Etiket arşivi: Ahmet Şahin

Evlenecek Gençle Bir Telefon Sohbeti

Meçhul gencin telefondaki ısrarlı sorusu şöyleydi:

-Okuldan arkadaşımla aramızda gizli dinî nikâh yaptırmak istiyoruz. Ailemizin haberi olmadan yaptıracağımız bu dinî nikâha nasıl bakıyorsunuz? Tavsiye eder misiniz?

Bu gibi gençlik sorularının arka planında yaşanan faciaları çok dinlediğimden dolayı cevabım belki de beklenmedik şekilde sert oldu:

-Ben, dedim, intiharın her türlüsüne karşıyım. Hayatının baharında bir genç kızın ailesinden habersiz gizli nikâhla hayatını baştan riske sokması, büyük ihtimalle intihar gibidir. Erkek için aynı derecede olmasa da kız için sonuç başka türlü olmayabilir!

-Bir kolay yanı yok mu bunun, diye ısrar edince, var dedim; hem de çok kolay. Heyecanlandı;

-Lütfen o kolay tarafı söyleyin! dedi.

-Tarafların haklarını kanunî teminat altına alacak resmî nikâh yaptırmak. Böylece evlilikten doğan haklarını emniyete almak, aileleri de sıkıntıdan kurtarmak..

-Ama şu anda buna imkan yoktur. Ne ailemiz buna razı olur, ne de bizim okul ve yaş durumumuz buna müsaittir!

– Demek hem yaş, hem okul, hem de aile durumu müsait olmadığı halde, siz yine de gizli nikâha cesaret edebiliyorsunuz. Bu kadar olumsuzluğu göze almanın, istikbalinizi riske atmanın sebebi ne ola ki?

-Baştan mahremiyet ölçülerine dikkat etmedik. Yüz yüze, göz göze gezdik, birbirimize âşık olduk. Şimdi de uzaklaşamıyoruz.

-Evet mahremiyet duvarlarını yıkıp yabancıyla yüz yüze, göz göze  gezmekten kaçınmamak, işte böyle sonucu düşünemez hale getirir tarafları!. Ömür boyu pişmanlık duyacakları yanlışı bile yaptırır. Çünkü yıkmışsınız bir defa aradaki koruyucu mahremiyet duvarlarını. Artık kendinizi mazur gösterecek kılıf hazır: Âşık olmak, ayrılamaz hale gelmek!. Kendini bu duruma düşüren genç, sinirsel öfkeye kapılarak tetiği çekip de gözünü kırpmadan adam öldüren gibi tetiği çeker, hedefini vurur, sonra da ömür boyu pişmanlık duyup feryat eder ama bu feryadın hiçbir faydası olmaz. Çünkü duygu kurşunu hedefini vurmuştur. Artık ortada sadece bir cenaze vardır. Kim üstlenecek bu cenazenin sorumluluğunu? Ayıkla pirincin taşını ayıklayabilirsen tabii?

-Kurtuluş çaresi yok mu bunun?

-Var, dedim. Duyguları alevlendirecek şekilde iki ikiye buluşmaktan kesinlikle uzak durmak. Tek cümleyle: Şaibeli davranışlardan kaçınıp kendini ‘mahremiyet sınırları içinde’ korumaya almak! Önce okulu başarı ile bitirmek, sonra mutlu olmanın ekonomik şartlarını hazırlayarak yuvayı resmî nikâhla kurmak..”

…….

Geçmişte bu soruları sorduran ortamın halen etkisini sürdürmekte olduğunu, gelen yeni sorularından da anladığım gençlere ilave olarak diyorum ki:

-Aziz gençler! Duygularınızın sizi sürüklemeye hazır olduğu bu devrelerde mahremiyet sınırlarını aşıp taşmayın, sinirsel öfkeden de tehlikeli olan duygusal öfkeye kapılıp da gayrimeşruluğa zemin hazırlamayın. Yanlış yoruma sebep olacak şaibeli davranışlardan mutlaka uzak durun.  Dikkatsiz davranışların sonu, başı gibi tatlı olmaz. Zehirli bal yediğinizi sonra fark edersiniz. Ama bu fark etmenin faydası olmaz. Artık tat gitmiş, zehrin acısı vicdanınızda  ömür boyu sizi takip eder olmuştur! Öyle ise hayatın baharında bir batağa düşmemek için iki ikiye kalınacak tenha ortamlardan yılandan, akrepten kaçar gibi kaçın. Tahsilinizi tamamlayıp, ailenizin izin ve desteğini almayı da dinî ve ahlakî mecburiyetiniz bilin. Vesselam!

Ahmet Şahin

Hiçbir Müslüman teröre taraftar olmaz!..

Anlatıldığına göre, bazı aşırı uçlar teröre ‘cihad’ adını takıyor, İslam’ın teröre müsamaha ile baktığını iddia ederek teröre taraftar bir çevre oluşturmaya çalışıyorlarmış dindar gençler arasında..

Halbuki terör hiçbir kitapta yeri olmayan insanlık suçu bir vahşettir. İslam böylesine evrensel bir vahşete asla ‘cihad’ adı koymaz, müsamaha ile bakmaz. Müslüman da böylesine toplum düşmanı fitneye taraftar olmaz. Tam aksine İslam açık seçik hükümler vaz ederek terörü İslam toplumunun dışına atar, asla yaklaştırmaz toplum içine. İsterseniz şöyle kaba bir bakışla İslam’ın insan hayatını korumaya alan temel kaidelerine kısaca bir göz atalım. Bakalım bu maddelerde teröre müsamaha ile bakış mı var, yoksa terörü toplum dışına atış mı söz konusu görelim.

Madde bir: İslam’da her insan doğuştan masumdur. Dokunulmazlığa sahiptir!.

TERORİnsanın bu masumiyet ve dokunulmazlığı ömür boyu devam eder. Kimse bu masum insanın canına, malına, namusuna kastetme hakkına sahip olamaz. Şayet doğuştan dokunulmazlık hakkına sahip bu masum insan, hayatının bir yerinde dokunulacak suç işlerse, bu suçun tespiti ve tecziyesi (teröre değil) adalete düşer, adalet mahkemeleri buna karar verip suçun cinsini tespit, cezasını tayin eder. Herhangi bir kimse kendini hem savcı, hem hakim, hem de infaz görevlisi gibi görüp de kızdığı insana suç isnat edip, cezasını tayin, hükmünü de kendi tespit ederek infaza kalkışamaz.

Kalkışırsa ne olur?

Bu defa karşısındakine de aynı hak ve aynı salahiyet doğar. O da mukabele etme hakkını kendinde görür. Bu durumda toplumda can, mal, namus emniyeti yok olur. Herkes kızdığını cezalandırmaya kalkar. Hadiste (hercümerç) denilen fitne devri başlar toplumda. Fitne başlatana ise Allah Resulü’nün duası şöyle olur:

-Fitne uykudadır, uyandırana Allah lanet etsin!

Terör işte bu fitneyi uyandırmakta, kendine göre suçlar tespit edip yine kendine göre cezalar vermekte, kendini hem savcı, hem hakim, hem de infaz görevlisi olarak görmektedir.

İslam, böylesine (hercümerce) asla izin vermez. Müslüman da bu türlü sorumsuz katliamlara fiilen ortak olmak şöyle dursun, fikren dahi taraftar olamaz, hatta kalben bile meyilde bulunamaz!.

Madde iki: İslam’da suçlar şahsidir…

İsra Sûresi’ndeki 15. ayet, ‘Birinin suçundan dolayı öteki kimseler sorumlu tutulamaz’, der.

Terör ise masum insanların bulunduğu topluluklara saldırır. Gerçek suçluyu arama gereği dahi duymadan masumları katliama kalkışır.

Madde üç: İnsanın yaşama hakkı o kadar kutsaldır ki, tek insanın dahi hayatı kesinkes Allah’ın koruması altındadır. Tek insandır feda edilebilir, denemez. Çünkü tek insanı öldürmek de tüm insanlığı öldürmek kadar vebali ve günahı muciptir İslam’da. Maide Sûresi’ndeki ayetin hükmü açık ve kesindir:

-Kim ki haksız yere suçsuz bir insanı öldürürse sanki tüm insanlığı öldürmüş gibi sorumluluk yüklenir. Kim de suçsuz bir insanın hayatını kurtarırsa tüm insanlığın hayatını kurtarmış gibi değerli hizmet yapmış kabul edilir.

Kaldı ki İslam, sadece barışta değil, savaşta bile insan öldürmeyi serbest bırakmamış, savaşa iştirak etme şartını koymuştur.

Nitekim Allah Resulü’nün ilk halifesi Hazreti Ebu Bekir Efendimiz, savaşa giden askerlere yaptığı tarihi konuşmasında insan hayatı konusunda şöyle uyarılarda bulunmuştur:

Ey asakir-i müslimin dikkat ediniz! Düşman topraklarında her şeyi yapma hakkına sahip olduğunuzu düşünmeyesiniz. Düşmanın yaşlılarına, kadınlarına, çocuklarına, hasta ve yaralılarına, mabetlerdeki din adamlarına dokunmayın. Sizin düşmanınızın cephede sizinle yüz yüze savaşan insanlar olduğunu unutmayın!.. Bütün bu açık seçik hükümlere rağmen, yine de İslam’ın insan katleden teröre izin verdiğini iddia edenler olursa, bu onların aşırı hizbin etkisine girdiklerinin ifadesi olur. Barışta ve savaşta insan hayatını koruyan İslami ölçülerle ilgilerinin olmadığının ispatı sayılır…

Ahmed Şahin / Zaman

Irkçılık iddiası Peygamberimiz’in huzurunda!..

Irkçılık konusunu en sıhhatli şekilde inceleyen Osmanlıca eserlerin başında, Babanzade Ahmed Naim Efendi’nin ‘İslam’da Davayı Kavmiyet’ risalesi gelmektedir.

Mehmet Akif’in, ‘sahabeden sonra en çok sevdiğim ilim adamı’ dediği Buhari mütercimi Ahmed Naim Efendi’nin bu değerli kitabındaki bir ırkçılık tartışmasını, tefekkürünüze takdim ederek bilginizi tazelemekte fayda mülahaza ettim, ırkçılığın tartışıldığı günümüzde.

Medine’de sokakta başlayıp Peygamberimiz’in huzuruna kadar götürülen bu ırkçılık tartışması olayı şöyle cereyan eder.

Kays bin Mutata adında bir ırkçı Arap, Evs ile Hazreç kabilelerine mensup Arapların başka ırktan insanlarla oturup kardeşçe sohbet ettiklerini görünce öfkelenerek der ki:

-“Evs ile Hazreç Peygamber’e hizmet eden Araplardandır. Ama şu Habeşli Bilal, şu Rum memleketinden gelme Suheyp, şu da Farslı Selman!.. Bunlar Arap değiller ki? Nasıl oluyor da Arap olmayan bu yabancılar Araplarla eşit şekilde oturup sohbete kabul edilebiliyorlar? Bunlar bu eşitliği nereden kazandılar?

Bu beklenmedik değerlendirme üzerine oturduğu yerden kalkarak Kays bin Mutata’ın yakasını tutan Muaz bin Cebel:

-Seni Resulullah’ın huzuruna götüreceğim, bu söylediklerinin İslam’daki yerini soracağım. İslam’da böyle bir ırkı yüceltip ötekini aşağılamak var mı göreceğiz.. diyerek adamı alıp doğruca Peygamberimiz’in (sas) mescidine götürür ve bulduğu ilk fırsatta da hemen sorusunu şöyle sorar:

-Ya Resulallah, bu ırkçı Kays için ne buyurursunuz? Biz Araplar oturmuş Arap olmayan kardeşlerimizle tatlı sohbetler yapıyorduk. Gelip aramıza ırkçılık fitnesi soktu. Arapların üstün ırk olduğunu ileri sürdü, İranlı Selman’ı, Rum’dan gelen Suheyb’i, Habeşistan asıllı Bilal’i, aşağı ırktan kabul ederek Araplarla eşit şekilde sohbete layık olmadıklarını iddia etti? Gerçekten de öteki ırklar aşağı, Araplar üstün ırk mı? Bizimle eşit şekilde oturup da sohbet edemezler mi?..

Bu değerlendirmeyi dinleyen Resulullah’ın (sas) yüzünde derin bir üzüntü meydana geldiği görüldü. Hemen kalkıp mühim gördüğü konularda konuşma yaptığı minberine çıkarak İslam’ın ırkçılık konusundaki ölçüsünü anlatan bir konuşma yaptı. Şöyle uyarıda bulunuyordu ırklar arasında ayırım yapan insanlara:

Ey insanlar! Sizin Rabb’iniz birdir! Babanız, ananız da birdir! Araplık ne babanızda vardır, ne de ananızda. O sadece sizin verdiğiniz isimden ibaret bir tanıtımdır. Arap’ın Arap olmayanlardan üstünlüğü yoktur. Üstünlük, Allah’a iman ve itaattedir. Allah’a iman ve itaat edenler hep birlikte üstündürler. Bunu herkes böyle bilmeli, aranıza ırka dayalı üstünlük ayrımcılığı sokmamalısınız!.

Gariptir ki, bu konuşmayı dinleyenlerin hemen hepsi de Arap’tılar. Hiçbiri, Arap’ın öteki ırklardan üstün olması gerektiği düşüncesini taşımıyorlardı. Fazla olarak Arap’ın üstün olduğunu ileri sürmek isteyen adamın yakasına sarılarak oraya getiren Muaz bin Cebel de Arap’tı. Şayet bir ırkın ötekinden üstün olması gerekseydi gerçekten de Arap’ın üstün ırk olması gerekirdi. Çünkü Kur’an Arapça dille inmişti. Resulullah (sas) de, Arap’ın içinden çıkmıştı. Fakat bunlara rağmen Arap yine de eşit ırktı, üstünlüğe sahip değildi. Üstünlük ancak İslam’a bağlılıkla kazanılmaktaydı.

Bu durumda ne yapacağını bilemeyen Muaz bin Cebel sorma gereği duyar:

Ya Resulallah, der, öyle ise ne yapayım aramıza ırkçılık fitnesi sokmak isteyen bu adamı?..

Efendimiz bu soruya, pek kullanmadığı ağır bir cümleyle cevap verir. Ne der biliyor musunuz ırkçı adama?

– Da’hü ilennar!.. Bırak o ırkçı adamı, cehenneme kadar yolu var!

Gerçekten de bırakılan ırkçı adamın yolu Şam’daki Hıristiyanların içine kadar gider, bir daha da geri dönemediği görülür. İslam’ın ırkçılığa asla izin vermediği bu olayla da net bir şekilde anlaşılır.

Bir adam Hz. Ali Efendimize şöyle sorar:

Hangi ırk iyidir? Hz. Ali Efendimizin cevabı gayet açıktır: – ‘Her ırkın iyisi iyidir, kötüsü de kötüdür, der!. Yani iyilik kötülük insanın kendi iradesiyle kazanacağı vasıftır. Siz iradenizi iyiliğe sarf edin, ırkınızın iyilerinden olmaya bakın!.

Ahmed Şahin

a.sahin@zaman.com.tr

Komşulukta sağ-sol, Sünnî-Alevî ayrımı yapılmaz!

Soru: Yeni taşındığımız semtimizde çevremizle komşuluk münasebeti kurmakta güçlük çekiyoruz. Söylentiler etkili oluyor komşuluk münasebeti kurmamızda. Çünkü falanlar Alevi imiş, filanlar da Sünni.

 Ötekiler solcu, berikiler de sağcı imiş. Gerçekten söylendiği gibi iseler onlarla komşuluk münasebeti kurulamaz mı?  Mutlaka kendimiz gibi düşünenlerle mi komşuluk münasebeti kurmamız gerekiyor? Öyle ise komşuluk yapabileceğimiz kimse hakkında bir ölçü verebilir misiniz?

Cevap: Bulunduğunuz yerdeki komşuları Sünni-Alevi, sağcı-solcu, Kürt-Türk gibi kelimelerle tarif ederek ayrımcılık yapmak çok yanlış, hatta çok hatalıdır. Çünkü komşulukta aranacak ilk şart, sadece ‘saygılı komşu’ olma şartı yeterli olmalıdır.

Bir komşu, kendisi gibi düşünmeyenlere saygılı ise çevresine hep saygılı davranıyor, rahatsız edici tavırlardan kaçınıyorsa, meslek ve meşrebi, düşünce ve değerlendirmesi ne türlü olursa olsun böyle saygılı komşulara gidilip gelinmeli, davet edilerek sıcak komşuluk münasebetleri kurulmalıdır. Çünkü siz onlara gidince rahatsız eden davranışta bulunmuyor, yersiz konuşmalar yapmıyorsunuz, onlar da size gelince sizi rahatsız eden konulara girmiyor, yersiz konuşmalar yapmıyorlar. Böylece karşılıklı hürmet ve saygı içinde muhatap oluyorsunuz. Hadis-i şerifin verdiği ölçüyü uygulamış oluyorsunuz:

“İslam’da birine zarar vermek de yoktur; birinden zarar görmek de!”

Bu durumda zarar vermeyeceğiniz, zarar da görmeyeceğiniz saygılı komşuların meslek ve meşrepleri, aidiyet ve kökenleri ne olursa olsun ilgi gösterilmeli, sıcak komşuluk münasebetleri kurulmalıdır. Kurulan bu sıcak komşuluk münasebetlerinde kimde iyi hal ve davranışlar görülürse o beğenilerek alınır, böylece komşulukta iyilikler paylaşılmış olunur.

Bundan dolayı komşulukta sağcı-solcu, Türk-Kürt, Çerkez-Laz gibi birlik beraberliğimizi bozucu ayrımlar yapılamaz. Komşunun ‘saygılı komşu’ olma özelliği komşuluk için yeterli sayılır.

Bu saygının bir gereği olarak komşular, vardıkları yerlerde komşunun değerlerine saygısızlık manasına gelebilecek konuşmalardan kaçınmalı, özellikle gıybete asla yönelmemeli, başkalarının hata ve kusurlarını sayarak aleyhinde konuşmamaya dikkat etmeliler. Çünkü gıybetin yapıldığı yerde, bir gün aynı gıybetin kendileri hakkında da yapılabileceği düşünülerek itimat sarsılır, saygılı komşu olunmadığı yolunda bir düşünce meydana gelebilir. İyi örnek verilmemiş olunur.

Ancak bir Müslüman dinî görevlerinde, mesela tesettüründe, namazında komşularına vardığında bir zorlukla karşılaşmamalı, bunları ihmale mecbur kalmamalıdır. Şayet komşuda namazını kılamama, tesettürünü koruyamama gibi zorluklarla karşılaşacak olursa, komşusu saygılı biri değil demektir. Kendi düşüncesine uymak şartıyla kabul ediyor manası çıkar bu zorlamalardan… Misafirlerinin hassasiyetlerine saygı duymayan komşu ile münasebet mükellefiyeti de kalkmış olur bu durumda dindar komşulardan…

Böylece saygısız davranışlar komşuluk münasebetlerini de koparmış olur. Kimse kimseye gidip gelemez. Güzel örnekler, iyilikler görülerek paylaşılamaz. Herkes kendi yalnızlığıyla yaşamaya mahkûm hale gelir bulunduğu yerde.

Bundan dolayı denebilir ki, dindar insanlar vardıkları yerlerde yanlış anlaşılabilecek dil ile anlatım yerine, rahatsızlık vermeyecek hâl ile temsili esas almalı, komşuluklarda, saygılı hâliyle hep saygı kazanmayı görev bilmeli, çevrelerinde (saygılı komşular topluluğu) oluşturmalılar.

İyi komşuluğun toplumu birleştirici sonucuna ait tarihî bir örnek:

Mekke’den Medine’ye göçen 1.500 Müslüman, tam 10 bin kişilik gayrimüslim halkla kurdukları saygılı komşuluk sayesinde Medine’de kısa zamanda birlik beraberlik duygusu meydana getirmişlerdir. Saygılı komşuluğun sağladığı bu sonuç, tarih boyunca bizlere hep etkili komşuluk örneği olarak hatırlatılmıştır.

Ahmet Şahin

Mevlid Kandiline Özel: “Kutlu Doğum sahibinden üç örnek!..”

1442. doğum yılını kutladığımız Efendimiz (sas) Hazretleri’nin düşündüren üç önemli örneğini arz etmek istiyorum bugün. İsterseniz birlikte okuyalım günümüze mesaj yüklü üç önemli örneği.

1- Mal senin borç benim örneği!.  

Sıkıntı içinde kalan gerçek yoksullara yardımı ihmal edilemez görev bilirdi. Bu sebeple davet ettiği miskin derecesindeki gerçek muhtaçlara önceden hazırladığı yardımı sırayla dağıtmış, alanlar da sevinçle evlerine dönmüşlerdi. Tam bu sırada bir başka gerçek yoksul adam da uzaklardan koşarak gelip kendisine verilecek bir şey kalmadığını anlayınca mescidin avlusunda yığılakalmıştı. Efendimiz, bu gerçek yoksulun ümitsiz ve perişan halini görünce teselli etti:

– Üzülme sana da bir çare bulabiliriz, dedi!.. Bulduğu çareyi de hemen şöyle anlattı:

– Buradan doğruca çarşıya git, ihtiyaçlarını satan dükkânlara gir, ne lazımsa al, sonra dükkân sahibine de ki: “Mal benim, borç Resulullah’ındır!.”

Yoksul adam, şaşırarak böyle şey olmaz demek istemişse de Efendimiz, onu ihtiyaçlarını satan dükkânlara doğru yönlendirerek tembihini tekrarladı:

– İşte şuradan doğruca dükkânlara girecek, ihtiyaçlarını alacaksın, sonra da: “Mal benim borç Resulullah’ındır,  diyerek evine döneceksin, ödemesi bana ait olacaktır!”

Demek ki gerçek manada darda kalana yardım edemediği yerlerde borçlarını yüklenmeyi dahi göze alıyor, böyle örnek veriyordu ibret alacak imkân sahiplerine.

2- Hizmet eden mi, hizmet edilen mi olmak istersiniz?

Hizmet edilmeyi değil hizmet etmeyi seviyordu. Bu sebeple misafirlerine bizzat kendisi hizmet eder, ikramda bulunurdu. Bir gün çölden biri gelip “Kim bu insanların efendisi?” diye sordu.

O sırada misafirlerine süt ikram eden Efendimiz de:

-“İnsanların efendisi, insanlara hizmet edendir!” buyurdu.  Bu sözüyle hem kendisine işaret ediyor hem de insanların efendisinin insanlara hizmet etmesi gerektiğini ifade ediyordu.

Nitekim bir yolculuk dönüşünde herkes hurmalıkta istirahate çekilmiş dinlenirken bazıları yemek yapmaya hazırlanıyorlardı. Biri, ben yemekleri yapayım, biri, ben de su getireyim, derken biri de, ben de ateş yakayım, deyince, Efendimiz (sas) Hazretleri de istirahat ettiği ağacın gölgesinden doğrularak, “Öyle ise ben de yakacağınız ateşe odun toplayayım.” buyurdu.  “Biz hizmetlerin hepsini de yaparız, siz dinlenin” diyenlere de:

– Bilirim ki siz hizmetlerin hepsini de yaparsınız, ama siz hizmet ederken ben seyirci kalmaktan mutluluk duymam. Hizmet edilen değil, hizmet eden olmayı tercih ederim.” dedikten sonra  kalkıp odun toplayarak  hizmete seyirci kalanlardan değil, hizmete iştirak edenlerden olmayı tercih etme örneği verdi bizlere…

3- Faydalı buluş kimde görülürse görülsün sahip çıkılmalı mıdır?   

Sahabeden Temimdari, Şam’daki Hıristiyanlardan aldığı zeytinyağı yakan bir kandili getirip Resulullah’ın mescidinin tavanına asmıştı. O günlerde Müslümanlar böyle bir kandilin varlığını bilmiyor, evlerinde de kullanmıyorlardı…

Az sonra Efendimiz (sas) gelip dumansız, külsüz tavana asılı olarak ışık veren kandili görünce, “Kim getirdi bunu?” diye sordu. Oradakiler suçlu gösterir gibi Temimdari’yi göstererek “Hem de Şam’da Hıristiyanlardan alıp getirmiş.” dediler. Arkasından da bir azarlama beklemeye başladılar.  Ancak Peygamberimiz tebessümle baktığı Temimdari’ye, unutulmayacak duasını şöyle yaptı:

– Sen bizim mescidimizi aydınlattın, Allah da senin kabrini aydınlatsın!.. Sözlerine şunu da ekledi:

– Unutmayın, faydalı buluşlar müminin kaybettiği öz malı gibidir. Kimde bulursa sahip çıkıp benimsemeli, Müslümanlara bu faydalı buluşu kazandırmalıdır!..

– Fatebiru ya ülil ebsar!.. Düşünün ey basiret sahipleri!