim ediyorum. Konumuz ve kâinatın konusu olan Sevgili Peygamberimiz’e de sonsuz salat ve selamlarımı arz ediyorum.

Hz. Peygamberi anlatmak, gerçekten sanıldığı kadar kolay değil. O’nu en iyi tanıyan ve anlayanlar dahi O’nu anlatmakta aciz kaldıklarını itiraf etmişler. Mesela Hassan b. Sabit: “Ben sözlerimle Hz. Muhammed’i (s.a.v) övemedim; Hz. Muhammed’i (s.a.v) övmekle sözlerime değer ve kıymet kazandırmış oldum.” demiştir.

Hassan bin Sabit’in (r.a) bu sözünü, 19. sözünün başına koyan Çağın Büyük Düşünürü, bana göre emsali bulunmayan 19. sözü için: “Bu söz güzeldir. Fakat onu güzelleştiren, güzellerin güzeli olan Hz. Muhammed’in (s.a.v) güzellikleridir.” diyerek sözündeki güzelliğin sırrını açıklamış, Sözler’ine gelen güzelliğin o güzelden geldiğini ilan etmiştir.

Yine çağımızın Hz. Muhammed (s.a.v) Sevdalısı, “Sonsuz Nur” adıyla ortaya koyduğu iki ciltlik eserinde Efendiler Efendisi’ni anlattığı halde kendi kendine soruyor ve: “Beş yaşından beri başını secdeye koyan ve O’nun boynu tasmalı kapısının “kıtmir”i olduğunu söyleyen ben, O’nu tam anlatabildim mi? Hayır. Eğer beşeriyet O’nu tanısaydı, mecnun olur, yollara düşerdi.” demiştir. Onlar böyle derken Allah Resûlü’nün bendelerinin bendesi olan ben, O’nu nasıl anlatabilirim veya anlatabildim, iddiasında bulunabilirim.

Bir insan düşünün, okyanusa parmağını batırıyor, geri çekiyor. Okyanustan bu insanın parmağına bulaşan ne ise, bizim Efendiler Efendisi hakkındaki anlattıklarımız işte o kadardır.

ONU ASIL ANLATILABİLİR Kİ?

Hayatında malayanisi olmayan, yani ciddiyetsiz ve lüzumsuz işi bulunmayan, gayr-i meşru eğlencelere tenezzül etmeyen,

Heva ve hevesden konuşmayan, konuşmaları ya vahiy, ya da vahiy kontrollü olan,

Zikirsiz, fikirsiz ve şükürsüz hali olmayan,

Sîreti-sûreti, kalbi-kalıbı, halkı-hulku, içi-dışı, sözü-sohbeti, hali-dili, eli-yolu, adı-yadı, Kitabı ve Dini güzel olan,

Kendisinden önce geçmiş bütün zamanların zulüm ve ahlaksızlık birikimini 23 sene gibi çok kısa zamanda söküp atan,

Bütün peygamberlerin özellik ve güzelliklerinin doruk noktasında bulunan,

Geçmiş ve geleceğe ait ilimlerle donatılan,

Her güzel insanın ve her güzel kitabın ilham kaynağı olan, sözleri ve ahlakıyla kendisinden bahseden her kitabı ve her insanı süsleyen,

Hayatında karanlık kalmış bir noktası dahi bulunmayan, her noktasından güzellikleri görülen, hem Hakk’a, hem de halka karşı görevlerini en güzel yapan, tükenircesine gayret sarfeden, bununla beraber “tam yapamadım Allahım!” diyen, inleyen, affını isteyen, hep mahcup ve mahzun yaşayan,

Duadan, istiğfardan ve niyazdan bir an uzak durmayan,

Yaşamaktan çok yaşatmayı, yemekten çok yedirmeyi, içmekten çok içirmeyi, giymekten çok giydirmeyi seven,

Muhtaçların sıkıntıları için borçlanan, borçluların borcunu üstlenen,

Hiç kimseye hakaret etmeyen, kendisine hakaret edenleri affeden,

Kendisine kan kusturanların düzelmesine, İslam’la tanışmalarına, Allah’la barışmalarına dua eden…

Bedevilere dahi medenice muamele eden,

Şakalarında dahi ders, ibret ve letafet bulunan,

Namazını vaktinde, hem de cemaatle kılan, savaşta dahi olsa bundan taviz vermeyen, namazını kazaya bırakmayan,

İncinen ama incitmeyen, incitenleri affeden,

Hanımlarına, arkadaşlarına, çocuklarına vefalı, şefkatli davranan,

Eşlerin birbirine Allah’ın emaneti olduğunu söyleyen, ihaneti, hiyaneti ve aldatmayı haram kılan,

Çocukların cennet kokusundan olduğunu, kızının saçlarını koklayıp, onların arasından cennetin kokusunu aldığını, üç kızı veya üç kız kadeşi olup onlara iyi davrananlara cennetin vacip olduğunu söyleyen, bunları kız çocuklarının hor görüldüğü, diri diri kumlara gömüldüğü, kuyulara atıldığı devirlerde ifade eden,

Olumlu inkılaplarıyla insanlığın yüzünü güldüren…

Kendisinden önce geçen peygamberlerin ve kitapların müjdelediği ve Allah’ın övdüğü

Bir rahmet peygamberini,

Bir haya ve edep peygamberini,

Bir nezaket ve zerafet peygamberini,

Bir ilim ve fazilet peygamberini,

Bir güzel ahlak ve medeniyet peygamberini,

Bir adalet ve hukuk peygamberini,

Bir barış ve kardeşlik peygamberini,

Bir düzen ve disiplin, bir plan ve program peygamberini,

Bir faaliyet ve aksiyon peygamberini,

Bir diyalog ve iletişim peygamberini,

Dünya ve ahiret halklarının muhtaç olduğu bir peygamberi elbette anlatmak kolay değil. Bunlardan başka bir de Peygamberi anlatmak için, Onu anlamak, tanımak ve Ona (s.a.v) kara sevda ile sevdalanmak gerekir. Bunu da hepimize lutfetmesini Latif-i Kerîm’den niyaz ediyorum. Allah Teala bizleri affeylesin. Onun (s.a.v) şefaatine layık ve nail eylesin.

PROBLEMLERİMİZİN TAMAMI ASLINDA TEK BİR PROBLEMDİR

Bir zaman Zonguldak’ta “Problemlerimizin Çözümünde Hz. Peygamber’in Yeri” konulu konferansımda söylediğim bir cümleyi bu gün de söylemek istiyorum: “Problemlerimizin tamamını tek bir probleme indiriyorum. O da: Bütün insanlığın son kitabı olan Kur’an’ı ve onu bize getiren, hayatıyla yaşayan Peygamberimiz Hz.Muhammed’i (s.a.v) tanıyamayışımız ve o ikisine karşı görevlerimizi yapamayışımızdır.

Şahsî hayatımızın, aile hayatımızın, toplum hayatımızın, siyasî hayatımızın, ticaret hayatımızın, eğitim hayatımızın ruhu HZ. MUHAMMED (s.a.v), aklı da KUR’AN’dır. Hangi insanda, hangi ailede, hangi toplumda, hangi siyasette, hangi ticarette, hangi eğitimde bu ikisi, yani Kur’an ve onun uygulayıcısı Hz. Muhammed (s.a.v) yoksa; o insanda, o ailede, o toplumda, o siyasette, o ticarette, o eğitimde kıyamet kopmuştur.

Bir kitap düşünün 114 suresinin başında Bismillahirrahmanirrahim bulunsun, rahmetten şefkatten, adaletten ve hikmetten, ihlasdan ve îsardan, insan haklarına ve emanete riayetten bahsetsin, bir insanı öldürmenin bütün insanlığı öldürmek kadar büyük bir cinayet olduğunu söylesin, bir peygamber düşünün, besmelesiz başlanan işlerde rahmet ve bereket olmadığını söylesin, kendisi som rahmet, som adalet, som huzur ve güven, som vefakârlık ve fedakârlık olsun; siz yerdekilere acıyın ki, göktekilerde size acısın, merhamet etsin, buyursun. Böyle bir kitabın ve böyle bir peygamberin müminleri neden problemlerle boğuşur, neden anarşi ve terörden yakasını kurtaramaz, şaşarım.

Ya Kur’an ve Peygamber anlattığımız gibi değil, diyeceğiz, hâşâ! Bunu dememize imkân yok. Bütün dünyayı aydınlatan ve ısıtan güneşi inkâr gibi bir akılsızlık ve nankörlük olur bu. Ya da bizim imanımızda ve teslimiyetimizde problem var diyeceğiz, tevbe istiğfar edeceğiz, yeniden kelime-i şehadet getirip Müslüman olacağız, yeniden kelime-i tevhidi söyleyip imana gireceğiz. Hiç şüphesiz bize gerekli olan ve yakışan da budur. Yani yeniden iman seferberliği başlatmak, ilimli ve ahlaklı müminler topluluğu oluşturmak olacaktır. İşte bunun içindir ki Çağın Büyük Düşünürü: “Ben, mesaimi yalnız iman üzerine teksif etmiş bulunuyorum.” demiştir.

Vehbi Karakaş / Risale Haber

İslam şemsiyesi, Nurların sadeleştirilmesi ve İmamlarımız

Üç önemli mesele: İslam şemsiyesi, Nurların sadeleştirilmesi ve imamlarımız

1-İslam’ın en üst şemsiye olması

İslam, en üst şemsiyedir. İslam, bütün Müslüman milletlerin ortak, mukaddes değeridir. Milletleri ve milliyetleri bir ırkta toplamak mümkün değildir. Gerek de yoktur. Ama hepsini İslam’da, İslam şemsiyesi altında toplamak mümkündür. Bu ise gereklidir ve farzdır. Çünkü o, bütün milletlerin Rabbi olan Allah’ın nizamıdır. Bütün milletlerin onda toplanması, onu anlaması, yaşaması, anlatması ve yayması da Allah’ın emri, rızası ve arzusudur. Hatta ve hatta Allah’ın kulun üzerindeki en büyük hakkıdır. Hiçbir ırkın, hiçbir ırka üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük, ancak iman ve takva iledir.

2-Nurların sadeleştirilmesi

Bediüzzaman, sadece dinimizi değil, aynı zamanda dilimizi de ihya etmektedir. Kimse onun dilini kendine uydurmaya kalkmasın, kendini ve dilini ona uydurmaya kalksın. Onu kendi seviyemize indirmemiz zillet, bizim ona tırmanmamız ve yükselmemiz izzettir. Bediüzzaman’ın Nur Risaleleri şerh ve tanzime tabi tutulabilir. Ama asla onun orijinal kelimeleriyle oynanmamalıdır. Çünkü Risale-i Nur’da öyle bir zenginlik vardır ki bir kelimesinden bile bazen bir makale ve bir kitap çıkabilir. Konuşmalarınızda ve yazdığınız eserlerinizde Risale-i Nurdan aldığınız metinleri ruhuna uygun bir şekilde tercüme edebilir ve izah edebilirsiniz. Çünkü herkesin Risale-i Nurdan istifade etme hakkı vardır. Bu hakka engel olmaya da hiç kimsenin hakkı yoktur. Zaten bu icraata da kimsenin karşı çıkacağını sanmıyorum. Çünkü yaptığınız izah ve ortaya koyduğunuz eser sonuçta sizindir. Bu icraatınızla siz sadece istifade ve istifazenizi yansıtmış olmaktasınız.

Ama siz kalkar da Bediüzzaman’nın diyelim Sözler kitabının orijinalinin yerine sadeleştirilmişini koyar ve kitabın üstüne de Bediüzzaman’ın ismini koyarsanız bu apaçık bir tahrif olur. Risale-i Nur denizinden kovanızı doldurabilirsiniz, oradan aldığınız suda her türlü tasarrufta bulunabilirsiniz, ama denizin kimyasını bozmaya kalkmamalısınız.

Risale-i Nur’un orijinalini koruyarak anlaşılması için yapılan her hizmet güzeldir, tebrike ve takdire layıktır.

Kur’an’ın orijinali korunarak nasıl herkes onu anlamaya ve anlatmaya çalışıyorsa, Kur’an’ın bir çeşit tefsiri olan Risale-i Nur’un da orijinali korunarak herkes onu anlamaya ve anlatmaya çalışmalıdır.

3-İmamlarımızın Kur’an’ı doğru okuması

İnsanın namaz kılması ve namazı doğru kılması nasıl farzsa, imamların da Kur’an’ı doğru okumaları farzdır.

Kur’an’ı doğru okuma, Allah’ın kudsî arzusu, Peygamberimizin de en önemli sünnetlerinden biridir.

Kur’an’ı doğru okumanın ölçüsü nedir?

Yüce Allah, “Kur’ân’ı tertil ile yani açık açık, tane tane oku“. (1) buyurmuştur. Bu emir, mutlaka uyulması gereken vücup ifade eden bir emirdir. Ayette geçen “tertîl” ise: Kelimelerin, açık, anlaşılır ve acele edilmeden söylenmesi, harflerin özellikleriyle belirlenerek, harekelere hakkının verilip rahat ve sakin okunması demektir.

Peygamberimiz’e Kur’ân’ı böyle okuması emredilmiştir. Bu emir elbette onun şahsında bütün müminleredir ve O, bu emri yerine getirmiştir. Aişe validemize onun nasıl Kur’ân okuduğu sorulmuş o da: “Eğer dinleyen saymak istese bütün harflerini sayardı” diye tarif etmiştir. Demek ki, Rasulullah efendimiz bu emri bu şekilde uygulamışlardır.

Kur’an’ı yanlış okuma manayı bozar, mananın bozulması da namazı bozar. Fıkıh ve ilmihal kitaplarımızda zelletülkari meselesi önemli bir yer tutar. Merak edenlerin oraya bakmaları tavsiye olunur.

Avamın yanlış okuması, belki mazeret sayılabilir; ama havassın yani bu işi meslek edinmiş kimselerin, yani imamların Kur’an’ı yanlış okumaları mazeret sayılamaz. Bu kimselerin Kur’an’ı yanlış okumaları kıraat imamlarının ittifakıyla haram, doğru okumaları da farz-ı ayndır. (2)

Soruyorum: Siz bir makale veya şiir yazsanız, bu makale veya şiirinizi en iyi okuyana mı verirsiniz, yoksa, okuyuşuyla şiirinizi veya makalenizi anlaşılmaz hale getirene mi?

Sorunun cevabı gayet açıktır.

Öyleyse mihraplar, ya Allah’ın kelamı olan Kur’an’ı en iyi bilen ve en iyi okuyanlara tahsis edilmeli, ya da bu keyfiyetten yoksun imamlarımız en kısa zamanda kurslara tabi tutularak Kur’an’a layık bir bilgi ve okuma tarzıyla mihrablara geçirilmelidirler.

Her berrin ve facirin yani her ahlakı iyi ve kötünün arkasında namaz kılmak caizdir, denilmiş, ama mihraba uygun olmayanların arkasında namaz kılmak mekruh görülmüştür. Mihrabdaki imam kardeşlerimiz, Hz. Peygamber’in (s.a.v) temsilcileridirler. Bu kerahetten kurtulmaları ve halkı kurtarabilmeleri için Kur’an okumalarını Hz. Peygamber’in okuyuşuna, ahlaklarını da Onun ahlakına benzetmeye kendilerini zorlamalıdırlar.

Bu işin vebali vardır, manevi sorumluluğu çok ağırdır. Doğru okuyan, ta’dil-i erkân ve huşu ile namaz kıldıran, takvası ve güzel okuyuşuyla mihraba layık imamlarımızın, bütün cemaatin sevabı kadar bir sevap almaları mümkün olduğu gibi; yanlış okuyan, tadil-i erkânsız ve huşusuz namaz kıldıran imamlarımızın da bütün cemaatin vebalini omuzlamak gibi ağır bir yükün altında oldukları da bilinmelidir.

Bu vebal ve günahın sahibi sadece bu özellikteki imamlarımız değildir. Kur’an’ı doğru-dürüst öğreten mekanizmaları kurma yetkisi olup ta kurmayanlar, Kur’an’ın doğru okunması ve doğru anlaşılması için bu mekanizmaları harekete geçirmeyenlerin de bu vebalde payları vardır.

Vehbi Karakaş / Risale Haber

Dipnotlar:

1-Müzzemmil, 73 / 4

2-Bkz. Dağdeviren, Alican, Kur’an Okuma Sanatı Tecvid, s. 183, İst. 2009

Seher vaktinde uykuma engel olan sevgili

Sabah namazına kalkmıştım. Uykuya olan ihtiyacımdan gözlerim neredeyse açılmak istemiyordu. Düşündüm:

Bu tatlı uykuma rağmen beni şu an sabah namazına kaldıran nedir? Cevap verdim:

-Muhabbet. Yani benim Allah’a olan sevgim. Şu saatte kalkacaksın, bana geleceksin, dedi, ben de Sevgili’nin davetine icabet ettim. Bu sefer nefisten bir soru geldi:

-İyi de bu nasıl sevgi ve dostluktur ki, sevgiliniz size acımıyor, uykunuzu bölüyor ve istirahatinizi bozuyor?

Allah sizi affediverse, kalkmanızı istemese idi olmaz mıydı? Cevap verdim:

-O’nun beni o saatte istemesi de O’nun beni sevmesinden, dostluğuna kabul etmiş olmasındandır. Beni o saatte huzuruna ve sohbetine kabul ettiği için de Ona şükran borçluyum. İsterseniz bunu bir misalle anlatayım:

Cenab-ı Hakk Azrail’i, dostu İbrahim (a.s) a göndermiş:

-Git dostum İbrahim’e selam söyle, de ki dostun Allah canını istiyor. İbrahim (a.s) gelen Azrail’e (a.s) :

-Sen de benden ezelî ve ebedî dostum olan Rabbime selam söyle. De ki: O nasıl dost ki, dostunun canını alıyor. Bu sefer Allah Azrail’e:

-Git o dostum İbrahim’e de ki: O nasıl dost ki, dostundan canını esirgiyor, vermiyor. İbrahim (a.s) düşünüyor, doğru diyor, dost dosttan canını bile esirgemez. Nitekim İbrahim (a.s) öyle yapıyor. Allah rızasına canını da, malını da, evladını da gözünü kırpmadan veriyor. Çünkü canın da, malın da, evladın da hakiki sahibi Allah’dı.

Bu misalle şunu demek istedim:

Dostumuz Allah sabah namazına kalkmamızı istiyor. Nefis diyor:

-O nasıl dost ki, benim uykumu bölüyor, affediverse olmaz mı? Allah’dan cevap geliyor:

-O nasıl dost ki dostunun uğruna birkaç dakikalık uykusunu feda edemiyor?

Bunu duyan Allah dostu büyük bir sevda ile yorganı fırlatıyor. Değil yarım saatlik uykum, her şeyim ona feda olsun, çünkü her şeyimi bana veren Odur. Onun yoluna ve Onun uğruna harcadığım dakikalar bana ebedi hayat, ebedi istirahat, ebedî saadet ve ebedî gençlik ve ebedî cennet olarak geri dönecektir. Onun için dedim ki: Sabah namazına kalkmak, ve beş vakit namazı kılmak aşkın, muhabbetin sonucudur; sevdalı ve akıllı adamların işidir.

SABAH NAMAZI İÇİN VERDİĞİM MÜCADELE

Çocukları sabah namazına kaldırmak kolay değil. Türlü türlü yollar deniyorum, türlü türlü düşüncelerle onların başucuna dikiliyorum.

Taktiğime bu gün bir yenisini ekledim ve sabah namazına kaldırmak için oğlumun odasına gittim. Ve: Cennete gitmek üzere kapımıza gelen trenin kalkmasına on dakika var. Çabuk ol benim oğlum. Sabah namazına kalk. Aks-i halde, cennete giden treni kaçırmış olacağız.

Oğlumun biraz ağırdan aldığını görünce, geçen kandil akşamı camiye benimle beraber gelen oğlumun bir sözünü kendisine hatırlattım:

-Baba, Nuh Peygamberin oğlunu gemiye davetini ve o davete icabet etmeyen oğlunun nasıl helak olup gittiğini ne kadar güzel anlattın! demiştin, dedim.

İşte o Nuh’un gemisi, sabah namazı, babansa Nuh Peygamberin çağrısıyla seni gemiye, sabah namazına çağırıyor. Kalk da Nuh Peygamberin oğlu gibi boğulup helak olanlardan olma, sellerde boğulma ve ateşlerde yanma!

Bu samimi ve candan çağrılarım işe yaradı, oğlumu Allah’ın izni ve yardımıyla sabah namazına kaldırmaya muvaffak oldum. Beni buna muvaffak kılan Allah Teala’ya sayısız hamd ve senalar olsun.

Bir Perşembe sabahıydı. Sabah ezanları okunuyordu. Ezanın çağrısına bir de kendi çağrımı ekledim: “Sabah namazına kalkın, şu an Allah sizi rahmetiyle uyandırıyor, rahmetine ve cennetine davet ediyor, kalkın.” dedim.

Çağrılarımı tekrar tekrar yaptım, kimseyi kaldıramayacağımı anlayınca yüksek sesle şöyle bir dua ettim: “Allahım! Sen bizi azabınla değil, rahmetinle uyandır! Musibetle değil, nasihatla yola getir!

Azap kelimesi herhalde vicdanlarını titretmiş ve Rabbim de duamı kabul buyurmuş olacak ki o zamana kadar kalkmamış olanlar insafa geldiler, namaza kalktılar. Ben imam oradakiler de cemaat olduk, hep birlikte namazımızı eda ettik. Kur’an’dan zamm-ı sure olarak dualı yerleri seçtim. Birinci rekâtta: “Allahım! Yerleri, gökleri ve içindekileri Sen boşuna yaratmadın. Bizi cehennemin azabından koru!” ayetini ve takip eden ayetleri; ikinci rekâtta da: “Beni ve çocuklarımı devamlı ve dosdoğru namaz kılanlardan eyle! Ey bizim Rabbimiz! Dualarımızı kabul buyur! “Ey bizim Rabbimiz! Hesabın görüleceği gün, beni, anamı-babamı ve bütün mü’minleri bağışla!” diyen ayetleri okudum. Bu ayetlerle ve en büyük dua olan namazımla da hiç kimsenin, namazın saadet ve rahmetinden mahrum kalmaması için Allah Tealaya yalvardım. Rabbim dualarımı kabul buyurdu. Beni sabah namazında yalnız bırakmadı. Lütufları sayısınca Ona hamdolsun. Maksadım, kendimi, çocuklarımı ve alanıma düşen herkesi dünya ve ahiret ateşinden korumak ve kurtarmaktır. Çünkü Allah Resûlü Efendimiz buyurmuşlar ki: “Sabah namazını kılan kimse Allah´ın himayesindedir Dikkat et, ey Ademoğlu! Allah, bizzat himayesinde olan bir konuda seni sorguya çekmesin

İnsanlar ezan okumanın ve namazda birinci safta bulunmanın ne kadar faziletli olduğunu bilselerdi, sonra bunları yapabilmek için kur´a çekmek zorunda kalsalardı kur´a çekerlerdi. Şayet camide cemaate erken yetişmenin ne kadar faziletli olduğunu bilselerdi, birbirleriyle yarışa girerlerdi. Eğer yatsı namazı ile sabah namazındaki fazileti bilselerdi, emekleyerek ve sürünerek de olsa bu iki namaza gelirlerdi

Sabah namazının farzından önce kılınan iki rekatlık sünnet: Bu namaz en kuvvetli bir sünnettir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Sizi atlar kovalasa da sabah namazının iki rekat sünnetini terketmeyin” “Sabah namazının iki rekatı sünneti dünyadan ve dünyada bulunan herşeyden daha hayırlıdır” Hz. Âişe şöyle demiştir: “Hz. Peygamber, sabah namazının iki rekatı gibi başka hiç bir nâfile namaza devam etmemiştir

Sabah namazının sünnetinin mükâfatı böyle olursa, farzının mükâfatını ifade etmeye güç yeter mi?

Sabah namazına kalkma ve kaldırma mücadelesini hep yapıyorum ve yapacağım. Ne zamana kadar? Ben ve muhataplarım takatten düşünceye kadar.

Vehbi Karakaş / Demokrat Gebze

İnsanca tuvalet edebi ve çevre

Alışveriş merkezlerinden birinde namaz için mescide gittim. Lavabo kısımlarında bazı insanların –mazeretli olmadıkları halde- ayakta, gözler önünde, sıkılmadan idrar yaptıklarına şahid oldum. Bazen bu manzaraları herkesin geçtiği şehirlerarası yollarda, yol kenarlarında görmeniz de mümkündür. Bunlar bizi ürpertiyor. Tiksindiriyor, utandırıyor ve üzüyor.

Üzülmemizin sebebi, birçok insanın son din ve hak din olan İslamiyet’in eğitimini almadan yetişmiş olmaları, İslamiyet’in insanları olgunlaştıran, medenileştiren, erdemli hale getiren medeniyet kurallarından bilgisiz kalmalarıdır.

Bu utandırıcı manzaralardan, edebimize ve ahlakımıza aykırı her türlü ayıp ve günahlardan kurtulmanın yolu, yüce dinimiz İslamiyet’i evlatlarımıza ve öğrencilerimize en küçük yaşlardan itibaren öğretmekten geçer. Bu eğitim ve öğretimin verileceği kurumlardan biri aile yuvası, biri cami, biri de okuldur. Kışlayı da buna dahil ederseniz nurun ala nur olur.

Beni bu gün, bu konuda yazmaya mecbur eden, gördüğüm o ürpertici manzaralar ve tuvalet adabını bilmeye olan ihtiyacımızdır. Ben bu konuyu yazmaya kendimi mecbur ettim, siz de okumaya kendinizi lütfen mecbur edin.

Namaz farzını yerine getirmenin dış şartlarından biri de necasetten taharettir. Yani gerek bedeni ve gerekse elbiseyi namaza engel olan küçük-büyük pisliklerden arındırma ve temizlemedir.

Fıkıh ve ilmihal kitaplarımıza göre insanın gerek dışkısı ve gerekse idrarı ağır necislerden sayılmıştır. Bunların, elbiseye ve bedene bulaşmaması ve sıçramaması için en üst derecede dikkat ve titizlik gerekmektedir. Eğer bu titizlik gösterilmezse, bedene ve elbiseye bulaşan gerek bu ağır necisler, namazın sıhhatine ve geçerliliğine engel olabilir. Namazsızlık veya kıldığı halde kabul edilmemek insanın maddî ve manevî saadetten, hatta cennetten mahrum kalmasına yol açabilir. Mesele bu kadar önemlidir ve ciddidir. Onun içindir ki İslamiyet, temizliği imandan saymıştır.(1)

Usulsüzlüğün vusulsüzlüğe sebep olmaması için Başta Kur’an’ımız, sonra Kur’an’ın baş müfessiri ve uygulayıcısı Sevgili Peygamberimiz her şeye bir edep, bir ölçü ve bir usûl getirmiştir. Sahanın otoriteleri, bu ölçülere dayanarak tuvalet adabını fıkıh kitaplarımızda (2) ve ilmihallerde (3) ortaya koymuşlardır. Biz de onlardan aldığımız tuvalet adab ve inceliklerini, önemine binaen bir kere daha dikkatlere sunmak istiyoruz.

TUVALET ADABI:

1-Tuvalete gitmeden önce çoraplar çıkarılır.

2-Pantolonun paçaları yukarı sıvanır.

3-Tuvalete sol ayakla girilir.

4-Girmeden hemen önce, tuvalet yapılacak yerin dışında şu dua okunur: Bismillah Allahümme Euzu bike mine’l-hubsi ve’l-habais manası: “Bismillah, Allahım! Maddî ve manevî bütün pisliklerden sana sığınırım.” (4)

5-Tuvalete girdikten sonra kapı içeriden kilitlenir.

6-Tuvalette mümkünse sola meyilli olarak oturulur. Büyük ve küçük necasetin gelmesi kesildikten ve erkeğin istibra etmesiyle necasetin kesildiğine dair kalbi mutmain olduktan sonra taharete (istincaya) yani temizlenmeye başlanır.

İstincayı kadın-erkek herkes yapar. İstibrayı sadece erkekler yapar. İstibra, idrarın en son damlasını vücuttan atma operasyonunun adıdır. Bu da erkeğin ya yürümesi, ya öksürmesi, ya da sol yanına meyletmesiyle olur.  Yine erkeklere mahsus olarak İdrar’ın çıktığı yer öne doğru bir kaç defa  sıvazlanır.   Böylece kalan idrar tamamen boşaltılır. Kadının istibraya ihtiyacı yoktur. Kadın necasetin kesilmesinden sonra biraz bekler, sonra taharetlenmeye başlayabilir. (5)

İstincanın yani taharetlenmenin en güzel şekli üç kademeli yapılanıdır:

a-Önce arazide bulunuluyorsa üç taşla, evlerde tuvalet kâğıdı ile necasetin çıktığı yerler kuru olarak silinir, sonra

b-Su ile yıkanır, sonra da

c-Kurulama yapılır.

7-Tuvalette sağ el, temizlikte kullanılmaz. Sağ elle musluk açılarak tasa veya ibriğe su alınır.

8-Sol ele su dökülür. Necasetin çıktığı mahal sol elle, (bilhassa orta parmak diğer parmaklardan biraz üste çıkarılarak) iyice yıkanır. Parmak uçları necasetin çıktığı mahalle değdirilmez.

9-Tuvalet işleri sol elle halledilmelidir Fakat tuvalet çeşmesi, tuvalet tası ve kapı kolu asla sol elle tutulmamalıdır. (6)

Söz buraya gelmişken merhum Necip Fazıl’ın şu mısralarını hatırlamadan geçmeyelim:

“Aklımı ve fikrimi hep sağ elime verdim,

Görevi olmasaydı, sol elimi keserdim.”

10-Tuvalete girdikten sonra dünyaya ait ve ahirete ait meseleler düşünülmemelidir Her hangi bir şeyle meşgul olunmamalı, her hangi bir şey konuşmamalı, necasete bakılmamalı, bir an önce ihtiyaç giderip orası terk edilmelidir.

11-Tuvalet ihtiyacını giderirken ön veya arka, kıbleye doğru gelmemeli ve özürsüz ayakta idrar yapılmamalıdır. Bu iki davranış da harama yakın mekruhtur. Bunun içindir ki Efendimiz (s.a.v): “İdrardan sakının! Çünkü kabir azabının çoğu ondandır.” (7) buyurmuştur.

12-Sonra ayağa kalkarak üst toplanmalı. Bol su ve süpürge ile tuvalet taşı temizlenmelidir.

13-Tuvalet taşının bitiminden sonra gelen boru kısmı da su ve fırça ile temizlenmelidir.

14-Dipte kalan necasetlerin akması için, ya sifon çekilmeli veya bol su dökerek onlar da giderilmelidir.

KLOZET Mİ, ALATURKA TUVALET Mİ?

Rahat taharet alınabiliyorsa, üste necaset sıçratılmıyorsa klozetin üzerinde oturarak tuvalet yapmanın bir sakıncası yoktur. Ancak, alaturka denilen normal tuvaleti kullanmak, tıbbi yönden aha faydalı görülmüştür. Çünkü bu durumda necaset tam boşaldığı için, idrar kesesi ve bağırsaklar rahat etmektedir. (8)

Tuvaleti temiz bulabilmek için, temiz bırakmak gerekir. Nerde olursak olalım. Bu böyledir. Her insan temiz olmalı, temizliğe alışmalı ve alıştırılmalıdır. Çünkü temizliğe alışmamış ve alıştırılmamış insan kirli olur, kirli insan çevreyi de kirletir. Onun içindir ki Hadis-i Şerif’te, temizliğin imanın yarısı (9) olduğu söylenmiştir. İmanın altı esasına inanan mümin olur, mümin olan temiz olur. Temizlik, imanın esasları kadar pak, mukaddes ve mübarektir.

İnsanın en yakın çevresi kendisidir, kendi bedeni, kendi elbisesi, kendi evi ve kendi tuvaletidir. Yakın çevresini temiz tutan, uzak çevreye de hizmet vermiş olur. Tuvalet adabında bile en ince detaylarına varıncaya kadar çevreyi düşünen din, hak dindir. O da İslamiyet’ten başkası değildir.

15-Tuvaletten çıktıktan hemen sonra, insan,  kendisini rahatlatan Allah’a şükür ve hamd etmeli, hamdini de Peygamberimizin (s.a.v) şu duası ile dile getirmelidir:

Elhamdülillahillezi ezhebe annil eza ve afani“. manası: “Benden eziyeti gideren ve bana afiyet veren Allah’a hamd olsun.” (10)

16-Eller en az üç kere sabunla iyice yıkanmalı, yukarda anlattığımız istibra operasyonundan sonra abdest almaya başlanmalı, abdest alındıktan sonra eller ve ayaklar temizlenmiş olarak lavabo terk edilmelidir.

17-Tuvalete Yüce Allah’ın ve Peygamberimizin ismi veya Kur’an’dan ayetlerin yazılı olduğu herhangi bir şeyle girilmemeli. Ancak bunlar insanın cebinde, koynunda olursa, üstleri örtülü bulunursa sakıncası olmaz. En iyisi, tuvalete giderken bunları üstte bulundurmamak daha iyidir.

Sordular: İçinde Kuran yüklü cep telefonu ile tuvalete girilir mi?

-Girilir, dedim.

-Olur mu hocam, dedi, soran. Ben de:

-Niye olmasın? Sen Kur’an’ın tamamını ezberlemiş bir hafız olsan tuvalete gitmeyecek misin? deyince soruyu soran sevincinden:

-Hocam o kadar ikna edici bir cevap verdiniz ki itiraz edecek bir nokta kalmadı. Allah sizden razı olsun, dedi.

Vehbi Karakaş

DİPNOTLAR:

1-Bkz. Bilmen, Ömer Nasûhî, Büyük İslam İlmihali, s. 42

2-Bkz. Et-Tahtavî, Ahmed b. Muhammed b. İsmail, Haşiyetü ala merakı’l-Felah şerhu nuri’l-izah, s. 28-39; el-Halebî İbrahim b. Muhammed b. İbrahim, Halebi-i Sağır, s. 13-15

3-Bkz. Mehmet Dikmen, İslam İlmihali, Ömer Nasûhî Bilmen, Büyük İslam İlmihali, Diyanet, İlmihal

4-Bilmen, a.e, s. 65; ayrıca bkz. Buhari, Vudu:9,

5-Bkz. Tahtavî, s.29

6-Bkz. Mumsema.com; Taharetrehberi.blogcu.com; sorularla İslamiyet.com

7-Buhari, Vudû, 55; İbn Mace, Taharet, 26; Darekutni, Sünen,1/128

8-Dinimiz İslam.com

9-Bkz. Müslim, Tahare, 1

10-İbni Mace, Taharet,10

Sabah namazının esintileri ve halkla ilişkiler

Sabah namazını kılarken beynimde şimşekler çaktı. Bir an aklım ve kâinatım aydınlandı. Sevincime, hazzıma ve huzuruma diyecek yoktu. Dilim, “Elhamdülillahi Rabbilalemîn” (1) derken, aklım da nefsime: “Sen sadece seni terbiye eden Zât’ın huzurunda değilsin; sen, âlemleri terbiye eden Zât’ın huzurundasın. Yani senin Rabbin, aynı zamanda görünen ve görünmeyen bütün varlıkların Rabbidir. Öyleyse Allah’ın düşmanları ve inkârcıları hariç, bütün varlıklar senin kardeşin, zikir ve ibadet arkadaşındır. Kardeş kardeşe zarar vermez. Arkadaş arkadışını yardımsız, desteksiz ve duasız bırakmaz. Sen âlemlerin Rabbinin kulu olma şeref ve nimetine layık görülmüşsün. İnsan olan bu nimeti teşekkürsüz bırakmaz. Namaz kılar, namazda da ibadetini, duasını ve dilekçesini Allah’a sunar, hem kendisine, hem de kardeş ve arkadaşlarına Allah’dan yardım ister: “Yalnız sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım isteriz,” (2) der.

Madem Allah âlemlerin Rabbidir, öyleyse âlemler sayısınca takdire, hamde ve övgüye de ancak o layıktır. Çünkü âlemleri yaratan, yürüten, yöneten, yediren, içiren, büyüten, yaşatan O’dur. Bu işi kim yapıyorsa elbette hamd ve övgü de onun hakkı olacaktır.

Allah Teâla, hem âlemlerin sayısınca övülmeye layıktır; hem de her an övülmeye, layıktır. Çünkü O, her an övülmeye layık işler yapmaktadır. İnsana gelince, o da her an Allah Teâla’yı övmeye layıktır. Çünkü Allah’ın her an devam eden en önemli, en kıymetli nimetleri insana, insanın sofrasına akıp gelmektedir.

Tesbihatta 33 defa “Elhamdülillah” demekle ve tekrar eden namazlarımızla güya biz, “Allahım! Senin tekrar eden nimetlerine, tekrar tekrar hamd etmek istiyoruz,” diyoruz ama ne mümkün! Sayısız tekrar eden nimetin yanında 33 tekrarın sözü mü olur? Layıkıyla karşılık veremediğimiz açık. Çünkü biz, namaz kılıyoruz, tesbihlerimizi çekiyoruz, yoruluyoruz, duruyoruz, Allah’ın tebrik, takdir ve hamde layık nimetleri hiç durmuyor, hep devam ediyor. Buradan da anlıyoruz ki, Allah’ın hakkını ödemek mümkün değildir.

Bunun içindir ki Hamidlerin Reisi, Kâinatın Efendisi (s.a.v) bile kâinat çapındaki hamdini takdim ettikten sonra: “Ey Mahmud-u Mutlak! Senin hakkın olan hamdi Sana takdim edemedim!” diyerek hüznünü, aczini ilan etmiş, affını istemiştir.

Biz de bunları bildiğimizdendir ki ayıp ve kusurumuzun altında eziliyor, büyük bir mahcubiyet içinde her namaz farzının arkasından tekrar tekrar estağfirullah estağfirullah estağfirullah diyoruz. “Sana layık olan namazı kılamadım, Senin hakkın olan Hamdi, şükrü, tesbihi, tahmidi, tekbiri ve takdiri Sana takdim edemedim; beni bağışla ya Rabbi!” diyerek çaresizliğimizi ilan ediyor, affımızı istiyoruz. “Peygamberimizin günde yetmiş kere, yüz kere tevbe ve istiğfarda bulunmasının (3) sırrını da böylece anlamış oluyoruz.

Kendini dahi terbiye edecek kadar kemali, cemali, marifet ve hüneri olmayan biri kalkıyor, karşısındakilerden hak etmediği övgüyü bekliyor. Böylelerini, sınırsız hamde layık olan Allah kınıyor ve çok acıklı bir azaba çarpılacaklarını haber veriyor. (4)

Ayet-i celile’ye (5) göre Allah, sadece beni terbiye etmiyor; aynı zamanda benim muhtaç olduğum her şeyi terbiye ediyordu. Yani her şeyi benim istifade edebileceğim hale getiriyordu. Nasıl hayret etmeyecek ve hayran olmayacaksın ve nasıl aşkla, şevkle hamd etmeyip nankörlük edeceksin? Ve sen Allah’ın nankörler için söylediği: “Kahrolası insan ne kadar nankördür o!” (6) “Ey insan! İkramı ve nimeti bol Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (7) hitabına nasıl dayanacaksın?

Allah, nimetlerini sayarken gökten yağmuru indirdiğini, yerden türlü türlü ürünleri çıkardığını, dikkatlerimize sunduktan sonra bunlardan bir kısmı size, bir kısmı hayvanlarınıza (8) diyerek beni düşündüğü gibi, benim atımı, öküzümü, ineğimi koyunumu ve tavuğumu da düşünmüştür. Görüyorum ki bana hazırladığı şu sarayda ilgilenmediği, bakımını yapmadığı, ihtiyacını karşılamadığı hiçbir şey yoktur. Havanın, güneşin, denizlerin, toprağın bütün bir kâinatın bakımını yapıyor.

İçimden gelerek diyorum: Kul olunca işte böyle bir Padişah’a kul olacaksın. Hayran ve aşık olunca işte böyle bir Sevgiliye aşık ve hayran olacaksın. Kurban olunca işte böyle her şeyi sana kurban edene, kurban olacaksın.

Bu duygu ve düşüncelerle ikinci rekâta kalktım. Tam bir sevinçle, büyük bir iştiyakla Elhamdulillahi Rabbilalemin, dedim ve diyorum. Ebediyyen demeye de devam edeceğim. Her zaman Onun kulu olduğumu ilan edeceğim.

Aklımla kâinatı kuşattım, her şeyi aklımın ortasına koydum ve her şey adına “İyyake Nabudu ve iyyake Nestaîn.” yani Ey âlemlerin Rabbi ve benim Rabbim! Sadece Sana tapıyor ve yalnız Senden yardım istiyoruz.” dedim. Bütün kâinatla beraber namaz kıldığımı veya namazımla onların namazına iştirak ettiğimi fark ettim. Sadece kendime değil, Adem (a.s) dan kıyamete kadar gelecek olan bütün mümin kardeşlerime, aileme, dine hizmetteki arkadaşlarıma, kırdıklarıma, kırıldıklarıma, hatta bitkilere, hayvanlara, cansız varlıklara, ahlaklılara, hatta ahlaksızlara, hatta kâfirlere, kısaca bütün bir kâinata dua ettiğimi fark ettim, beni her şeye, her şeyi bana dua ettirene bir kere daha hayran oldum.

Fatiha’nin “İhdinassıratalmüstekîm=Bizi dosdoğru yola ilet” ayetiyle de Müminlerin nimet ve iyiliklerinin artmasına, kâfirlerin ve ahlaksızların hidayete kavuşmasına ve ahlaklı olmalarına dua ettiğimi anladım.

Bu namazımda bir şeyi daha anladım: Hak’la ilişkisi güzel olanın halkla ilişkisinin de güzel olacağını, namaz kılan müminin diğergam olduğunu, kendinden başka her şeyi ve herkesi düşündüğünü, düşünmesi gerektiğini, kılmayanın ve inanmayanın kimseyi düşünmediğini ve düşünemeyeceğini.

Düşündüm… Yokluktan kurtulup varlık alemine çıktığıma, taş olmaktan kurtulup canlı olduğuma, hayvan olmaktan kurtulup insan olduğuma, insan olmaktan kurtulup Müslüman olduğuma, namazsız ve ahlaksız Müslüman olmaktan kurtulup güzel ahlaklı ve namazlı bir Müslüman olduğuma, cahil bir Müslüman olmaktan kurtulup alim, arif ve ihlaslı bir Müslüman olduğuma, en mükemmel halkla ilişkiler kitabı olan Kur’an’a talebe, en mükemmel halkla ilişkiler uzmanı olan Peygamberimize ümmet ve bu yüksek hakikatlere muhatap bir fert olduğuma şükrettim.

Allah’ın nimetlendirdiği kimselerin yolunda ve kafilesi içinde olduğuma, azıp sapanların, Allah’ın azabına ve gazabına çarpılanların (9) yolunda olmadığıma şükr ettim.

Bunlardan mahrum insanlardan biri de ben olabilirdim. Af buyurunuz, tuvaletlerde, yolların kenarlarında, milletin gözü önünde ayakta işeyecek kadar edepten ve hayadan yoksun insanlardan biri de ben olabilirdim. Eli silahlı bir eşkıya, canlı bomba bir terörist; alkol alan, trafiğe çıkan bir canı, aldatan bir dolandırıcı, sahtekâr bir tüccar, hain bir eş, hain bir arkadaş, hain bir vatandaş, inkârcı bir ateist, iki yüzlü bir münafık da ben olabilirdim. Böyle olmadığım için Elhamdulillahi Rabbilâlemîn, dedim.

Beden temizliğini, elbise temizliğini ve mekân temizliğini, diş fırçasını ve tuvalet adabını yedinci asırda keşfederek insanlığa öğreten bir Peygamber’le, bir dinle büyük insaniyet olan İslamiyet’le tanışmamış biri de ben olabilirdim. Böyle olmadığım için Elhamdulillahı Rabbilalemîn, dedim.

Yaptığı bir yanlıştan dolayı bin ah çeken, vicdan azabıyla kavrulan, kırdıklarına barış elini uzatan, kırıldıklarını affeden, herkesin iyiliğini düşünen, yaratılmışı Yaradan’dan ötürü seven bir Müslüman olduğuma şükrettim. Sabah namazının bereketli esintileriyle beni baş başa bırakan, huzuruna kabul eden Âlemlerin Rabbine âlemlerin hamdini takdim ettim.

Vehbi Karakaş

DİPNOTLAR:

1-Fatiha, 1 / 2

2-Fatiha, 1 / 5

3-Bkz. Buharî, Daavat, 3;

4-Bkz. Al-i İmran, 3 / 188

5-Fatiha, 1 / 2

6-Abese, 80 / 17

7-İnfitar, 82 / 6

8-Bkz Abese,

9-Bkz. Fatiha, 1 / 7