Etiket arşivi: ihlas

İhlâsı Güçlendirmenin Yolları

suGüçlü bir ihlâsa sahip olmak için, her birisi derin tefekkür ve tecrübenin mahsûlü olan aşağıda sıralayacağımız prensipleri akıl ve vicdanlarımızda tartarak özümsemeliyiz:

* Sonsuz kudret/güç sahibi Allah’ın kontrolü altında ve daima huzurunda olduğumuzu düşünmeli.

* Olumlu / müsbet / pozitif davranmalı.

* Kendi işimiz, mesleğimiz ve içinde yer aldığımız grubun sevgisiyle hareket etmeliyiz.

* Başkasının eksikliklerine, yanlışlarına değil, kendi işimize, mesleğimize, içinde bulunduğumuz düşünce akımına yoğunlaşarak üretim yapmalıyız. Psiko-sosyologlar uyarıyor:  “Başkalarını küçültmeyin, hafife almayın, eksiklikleriyle meşgul olmayın. Temel gıdanız, ekmeğiniz nefret değil, sevgi olsun.”

* Yardımlaşmalı ve dayanışmalıyız: Hangi inançta, düşüncede, meslekte olursa olsun insanlar yaradılışta kardeştir. Ve aralarında pek çok sevgi bağı vardır. Hain ve zalim olanlar müstesna herkes sevgiye ve yardıma lâyıktır.

* İnsafı elden bırakmamalı: Düşünceleriniz en doğru olabilir. Ama bu, başkalarının düşünce, meslek ve işini basite almanızı gerektirmez. “Benim fikrim doğru, haktır” yahut “daha güzeldir” diyebilirsiniz. Yoksa, başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini ima eden “Hak yalnız benim mesleğimdir” veyahut “Güzel sadece benim yolumdur” diye insafsızca hareket etmemelidir.

* Yanlış düşünebileceğimizi açıklama ve özür dileme faziletini gösterebilmeliyiz. Bu bize, ayrıca izzet ve şeref kazandıracaktır.

* Hakperest, samimî, dürüst, doğru insanlarla ittifak etmeliyiz. Bu, Yüce Yaratıcı’nın da hoşnutluğunu kazandıracak, bu da onların yardım ve desteklerini cezp edecektir.

* Haksızlar, şaşkınlar, sapıtmışlar, zalimler anlaşıp, birlik olup büyük bir güç kazanıyor. Halbuki, birlik ve beraberliğe, hakperestler daha çok lâyıktır.

* Gerçeği, doğruluğu, samimiyeti yanlışın, inkârcı felsefenin hücûmundan kurtarmak için ihlâsı kazanmak zorunda olduğumuzun şuurunda olmalı.

* Nefsimizi/egomuzu alt etmemiz gerektiğini kabul etmeli. İhlâs, enaniyeti / bencilliği / egoizmi yok eder.

* Önemsiz, duygusal rekabetleri terk etmeliyiz.

* Bir işi, insanların ilgisini kazanmak için değil, Allah’ın rızasını kazanmak için yaparsak kazanırız. Eğer insanlardan aşırı ilgi beklersek ve ondan hoşlanırsak ihlâsı kaybederiz.2 İnsanların hoşlanmasının size vereceği enerji ile Sonsuz Güç Sahibi’nin vereceği enerji asla kıyas edilemez.

* Dünyanın geçici olduğunu ve ölümün gerçekliğini kabul etmeliyiz. Acı gibi görünse de gerçeklerden korkmamalıyız. Şu kısacık dünya hayatında samimiyetsiz, riyakâr, yalancı davranışlar sergilemeye değer mi?

* Maddî menfaat / çıkar yerine, uhrevî hizmetlerde birlikte çalışmanın muazzam kazançlar sağladığını düşünmeliyiz. Bunlar maddî ortaklıktaki kazançlar gibi değil. Parçalanmadan, eksilmeden (fazl-ı İlâhî ile) biriken sevapların hepsi, iştirak eden her ferde aynen verilir. Bu, rekabetten gelen çatışmayı önler, ihlâsı kazandırır.

* Kardeşlerinin, hemcinslerinin kazandığı şeref ve sevabın kendisine ve herkese aynen geçeceğini düşünmek, ihlâsı arttırır.

Ali Ferşadoğlu / Nur Postası

‘Sadakat, Sebat ve Metanetle’ Hizmet…

“Risale-i Nur, kendi sadık ve sebatkâr şakirtlerine kazandırdığı çok büyük kâr ve kazanç ve pek çok kıymettar neticeye mukabil fiyat olarak, o şakirtlerden tam ve halis bir sadakat ve daimî ve sarsılmaz bir sebat ister.” (Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1999, s. 88.)

Şunu da unutmamalı: Allah’ın rızası “sayı çokluğunda ve fazla muvaffakıyette” değil, ihlâs iledir. En büyük kuvvet, iktidar, para-zenginlik, makam-mevkide, çok adam kazanmada veya başarıda değil; ihlâstadır. Sık sık okuduğumuz (okumamız gereken) İhlâs Risalesinde şu hakikat terennüm edilir:

“Cenâb-ı Hakk’ın rızası ihlâs ile kazanılır; kesret-i etbâ’ ile ve fazla muvaffakiyetle değildir.” (Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1999, s. 156.)

İnsanların çoğu dünyanın geçici ve cazibedar yüzüne aldanmış bir şekilde eğlence merkezlerine koşuyor! Bu, bizi “Kalabalıklar orada, biz de oraya gidelim!” anlayışına sürüklememeli.

İlim meclislerine gidenler pek azdır! Ama bizim yerimiz ilim meclisleridir, medrese-i Nuriyelerdir, sohbethanelerdir, zikirhanelerdir! Allah’ın rızası, buralardadır!

Bizim vazifemiz, Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu hakikatleri anlamak, özümsemek ve meslek ile meşrebini uygulamaktır. Yeni bir yol, bir hizmet tarzı geliştiremeyiz. Aklımızı karıştıramayız. Üstad karıştırmamış ki, biz niye karıştıralım?

Öğrenci öğretmene akıl veremez, metot öğretemez, öğretmen öğrencisine öğretir. Hasta doktora tavsiyelerde bulunamaz, doktor hastaya bulunur. Talebe, üstadına hizmet stratejisi çizemez.

Öğretmen kitaptaki bilgilere sadık kalarak anlatır. Öğrenciler derse çalışmıyor, zayıf alıyor, diye bundan vazgeçemez. Doktor tıp kurallarına sadık kalarak muayene ile tedavi eder, reçete yazar. Hastalar onu dinlemiyor, diye o ölçülerinden vazgeçemez.

Nur Talebeleri, “sadakat, sebat ve metanetle” Risale-i Nur’un ortaya koyduğu zamanımızdaki Kur’ânî ve Nebevî içtimaî-siyasî ölçü ve prensipleri anlatırlar. İnsanlar dinlemiyorlar, diye bundan vazgeçemezler.

Ali Ferşadoğlu

Nur Postası

Allah’a âşık mı oldun? Güleyim bari.

 

Duymadığımız bir kelam değildir „Ben Allah’a âşık oldum“.

 

Bugün çevremizde olsun, dinlediğimiz ilahilerde olsun, çok duyarız, bu manası yüce olan kelimeyi ama samimiyetsizce söyleyenleri. Allah’a âşık olduğunu iddia eden kişilerin acaba hakiki Allah âşıkları gibi ciğerleri tütmüş, köz ölmüş gibi yanıyor mu? „Allah“ deyince kalpleri ürperiyor mu? Allah’a âşık olmak, Allah’tan başka her şeye yüz çevirmek olduğunu biliyorlar mı?

 

Abdullah-i Dehlevi hazretleri ne de güzel buyurmuş: “Allahu Teâlâ’yı seven, bilmediği bir aşk ile şaşkın haldedir. Uykusu kaçar, gözyaşları dinmez. Her işinde Allah’tan korkar, titrer. Allahu Teâlâ’nın sevgisine kavuşturacak işleri yapmak için çırpınır. Sabreder, affeder. Her geçimsizlikte, sıkıntıda, kusuru kendisinde görür. Her nefeste Allahu Teâlâ’yı düşünür, gafletle yaşamaz. Kimseyle münakaşa etmez. Bir kalbi incitmekten korkar. Kalpleri Allahu Teâlâ’nın evi bilir.”

Allah’a (c.c.) âşık olanlar resulüne de muhabbet duyarlar. Resulü sevmenin Allah’ı sevmek olduğunu bilirler ve bu ölçüde Allah resulüne aşk duyarlar. Onu incitmekten çekinirler, her sözünü bir emir kabul edip itaat ederler. Bu emre itaatin, patron işçi ilişkisi olarak kabul edilmemeli hatta “itaat etmez isek Allah bize kızar” gibi görmezler. İtaatleri duydukları “aşk” sebebiyledir. Onu sevdiklerinden dolayı sevdiğini incitmek istemediklerindendir.

Hiç ezan okurken, “Allah” ve “Muhammed” kelamları geçtiğinde, bir şeyler his ettin mi?

İslam’ın bülbülü Bilal-i Habeşi bir rivayete göre, ezanı okurken yarıdan keserek tekrar baştan aldı. Bunu 3 kez böyle yaptı sonra ezanı tam olarak okudu. Bunu sebebini soranlara şöyle cevap verdi: “Ezanı okurken “Eşhedu enne muhammeden Resulullah” bölümünde “Muhammed” kelimesini derken, içimde bir aşk his etmedim. 3. kez söylediğimde, ciğerimle birlikte ayağım altında taş parçaları dâhil “Muhammed” kelimesini derken aşk’tan eridiğini his edince, ezanı tam olarak okudum.”

İşte hakiki Allah aşığı budur.

Namaza durduğunuzda, aklınıza herhangi bir şey geliyor mu?

Hz. Ali’nin (k.v.) bir gün ayak topuğuna bir ok saplanmış. “Ben namaza durunca siz de oku çıkarırsınız” diye buyurmuş. Hz. Ali (k.v.) namaza durur. Selam verdikten sonra “oku çıkardınız mı” diye sorar. Tabibiler, “sen namazdayken çıkardık bir şey his etmedin mi,” diye şaşırırlar. Öyle bir aşk’a sahip ki, çevresinde olup bitenleri ne görür ne duyar.

İşte hakiki Allah aşığı budur.

Aşkın Miracı adlı kitap’ta Allah aşığı olan Seyyid Muhammed Efendi (k.s.) aşkı ne de güzel tarif etmiş:

“Aşk bedenlerdeki kesafeti temizlemiş ve beşerî âlemden semaların kalbine yol açmıştır. Allah aşkı ile mirâc hadisesi vuku bulmuştur.”

Bu güzel sözlerden, bu âşık insanlardan, aşkı dinlemek ne de güzel geliyor insanın kulağına. Yoksa duymaya alıştığımız, “Ben Allah’a âşık oldum”, “Allah için yandım, piştim kül oldum” gibi, adeta bir türkü gibi dinlediğimiz ilahilere benzemiyor.

Şiirlerini dinlediğimiz, Yunus Emreler, Mevlanalar, Kuddusi Babalar, Seyyid Nizamoğlu gibi aşk erleri, nasıl yaşadıklarına bakalım. Bir de “Ben Allah’a âşık oldum” diyen gafillerin yaşayışlarına bakalım.

Bu iş öyle kolay bir iş değil. Fedakârlık isteyen bir olay. Kendinden ve her şeyden vazgeçmeyi mecbur kılan bir hadise. İman etmiş olabilirsin. İbadet ediyor olabilirsin. Arada sırada duygulanıp ağlaya bilirsin. Lakin “Ben Allah’a âşık oldum” demeden önce, insanların utanmadan sokakta küfür eden bir devirde, utanmadan “Allah” diye bağıra biliyor musun ona bak? Eğer utanıyorsan, vallahi Allah’a âşık değilsin.

„Ben Allah’a âşık oldum“ diyenler, kızgın ve kavurucu çöllere yatırılıp, kaburgaların tek tek kırılan seslerinin ahenginde “Allah birdir, Allah birdir” diye haykıran, Bilal-i Habeşi ile mi kıyas ediyorlar kendilerini?

Bırak Hz. Ali (k.v.) gibi namazda acı his etmeden topuğundan ok çıkarttırmayı, aklına herhangi bir şey gelmeden namaz kıldın mı ki ömrü hayatında, “Ben Allah’a âşık oldum” diyebiliyorsun?

Mevlânâ Celaleddin-i Rumi kendi ölümüne rabbine duyduğu aşktan dolayı sevgiliye kavuşma, yani düğün gecesi demiştir. Ey ölümden korkan kişi, sen mi “Allah’a âşık oldum” diyorsun?

“Cennet cennet dedikleri, Birkaç köşkle birkaç huri, İsteyene Ver anları, Bana seni gerek seni” diyen Yunus Emre ile mi kıyaslıyorsun kendini? İman ve ibadetlerde arzu ettiğin sadece Cennet ise, “Ben Allah’a âşık oldum” deme!

Nitekim Evliyalar Sultani Abdulkadir Geylani hz. şöyle buyuruyor:

“Cennet için yapılan ibadet, gizli şirk’tir.”

Bu yazımızı kaleme alma sebebimiz, kendilerini Allah’a âşık zan edip gaflete düsenler için.

Samimiyetsizce, üç beş kuruş kazanacağım niyetiyle, Allah’a âşıkmış gibi, adeta Türkü misali ilahi besteleyenlere gelsin. İlahi okunursa okunsun, bende dinliyorum, amma velâkin, “Allah’a âşık oldum, yandım kül oldum”, diye ilahiler okuyup, ardından dünyaya dalmış gibi yaşıyorsa, bu davranışı kınıyorum ve para için değerli müslüman kardeşlerimin duygularını suiistimal etmelerine razı olmadığım içindir tepkim. Onca Hak aşığın yazdığı şiirleri dinleyip duygulanmaktan bıkmadık çünkü onlar hakkı ile Allah’a âşık olanlardır.

 

 Arif Ağırbaş

https://twitter.com/Arif_Agirbas

arif.agirbas@hotmail.de

Bir Mucize-i Kübra’dır, İhlâs süresi!

İhlâs: Samimi olmak, dine içtenlikle bağlanmak, esaslarını sırf Allah rızası için uygulamak anlamınadır. İhlâs süresi Mekke’de inmiştir. 4 ayettir. İslam’ın tevhit akidesinin en özlü ve anlamlı ifadesidir.1

İhlâs süresi ile ilgili bazı hadis-i Şerifler aşağıya yazılmıştır.

Übey  İbnu Ka’b (r.a) anlatıyor: “Müşrikler, Hz. Peygamber (a.s.v.)’e: “Rabbini bize tavsif et (tanıt)!” dediler. Bunun üzerine “İhlâs” süresi nazil oldu.

“De ki: O, Allah’tır, bir tekdir. O Allah’tır, sameddir  (hiçbir şeye muhtaç değil, her şey O’na muhtaçtır). Doğurmamıştır, doğurulmamıştır. Hiçbir şey O’nun dengi ve benzeri değildir”

Übey (r.a) bu sürede geçen bazı tabirleri şöyle açıkladı: “Samed, doğurmayan ve doğurulmayan “ demektir, çünkü doğan her şey mutlaka ölecektir. Ölen her şeye varis olunacaktır. Allah ise ne ölür, ne de O’na varis olunur. “Hiçbir şey O’nun dengi ve benzeri değildir” ayeti de O’na bir benzer, bir denk olmadığını, Allah’a benzeyen hiçbir şey bulunmadığını ifade eder.2

Ebu Said (r.a) anlatıyor: “Resûlullah (a.s.v.)  ashabına: “Sizden biri bir gecede Kur’ân-ı Kerim’in üçte birini okumaktan aciz midir?” diye sordu. ” Buna hangimiz güç yetirebilir?” dediler.

Resûlullah (a.s.v.): ” İhlâs süresi” Kur’ân’ın üçte biridir” buyurdu.3

Arefe günü Besmele ile bin İhlâs okuyanın günahları af olup duası kabul olur.4

Bediüzzaman Hazretleri arefe gününde ihlâs-ı Şerifi okur ve okuma imkânı olanlar içinde şöyle demiş:

Aziz, mübarek kardeşlerim,

Pek çok selâm… Bizim memlekette eskide arefe gününde bin İhlâs-ı Şerif okurduk. Ben, şimdi bir gün evvel beş yüz ve arefede dahi beş yüz okuyabilirim. Kendine güvenen, birden okuyabilir. Ben, gerçi sizleri göremiyorum ve hususî her birinizle görüşmüyorum, fakat ben, ekser vakitler, dua içinde her birinizle bazen ismiyle sohbet ederim.5

Tarif ve tavsifinde sınır olmayan, kainatı kuşatan Cenab-ı Allah (cc), mu’cize-i Kübra olan Kur’ân-ı Azîmüşşânın “İhlas”süresinde “tevhid-i şuhud, tevhid-i ulûhiyet, tevhid-i rububiyet, tevhid-i kayyumiyet, tevhid-i celali, tevhid-i sermedi ve tevhid-i cami” tevhit mertebesini gösterir,

Şöyle ki:

Kulhuve: De ki: O… karinesiz işarettir. Bilinenden bilinmeyeni çıkaracak ipucu delili,yani bir tarif ve isim ile sınırlanmamış geniş bırakılmış,tevhid-i şuhuda, yani  göze hitap eden her şeyde Allah’ın birliğini göstermektedir.

Allahu ehad:Allah birdir. Tevhid-i uluhiyete Allah’ın kainatı idare etmesinden  kaynaklanan birlik, iştiraksızlık ve yardıma muhtaç olmaması. Ondan başka ma’bud yoktur.

Allahusamed: Allah samed’dir; Herşey ona muhtaçtır. O ise hiçbir şeye muhtaç değildir. Tevhid-i rububiyet ve tevhid-i Kayyumiyeti işaret ediyor.Yani yaratan, rızık veren ve terbiye ederek kemala erdirenin bir olması,ondan başka halıkın olmaması ve kayum olması,

Lemyelid: Allah doğurmamıştır.Burda da bir Tevhid-i Celali saklıdır.Bütün şirk ve küfrü şeksiz ve şüphesisiz  reddeder.Değişim ve başkalaşma, üreme, çoğalma, velet fikri, doğma  küfrü reddeder.

Velemyuled: O doğurulmamıştır.Bir Tevhid-i sermedi yani sonsuza kadar devam edecek  olan  Allah’ın birliği ve hakikatıdır.

Velemyekün: Olmadı. Bir tevhid-i camidir; Ne zatında  benzeri, ne ef’alında  yani işlerinde şeriki, ne sıfatında  hal ve keyfiyetinde  benzeri yoktur.

Görüldüğü üzere her bir cümle diğer cümlelere hem delil hem de netice oluyor.Yani bir mana ile delil, diğer bir mana ile netice oluyor.

“Bediüzzaman, altı cümleden ibaret olan ihlas sûresi, 7 çeşit şirki (Üzeyir perestlik, İsaperestlik, melekperestlik, akılperestlik, esbapperestlik, yıldız perestlik, sanemperestlik gibi putperestlikleri) reddeden ve tevhid-i şuhud, tevhid-i ulûhiyet, tevhid-i rubûbiyyet, tevhid-i kayyûmiyet, tevhid-i celâl, tevhid-i sermediyyet ve tevhid-i cami gibi tevhidin 7 mertebesini gösterir.

Buna göre İhlâs sûresinde 36 İhlâs sûresi söz konusudur. Sûrenin her bir cümlesi altı defa delil, altı defa netice olur. Her bir tabloda altı cümlenin altı defa sıralarının değiştirilmesiyle toplam 36 ihlâs sûresi elde edilir.

Bediüzzaman’ın, 36 sureyi ihtiva ettiği İhlâs suresinin bu harika durumu, bilimsel olarak onu ortaya koyacak matematik formülü “Permitasyon prensibi” çerçevesinde değerlendirilmiş,

Bu prensibe göre.

a- Bu surede yer alan menfi ve müspet üçer cümlenin oluşturduğu iki farklı kategorinin normal permitasyonların sayısı: 720’şerden toplam 1440 dır. Buna göre İhlâs suresinde, tam 1440 İhlâs suresi vardır. Şüphesiz bu husus tek başına bir mucizedir.

b- Aşağıda görüldüğü üzere A, B, C = müspet; D, E, F menfi cümle şekilleriyle “saymanın temel İlkesi”ne göre bu sureden 36 tane sure elde edilebilir” 6

Mahzen-i mu’cizât ve mu’cize-i Kübra olan Kur’ân-ı Azîmüşşânın hakiki bir tefsiri olan Risâle-i Nur’un müellifi,  Bediüzzaman Hazretleri Kur’an’ı Hâkim’in sevabı katlanarak artmasını, manidar bir misal ile şöyle açıklamaktadır:

“Kur’ân-ı Hâkim’in  her bir harfinin bir sevabı var. Bir hasenedir. Fazl-ı İlâhîden o harflerin sevabı  sümbülledir, bazen on tane verir, bazen yetmiş,  bazen yedi yüz âyetel-Kürsî harfleri gibi, bazen bin beş yüz sure-i İhlâs’ın harfleri gibi,  bazen on bin Leyle-i Berat’ta okunan ayetler gibi ve bazen otuz bin, meselâ haşhaş tohumunun kesreti misillü, Leyle-i Kadir’de okunan ayetler gibi. Ve o gece, bin aya mukabil işaretiyle bir harfinin o gecede otuz bin sevabı olur, anlaşılır. İşte Kur’ân-ı Hâkim, tezâuf-u sevabıyla (sevabın katlanması, artması) beraber elbette muvazeneye gelmez ve gelemiyor. Belki asıl sevap ile bazı surelerle muvazeneye gelebilir.

Meselâ: İçinde mısır ekilmiş bir tarla farz edelim ki, bin tane ekilmiş. Bazı habbeleri yedi sümbül vermiş farz etsek, her bir sümbülde yüzer tane olmuş ise, o vakit tek bir habbe bütün tarlanın iki sülüsüne (üçte ikisine) mukabil oluyor. Mesela birisi de on sümbül vermiş, her birinde iki yüz tane vermiş, o vakit bir tek habbe asıl tarladaki habbelerin iki misli kadardır. Ve hakeza kıyas et…” 7

Rüstem Garzanlı /DİYARBAKIR

KAYNAKLAR:

1-Diyanet vakf. Kur’an meali

2-Tirmizi, Tefsir, İhlâs,3361–3362

3-Buharî, Fedâilu’l-Kur’ân 13, Tevhid 1; Müslim,  Ebu Davut , İbnu mâce

4Ebuşşeyh

5-Şualar,13.ncu şua

6- Sözler, (Lemaat) Risale haber- Yrd. Doç. Dr. Niyazi BEKİ

7- Sözler, 25.nci söz

 

 

Şevval Ayı ve “Altı Gün Orucu” nedir? Arka arkaya mı tutulmalı?

Şevval ayında oruç tutmak, hadislerdeki teşvikten sonra teravih namazı gibi sevaplı bir ibadet olarak hep ilgi görmüştür.

Nitekim Efendimiz (sas) Hazretleri, şevval ayı orucunun bir sene nafile oruç tutmuş gibi sevaba vesile olacağını duyurduğu hadisinde şöyle buyurmuştur:

“Kim oruçla geçirdiği Ramazan ayından sonraki Şevvâl ayında altı gün oruç tutarsa bütün seneyi oruçla geçirmiş gibi olur!” (Müslim-Tirmizi)

Demek ki, bir aylık Ramazan orucundan sonra Şevvâl’de de altı gün oruç tutarak orucunu otuz altıya çıkaran kimse, bütün seneyi oruçlu geçirmiş gibi sevaba layık görülmektedir.

Hadisi yorumlayanlar bütün seneyi oruçla geçirmiş gibi sevap almanın açıklamasını şöyle yapmaktalar:

Ramazan boyunca oruç tutan insan, her orucuna on sevap almışsa yekûnu üç yüz eder. Şevvâl ayında tuttuğu altı orucuna da altmış sevap alınca eder üç yüz altmış. Yani bir sene… Dolayısıyla hadisin işaret ettiği (kameri) seneyi oruçlu geçirmiş gibi büyük bir sevaba ulaşma hali söz konusu olur.

Aslında ibadetlerdeki sevap çokluğu konusunda esas olan, o ibadeti ihlasla yapmak, vesveseden uzak bir istek ve ümitle ona talip olmak. Bazen samimi bir niyetle yapılan öyle iyilikler, ibadetler olur ki, yapanın gönlünde duyduğu derin istek ve sâfî ihlas yüzünden 360 gün değil, belki 360 senelik nâfile ibadet sevabı bile kazanabilir. İhlas ve samimiyet meselesidir bu… “İhlas ile kim ne isterse Rabb’imiz verebilir.” Onun için Müceddid’üz-zaman’ın sözü hep tekrar edilegelmiştir. Der ki:

Zerre kadar ihlaslı amel, batmanlarla ihlassız amele müreccahtır, tercih edilir.

‘Âdetleri bile ibadete çeviren niyetlerdeki bu samimiyet ve ihlasın’ önemini geçmişte verdiğim bir misalde şöyle bir örnek ile arz etmiştim. Çölün ortasında giden bir yolcu düşünmüş ki:

– Bu dümdüz yolda yaşlı bir adam ve çocuk bineğine binmek istese, üzerine basıp da yukarı çıkarak hayvanına binebileceği bir basamak yoktur. Öyle ise şu tepedeki kayayı yuvarlayıp yolun kenarına getireyim de, yolda yürümekte olan yaşlı ve çocuklar hayvanlarını taşın yanına çekip üstüne çıkarak kolayca binme imkânı bulsun, sevabı da bana olsun.

Adamın bu hâlis niyeti sebebiyle Rabb’imiz ondan razı olmuş, istediği sevabı ihsan eylemiş.

İşte böyle güzel bir niyetle getirilen taşı yolun kenarında gören bir başka yolcu da düşünmüş ki:

– Bu kayayı buraya getiren kimse ne kadar da yanlış bir iş yapmış. Hiç düşünmemiş ki, buradan gözleri görmeyenler geçer, gece karanlıkta fark edemeyenler taşa takılıp yere düşerler. Şu taşı buradan yuvarlayıp uzaklaştırayım da kimse takılıp yere düşmesin, sevabı da bana olsun…

İşte bu adam da halis bir niyetle taşı buradan uzaklaştırdığından dolayı sevaba nail olmuş. Her ikisinde de niyet hâlis, yorum makul.

Biz de sâfi bir niyetle altı gün orucumuzu tutarsak, belki Rabb’imiz bu niyetimize, bu bağlılığımıza bütün seneyi oruçlu geçirmiş gibi sevaplar ihsan edebilir. Rabb’imizin sınırsız rahmetine kimse sınır koyamaz, diye düşünsek yanlış olmaz.

– “Bu altı gün orucun arka arkaya bitişik mi tutulması gerekir, yoksa aralıklı olarak tutulsa da olur mu?” sorusunun cevabı: Bitişik olması şart değildir, ay boyunca aralıklarla tutulması da yeterli olur. Hatta pazartesi perşembe günleri de tutulabilir, şeklinde olmaktadır.

Ayrıca: Özellikle hanımların Ramazan içinde tutamadıkları borç oruçları varsa, önce o borç oruçları tutmak daha isabetlidir diyenler de vardır. Çünkü önce farz olan borçtan kurtulmak önemlidir, denmektedir.

Şayet bu borçlar tutulurken vakit geçer de altı gün nafile orucuna fırsat bulunamazsa muhtemeledir ki, borç olarak tutulan oruçlar da Şevvâl orucu sevabını da kazandırabilir, diye beklemek de mümkündür. Rabb’imizin sınırsız rahmetinden böyle ikram ümit etmek yanlış olmasa gerektir.

 Ahmed Şahin / Zaman Gazetesi