Etiket arşivi: ihlas

İhlas düsturları ailede nasıl yaşanır?

Risale-i Nur Külliyatı’nda bulunan ve Bediüzzaman Said Nursî’nin en az on beş günde bir okunmasını tavsiye ettiği ihlas düsturları sadece hizmette değil hayatın her alanında geçerlidir. Aile hayatımızda, iş hayatımızda, arkadaşlık hayatımızda, sosyal hayatımızda bu düsturlar vazgeçilmezdir. Acaba ihlas düsturlarını aile hayatımızda nasıl uygulamalı, hayata nasıl geçirmeliyiz?

Aile çok önemli ve çok büyük bir kurum. Çok hayatî ve o kadar da mükemmel bir beraberlik. Hayırlı ve güzel işlerin yapıldığı bir yuva. İnsan burada dünyaya gelir, burada yetişir, burada gelişir, burada hayata hazırlanır, burada hayatını geçirir.

İnsanın ilk mayası ailede atılır, ilk olarak ailede şekillenir, karakteri ailede oluşur. İnsanın yaratıcısıyla tanışıklığı, ilişkileri, yakınlığı ve birlikteliği ailede kurulur.

İnsanın inancı, ahlakı, düşüncesi, merakları, ilgi alanları, sevdikleri, tutkuları, bakışı ve duruşu ailede belirlenir. Yüce Allah bu görevi anne-babaya vermiş. Anne-baba da bir emanetçi bilinciyle Allah adına, Allah’ın kulunu yetiştirir.

Bu süreç içinde çok zararlı maniler, engeller; çok karışanlar, karıştıranlar, çok göz dikenler, el atanlar, çelme takanlar olur. Bu engellemeler şeytan tarafından yapılır, şeytanın eliyle idare edilir.

Şeytan; bu “hizmetin” bireyleriyle, ailede yaşayan fertlerle; bir taraftan anne-babayla, bir yandan da çocukların/gençlerin kafasına girerek çok uğraşır. Uğraşmanın ötesinde yönetimi, kumandayı ve yetkiyi eline almaya çalışır. Şeytanlarla beraber başka “muzırlar” da nefes aldırmadan etrafta, çevrede dolaşır dururlar.

Bu engellemelere, bu şeytanlara ve şeytanın işbirlikçilerine karşı kullanılacak tek güç, tek dayanak noktası ihlastır. Allah için hareket etmek, Allah’ı yanımıza alarak, yanımızda bilerek, Allah’tan yardım isteyerek karşı koymaktır.

İhlası kıracak, ihlası kaçıracak, ihlası bitirecek sebeplerden çekinmek gerektir. Üstümüze doğru gelen yılandan, kuyruğunu uzatıp zehrini kusacak olan akrepten nasıl korkuyor, nasıl ürküyor ve nasıl çekiniyorsak, ihlası kaybetmekten de o kadar çekinmemiz gerekiyor.

İlk yapılması gereken

Bunun için her şeyden önce aile bireyleri nefsine güvenmemeli, nefsin hatırını saymamalı, nefsine yenik düşmemeli; kendini haklı, karşıyı haksız görme gibi bir kolaycılığa sığınmamalı ve nihayet duygularına aldanmamalı ki, ihlası kazansın, ihlası elde etsin ve ihlas sahibi olsun.

Bunun için ihlas düsturları hayata yön vermeli, yönlendirmeli; ölçü ve ölçüt ihlasın şaşmaz prensipleri olmalı…

Bunun için “İhlas”ın giriş paragrafı çok hayatî önem taşıyor. Bizim giriş cümlelerimiz sadece ve kısaca bu hakikatin bir açılımıdır. Orijinal ifadesiyle ihlasa dikkat çeken hitap şöyledir:

Ey kardeşlerim! Mühim ve büyük bir umur-u hayriyenin çok muzır manileri olur. Şeytanlar o hizmetin hadimleriyle çok uğraşır. Bu manilere ve bu şeytanlara karşı ihlas kuvvetine dayanmak gerektir. İhlası kıracak esbaptan yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz. Hazret-i Yusuf Aleyhisselam’ın (mealen: Şüphesiz nefis daima kötülüğü sevk eder. Ancak Rabbim rahmet ederse o başka” (Yusuf, 12:53) demesiyle, nefs-i emmareye itimat edilmez. Enaniyet ve nefs-i emmare sizi aldatmasın.” (Lem’alar, Yirmi Birinci Lem’a)

İhlas ne demektir, nasıl olmalıdır, aile fertleri birebir ihlası nasıl anlamalı, nasıl uygulamalı, ihlasta neyi öne çıkarmalıdır?

İşte küçüğünden büyüğüne, bebesinden ebesine, anasından babasına, dededen toruna, kardeşten kardeşe ve bir bütün halinde ailede, ihlasın vazgeçilmeyen düsturu ilk düsturdur:

Birinci düsturunuz: Amelinizde rıza-yı ilahî olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için bu hizmette doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakkın rızasını esas maksat yapmak gerektir.” (Lem’alar, Yirmi Birinci Lem’a)

Ailenin çekirdeği olan karı-koca, yani anne-baba Allah’ın rızasını düşünerek bir araya gelmişlerse, Allah’ın razı olduğu/olacağı bir hayatı önceleyerek ailenin temelini atmışlarsa, ilk sınavı başarıyla vermişler demektir.

Peygamberimiz (a.s.m.), “Evlenirseniz dininizin yarısını tamamlamış olursunuz, diğer yarısı da size kalmıştır” hadisinde ifade ettikleri gibi, evlilik dinî hayatı desteklemek, imanî hayatı oluşturmak maksadıyla ve niyetiyle yapılmalı; yani “Evlenirsem Allah’ın rızasını daha iyi elde ederim” düşüncesiyle yola çıkılmalıdır.

Bu “amelde rıza-yı ilahî” olursa, evlilik öncesindeki “amelde, girişimlerde, hazırlıklarda” Allah rızası esas almışsanız, evlilik ve aile hayatı bu esas üzerinde kurulacaktır, devam edecek ve yaşayacaktır.

Hayatın seyri ve gelişimi içinde siz karı-koca olarak birbirinizi Allah’ın razı olacağı hayata teşvik ederseniz, birbirinizi Allah için seveceksiniz, Allah’a kul olmakta yarışacaksınız. Aile ortamında, çocukların eğitiminde ve yetiştirilmesinde tek düşünceniz ihlas olacaktır.

Çocuklar da sizden aldıkları, öğrendikleri şekliyle, yapabildikleri kadarıyla, çok kere farkında olmadan, bazen de farkına vararak ihlasla hareket edeceklerdir. Dolayısıyla aile bütünlüğünün oluşmasına ve gelişmesine katkıda bulunacaklardır.

Allah razı mı?

Anne-baba veya diğer aile bireyleri olarak bu niyetinizden, bu amelinizden, bu hareketinizden Allah razı mı, Allah hoşnut mu, Allah memnun mu? Başkaları ne düşünürse düşünsün, başkaları ne derse desin, başkaları nasıl değerlendirirse değerlendirsin, hatta karşı da çıksalar, sırt da dönseler, daha ötesi “bütün dünya küsse de ehemmiyeti yok”tur, bir anlam taşımaz.

Yani başkalarının müdahalesi sizin moralinizi bozmasın, sizi ihlaslı yolunuzdan çevirmesin, istikametinizi değiştirmesin.

Bir kere siz ilk başta Allah’ın rızasını kalbinize koymuşsunuz, Allah ile yola çıkmışsınız, Allah’ı yanınızda bilerek hareket etmişsiniz, artık geriye dönüş yoktur.

Niyetinizi/amelinizi Allah kabul etti mi, Allah katında makbul oldu mu, “bütün halk reddetse”, bütün insanlar kabul etmese de bir tesiri ve etkisi olmamalı ve olmaz.

Zaten Allah razı olmuşsa, Allah kabul etmişse, “insanların memnun olmasını” istemeseniz bile, “Allah isterse ve hikmeti iktiza ederse” insanlara da kabul ettirir, “onları da razı eder.

Bunun için “bu hizmette”, yaptığınız bu işte, aile çarkını döndürmede çocuklarınız yetişmesinde ve eğitiminde “doğrudan doğruya, yalnız Cenab-ı Hakk’ın rızasını esas maksat yapmak gerektir.” Sadece ve sadece Allah’ın razısını esas maksat/hedef ve amaç haline getirmek gerektir.

Diyelim ki, eşinizin bir ihtiyacını mı göreceksiniz, istediği bir şeyi mi alacaksınız, çocuklarınızla ilgilenecek, onlara harçlık mı vereceksiniz, hemen aklınıza “Onların örfe uygun olarak beslenmesi ve giyimi babaya aittir” âyetini düşünecek, “Allah emrettiği için bunları yapıyorum, maksadım da Allah’ın rızasını elde etmektir” diyeceksiniz. Böylece normal ve basit gibi görünen bu davranışlarınız ve işleminiz aile içinde ihlasın yaşanması olacak, bir ibadet sayılacaktır.

Ailecek ihlasın zirvesini yaşamış olan bir aile vardır. O aile her dönemde, her çağda hepimiz için şaşmaz bir örnektir. Hz. Ebu Bekir ve ailesinden söz ediyorum.

Hicret günleridir. Peygamberimiz ve Hz. Ebu Bekir Sevr mağarasındadırlar. Yiyecek-içecek gibi ihtiyaçlarının karşılanması, Mekke’deki gelişmelerden haberdar edilmesi gerekmektir. Bu önemli, hayatî ve zorlu işi, her türlü tehlikeyi göze alarak Hz. Ebu Bekir’in kızı Hz. Esma ile oğlu Hz. Abdullah üzerlerine almıştır.

Bütün bir Mekke halkı karşılarındadır, aleyhlerindedir, bir öğrenecek olsalar gözlerini kırpmadan canlarına kıyacaklardır. Fakat olan bitenler bu iki genç insanın hiç umurunda değildir, bir kere ihlasla yola çıkmışlardır. Bütün tedbirleri almışlar Efendimizin (a.s.m.) ve babalarının isteklerini, ihtiyaçlarını yerine getirmişler, hicretin sağ salim ve tehlikesiz olarak gerçekleşmesine katkıda bulunmuşlardır.

Onların ihlaslı hareketleri ve davranışları bu aileyi, bütün fertleriyle hem Allah katında makbul ve yüksek bir konuma getirmiştir, hem de kıyamete kadar mü’minler tarafından hayırla ve dua ile yâd edilmişlerdir.

Ailenin çekirdeği olan karı-koca, yani anne-baba Allah’ın rızasını düşünerek bir araya gelmişlerse, Allah’ın razı olduğu/olacağı bir hayatı önceleyerek ailenin temelini atmışlarsa, ilk sınavı başarıyla vermişler demektir.

Bu hizmette”, yaptığınız bu işte, aile çarkını döndürmede çocuklarınız yetişmesinde ve eğitiminde “doğrudan doğruya, yalnız Cenab-ı Hakk’ın rızasını esas maksat yapmak gerektir.” Sadece ve sadece Allah’ın razısını esas maksat/hedef ve amaç haline getirmek gerektir.

Mehmet Paksu / Moral Dünyası Dergisi

Niyet denilen “Maya”nın Amel’e etkisi nedir?

Niyet eşyanın mahiyetini değiştirir. Günahı sevaba, sevabı günaha çevirir. Niyet; adî, ama ibadet kastıyla yapılan bir hareketi ibadete; gösteriş için yapılan bir ibadeti de günaha dönüştürür.

Mesnevî-i Nuriye’de geçen, ‘Nazarla niyet mahiyet-i eşyayı tağyir eder. Günahı sevaba, sevabı günaha kalb eder.’ cümlesini açar mısınız? Niyet sevabı günaha, günahı sevaba nasıl çevirir?”

Peygamber Efendimize (asm), hicret edenlerin arasında birisinin, sadece bir kadını nikâhlamak niyeti taşıdığı, bunun için hicret ettiği bildirilir. Peygamber Efendimiz (asm): “Ameller niyetlere göredir. Herkese ancak niyet ettiğinin karşılığı vardır. Kimin hicreti Allah ve Resûlü için ise, hicreti Allah ve Resulü içindir. Kimin de hicreti dünya malı veya nikâhlayacağı kadın için ise, hicreti onun içindir.” buyurur.1

Sizin de aktardığınız gibi, Bedîüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle niyet eşyanın mahiyetini değiştirir. Günahı sevaba, sevabı günaha çevirir. Niyet; adî, ama ibadet kastıyla yapılan bir hareketi ibadete; gösteriş için yapılan bir “görünüşte ibadeti” de günaha dönüştürür. Meselâ, varlıklara sebeplerin yaptığı şeyler niyetiyle bakılırsa cehalet olur; Allah’ın yarattığı şeyler niyetiyle bakılırsa marifet olur, ilim olur, irfan olur; imanı olgunlaştırır.2

Yine meselâ yoldaki taşları Müslüman’ın ayağına takılmasın ve zarar vermesin niyetiyle kenara atmak sevaptır, hayırdır, güzeldir, ibadettir. Bu işi yaparken, dikkat etmesine rağmen sehven birisine zarar verse özür diler, zarar verme kastı ve niyeti olmadığından, günahtan da muaf olur. Yine bu işi yaparken yolun sertleşmesi ve oturması için döşenmiş taşları da sehven ayıklamış ve atmış olsa, bilgi eksikliğinden doğan zararı telâfi eder. Niyetinin sıhhatinden dolayı günahkâr olmaz, sevabında eksilme de olmaz.

Fakat aynı davranışı kötülük yapmak ve zarar vermek niyetiyle yaparsa, yaptığı iş ibadet olmaz, günah bir fiil olur.

Peygamber Efendimiz (asm) bu hususu şu veciz hadisiyle ifade buyurur: “Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır. Münafığın ameli ise niyetinden hayırlıdır. Herkes kendi niyetine göre amel işler. Mü’min hayır ve iyilik niyetiyle bir amel işlediğinde kalbinde bir nûr ve feyiz bulur.” 3

Bu hadislerin tefsiri sadedinde Üstad Saîd Nursî Hazretleri, niyetin sıradan âdetleri ve adî davranışları ibadete çeviren pek acîp bir iksir, bir mâye ve bir ruh olduğunu, ölü halleri ibadetle canlandırdığını kaydeder. Bediüzzaman’a göre niyetin ruhu ihlâstır. Öyle ise gerçek kurtuluş ancak ihlâs ile mümkündür. Az bir ömürde, bütün lezzetleriyle ve güzellikleriyle Cennet ancak böyle bir halis niyetle kazanılır. Çünkü niyet ile insan daimî bir şâkir olur, daimî şükredici olur; daimî şükür sevabı kazanır.4

Niyetin mahşerdeki yansımasını Peygamber Efendimizden (asm) dinleyelim:

* “İnsanlar niyetlerine göre diriltilecek ve hesaba çekilecektir.”5

* “İnsanlar niyetlerine göre dirilirler ve haşrolunurlar.”6

* “Kıyamet gününde aleyhinde ilk önce hüküm verilmek üzere, şehit olduğu bilinen bir kimse getirilir. Allah ona olan nimetlerini anlatır. O da mazhar olduğu nimetleri hatırlar. Allah:

Ne amel işledin?” diye sorar. Adam:

Allah’ım, Senin yolunda cihad ettim ve nihayet senin için şehid düştüm.” der. Allah:

Yalan söyledin. Sen cesaretlidir desinler diye savaştın. Senin için öyle de denilmiştir.” buyurur ve ameli kabul görmez.

Sonra ilim öğrenmiş, öğrendiğini başkasına öğretmiş ve Kur’ân okumuş bir kimse getirilir. Allah ona da nimetlerini hatırlatır, o da itiraf eder. Sonra Allah ona:

“Ne amel işledin?” diye sorar. O da:

Allah’ım, Senin rızan için ilim öğrendim. Onu başkalarına öğrettim. Senin için Kur’ân okudum.” der. Allah:

Yalan söyledin. Sen âlim denilmek için ilim öğrendin. Ne güzel okuyor desinler diye Kur’ân okudun. Hakikaten senin hakkında bunlar da söylendi.” buyurur ve amelini kabul etmez.

Sonra Allah’ın kendisine her çeşit maldan bolca verdiği bir kimse getirilir. Allah ona nimetlerini hatırlatır. O da hatırlar. Sonra Allah ona:

“Ne amel işledin?” der. Adam:

Allah’ım, verilmesini istediğin yerlere senin rızan için bolca verdim.” der. Allah:

“Yalan söyledin. Benim için vermedin. Ne cömert bir kimsedir desinler diye verdin. Nitekim hakkında böyle de denilmiştir.” buyurur da amelini kabul etmez.7

Süleyman KÖSMENE

Dipnotlar:

1- Buhârî, 1,50; Müslim, İmâre, 155; Riyâzu’s-Sâlihîn, 1; Câmiü’s-Sağîr, 1/1

2- Mesnevî-i Nûriye, s. 45

3- Câmiü’s-Sağîr,4/3810

4- Mesnevî-i Nûriye, s. 61

5- Câmiü’s-Sağîr, 1436

6- Câmiü’s-Sağîr, 3890

7- Müslim, İmâre, 152

Esrarengiz Bir Adam: Üstad Bediüzzaman (Şiir)

Bir adam tanıyorum adı Bediüzzaman

Esrarengiz bir adam, hem cesur hem kahraman

 

Cefa ve çilelerin dayanıklı insanı

Dert ve ızdırapların tükenmeyen dermanı

 

İhlâs ile fazilet O’nda abideleşmiş

Asalet ve adalet O’nda ebedileşmiş

 

Kırılmış ve büzülmüş gönüllerin feryadı

Şahsında bütünleşmiş Bediüzzaman adı

 

Yepyeni bir dünyanın mimar ve müessisi

Sevdalı gönüllerin en güzel sevgilisi

 

Düşkün ve şaşkınların sönmeyen hayat nuru

İmanlı müminlerin tükenmeyen gururu

 

Kur’anın müfessiri insanlığın sertacı

Uğrunda çalıştığı İslam’ın şeref tacı

 

Risale-i Nurların mübellğ-i bülbülü

Diken tarlasındaki biten dikensiz gülü

 

Volkanlar gibi coşan, nehirler gibi koşan

Gönülleri okşayan Üstad Bediüzzaman

 

Fikirlerin fatihi vicdanların hamisi

Mücadele adamı ve Hakkın sevdalısı

 

Ebedi kurtuluşun yolunda yön gösteren

Ümitsizlere ümit, çıkmazlarda yol veren

 

Hakkın keskin kılıncı zalimlerin düşmanı

Gönülleri fetheden Nurların Kahramanı

 

Şaşkın beşeriyete deste deste nur saçan

Ebedi kurtuluşa kapanmaz bir yol açan

 

Asrının müceddidi imanları kurtaran

Kâmil, mükemmel insan Üstad Bediüzzaman

 

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Cemaati terketmek

HADİSLERİN, İSLÂMÎ hayatın her zaman ve zeminde yeniden inşasında oynadıkları tartışmasız rol ortada. Bir mü’min şaire “İşte yeni bir dünya, peygamber sözlerinden” dedirten bu gerçeği İslâm’ın düşmanları da görüyor olmalı ki, İslâm ile Müslümanların arasını açmaya adanmış oryantalist teşebbüslerin ana saldırı noktalarından birini ‘hadis’in oluşturduğunu görüyoruz.

Schacht ve Goldziher gibi isimlerden başlayarak bugünlere gelen bir çizgide, ‘hadis’ler konusunda mü’minleri şüpheye düşürmeye adanmış çalışmaların ardı arkası kesilmiyor.

Ve ne yazık ki, İslâm toprakları içinde, bu çalışmalardan etkilenmiş insanların, özellikle de ‘ilahiyat’ camiasında hatırı sayılır bir yekûn teşkil ettiği görülüyor.

Bugün ‘mütevatir’ hadislere dahi ilişen böylesi bir yaklaşıma karşılık, dünün âlimlerinin ince ve kademeli bir süzgeçle hadis rivayetlerini elemeye tâbi tutarken, fıkhî bir hüküm verirken çok daha ince bir elek kullanırken, siyere ve ahlâka dair konuşurken daha esnek davrandıklarını görüyoruz.

Ebu Talib el-Mekkî’den İmam Gazalî’ye, Mevlânâ’dan İmam-ı Rabbanî’ye, İslâmî düşünce ve yaşayışın yeniden inşasında kritik bir görev üstlenmiş bütün mürşidlerde bu ayrımı görebiliyoruz.

Zaten işte bu yüzden, oryantalistlerin baktığı yerden hadislere yaklaşan zamane isimler, meselâ İhyâu Ulûmi’d-dîn’in siyaset, İsrailiyat, Yunan felsefesi ve Bâtınîliğin İslâmî düşünce ve hayata darbe vurduğu bir zeminde sünnet-merkezli bir ihyayı nasıl mümkün kıldığına odaklanacak yerde, ilm-i hadis kriterlerine göre ‘zayıf’ hadislerin de varlığına atıfla bu büyük eseri gözden düşürmeye teşebbüs edebiliyorlar.

Aynı isimler için, dünün Gazalî’si de, bugünün Bediüzzaman’ı da bu açıdan ‘sorunlu.’ Habuki, bu âlimlerin, bir hadis rivayeti Kur’ân’ın ve mütevatir hadislerin sahih çizgisine muvafık olduktan sonra ‘isnad’ zincirindeki zayıflığı—fıkhî bir hüküm sözkonusu değil ise eğer—‘gözardı edilebilir’ görmekle İslâmî edeb, ahlâk ve yaşayışa nebevî bir soluk verdiklerini görüyoruz.

Bunca sözü niye söyledik?

Yakınlarda, sünnet-merkezli bir tasavvufun öncü isimlerinden Ebu Talib el-Mekkî’nin Kûtu’l-Kulûb’unu okurken, böyle bir hadisle karşılaştım da, ondan.

Ebu Talib el-Mekkî’nin aktardığı rivayet, özetle şöyle:

Bir gün, bir adam, Mescid-i Nebevî’ye gelir ve cemaati yara yara en ön safa geçer. Mâlûm, Peygamber aleyhissalâtu vesselamın mescide en ön safta namaz kılınan namazın faziletine dair sözleri vardır. Namazdan sonra, Peygamber aleyhissalâtu vesselam bu kişiye neden cemaati terk ettiğini sorar. Adam şaşkın haldedir. “Yâ Rasûlallah!” der. “Ben namazda sizinle beraberdim. En ön saftaydım.” Bunun üzerine, Efendimiz aleyhissalâtu vesselam kendisine şunu der: “Cemaate eziyet vere vere en ön safa geçen sen değil miydin?”

Kûtu’l-Kulûb’da okuduğum bu rivayet, ‘cemaati terketme’nin, bildiğimiz yollardan farklı, hatta bildiğimiz yolların tam zıddı bir yolunun da pekâlâ vâki olduğunu göstermesi bakımından çok öğretici gözüküyor bana.

Görüldüğü üzere, sadece alıp başını giderek, dağ başında veya çöllerde yapayalnız kalarak değil, mü’minler topluluğunun arasında ‘en önde’ olma gayretiyle de ‘cemaati terketmek’ mümkün. Sadece cemaati bırakarak yalnız başına kalanlar değil, cemaati ‘aşarak’ en önde olmaya çalışanlar da, cemaati terk etmiş oluyor!

Hele ki, bu çaba içinde abanarak, iterek, çekerek sair mü’minlere eziyet veriyorsa…

Bediüzzaman’ın İhlas Risalesi’nde ‘sevab hırsı’nı dahi ihlasın kalbde yerleşmesi için bir problem olarak kaydetmesi, bir hakikati anlatmaya en lâyık kişi olarak ‘istemeyen bir arkadaş’a işaret etmesi, dahası ‘mürşid vaziyetini takınma’ya karşı uyarısı da bu sırdan olsa gerek…

Dikkat etmeli. Cemaatin içinde ve en önündeyim derken de, gerçekte ‘cemaati terketmiş’ olma riski var çünkü…

Metin Karabaşoğlu

Geniş Daire Faaliyetleri

Evvelâ umumî bir kaideyi nazara almak lâzımdır. Şöyle ki: Esbab ve zıdlar karması olan bu alemde çok şeyler var ki ,kubh, hüsn, zarar ve fayda gibi zıdları tazammun eder. Bu durum karşısında hak düsturlarına uymaya bedel meyline uyan insanlar, mevzu edilen mes’elenin kendi meyline göre hoşlandığı cihetini görür ve gösterir ve böylece aldanır ve aldatır. Halbuki dinî mes’elelerde asl olan, Kur’andan gelen hükümleri esas almaktır. Bu kaide unutulmamalıdır. Dine hizmetin esasları ve hizmet ehlinin evsafı bilinmez ver hizmetler buna göre yapılmazsa, mühim hatalara sebebiyet verilmiş olur. Bu bakımdan geniş dairede içtimaî faaliyetler ve dine hizmet çalışmalarının nüsbet mânada yapılabilmesi için, bid’alara bulaşmamak ve hizmet-i Kur’aniyeyin esasını teşkil eden hâlis iman hizmetinden geniş dairelere nazarları çevirmemek icab eder. Böyle müsbet ve tavizsiz hizmet ve faaliyetlerin yürütülebilmesi de ancak gerekli olan şartların varlığı ile mümkündür.
Bediüzzaman Hazretleri bu hususa dikkat çekerek der ki :
“Risale-i Nur’un meslebi, sâir tarikatlar, meslekler gibi mağlûb olmayarak belki galebe ederek pek çok muannidleri îmana getirmesi; pek çok hâdisatın şehadetiyle, bu asırda bir mu’cize-i mâneviye-i Kur’âniye olduğunu isbat eder. O dâirenin haricinde, ekseriyetle bu memlekette ve hususî ve cüz’î ve yalnız şahsî hizmet veya mağlûbane perde altında veya bid’alara müsamaha suretinde veya te’vilât ile bir nevi tahrifat içinde hizmet-i dîniye edilebilir, diye hâdisat bize kanaat vermiş.”(Em:63)
Halbuki Risale-I Nur’un haslar dairesi; ihlas sadakat, takva, azimet gibi keyfiyet hususiyetlerinde a’zamiyet mesleğini takip etmekle ve numune-i imtisal ve şayan-ı itimad ve nokta-i istinad olacak merkezi mâneviye vasfını muhafaza etmekle mükellef bulunmaktadır. Evet:
“Risale-i Nur gerçi umuma teşmil suretiyle değil; fakat her halde hakikat-ı İslâmiyenin içinde cereyan edip gelen esas-ı velayet ve esas-ı takva ve esas-ı azimet ve esasat-ı Sünnet-i Seniyye gibi ince fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek, bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zaruretle, hâdisatın fetvalarıyla onlar terkedilmez.”(K.L.78)
Malumdur ki:
“Her zaman def’-i şer, celb-i nef’a racih olmakla beraber; bu tahribat ve sefahet ve cazibedar hevesat zamanında bu takva olan def’-i mefasid ve terk-i kebair üss-ül esas olup, büyük bir rüchaniyet kesbetmiş. Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takva bu tahribata karşı en büyük esastır.”(K:148)
“Risale-i Nur şakirdlerinin bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribata ve günahlara karşı takvayı esas tutup davranmak gerektir.”(K:148)
Hem yine Hazret-i Üstad, mevcut hâkim cereyanların tasallutundan bahisle,şu ikazda bulunmaktadır:
“Bu zamanda öyle fevkalâde hâkim cereyanlar var ki, her şeyi kendi hesabına aldığı için, faraza hakikî beklenilen o zât dahi bu zamanda gelse, harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum.
Hem üç mes’ele var: Biri hayat, biri şeriat, biri imandır. Hakikat noktasında en mühimmi ve en a’zamı, iman mes’elesidir. Fakat şimdiki umumun nazarında ve hal-i âlem ilcaatında en mühim mes’ele, hayat ve şeriat göründüğünden o zât şimdi olsa da, üç mes’eleyi birden umum rûy-i zeminde vaziyetlerini değiştirmek nev’-i beşerdeki cârî olan âdetullaha muvafık gelmediğinden, her halde en a’zam mes’eleyi esas yapıp, öteki mes’eleleri esas yapmayacak. Tâ ki iman hizmeti safvetini umumun nazarında bozmasın ve avamın çabuk iğfal olunabilen akıllarında, o hizmet başka maksadlara âlet olmadığı tahakkuk etsin.
Hem yirmi seneden beri tahribkârane eşedd-i zulüm altında o derece ahlâk bozulmuş ve metanet ve sadakat kaybolmuş ki, ondan belki de yirmiden birisine itimad edilmez. Bu acib hâlâta karşı, çok fevkalâde sebat ve metanet ve sadakat ve hamiyet-i İslâmiye lâzımdır; yoksa akîm kalır ve zarar verir.
Demek en hâlis ve en selâmetli ve en mühim ve en muvaffakıyetli hizmet, Risale-i Nur şakirdlerinin daireleri içindeki kudsî hizmettir. Her ne ise… Bu mes’ele şimdilik bu kadar yeter.”(K:90)
Demek oluyor ki geniş dairede beklenen zat dahi, ittihad-ı İslamın teşekkülü ile ona istinad etmesi gerekiyor. Nitekim:
“O zât, bütün ehl-i imanın manevî yardımlarıyla ve ittihad-ı İslâmın muavenetiyle ve bütün ülema ve evliyanın ve bilhassa Âl-i Beyt’in neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakâr seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmayı yapmağa çalışır.”(E:266)
Hem  “O zâtın ikinci vazifesi, şeriatı icra ve tatbik etmektir. Birinci vazife, maddi kuvvetle değil, belki kuvvetli îtikad ve ihlâs ve sadakatle olduğu halde, bu ikinci vazife, gayet büyük maddî bir kuvvet ve hâkimiyet lâzım ki, o ikinci vazife tatbik edilebilsin. O zâtın üçüncü vazifesi, Hilâfet-i İslâmiyeyi İttihad-ı İslâma bina ederek, İsevî ruhanîleriyle ittifak edip Dîn-i İslâma hizmet etmektir. Bu vazife, pek büyük bir saltanat ve kuvvet ve milyonlar fedakârlarla tatbik edilebilir.”(S.T:9)
Binaenaleyh o zâtın böyle bir kuvvete dayanmadığı takdirde, mezkûr hâkim cereyanların tasallutundan dolayı geniş dairedeki vazifelerden feragat edip en a’zam mes’ele olan iman hizmetini esas yapması icab ediyorsa, bugün iman hizmetinde vazife alanların elbette ki manevi hizmeti daha çok tercih etmeleri lazımdır.
Hem mezkûr ikaznamede, külli ifsadat içinde umumi ahlâkın bozulması ile itimadın sarsılması sebebiyle bu bozuk vasatta geniş daire faaliyetlerinin sağlam ve tesanüd esaslarına müstenid şekilde yapılamayacağına ve en selâmetli hizmetin Nur’un halis hizmeti olduğuna dikkat çekilmektedir. Çünkü şer cereyanı, ya hizmet cemaatinin içine hulûl ederek içten bozmak için sinsi plânlarını tatbike çalışır veya imha etmek ister. Bu manada Hz.Üstad şöyle diyor:
“Sizin beraetiniz ve manen galebeniz, zalimleri şaşırttı. Cepheyi burada değiştirdiler. Düşmanane taarruzdan vazgeçip, dostane hulûl edip, has talebeleri Risale-i Nur’un hizmetinden geri bırakmak için, memuriyet gibi bir meşgale buluyorlar veya terfian işi çok diğer bir memuriyete veya diğer bir meşgaleyi buluyorlar. Burada o neviden çok vakıalar var. Bu taarruz bir cihette daha zararlı görünüyor.”(K:147)
Aynı şekilde
“Perde altındaki düşmanımız münafıklar, şimdiye kadar yaptıkları gibi, adliyeyi ve siyaset ve idareyi zahirî dinsizliğe âlet edip, bize hücumları akîm kaldığı; ve Risale-i Nur’un fütuhatına menfaati olan eski plânlarını bırakıp, daha münafıkane ve şeytanı da hayrette bırakacak bir plân çevirdiklerine dair buralarda emareleri göründü. O plânların en mühim bir esası; has, sebatkâr kardeşlerimizi soğutmak, fütur vermek, mümkün ise Risale-i Nur’dan vazgeçirmektir. Bu noktada o kadar acib yalanları ve desiseleri istimal ediyorlar ki, Isparta ve havalisi, gül ve nur fabrikasının kahraman şakirdleri gibi, çelik ve demir gibi bir sebat ve sadakat ve metanet lâzım ki dayanabilsin. Bazı da dost suretinde hulûl edip, korkutmak mümkünse, habbeyi kubbe edip evham veriyorlar.”(E:125)
Ve “Bu gizli din düşmanları ve münafıklar çoktandır anladılar ki, Nur Talebelerinin kefenleri boyunlarındadır. Onları, Risale-i Nur’dan ve üstadlarından ayırmak kabil değildir. Bunun için şeytanî plânlarını, desiselerini değiştirdiler. Bir zayıf damarlarından veya sâfiyetlerinden istifade ederiz fikriyle aldatmak yolunu tuttular. O münafıklar veya o münafıkların adamları veya adamlarına aldanmış olanlar dost suretine girerek, bazan da talebe şekline girerek derler ve dedirtirler ki: “Bu da İslâmiyete hizmettir; bu da onlarla mücadeledir. şu malûmatı elde edersen, Risale-i Nur’a daha iyi hizmet edersin. Bu da büyük eserdir.” gibi bir takım kandırışlarla sırf o Nur Talebesinin Nurlarla olan meşguliyet ve hizmetini yavaş yavaş azaltmakla ve başka şeylere nazarını çevirip, nihayet Risale-i Nur’a çalışmaya vakit bırakmamak gibi tuzaklara düşürmeye çalışıyorlar.”(T:690)
Aynı şekilde ihtilâfları tahrik ederek tefrikaya düşürmeye, içten tahrife ve bozmaya çalışırlar.Nitekim Hz.Üstad diyor:
“Ben kendim mükerreren müşahede etmişim ki: Yüzde on ehl-i fesad yüzde doksan ehl-i salahı mağlub ediyordu. Hayretle merak ettim, tedkik ederek kat’iyyen anladım ki: O galebe kuvvetten, kudretten gelmiyor, belki fesaddan ve alçaklıktan ve tahribden ve ehl-i hakkın ihtilafından istifade etmesinden ve içlerine ihtilaf atmaktan ve zaîf damarları tutmaktan ve aşılamaktan ve hissiyat-ı nefsaniyeyi ve ağraz-ı şahsiyeyi tahrik etmekten ve insanın mahiyetinde muzır madenler hükmünde bulunan fena istidadları işlettirmekten ve şan ü şeref namıyla riyakârane nefsin firavuniyetini okşamaktan ve vicdansızca tahribatlarından herkes korkmasından geliyor.”(L:85)
Eğer böyle planlar netice vermiyorsa, çeşitli bahaneler çıkarıp o bahaneler perdesi altında su-i kast planlarını tatbikle tecavüz etmek isterler.Evet
“Ecnebi menfaati hesabına ve bu millet ve bu vatanın pek büyük zararına çalışan bir gizli komite, bizim beraetimizi bozmak için, her tarafta habbeyi kubbe yaparak bir kısım memurları aleyhime evhamlandırdılar. Bir maksadları; benim sabrım tükensin, artık yeter dedirtsinler. Zâten onların şimdi benden kızdıklarının bir sebebi; sükûtumdur, dünyaya karışmamaktır. Âdeta ne için karışmıyorsun, tâ karışsın maksadımız yerine gelsin diyorlar.”(E:17)
Hatta bu gizli düşmanlar gayeleri için en şenî planları hazırlayıp tatbik edebilirler. Hz Üstadın bir beyanı şöyledir:
“Gizli düşmanlarımız hükûmetin ehemmiyetli ve birkaç vazifedarlarını elde edip beni tazyikatla, Menemen ve şeyh Said hâdisesi gibi bir hâdise çıkarmak için bütün kuvvetiyle en hassas damarlarıma dokunduracak tarzda her desiseyi istimal ettiler. Gördüler ki Eski Said yok, yenisi ise her şeye tahammül ediyor, o plânı sair sû’-i kasdlere ezcümle zehir vermeye tebdil ettiler. Hıfz-ı İlahî onu da akîm bıraktı. şimdi o münafıklar resmen hükûmetin nüfuzunu, benden halkları ürkütmek ve vazgeçirmek için burada dehşetli bir propaganda ile istimal ediyorlar. Fakat siz hiç telaş etmeyiniz. İnayet-i Rabbaniye devam eder. Gittikçe fütuhat-ı Nuriye tevessü’ ediyor.”(E:147)
Bu din düşmanlarının çeşitli plân ve niyetlerini bilen Bediüzzaman Hazretleri bunların işi nereye kadar götürmek istediklerini göstermek bakımından şu misalide veriyor:
“Otuz sene evvel Dâr-ül Hikmet a’zası iken, bir gün arkadaşımızdan ve Dâr-ül Hikmet a’zasından Seyyid Sa’deddin Paşa dedi ki: “Kat’î bir vasıta ile haber aldım; kökü ecnebide ve kendisi burada bulunan bir zındıka komitesi, senin bir eserini okumuş. Demişler ki, bu eser sahibi dünyada kalsa, biz mesleğimizi (yani zındıkayı, dinsizliği) bu millete kabul ettiremeyeceğiz. Bunun vücudunu kaldırmalıyız.” diye senin i’damına hükmetmişler. Kendini muhafaza et.” Ben de “Tevekkeltü Alallah, ecel birdir, tegayyür etmez” dedim.
İşte bu komite, otuz sene belki kırk seneden beri hem tevessü’ etti, hem benimle mücadelede herbir desiseyi istimal etti. İki defa imha için hapse ve onbir defa da beni zehirlemeye çalışmışlar (şimdi ondokuz defa oldu.) En son dehşetli plânları, sâbık dâhiliye vekilini ve Afyon’un sâbık valisini, Emirdağı’nın sâbık kaymakam vekilini aleyhime sevketmeleriyle, resmî hükûmetin nüfuzunu bütün şiddetiyle aleyhimde istimal etmeleridir. Benim gibi zaîf, ihtiyar, merdümgiriz, fakir, garib, hizmete çok muhtaç bir bîçareye o üç resmî memurlar, aleyhimde öyle bir propaganda ve herkesi korkutmak o dereceye gelmiş ki; bir memur bana selâm etse, haber aldıkları vakitte değiştirdikleri için, casusluktan başka hiçbir memur bana uğramadığını ve komşularımın da bazıları korkularından hiç selâm etmediklerini gördüğüm halde; inayet ve hıfz-ı İlahî bana bir sabır ve tahammül verdi. Emsalsiz bu işkence, bu tazyik, beni onlara dehalete mecbur etmedi.”(E:193)
Hz. Üstad bir suale verdiği cevabında mezkûr ifsad komitesinin bu tarz plânlarına icmalen şöyle işaret ediyor:
“Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye neden hizmet edemedi?
C- En büyük hizmeti, adem-i hizmetidir. En büyük hareketi, hareketsizliğidir. Çünkü buradaki hâkim olan kuvvet-i ecnebiye, lehinde olmayan herbir hareketi boğuyor. Hareket edenleri gördük, mukaddes câmilerde gâvurlara dua ettirildi ve mücahidlerin cevaz-ı katline fetva verdirildi. İşte Dâr-ül Hikmet, bu fırtına içinde âlet ettirilmedi. En büyük mani olan ecnebi kuvvet, bütün kuvvetiyle ahlâksızlığı himaye ve teşci’ ediyordu.”(S.T.İ.89)
Risale-i Nur ‘daki has ve halis iman hizmetini geniş dairedeki hizmet şekline çevirmekle daha faydalı neticeler alınabileceği yolunda telkinatlarda yapıla gelmektedir. Bu tarz fikirler çok cazip görünse de Risale-i Nur böyle zâhirde şa’şalı hareketlere ve cereyanlara dâhil olduğu ve bu nevi hareketlerle ihtilata girdiği görülmemiştir. Nitekim Hz.Üstad bu manada çok cazip bir teklifi kabul etmediğini, hikmetleriyle beyan ederek, Risale-i Nur’un çok ehemmiyetli bir düsturu olarak şu hâdiseyi ibret nazarlarına arz eder:
“Büyük memurlardan birkaç zât benden sordular ki: “Mustafa Kemal sana üçyüz lira maaş verip, Kürdistan’a ve vilayat-ı şarkıyeye, şeyh Sünusî yerine vaiz-i umumî yapmak teklifini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin, ihtilâl yüzünden kesilen yüzbin adamın hayatlarını kurtarmaya sebeb olurdun?” dediler.
Ben de onlara cevaben dedim ki: Yirmişer-otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüzbinler vatandaşa, herbirisine milyonlar sene uhrevî hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zayiatın yerine binler derece iş görmüş. Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye âlet olamayan ve tâbi’ olmayan ve sırr-ı ihlası taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi.”(E:11)
Yine bir mektubunda aynı mânayı te’yiden ve şayan-ı ibret ve teemmül olan bir ikazı da şöyledir:
“Hem maddî hem manevî, hem nefsim hem benimle temas edenler gayet ehemmiyetli benden sual ediyorlar ki: “Neden herkese muhalif olarak -hiç kimsenin yapmadığı gibi- sana yardım edecek çok ehemmiyetli kuvvetlere bakmıyorsun? İstiğna gösteriyorsun? Ve herkes müştak ve talib olduğu ve Risale-i Nur’un intişarına, fütuhatına çok hizmet edeceğine o Risale-i Nur şakirdlerinin hasları müttefik oldukları ve senden kabul ettikleri büyük makamları kabul etmiyorsun? şiddetle çekiniyorsun?
Elcevab: Bu zamanda ehl-i iman öyle bir hakikata muhtaçtırlar ki; kâinatta hiçbir şeye âlet ve tâbi’ ve basamak olamaz ve hiç bir garaz ve maksad onu kirletemez ve hiçbir şübhe ve felsefe onu mağlub edemez bir tarzda iman hakikatlarını ders versin. Umum ehl-i imanın bin seneden beri teraküm etmiş dalaletlerin hücumuna karşı imanları muhafaza edilsin.
İşte bu nokta içindir ki, dâhilî ve haricî yardımcılara ve ehemmiyetli kuvvetlerine, Risale-i Nur ehemmiyet vermiyor, onları arayıp tâbi’ olmuyor.. tâ avam-ı ehl-i imanın nazarında, hayat-ı dünyeviyenin bazı gayelerine basamak olmasın ve doğrudan doğruya hayat-ı bâkiyeden başka hiçbir şeye âlet olmadığından, fevkalâde kuvveti ve hakikatı, hücum eden şübheleri ve tereddüdleri izale eylesin.”(E:74)
Yine aynı hükmü te’yiden Hz. Üstad:
“Bu sırada dâhilde o kadar dâhilî, haricî heyecanlı parti cereyanları varken ve bundan tam istifade etmek, yani mahdud birkaç arkadaşına bedel çok diplomatları kendisine taraftar kazanmak için zemin hazır iken, sırf siyasete karışmamak ve ihlasına zarar vermemek ve hükûmetin nazarını kendine celbetmemek ve dünya ile meşgul olmamak için, bütün arkadaşlarına yazıp ki: “Sakın cereyanlara kapılmayınız, siyasete girmeyiniz, asayişe dokunmayınız!” dediği ve iki cereyan bu çekinmesinden ona zarar verdikleri; eskisi evhamından, yenisi de “Bize yardım etmiyor” diye ona çok sıkıntı verdikleri halde (Ş:374)
Diyerek devam eden beyanında da Risale-I Nur’u geniş sahada neşredecek olan diplomatlardan dahi ihlas için uzak durduğunu ve bu içtinabından dolayı da muhalif ve muvafık iki siyasi cereyanın eziyette bulunduklarını, buna bedel Nur’un ve hizmetin safiyetinin muhafaza edildiğini açıklıyor. Demek oluyor ki, geniş dairedeki ünvanlı şahsiyetlerle temas ve ihtilatın zahirde getireceği faydadan daha çok manevi zararı vardır ki men ediliyor.
Aynı mes’eleyi tahkim ve ehemmiyetini tebarüz ve mesleğin bir hususiyetini beyana vesile olan bir suale verdiği cevapta şöyle demektedir:
“ Sual: Neden ne dâhilde, ne hariçte bulunan cereyanlara ve bilhassa siyasetli cemaatlara hiçbir alâka peyda etmiyorsun? Ve Risale-i Nur ve şakirdlerini mümkün olduğu kadar o cereyanlara temastan men’ ediyorsun. Halbuki eğer temas etsen ve alâkadar olsan, birden binler adam Risale-i Nur dairesine girip parlak hakikatlarını neşredeceklerdi; hem bu kadar sebebsiz sıkıntılara hedef olmayacaktın!

Elcevab: Bu alâkasızlık ve içtinabın en ehemmiyetli sebebi: Mesleğimizin esası olan “ihlas” bizi men’ediyor. Çünki bu gaflet zamanında, hususan tarafgirane mefkûreler sahibi, herşeyi kendi mesleğine âlet ederek, hattâ dinini ve uhrevî harekâtını da o dünyevî mesleğe bir nevi âlet hükmüne getiriyor. Halbuki hakaik-i imaniye ve hizmet-i nuriye-i kudsiye, kâinatta hiçbir şeye âlet olamaz. Rıza-yı İlahîden başka bir gayesi olamaz. Halbuki şimdiki cereyanların tarafgirane çarpışmaları hengâmında bu sırr-ı ihlası muhafaza etmek, dinini dünyaya âlet etmemek müşkilleşmiş. En iyi çare, cereyanların kuvveti yerine, inayet ve tevfik-i İlahiyeye dayanmaktır.”(E:39)
Evet, Nur’un hâlis iman hizmetindeki hizmet ehlinin ,bu acib asırda keyfiyet hususiyetlerini muhafazada çok dikkatli olmaları icabediyor. Geniş daire faaliyetlerine Nur’un ikaz ve irşadları tebliğ edilmeli, fakat ihtilatsız ve Nur’un izzet ve hâlisiyetini incitmeden, yani tâbi ve dahil olmadan, diğer bir ifade ile hizmet-i imaniyenin umuma ders veren mal-ı umumilik vasfı muhafaza edilmek şartıyla olmalıdır. Yoksa geniş dairenin, nefsin hissiyatına hoş gelen şa’şalı faaliyetlerine fiilen katılıp hizmet ehlinin nazarlarını hârice dağıtmak, hizmet ehline fütur getirmek olur ki bu büyük zarardır. Mutabık-ı hal demek olan belağatın icabı olarak her türlü teşvikler, nefsin hissiyatına hoş gelmeyen manevi hizmetlere yapılmalıdır.
Hakiki Nur talebeleri tevazu, mahviyet ve terk-i enaniyet gibi meziyetlerinin iktizası olarak hizmeti Nuriyede bulunurken böyle şa’şaalı, cazibedar ve tezahüratlı faaliyetleri esas alamaz. Belki esas vazife-i Nuriye ve mânevi hizmet hayatı, a’zami ihlas ve sadakat üzere tam ve ciddiyetle muhafaza edilmek ve hâslar dairesinin manevi merkeziyeti ve müessiriyeti tam yerleşmiş olmak ve geniş dairedeki faaliyetler meşruiyet içinde Nur’a muvafık tutulmak şartıyla, hem bu faaliyetlerin lüzüm derecesinin imana nispetle ikinci ve üçüncü derecede olduğunun da şuurunda olmak ve haslar dairesini korumak kaydiyle, içtimai faaliyetlerin hizmet-i diniyeye vereceği faydaları, hatalarını, hatalarını örtebilir veya aşabilir ve bu şartlarda makbuliyeti kazanabilir.
Haslar dairesini muhlas hizmetkârlarının tezahürattan uzak mahviyetkâr vasıfları, Risale-i Nur’un muhtelif eczalarında tavsif edilmiştir. Ezcümle Şualar’daki bir ifade şöyledir: “Evet bu asrın dehşetine karşı, taklidî olan itikadın istinad kal’aları sarsılmış ve uzaklaşmış ve perdelenmiş olduğundan; her mü’min, tek başıyla dalaletin cemaatle hücumuna mukavemet ettirecek gayet kuvvetli bir iman-ı tahkikî lâzımdır ki dayanabilsin. Risale-i Nur bu vazifeyi; en dehşetli bir zamanda ve en lüzumlu ve nazik bir vakitte, herkesin anlayacağı bir tarzda, hakaik-i Kur’aniye ve imaniyenin en derin ve en gizlilerini gayet kuvvetli bürhanlar ile isbat ederek, o iman-ı tahkikîyi taşıyan hâlis ve sadık şakirdleri dahi, bulundukları kasaba, karye ve şehirlerde -hizmet-i imaniye itibariyle- âdeta birer gizli kutub gibi, mü’minlerin manevî birer nokta-i istinadı olarak, bilinmedikleri ve görünmedikleri ve görüşülmedikleri halde, kuvve-i maneviye-i itikadları cesur birer zabit gibi, kuvve-i maneviyeyi ehl-i imanın kalblerine verip, mü’minlere manen mukavemet ve cesaret veriyorlar.(Ş:748)
Tezahürata riyakârlık manasında bakan Hz. Üstad şöyle diyor:
“Hattâ tezahüre bir riyakârlık, bir hodfüruşluk, bir enaniyet manasını verip halklarla görüşmeyi de terk ettiği ve rahmet-i İlahînin ihsanı ile sesi de kesilmiş ki, dostlarla görüşmeye mecbur olmasın ve hatırları da kırılmasın.” (E:237)
(Mevzu ile alâkalı tafsilat için Hizmet Ehlinin Hususiyetleri adlı Nur eczalarında alınmış toplamaya bakılabilir)
Mezkûr ifadelerden açıkça görülüyor ki tahkiki iman dairesinde ihlâs ve sadakat ehli olan şakirdler, şa’şaa ve tezahürat âlemlerine girmezler.
Bir mahkeme münasebetiyle Hz. Üstad’ın yazdırdığı, gayr-ı münteşir ve has daireye bakan bir mektubda da bu mes’eleyi çok derin hikmetiyle ifade edip der ki:
“Aziz kardeşlerimiz Ahmed Feyzi, Mehmed Emin.
Necded Bey’in tekrar ifade vermesini bildiren mektubunuzu aldık. Üstadımıza okuduk. Üstadımız sizlere selâm ediyor ve muvaffakiyetler niyaz ediyor ve diyor ki:
“Aziz kardeşlerimiz, şu dünyanın gidişatı ve hâdisatın sevkiyatı her dâim bitamamihâ âhiret hesabına olmasından, ehl-i hakikat âhiret ve beka itibariyle dünyaya bakıyorlar. Bu dünyada muvaffakiyet ve parlak saadet maksud-u bizzat değil. Belki rıza-yı İlahi ,saadet-i ebediye gibi ulvi emirlerdir. Esma-i hüsnanın mütenevvi tecelliyatına mazhariyet kesbetmektedir. Mahiyet-i insaniyede münderic acz, fakr, zaaf gibi madenleri tazyiklerle işlettirip dergah-ı uluhiyete iltica ettirmektedir.
Eğer bunlar olmasaydı, yalnız kürsülere çıkıp konferanslar ve vaazlar vermek , fikrî münakaşalar yapmak gibi meşru’ hususlar dahi olsaydı sönük kalırdı, tam kemal olmazdı. Hakiki ubudiyet yapılmayacaktı, yalnız bir cihette ayinedarlık olurdu. Mes’ele ruhun derinliğine nüfuz edemeyecekti.
İşte bu ve bunun gibi daha birçok sebebler var ki; Risale-i Nur şakirdleri cüz’i külli dünyevi müzayakalara, kederlere düçar oluyorlar. Tâ ihlaslarını muhafaza edebilsinler, hâdisatın şaşaa-i surîsine kapılıp aldanmasınlar.
Hatta bu sene içinde Üstadımızın Ankara ve İstanbul’a son seyahatları ve neticesinde muhalif ve muvafık muhitlerin birinden Nur’a iltihakları mana teşkil edip meydana gelen Risale-i Nur talebelerinin azîm manevi kuvveti icabı iken Risale-i Nur’un nurani ,bedi’ ve ulvi dairesine nâehiller girmemek ,dünyevi ve siyasi cereyanlar buluşmamak için kader-i İlahi dest-i inayetle muhafaza ediyor, sırrı imtihanı muhafaza ediyor gibi bazı sebebler olsa gerektir.
Çok selâm ve muvaffakiyetler.
Kardeşiniz Zübeyr, Mustafa Acet”

Hakiki Nur şakirdlerinin ehl-i dünyaca mahkemeler vasıtasıyla taciz edilmeleri gibi hadiselerin, âlem-i İslam’ın Nurculara itimadına vesile olduğunu anlatan, gayet mânidar ve medenilerle ihtilâtı hoş görmeyen mektup dahi şayan-ı teemmüldür. Şöyle ki:
“Üstadımız diyor ki: Mahkemelerin te’hirinde hayır var. Şimdiye kadar Nur’a ve Nurculara verilen zahmetler, rahmetlere dönmesi gösteriyor ki; bu te’hirde de hayırlar var ki, birisi bu olmak ihtimali var:
Hariç âlem-i İslâm’da Nur’un ehemmiyetli tesire başlaması ve inkişaf ve intişarı ve buranın siyasîleri Avrupa’ya bir rüşvet olarak bir derece Avrupalaşmak meylini göstermesi, hariçte zannedilmekle mahkemelerce Nur’un serbestiyet-i tâmmesi için karar vermek, hariç âlem-i İslâm’da Nurların hakikî ihlasına böyle bir şübhe gelecekti ki; ya Nurcular riyakârlığa mecbur olmuşlar veyahut böyle medenîleşmek fikrinde olanlara ilişmiyorlar, za’f gösteriyorlar diye Nur’un kıymetine büyük zarar olduğu için bu te’hir o evhamları izale eder. Ve isbat ediyor ki: Otuz seneden beri İslâmiyetin şiarına muhalif şeylere baş eğmiyorlar.”(E:107)
Mesnevi-i Nuriye’de de şu ifade var:
“Ey uykuda iken kendilerini ayık zannedenler! Umûr-u diniyede müsamaha veya teşebbühle medenîlere yanaşmayın. Çünki aramızdaki dere pek derindir. Doldurup hatt-ı muvasalayı temin edemezsiniz. Ya siz de onlara iltihak edersiniz veya dalalete düşer boğulursunuz.” (Mesnevi N.126)
Nesebi âl’e mensub ve içtimai geniş dairede vazifedar olan gelecek zatın vazife makamının nokta-i nazarıyla, asıl mehdiyetin birinci vazife sahasına yani safi ve şaaşasız medreselerdeki hizmetlere bakmanın ,yani dar ve geniş daireleri birbirine karıştırıp tefrik etmemenin mahzurunu anlatan Bediüzzaman Hz.leri şöyle diyor:
“Nurların fütühatını kalben temaşa ederken ,bazı has kardeşlerimin Nur’un tercümanına verdikleri makam noktasında baktım. O makama nispeten fütuhat az olmasından, o makamın şerefi için bir hırs ile vazife-i İlahiyeye karışmak gibi şekva geldi. Sonra mahviyet ve terk-i enaniyet ve ihlas-ı tam ile aynı vaziyete baktım, gördüm ki : O fütuhatta binler hamd ü sena ve teşekkür ve manevi sürur ve sevinç ruhuma geldi.Ben o halde iken anladım ki , makamat-ı maneviye dahi mesleğimizde mevzu bahis olmamalı. Eğer bazı has kardeşlerimin hakkımdan yüz derece ziyade bana verdikleri hisse ve makam hakikat olsa ve hakkımda olsa, mezkûr hakikat için bırakmağa, meslek-i Nuriyede ki ihlâs-ı tamme bırakmağa mecbur eder.”(Osmanlıca teksir baskı Tılsımlar Mecmuasının zeyli, Maidet-ül Kur’an başındaki mektuptan)
İşte bütün bu mezkûr ifade ve beyanlar gibi Risale-i Nur’daki daha birçok ifade ve beyanlar müvacehesinde ve dikkat ve insafla bakılıp teemmül edilmesi halinde Nur’un haslar dairesi; bütün âlem-i İslam’da bir itimad merkezi olmak manasında ciddiyete sahip ve esasat-ı Nuriyenin muhafızlığı vasfına haiz olmasına binaen geniş Nur dairesinin itimad ve hürmetine mazhariyeti neticesi, tesanüde vesile olmak gibi çok mühim vazife-i maneviyeyi hâmil olan manevi bir dairedir. Geniş dairenin hizmette istikamet ve istihdamı için varlığı elzemdir. Hizmette teşettütü kaldırıp tevhide medardır. Varlığı ve müesseriyeti, resmi ve zecri değil manevi ve vicdanidir: Yani hürmet ve itimad evsafına sahip olmanın bir neticesidir. Bu sebeble bu dairedeki hizmet ehlinin hayat seyri, şaşaasız bir derece başkalarından farklı olmak gerektir.

Araştırmacı Yazar
Süleyman Yasin AKDENİZ