Etiket arşivi: vehbi karakaş

Ehl-i beyti severiz, ehl-i beyti sevenleri de severiz!

-Ehl-i beytin anlamı nedir, ehl-i beyt kimdir, ehl-i beyti sevmenin hükmü nedir?

-Ehl-i beyt, ev halkı demektir. İslam dünyasında ehl-i beyt denildiği zaman Peygamberimizin hane halkı, ailesi anlaşılır. Bir başka tanıma göre:

Ehl-i Beyt, Hz. Rasûlullah (s.a.v) Efendimizin ailesi ve evlâtlarıdır. Mü’minlerin anneleri, Hz. Fatıma, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.anhüm), Ehl-i Beytin şerefli ferdleridir. (1) Hz. Rasûlullah’ın kendisine tâbi olan amcaları ve onların çocukları da Ehl-i Beyt’ten sayılmıştır. (2)

Peygamber Efendimizin ehl-i beytini sevmek farzdır. Müslümanların boynunun borcudur.

Ehl-i beyt, aynı zamanda ehl-i sünnettir. Yani Peygamberimizin yoluna, izine, âdetine, ahlakına ve emirlerine bağlı kimseler demektir. Bunların arkasından gidenlere, Peygamberin sünnetine bağlı yaşayanlara daha sonraları “ehl-i sünnet ve’l-cemaat” veya kısaca “sünnî” denildi. Sünnî demek, Hz. Peygamber’in sünnetine bağlı, ibadette ve Kur’an’ı uygulamada Hz. Peygamberi örnek alan insan demektir. Öyleyse Peygamberimizin ehl-i beyti, yani başta Hz. Ali (r.a) efendimiz ve diğerleri sünnî idiler. Çünkü Peygamberin sünnetine herkesten daha çok bağlı kimseler onlardı.

Alevî demek, Hz. Ali’yi ve ehl-i beyti sevmek ve onlara taraftar olmak demekse bu anlamıyla Alevîler de sünnîdir. Çünkü Hz. Ali (r.a) sünnî idi. Bu gün Sünnîler, Hz. Ali’yi seviyorlarsa ki bunda asla şek ve şüphe yoktur. Bu anlamıyla Sünnîler de alevîdir. Öyleyse Müslümanları alevî ve sünnî diye ayırmanın anlamı ne?

Hocam ama Alevilerin ibadet tarzları ayrı, bizim gibi namaz kılmıyorlar, bizim gibi İslam’ı anlamıyor ve yaşamıyorlar? derseniz; ben de derim ki:

-Sünnî olup ta nice namaz kılmayan ve İslam’ı yaşamayanlar var. Bunları ne yapacağız?

Problem, Hz. Peygamberi ve ehl-i beytini tanıyan, inanan, seven, onların imanını ve İslam’ını yaşayanlarda değil. Problem, Hz. Peygamberi ve ehl-i beytini tanımayan, inanmayan, sevmeyen ve onların imanını ve İslam’ını yaşamayanlardadır. Öyleyse gerek Sünnîlere ve gerekse Alevîlere düşen her şeyden önce ehl-i beyti tanımaya, tanıtmaya, Allah’tan gelen Kur’an’ı, Peygamberden ve Ashabdan gelen İslam’ı bir an önce öğrenmeye girişmektir. Herkes otursun, lütfen inandığı Kur’an’ı öğrensin ve örneğim dediği Peygamberini tanısın. Bunları öğretecek ve tanıtacak âlimlerin sohbetine katılsın, dersini alsın, aydınlansın, aydınlatsın.

SÜNNÎLERİN HZ. ALİ EFENDİMİZİ SEVMESİ

Sünnîler, Hz. Ali Efendimizi (r.a) ondan önceki üç halife kadar severler. Hatta bunları birbirlerinden ayırt etmezler. Camilerinin ve kalblerinin dört duvarına Allah (c.c), Muhammed (s.a.v)’in isimlerinden sonra dört büyük halifenin isimlerini yazmışlardır.

Hz. Ali’yi seviyorum deyip, Peygamberin ahlakına ve sünnetine aykırı hayat sürenler ne alevî olabilirler ve ne de sünnî. Seyyidim deyip, Peygamberin ahlakına ve sünnetine aykırı yaşayanların hakiki seyyid olamadıkları gibi.

Peygamberimiz, risalet görevine karşılık kimseden bir ücret istememiştir. Sadece ehl-i beytine sevgi istemiştir. (3) Peygamberimiz ehl-i beytini seviyordu. Kıyamete kadar devam edecek olan İslâmî hizmetlerin o kanaldan devam edeceğine inanıyordu. Ümmetin onları sevmesini de bu yüzden istiyordu. Dolayısıyla ehl-i beyti sevmek, Peygamberi sevmek, onları üzmek Peygamberi üzmek anlamına geliyordu.

Peygamberimiz, ahirete irtihal etmeden önce ümmetine iki şey emanet etti. Bunlardan biri Allah’ın kitabı Kur’an, biri de ehl-i beyti idi. “Bu iki emanete (sahip çıkarsanız,) sımsıkı sarılırsanız Allah da size (sahip çıkacak,) sapmayacaksınız,” (4) buyurdu.

Şu halde Kur’an’dan sonra sahip çıkılması gereken en büyük emanet Efendimizin sünneti ve ahlakı, aynı zamanda sünnetini ve ahlakını yaşayan, yaşatan ehl-i beytidir. Peygamberimizin bu vasiyetini yerine getirmek, her Müslüman’ın boynunun borcudur.

SİNEMİZDE AÇILAN KERBELA YARASI BÜTÜN MÜSLÜMANLARIN YARASIDIR

Ne yazıktır ki bunun tersi olmuş, zorbalıkla Müslümanların başına gelen zalim ve ırkçı yöneticiler -ki bunlardan biri Yezid’dir- Peygamber’in ehl-i beytine en büyük zulmü reva görmüş, Hz. Hüseyin’in ve yakınlarının katili olmuşlardır. Sinemizde adetâ kapanmayan bir yara açmışlardır.

Bu acı ve feci olay, sadece Caferîlerin, Şiîlerin ve Alevilerin acısı değildir. Bu acı Sünnilerin daha doğrusu bütün Müslümanların acısıdır. Bu sebeptendir ki hiçbir sünnî Müslüman, çocuklarına “Yezid” adını vermemiştir. Neden? Çünkü Yezid, Hz. Hüseyin ve yakınlarının katilidir. Ama bir çok sünnî Müslüman’ın ve çocuklarının adı Ali’dir, Hasan’dır, Hüseyin’dir. Çünkü bunlar, bütün Müslümanların canıdır ve cânânıdır. Bütün Müslüman’lar, ehl-i beyti canlarından çok severler ve sevmelidirler. Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin için gerekirse canlarını bile verirler, vermelidirler. Çünkü bunları Peygamber yadigârları ve emanetleri bilirler. Sünnilere göre bunları sevmek, Peygamberi sevmek, Peygamberi sevmek de Allah’ı sevmektir. Nitekim Kur’an da buna işaret etmektedir. (5)

Sünnî Müslüman’lar, elleriyle göğüslerini, zincirlerle sırtlarını dövmezler ama, Hz. Hüseyin efendimizin ve yakınlarının başına gelenlerden dolayı onların da içi kan ağlar.

Müslümanların birlik ve bütünlüğünden yana olan Caferî, Şiî ve Alevî kardeşlerden beklenenler şunlardır:

1-Hz. Hüseyin efendimizi (r.a) anma törenlerinde alevî-sünnî beraberliğine kuvvet verecek barış mesajlarına kuvvet verilmelidir.

2-Caferiliği, Şiîliği ve Aleviliği İslam’dan ayrı bir şey görenlere veya İslam’ın alternatifi bir din haline getirmek isteyenlere fırsat verilmemelidir.

3-İlim ve bilimde tüm İslam kaynaklarından istifade edilmeli, “bunlar sünnîlerin kaynakları” diyerek uzak durulmamalıdır. Alevî, Caferî ve Şiîlerin çocukları da devletin Kur’an Kurslarında, İmam-Hatip Liselerinde ve İlahiyat Fakültelerinde okumalıdır.

4-Alevilik, Hz.Ali’yi sevme düşüncesinden kaynaklanmış bir inançsa ki öyledir; Sünniler bundan rahatsız olmazlar. Tam tersi Hz. Ali Efendimizin sevilmesinden de, sevenlerden de memnun olurlar. Ama Hz.Ali’yi sevme uğruna diğer halifelere ve ashaba dil uzatılmasından, aleviliğin İslam’ın alternatifi bir din şeklinde takdim edilmesi gibi tekellüflerden, -bırakın sünnîleri- ne Hz. Ali Efendimiz memnun olur, ne ehl-i beyt memnun olur, ne Peygamber Efendimiz memnun olur ve ne de Yüce Rabbimiz memnun olur. İslam’da olmayan şeyleri İslam’a sokmaya çalışmak ne sünniye, ne de alevîye bir şey kazandırmaz. Tam tersi hem dünyada, hem de ahirette zarar getirir, azar getirir, gazap getirir, azap getirir.

Hz. Ali (r.a) Efendimiz, kendisinden önceki üç halifenin yani Ebûbekir, Ömer ve Osman (r.a) efendilerimizin 20 sene müsteşarlığını yapmış, onlar halife iken onlara hep yardım etmiş, destek vermiş, fitnenin baş kaldırmasına izin vermemiştir.

Hz. Alinin bu tavrı onun faziletindendi. Hâşâ bazı nâdânların dediği gibi takıyyesinden değildi. Zaten Allah’ın arslanı ve İslam’ın kahramanına takiyye yakışmaz. Eğer Hz.Ali, üç halifeyi haklı görmese ve onlara biat etmeseydi, asla onlara boyun eğmezdi. Nitekim oğlu Hüseyin (r.a) efendimiz, Yezid’i, hilafete layık görmediği için ona biat etmemiş; canını, doğru bildiği yolda feda ve kurban etmeyi göze almış, kahramanca çarpışarak şehid düşmüştür. Peygamberin ehli beytine ve ehl-i beyt severlere yakışan takıyye değil, sadakat, teslimiyet ve Allaha’a isyan edene isyandır. Velev ki sonunda şehadet bile olsa.

Hz. Ali Efendimize sormuşlar:

-Neden senden önceki üç halife zamanında fitneler, senin zamanındaki kadar çok olmadı? Cevap vermiş koca İslam kahramanı:

Onların zamanında ve etraflarında onları koruyan bir Ali vardı, ama benim zamanımda ve etrafımda beni koruyan bir Ali yoktu.

Vehbi Karakaş / Risale Haber

DİPNOTLAR:

1-Râzî, Tefsir-i Kebir, XXV, 181

2-Bkz:Ibn Atıyye, el-Muharraru’l-Veciz, IV, 384. Beyrut, 1993

3-Şûrâ, 42 / 23

4-Bkz. Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 36; Nesâî, Sünen-i Kübrâ, Menâkıb, 9; Tirmizî, M0065nâkıb: 31; Müsned, 3:14, 17, 26

İslam’da İnsan Hakları

Allah Teala’nın güzel isimlerinden biri de Hakk’tır. Hak: “Gerçek, doğru ve sabit olan, bir şeyi sabit ve gerekli kılan”, “herkese ve her şeye hakkını ve müstehakkını veren” demektir. Ayrıca “sözünde yalan, vaadinde aykırılık ve fiilinde hikmetsizlik bulunmayan”, “hiçbir fiili çirkin olmayan” şeklinde tarif edenler de olmuştur.

Allah’ın Rezzak ismi bütün rızıkların, Halık ismi bütün yaratıkların hazinesi olduğu gibi, Hak ismi de bütün hakların ve hakikatlerin hazinesidir. Yani her varlık hakkını ve hakikatini o isimden almıştır. Her halde akaid alimleri de buna dayanarak “eşyanın hakikati sabittir” demişlerdir. Bunun manası şudur: Hiçbir münkir kâinat hesabına Allah’ı inkar edemeyeceği gibi, hiçbir mümin de Allah hesabına kâinatı inkâr edemez. Çünkü Allah olmasaydı kâinat olamazdı, kâinat olmasaydı, Allah hakkıyla tanınamaz ve bilinemezdi. İşte bunun içindir ki Yüce Yaratıcı, kudsî bir hadisinde: “Bilinmek ve tanınmak istedim de kâinatı yarattım.” buyurmuştur. Şu anda kâinatta bulunan bir kısım varlıklar diliyle, bir kısım varlıklar da haliyle Allah’ın güzel isimlerini, özellikle de Hak ismini zikretmekte ve verdiği haklardan dolayı Allah’a hamd etmektedirler. Onun için Yunus, bülbülün şakımalarından çıkan şak şak’ları, Allah’ın Hak ismi olarak tercüme etmiş, bülbüle seslenerek: “Seher vakti Hak Hak derken bizi de unutma bülbül” demiştir.

İstiklal şairi Akif ise:

Hâlık’ın nâmütenahî adı var, en başı Hak
Ne büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmak” mısralarında Allah’ın sayısız isimleri içerisinde Hak isminin en başta geldiğini söylemiş, Hak’dan yana olmanın ve hakkı tutup kaldırmanın önemine dikkat çekmiştir. Bu “Hakkı tutup kaldırmanın” bir gereği olarak da:

Kanayan bir yara gördün mü yanar tâ ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim,
Adam aldırmada geç git diyemem aldırırım,
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım” demiştir.

İSLAM’DA İNSAN HAKLARI

İslam’da insan hakkı o kadar büyük, vebali o kadar ağırdır ki, bir insanın haksız yere öldürülmesini, bütün insanlığı öldürmek kadar büyük bir cinayet, bir insanın hayatını kurtarmayı da, bütün insanlığın hayatını kurtarmak kadar büyük bir sevap ve rahmet saymıştır. Bırakın öldürmeyi Cenâb-ı Hak, insan onurunu inciten bütün sözleri ve tavırları dahi insan haklarına tecavüz saymıştır. Mesela;

1-Kulunun, hatta fakir kulunun incinen onurunu tamir için Yüce Allah, ABESE suresini indirmiş, “bir daha böyle yapma” diyerek Peygamberinin şahsında ümmetin dikkatini çekmiştir.

2-Başkalarının alaya alınmasını, lakabla çağrılmasını, ayıplanmasını yasaklamış , sû-i zan ve gıybet gibi çirkin, onur kırıcı davranışlardan uzak kalınmasını istemiş ,

3-Kaş-göz hareketleriyle de olsa insanların gururunu inciten ölçüde ve tartıda hilekâr davranan, verirken az veren, alırken çok alan, böylece başkasının hakkına tecavüz edenlere yazıklar olsun buyurarak böyle kimselerden razı olmadığını ortaya koymuş,

4-Zekât, fitre ve sair sadakalar verilirken başa kakmadan, eziyet etmeden verilmesini emretmiş ,

5-Kudsî hadislerinde, hasta kullarını ziyaret edenlerin, bizzat kendisini ziyaret etmiş olacaklarını, susuz kalmışlara su verenlerin bizzat kendisine su vermiş olacaklarını açıklamıştır. Bütün bunlar İslam’da insan haklarına gösterilen fevkalade hassasiyetin bir ifadesidir.

6-İslam’ın insan haklarına verdiği değerin bir tezahürü de ana-babanın haklarına verdiği değerden anlaşılmaktadır. Bu iki varlığın hukukuna hakkıyla riayet edilse bütün insanlığın hukukuna riayet edilmiş olacaktır. Çünkü insanlığın yarısı anne veya anne adayı, yarısı da baba veya baba adayıdır. Mesela Allah, Kur’an-ı Kerim’de ana-baba hakkını, hemen kendi hakkından sonra zikretmiştir. Bırakın sövmeyi, dövmeyi, ana-babaya “öff” demeyi bile yasaklamıştır. Hadis-i şerife göre, anne hukuku o kadar üstün tutulmuştur ki, anne evladını çağırdığında evlat namazda dahi olsa, namazı bozup anasının çağrısına, namazdan sonra da babasının davetine icabet etmesi gerekmektedir. Çocuk babasının önünde yürümeyecek, ondan önce oturmayacak, ismiyle babasına hitap etmeyecek, babasına sövdürmeyecektir. Ana-babaya isyan büyük günahlardan , onlara itaat ve dua da amellerin en faziletlilerinden sayılmıştır.

7-İslam’ın insan haklarına verdiği değerin diğer bir tezahürü de, akrabanın, komşunun, kadının haklarını gözetmiş olmasıdır. Mesela, Cenâb-ı Hak akrabanın hukukuna saygı duyulmasını emretmiş ve O’nun elçisi Hz. Muhammed (s.a.) de onların ziyaret edilip, gönüllerinin hoş tutulmasını tavsiye etmiş , akrabadan ilişkisini kesenlerin Allah’ın lanetine uğrayacaklarını söylemiş: “Sana gelmeyene git, sana haksızlık yapanı affet, sana vermeyene ver” sözüyle de akrabayla ilişkinin sıcak tutulmasını istemiştir. İslamiyet komşu hakkını da fevkalade üstün tutmuştur. Mesela; Hz. Peygamber (s.a.) Cebrail’in (a.s) kendisine geldiğini, komşu hakkından ısrarla söz açtığını o kadar ki komşuyu komşuya mirasçı edeceğini sandığını, komşusuna güven vermeyenin mü’min olamayacağını, dine ve ırka karşı bir tavrı yoksa, komşusuna üç günden fazla dargın ve küskün kalamayacağını söylemiş, komşusuna selam vermesi; davetini kabul edip, hastalandığında ziyaret etmesi, ölünce cenazesine katılması, kendisi için istediğini, komşusu için de istemesi gerektiğini açıklamıştır.

8-Kadın haklarına gelince; günümüz medeniyeti, kadını koruyan surları ve kaleleri yıkmıştır. Bugün kadın, silahsız, zırhsız, sipersiz savaşan bir asker gibi amansız düşmanlar karşısında savaşmaya mecbur edilmiştir. Doğal ve huzurlu dünyasından koparılan kadın, dışı süs, içi pis, dışı cennet, içi cehennem olan bir ortama itilmiştir. Yüce dinimiz İslamiyet, kadının böyle ortamlarda telef olmasına karşı çıkmış, onun bir anne veya anne namzedi olduğunu, ayaklarının altında cennet bulunduğunu, yani saygı duyulması gereken bir hanımefendi olduğunu, mirastan pay alabileceğini, şahitliğinin kabul edilebileceğini, erkeğin yarısı olduğunu, ana-baba için erkek evlatla, kız evlat arasında hiçbir farkın olmadığını, kadın ile erkeğin birbirine benzer iki insan, iki ortak, birbirine denk iki eş olduğunu açıklamıştır.

HZ. PEYGAMBER’İN (S.A.V) HAK HASSASİYETİ

Hz. Muhammed (s.a.) Efendimiz de son demlerinde ağır hasta iken yatağından kalkmış, ashabın kolları arasında mescide gitmiş ve bütün insanlığa çok önemli bir mesaj vermiştir. Herkesin, özellikle yöneticilerin başucuna asmaları gereken o mesaj şudur: “Arkadaşlar! Bilerek veya bilmeyerek şimdiye kadar kimin hakkını almış isem işte malım, gelsin, alsın. Kimin canını, onurunu ve gururunu incitmiş isem işte canım gelsin, intikamını alsın. Benim yanımda sizin en aziziniz hakkını alan veya ondan vazgeçip helal edendir. Ancak bu şekilde ben Rabbimin huzuruna ayıpsız gidip, kurtulabilirim.

Bu izahlardan anlaşılıyor ki, Allah’ın insanlık âlemine layık gördüğü son din İslam, üstünlerin hukukunu değil, hukukun üstünlüğünü getirmiştir. Ona göre güçlü haklı değil; haklı güçlüdür. Haklı, zayıf, fakir, namsız ve nişansız , hatta gayr-i müslim bile olsa…

Vehbi Karakaş / Demokrat Gebze

Hoca ve Öğrencileri

Hocanın derdi öğrenciyi bilgi hamalı yapmak olmamalı. Onu fişekleyip tutuşturmak olmalıdır.

Hoca öğrencisine soru sorma cesaretini vermelidir. Ben hep öğrencilerime dedim ve diyorum:

Soru sormaktan korkmayın, sormamaktan, iyi iletişim kuramamaktan korkun. Muslukları açmazsanız, su içemezsiniz. Sorun, açın, için. Derse zamanında gelin. Devamsızlık yapmayın. Bazen öyle şeyler kaçırırsınız ki o şey, sizin devletiniz ve cennetiniz olabilir. Birkaç Dakka ile ne olur, demeyin. “Bir mıh, bir nal, bir nal, bir at, bir at, bir mücahit, bir mücahit bir devlet kurtarır.

Arkalarda oturmayın. Gözden ırak olmayın. Dersin hareketli ve bereketli geçmesine katgıda bulunun. Benim bu dersteki operasyonlarım, size bir anahtar vermek kabilinden olacaktır. Aldığınız anahtarla sarayı açmak, hakikat mücevherlerine ve takılarına ulaşmak size aittir.

Zamanın çok az, yapılacak işlerin çok ve önemli olduğunu unutmayın. Elinizde, yaş ve kuru her şeyi içinde toplayan, bütün ilimlerin anası olan, parmak basmadığı, işaret etmediği hiçbir şey bırakmayan Kur’an adında bir kitabınız var. Yine elinizde İslam gibi bozulmamış hak bir dininiz var. Bu yüzden çok şanslı, çok haklı ve çok güçlüsünüz. Önünüzde kusursuz bir peygamberiniz var. Onu ölçü alan haddini aşmaz, hak yoldan şaşmaz, azaba düşmez.

Kemalin cemali dindir.” Yani dininiz olmazsa güzelliğiniz on para etmez. “Hak din saadetin fihristesidir.” Yani bütün mutlulukların listesi İslamiyet’tir. “Biz bu dünyaya kesb-i kemal ve seyr-i cemal için gelmişiz.” Yani bu dünyaya gelişimizin gayesi Cenab-ı Hak’kın cemalinin cilvelerini seyretmek, onun güzelliklerine hayran olmak ve hayret secdelerine kapanarak, namaz kılarak kemale ermektir. “Teallümle tekemmül” yani öğrenerek olgunlaşmak görevimizdir. İlim zaten kemal kazanmak ve Allah’ın rızasını tahsil etmek için yapılır. Yoksa bir kuruca emekten öteye geçmez. Böyle olursa insanın akılsız çalışan canlılardan farkı kalmaz, hatta onlardan da aşağı düşer.

Unvanın ve şöhretin peşinden değil, ilmin ve salih amelin peşinden koşun. Şöhret riyanın kendisidir ve kalbi öldüren zehirli baldır. Şu duayı, günlük dualarınızın arasına alın: Allahım! Beni kendi gözümde küçük, başkalarının gözünde büyük eyle!” Kendi gözümde küçük olayım ki kimseye hava atmayayım, başkasını hor ve hakir görme günahına girmeyeyim, kimselere tepeden bakmayayım. Başkalarının gözünde büyük olayım ki, insanları Kur’an’ın etrafında toplamaya muvaffak olayım.

Bütün derslerin asıllarını ve fasıllarını hep Kur’an’da ve Sünnette arayın. Zaten yaş ve kuru her şey Kur’an’da mevcut. Yani her şeyi, bütün ilimleri ve bütün güzellikleri bu ikisinde yani Kur’an ve Sünnet’te bulmak mümkün. Bu iki güzel, iki güzelden geliyor: Biri Cemil-i Mutlak, biri de Onun cemaline ve sevgisine mazhar Habib-i Mutlak.(s.a.v)

İlimler, Kur’an ve sünnetten teşaub etmiştir. Orayı esas almaya, oraya dönmeye mecburdur. Herkes, ister din âlimi olsun, ister fen âlimi olsun; sözü döndürüp dolaştırıp oraya getirmelidir.

Bir zamanlar Müslüman’ın elinde iki kaynak vardı: Kur’an ve Sünnet. Herkesin bu iki kaynağı anlayacak çapı ve gücü de vardı. Ve herkesin bu iki kaynağa bağlılığı ve teslimiyeti tamdı. Bunun içindir ki problemler sıfırdı. Kasalar doluydu. Gün geldi, zekât verilecek fakir bulunamadı. Herkese isar hasleti hâkimdi. Herkes, kendisi için değil, başkası için yaşıyordu. İşte bu yüzden o insanların asrına saadet asrı dendi. Kan davası yoktu. Kadına şiddet yoktu. Anarşi ve terör yoktu. İtaat, ibadet, takva, tefekkür, murakabe, haşyet, muhabbet, uhuvvet ve muhasebe doruk noktada idi.

İlimler arttı, dallandı, şubelere ayrıldı ama problemler de beraber arttı. Neden? Çünkü beslenilen o iki kaynağa müracaat azaldı. Teslim ve bağlılık zayıfladı. İlimlerin tasnif edilmesi, şubelere ayrılması yanlış değildi, yanlış olan Kur’an’dan veya Sünnet’ten uzaklaşmak veya tamamen kopmak oldu.

Kur’an ve Sünnet Nuh’un gemisi gibidir. O gemiye binen kurtulur, binmeyen boğulur.

Işık böceği kendi ışıkçığına güvendiği için gecenin karanlıklarında kalmış. Arı ise, bütün çiçeklerin yüzünü güldüren güneşin ışığına kanat açtığı için, güneşin yetiştirdiği her çiçekten nasibini almış, bal gibi harika ve şifa olan bir ürünü Allah’ın izni ile yapmaya muvaffak olmuştur. Kibir insanı nimetten ve cennetten mahrum eder. Tevazu insanı nimete ve cennete kavuşturur.

İlahiyatçı, sohbetlerinde, vaaz ve konferanslarında ayet ve hadislerin orıjinallerini okumaktan korkmamalı, çekinmemeli ve utanmamalıdır. Ama okuduklarını doğru ve güzel okumalı, o gücü kendinde bulmalı, yoksa elde etmeye çalışmalıdır. Okudukları ve söyledikleriyle amel etmeli, ilmiyle amel etmeyenlerle ilgili Allah’ın tehditlerini de hatırdan çıkarmamalıdır.

Allah ilmimizi artırsın, ilmiyle amel eden Salih kullarından eylesin. Söylediklerimizi yapmaya, yaptıklarımızı söylemeye hepimizi muvaffak eylesin.

Allah’a emanet olun, hoşça kalın sevgili ve saygıdeğer öğrencilerim!

Vehbi Karakaş / Demokrat Gebze

Kürt Meselesinin Çözümünde Bediüzzaman’dan Projeler

Bediüzzaman’ın Nur Külliyatı, özellikle “Mektubat” adlı eserindeki “Uhuvvet Risalesi”, “Onaltıncı, yirmiikinci ve yirmialtıncı mektupları” hakiki bir milli barış ve kardeşlik projeleridir. Bediüzzaman, siyaset adamı değildir ama, Türkiye ve dünya siyasetine yön veren adamdır. Kaleme aldığı iman hakikatleri, barış ve kardeşlik projeleriyle Türkiye’ye, dolayısıyla da dünya siyasetine denge ve istikrar kazandırmıştır. Başlattığı iman hareketi ve kaleme aldığı iman hakikatleriyle Bediüzzaman, Türkiye ve dünyada denge ve istikrar siyasetinin mimarı olmuştur.

O okundukça ve okuyucuları arttıkça bu denge ve istikrar gün geçtikçe kuvvet kazanacak, dünya, beklenen, özlenen ve gözlenen gerçek baharına, altın çağına, saadet asrına kavuşacaktır, inşallah. Çünkü o, Allah dedi, Peygamber dedi, başka bir şey demedi. Bir insan Allah’ın rızasını ve gücünü yanına alır, Peygamberin cehd ve gayretini kafasına koyarsa ona ne dayanır? İşte Bediüzzaman bunu yaptı. Bunu yaparken güzel bir yol ve güzel bir yöntem kullandı. İşte o yol ve yöntemin anatomisi:

1-Müsbet hareketi esas aldı. Hikmetle, güzel öğütle davetini yaptı. “Biz, muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur” dedi. Muhabbete muhabbet besledi ve düşmanlığa düşman oldu. Okuyucularına da bunu öğretti. Sevgiden yoksun kalmış bir dünyada bu önemli bir olaydır.

2-Davasını anlatırken, tebliğini icra ederken icbar, zor ve zorbalık yolunu değil, ikna yolunu seçti. Tatlı ve yumuşak üslûbu esas aldı.

3-Adaletin ve özgürlüğün savunucusu oldu, diktaya ve cuntaya boyun eğmedi.

4-Zindanlarda kendisine yer hazırlayanlara, zulüm ve işkence yapanlara beddua etmedi. Ta ki onların masum çocukları babalarına gelen zarardan acı çekmesin.

5-O beş esası sinelere yerleştirmeye çalıştı. Onlar da: Hürmet, merhamet, emniyet, haramdan kaçınma, itaat ve ibadet etmekti.

6-Ona göre din ve dindarlık, iman hakikatlerinin tahsili, doğal ve zorunlu bir ihtiyaçtı. Onun için bütün mesaisini buna tahsis etti.

7-Dünyayı oyun ve eğlence yeri değil, ahiretin bir tarlası ve Allah’ın isimlerinin bir aynası gördü.

8-Kendisi ve talebeleri barış ve asayişin gönüllü muhafızı oldu. Bu hususta yönetimden kendisine destek istedi.

9-Yönetimdekilere, başarılı olabilmeleri için, Allah’ın kanunlarına uygun hareket etmeleri gerektiğini söyledi.

10-Kâfire “hey kâfir!” demeyi eziyet saydı. Köre “hey kör!” demek eziyet olduğu gibi.

11-Şiddet kültürünü besleyen hastalıkları teşhis etti. Reçeteler yazdı, yönetime önemli projeler sundu. Ve şu tavsiyelerde bulundu:

a-Doğu ve Güney doğu vatandaşlarınıza dindarca yaklaşın.

b-Müsbet milliyeti (bütün milliyetleri bağrına basan İslâm milliyetini) esas alın.

c-İslâmiyet’i, Hıristiyanlık ve diğer dinlerle mukayese etmeyin. Çünkü İslâmiyet’in esası, tevhiddir. İslamiyet, vasıta ve sebeplere hakiki tesir vermiyor, icad ve makam cihetiyle kıymet vermiyor. Hıristiyanlık ise “velediyet” fikrini kabul ettiği için, vasıta ve sebeplere bir kıymet verir, benliği kırmaz. Âdeta Allah’ın Rububiyetinin bir cilvesini azizlerine, büyüklerine verir. “Yahudiler hahamlarını, Hıristiyanlar rahiplerini ve Meryem’in oğlu Mesihi Allah’tan başka Rab edindiler.” (1) meâlindeki ayetin dairesine girdiler. Onun içindir ki, Hıristiyanların dünyaca en yüksek mertebede olanları, gurur ve enaniyetlerini muhafaza etmekle beraber sâbık Amerika Reisi Wilson gibi, mutaassıp bir dindar olur. Tevhid dini olan İslâmiyet içinde, dünyaca yüksek mertebede olanlar, ya enaniyeti ve gururu bırakacak veya dindarlığı bir derece bırakacak. Onun için bir kısmı lâkayd kalıyorlar, belki dinsiz oluyorlar. (2)

ç-Şark vilayetleri merkezinde din ilimleriyle fen ilimlerinin beraber okutulduğu büyük bir üniversite açın. Böylece İslâm birliğinin en büyük düşmanı olan menfi milliyeti yani ırkçılık belasını da bertaraf etmiş olacaksınız.

Üstad Bediüzzaman Bitlis, Van ve Diyarbakır havalisinde kurulmasını istediği örnek ve model üniversite için sekiz şart ileri sürmüştür. Ben, bu sekiz maddeyi özetleyerek sıralamak istiyorum:

Birincisi: Üniversitenin ismi Medresetü’z-Zehra olmalı. (Zehra, zühreden gelmekte, çiçek demektir. Müzekkeri ezher, müennesi zehra’dır. Mısır’ın Camiü’l-Ezheri gibi Türkiye’nin Medresetü’z-Zehrâsı olmalı. Camiü’l-Ezher’den farkı, dişi olması hasebiyle doğurgan olmasıdır.)

İkincisi: Müsbet ilimler, bu medresede din ilimleriyle harmanlanarak verilmelidir. Böyle olursa izdivaç gerçekleşmiş olur. Çünkü, “Vicdanın ışığı, din ilimleridir. Aklın nuru, medeniyet fenleridir. İkisinin imtizacı (yani birbirine karıştırılması ve evlendirilmesiyle) hakikat tecellî eder. O iki kanatla talebenin gayreti şahlanır. Ayrıldıkları vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile ve şüphe meydana gelir.” (3)

Üçüncüsü: Arapça vacip, Türkçe lazım, Kürt’çe caiz olmalı. Yani Arapça din dili olduğu için vacip olmalı, Türkçe Türk nüfusunun ve nüfuzunun çokluğundan dolayı resmi dil olarak seçilmeli, Kürtçe de fıtratın hakkı ve gereği olarak serbest bırakılmalıdır. İsteyen istediği gibi kullansın.

Dördüncüsü: Kürt âlimler ve Kürtçe bilen öğretim elemanları ve öğretmenler o bölgeye tayin ve tahsis edilmeli. (4)

Dördüncüsü: Kürtlerin ileri gelenleri ve kanaat önderleriyle istişare edilmeli. Herkese aynı ilaç değil, her hastalığa uygun ilaç verilmeli.

Beşincisi: İş bölümü kuralına uygun olarak ihtisaslaşmaya ve branşlaşmaya gidilmeli, her branşın birbiriyle yardımlaşması sağlanmalı.

Altıncısı: Bu üniversiteden mezun olanlara diploma verilmeli, bu üniversite devletin bütün resmi okullarına eşit tutulmalı, mezunlarına iş verilmeli, istihdam alanlarında onlardan yararlanılmalı, yanı sonuçsuz bırakılmamalı.

Yedincisi: Öğretmen okulları da Üniversite bünyesine alınmalı. Bütün okullarımızda intizam, fazilet ve din eğitimi olmalı.

Sekizincisi: Kürtlerin çoğunlukla yaşadığı bölgelerde devam eden bireysel öğretim, genel öğretime, informal öğretim, formal öğretime dönüştürülmeli.

d-Cehalet, zaruret ve ihtilâf düşmanının karşısına marifet, sanat ve ittifak silâhiyle çıkın.”

e-Risale-i Nur’u okuyanların “asayişin manevî bekçileri oldukları”nı, asayişi korumanın tek yolunun da, insanların kalplerine iman ve marifet nurunu yerleştirmekten geçtiğini, bu işi de çağımızda en güzel şekilde Risale-i Nur’un yaptığını bilin.

f-Özgürlüğü, kuralsız ve ahlaksız yaşamak şeklinde görmeyin. “İnsanlar hür oldular, amma yine abdullahtırlar.”(5) Yani yine Allah’ın kuludurlar. “Hürriyet, nefsine de, başkasına da zarar vermemektir.” (6)

g-Kanun-u adalet ve te’dibden başka hiç kimse kimseye tahakküm etmemeli. Herkesin hukûku korunmalı, herkes meşru hareketlerinde şahane serbest olmalı.

ğ-Birlik ve beraberlik korunmalı, bunu bozmak isteyenlerin oyununa gelinmemeli. Üç tane bir ayrı ayrı dururlarsa üç kıymeti var. Eğer bir araya gelseler, omuz omuza verseler yüz on bir kıymet ve kuvvetini kazanırlar.

h-Biz Kalû Belâ’dan Muhammedî Cemiyet’e (Aleyhissalâtü Vesselâm) dâhiliz. Bizi bir araya getiren, bir ve beraber yapan tevhiddir. Andımız ve yeminimiz îmandır. Mademki Allah’ın birliğine inanıyoruz, öyleyse biz biriz. Herbir mü’min i’lâ-yı Kelimetullah’la görevlidir. Bu zamanda, bu görevin en büyük sebebi, maddeten terakki etmektir. Zira yabancılar teknik ve sanayi silâhıyla bizi manevî istibdatları (baskıları) altında eziyorlar. Biz de, fen ve san’at silâhiyle i’lâ-yı Kelimetullahın en müdhiş düşmanı olan cehalet, fakirlik ve ayrışmaya karşı cihad edeceğiz. Amma dışa karşı cihadı, nurlu şeriatın kesin delillerinden ibaret olan elmas kılınçlarına havale edeceğiz. Zira medenîlere üstün gelmek ikna iledir, söz anlamayan vahşilere yapıldığı gibi zorla değildir. Biz muhabbet fedaileriyiz, (sevgi kahramanlarıyız) husumete vaktimiz yoktur. İttifak Hüdâdadır, heva ve heveste değil. İnsanlar hür oldular amma yine Allah’ın kullarıdırlar. Ümitsizlik her gelişmenin engelidir. “Neme lâzım, başkası düşünsün” istibdadın (baskı rejimlerinin) yadigârıdır. (7)

(Devam edecek)

Vehbi Karakaş / Risale Haber

DİPNOTLAR:

1-Tevbe, 9 / 31

2-Nursi, aynı yer.

3-Orijinali için bkz. Nursî, Münâzarat

4-Bir Üstad Bediüzzaman’ın yıllar önce ortaya koyduğu bu projeye bakıyorum, bir de Zaman Gazetesinin 8 Şubat 2010 tarihli nüshasındaki habere bakıyorum. Bediüzzaman’ın ne kadar isabet kaydettiğini, o gün o proje dikkate alınsaydı, bu kadar ziyan olmayacaktı, kanaatine varıyorum. Şimdi o habere bir göz atalım: Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu, Diyarbakır’da kanaat önderlerini tek tek dinledi. Halkın ve kanaat önderlerinin isteği şu: 1- Bölgemiz, din hizmetlerinin zayıflatılması sebebiyle bu hale geldi. 2-Kırsalda halk derdini cami imamlarına anlatır. Ancak camilerde görevli imamlar Kürtçe bilmiyor. Bu yüzden halkın itibar ettiği Kürtçe bilen müderrislerin önü açılmalı. 3- Geçmişte ezan bile okutulmuyordu. Şimdi çok daha rahatız. Ancak ülkeyi karıştırmak isteyen şer odaklarına fırsat verilmemeli.

5-Nursi, Münazarat, Yeni Asya Neş. İst. 1991, s. 58

6-Bkz. Nursî, Münazarat, s. 55

7-Nursi, Divan-ı Harbi Örfi, s.9-14

Arap Baharını Tetikleyen Alim

Risale Akademi, bize bir davet mektubu gönderdi. Mektupta, 1 Ekim 2011 Cumartesi Ankara-Kızılcahamam Asya Termal Tesislerinde “Münâzarât Ekseninde Milliyetçilik Fikri ve Demokrasi” konulu bir konferans tertiplendiği söyleniyor, bizim de bu konferansa bir tebliğle katılmamız isteniyordu.

Ben de bu nazik daveti memnuniyetle kabul ettim. Belirlenen günde ve mekânda hazır bulunarak tebliğimi sundum.

Böyle bir konferans düzenlemelerinden ve bizi davetlerinden dolayı başta Risale Akademi’ye, Akademik Araştırmalar Vakfına ve Risale Haber’e teşekkür eder, daha büyük ve güzel organizasyonlara imza atmalarını Ceneb-ı Hak’tan niyaz ederim. Program organizatörlerinin birleştirici, kucaklayıcı, olumlu, ılımlı, nazik, samimi, efendi, hürmetkâr olmaları ve bazı eksikliklere rağmen konferansın başarılı geçmesi bizi memnun eylemiştir.

Konferansta sunduğum tebliğimin başlığı şu idi: “1911 Tarihli “Kürt Reçetesi”nin Günümüz “Kürt Meselesi”yle İlgisi”. Şimdi o tebliğden bir özet siz sevgili okurlarıma arz etmek istiyorum:

Sadece Münâzarat’tan değil, Bediüzzaman’ın Hutbe-i Şâmiye’sinden ve Nur Külliyat’ından da yola çıkarak, derim ki: Bediüzzaman, kıyamet öncesi son devrin imamı, müceddidi, görevlisi olması hasebiyle Sözleri’ni, eserlerini sadece yaşadığı günler için değil, gelecek günler, aylar, yıllar için kaleme almıştır.

Bu davet mektubundan sonra “Münâzarat”ı bir kere daha gözden geçirdim. Bildiklerimin ve inandıklarımın doğru çıktığını görmenin hazzını, sevincini yaşadım. Bir kere daha inandım ki Bediüzzaman’ın Münâzarat’ı ve Külliyat’ı sadece o günler için değil, bu günler ve yarınlar için yazılmış hattâ bir çoğu mânevî canipten yazdırılmıştır.

Bu sözlerimin aksini iddia edenleri, Risale-i Nur’u ve Münâzarat’ı objektif bir gözle, insaf ve vicdan gözlüğü ile okumaya davet ediyorum. Benim düşüncelerimin ve sözlerimin aynını düşünmez ve söylemezlerse ben bu sahadan çekileceğim.

Anayasa çalışmalarının yapıldığı bu günlerde Bediüzzaman’ın eserleri, özellikle Münâzarât’ı istifade edilmesi gereken eserlerin başında olmalıdır.

Gerek Münâzarât ve gerekse Nur Külliyatı’nın omurgasını teşkil eden ve Bediüzzaman’ın seksen küsür yıllık hayat felsefesini özetleyen iki cümlesi var:

Marîz bir asrın, hasta bir unsurun, alîl bir uzvun reçetesi; ittiba’-ı Kur’andır. Azametli bahtsız bir kıt’anın, şanlı tali’siz bir devletin, değerli sahibsiz bir kavmin reçetesi; ittihad-ı İslâmdır.” (1)

Günümüz Türkçesiyle ifade edecek olursak:

Hasta bir çağın, hasta bir milletin, hasta bir organın reçetesi Kur’an’a uymaktır. Büyük ama bahtsız bir kıtanın, şanlı ama tali’siz bir devletin, değerli ama sahipsiz bir toplumun reçetesi İslâm birliğidir.

Bu iki cümle, Bediüzzaman’ın, günümüz problemleri için hazırladığı çözüm paketinin de bir özetidir.

Yukardaki cümlelerden ve 6000 sayfalık Nur Külliyat’ından de anlaşılıyor ki, Bediüzzaman, Kürt kavgası vermemiştir. İman ve Kur’an kavgası vermiştir. Bediüzzaman’ın talebelerinin çoğu Türk’lerdendir. Eğer o Kürt kavgası vermiş olsaydı, bu gün her kesimden ve her ırktan insanlar onun arkasına düşmeyeceklerdi.

Bediüzzaman’ın, Münâzarat’ı, Ekrad (Kürt) reçetesi olduğu gibi aynı zamanda Etrak (Türk) reçetesidir. Hattâ bütün ırkların reçetesidir. Reçete hasta olanlara verilir. Münâzarat Türk ve Kürtlerden ırkçılık hastalığına yakalanmış ve yakalanması muhtemel olanlar için yazılmıştır.

1911’lerde 100 sene sonraki boğuşmaları manevî bir sinema ile gören Bediüzzaman, Kürtlerin şahsında Türkler’e, Kürt’lere ve Arap’lara ders vermiştir. Kızım sana diyorum, gelinim sen anla” kabilinden. Onun için dedim ki, “Münâzarat” sadece kürt değil, aynı zaman da Türk, aynı zaman da Arap vs. milletlerin reçetesidir. “Sizin milliyetiniz İslamiyet’le mezc olmuş, kaynaşmış İslam milliyetidir.” demiştir. Ve yine demiştir ki: “Milliyetimiz bir vücuttur; ruhu İslamiyet, aklı Kur’an ve imandır.” (2)

Bu reçeteyi yazan Üstad, milliyet fikrini inkâr etmez. Hatta onunla iftihar edileceğine bile dikkat çeker. (3) Ancak Bediüzzaman’ın bu iftiharı, herkesin anasıyla-babasıyla iftihar etmesi gibi bir iftihardır ki bu meşrudur. Yoksa kendi ana-babasını üstün görme uğruna başkasının ana-babasını inkâr, red ve tahkir iftiharı değildir.

Bir ailenin çocukları birbirinin aynı olmadığı halde, kardeştirler diye nasıl birbirini sevmekte, birbirlerinin meziyetleriyle iftihar etmekte, birbirlerinin imkânlarından yararlanmakta; aynen bunun gibi biz insanlık ve İslam ailesinin çocuklarıyız. Kardeşiz. Öyleyse neden birbirimizin meziyetleriyle iftihar etmeyelim? Neden birbirimizi sevmeyelim, neden birbirimizin imkânlarından yararlanmayalım, yararlandırmayalım?

Kubbeyi oluşturan taşlar, düşmemek için baş başa verirler. İslam binasını ve kubbesini ayakta tutmakla görevli olan ve bu şerefe layık görülen Türkler, Kürtler, Araplar ve bütün Müslümanlar bu taşlardan daha mı taş, daha mı aşağıdırlar ki düşmemek için baş başa vermezler, iç ve dış düşmanların işini kolaylaştırırlar?

Bediüzzaman’nın, talebelerinin çoğu Türklerdendir. Bediüzzaman, Müslümanlığının yanında Kürtlüğünü de öne sürseydi ve Kürt milliyetçiliği yapsaydı, bu gün onu canından çok seven ve ayrı ırka mensup olan Müslümanlar, onu bu kadar çok sevmeyeceklerdi.

Biz Kürd’ü Kürt olduğu için değil, Müslüman olduğu için, Türk’ü Türk olduğu için değil, Müslüman olduğu için severiz. Çünkü Yaradan’ın arzusu ve rızası bunu gerektirmekte ve bunu istemektedir. (4)

Peygamberimiz, nasıl Araplara değil de, âlemlere peygamber gönderilmişse, onun hakiki varislerinden biri olan Bediüzzaman da Kürtlere değil, Türk’lere ve bütün milletlere hizmet vermekle görevlendirilmiştir. Zâten Bediüzzaman da bundan başkasını yapmamıştır.

Bediüzzaman, Türklerin ve Kürtlerin üzerinde ittifak edebilecekleri bir odak noktadır. Bediüzzaman, barış elçisidir, barış köprüsüdür. Kürtler ve Türkler o noktada buluşmalı, o köprüden birbirlerine gidip gelmeli, onun mirasını paylaşmalı, onun eserleriyle dirilmeli, şahlanmalı, sulh ve sükûna, saadet ve selamete kavuşmalıdır. Onu bulan Türkler ve Kürtler zaten bundan başka bir şey de yapmamaktadırlar. Problem onu bulamamış olanlardadır!

1911’de söylenmiş şu cümleye dikkatlerinizi rica ediyorum:

Şu hayat, âlem-i İslâmdaki galeyan eden fikr-i hürriyetten istimdad ederek, umum âlem-i İslâm üzerine çökmüş olan istibdad-ı mânevî-i umumînin perdelerini parça parça edecektir.” (5)

İşte bir asır önceden bu günü görmek buna derler. Bin maşallah! Zâten Bediüzzaman’ın gündemde kalmasının ve sözlerinin eskimemesinin sebebi bu günü görerek konuşmuş olmasındandır. Allah o zat-ı muhtereme bu kuvveti ihsan ve ikram eylemiştir. Bu asrın etkili ve yetkililerine düşen, onun sözlerinden ilhamla günün problemlerini çözmek ve milleti rahata kavuşturmak olacaktır.

Başta Allah’ın lutfu, sonra din ricalinin ve dindar devlet ricalinin cesaretli, basiretli tavrı, milletimizin sağduyusu bir araya geldi. Bir asra yakın bir zamandır milletimizin üzerine bir kara bulut gibi çöken despot yönetimlerin, bin yıl süreceği iddia edilen 28 Şubat kararlarının belini kırdı. Keser döndü, sap döndü, hesap döndü. Milletin kollarına vurulan kelepçeler, milleti kelepçeleyenlerin kollarına takıldı. Millet, özgürlüğüne kavuştu. Milletimiz derin bir nefes aldı. Maddeten ve manen güçlenen Türkiye Allah Teâlâ’ya hamdolsun bir bahar dönemine girdi.

Türkiye’nin bu bahar dönemi, Arap baharını tetikledi. Despot yönetimler yıkıldı, kalanlar da yıkılacak. Bana bu sözleri söyleten Bediüzzaman’ın en karanlık günlerde verdiği şu müjdedir: “Ümitvâr olunuz, şu istikbal inkılapları içinde en yüksek gür sadâ İslam’ın sadâsı olacaktır!” (6)

Daha da önemlisi, Bediüzzaman bundan yüz sen önce bu gün dünyanın kavuştuğu bahar döneminin ismini veriyor ve şöyle diyor: “Ne yapayım acele ettim, kışta geldim, sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları zemininizde çiçek açacaktır. (7)

Şimdi biz karşımızda o çiçekleri görüyoruz.

(Devam edecek)

Vehbi Karakaş / Risale Haber

DİPNOTLAR:

1-Nursi, Mektubat, Hakikat Çekirdekleri, s. 440

2-Nursi, Said, Münâzarat, 50

3-Bkz. Nursî, Said, Münâzarat, 16

4-Bkz. Hucurat, 49 /13

5-Nursî, Münâzarat,

6-Nursî, Siad, Sünûhat, 61

7-Nursî, Münâzarat, 39-40