Etiket arşivi: ihtida

Bir gizli Müslümanın öyküsü: “Rahip Jean Marie Duchemin”

21 yaşında Müslüman olmuş bir Fransız genci tarafından Paris’te kurulup geliştirilen ve milyonlarca kişi tarafından ziyaret edilen www.oumma.com adlı internet sitesinde, ünlü ve yüksek rütbeli bir Hıristiyan din adamının kendi elyazısıyla yazdığı, nasıl Müslüman olduğunu anlatan hatıralarının bu zâtın ölümünden sonra ortaya çıktığına dair bir haber vardı. Ve bu hatıralar, ilgili sitede yayımlanarak bütün dünyaya duyuruldu. Alışılmadık, son derece heyecan verici anılardı bunlar. Çok kısa ve özlü bir elyazısıyla yazılıp bırakılmış belgede, Batılı bir din adamının İslâm’ı nasıl arayıp bulduğunu ve nasıl hidayete erdiğini görüyor, aramızdan yakın zaman önce ayrılmış olan o mübarek insana rahmetler diliyoruz: Rahip Jean-Marie Duchemin (1908-1988), Paris havzasının batısında yer alan Sarthe bölgesinde Katolik mezhebinin önemli ve tanınmış bir siması idi.

İslâm’a girdiğini herkese ilân etmeye karar vermezden az önce, kendisini böyle bir tercih yapmaya götüren sebepleri yazıya döktü. Nasıl hidayete erdiğini “yaptım, okudum, gördüm” gibi birinci şahıs ifadeleriyle değil de, “okudu, gördü, anladı” gibi üçüncü şahıs ağzından anlattı. Bu hayat hikayesi, büyük ihtimalle 1983 yılında yazılmış olmalıdır. Rahip Abdülmecid Jean-Marie Duchemin 6 Eylül 1988’de Kazablanka şehrinde Hakk’a yürüdü.

1908 yılında, iman sahibi ve son derece dindar, koyu Katolik bir ailenin evlâdı olarak dünyaya geldi. Daha on yaşındayken Hıristiyanlığın iman, ibadet ve ahlâk esasları konusunda pek çok yetişkin Hıristiyandan daha bilgili ve daha inançlı idi. Kendisi için yaşamak ile inanmak ayrı şeyler değildi; tam aksine, ikisi de bir ve aynı şeydi. Henüz çocuk yaştayken papazlık mesleğine karşı dayanılmaz bir ilgi duydu. Sonraları, diğer meslekler ve kültür faaliyetleri kendisini az çok büyülemiş ve cezbetmişse de, din adamlığından başka bir yola gitmeyi aklından asla geçirmedi.

Yetiştiği dönemin dinî anlayışı, ailesinde, devam ettiği Hıristiyan okulunda ve dinlemeye bayıldığı kilise vaazlarında aldığı dinî eğitim sonucu, daha o gencecik yaşında, “Kilise dışında kesinlikle kurtuluş olmadığından (Hıristiyan olunmadıkça cennete girilemeyeceğinden)” kesinkes emindi. İslâmiyetten bahsedildiğini çok nadiren duymuştu. Duydukları da bu dinin çok-tanrılı ve putperest bir din olduğu iddialarıydı. Hep aleyhte ve hep aşağılayan ifadelerdi bunlar. Derken, on veya onbir yaşına doğru, sınıf öğretmeni hanım, “Katoliklik, Hz. İsa’nın getirdiği tek gerçek dindir ve insanlığı kurtuluşa ancak bu din erdirir” başlığını taşıyan dersin açıklamasını yapmaya başladı. Hoca hanım sözlerini desteklemek için diğer dinlerden de söz etmeye koyuldu. Öteki Hıristiyan mezheplerinin mensupları olan bütün Protestanları ve Ortodoksları keyifle cehenneme gönderiyor ve cennete sadece ve sadece Katoliklerin gidebileceğini söylüyordu. Hıristiyanlık dışındaki dinlere gelince; bu dinlerin müntesiplerini bütün bütün horluyor ve küçümsüyordu. Aşağılık Yahudiler güzelim Hz. İsa’yı haça gerdirmişlerdi; zavallı ve cahil Hindular bir sürü canavar tanrıya tapınıyorlardı; İblis’in teki olan sefih Muhammed—hâşâ—tarafından aldatılan ‘Muhammedîler’ Hıristiyanları katliama tâbi tutmuşlardı ve şanlı Haçlılar ne yazık ki bu kimselerin kökünü kurutamamıştı, ama cesur misyonerler dayanılmaz fedakârlıklar pahasına ve hatta hayatlarını tehlikeye atarak onları Hıristiyanlıştırmak için hâlâ gayret ediyorlardı.

Bu yaman öğretmen, alay etmek bahanesiyle, dinlerini yaymak için mücadele ederken ölümü rahatça göze alabilen bu Muhammedîlerin fanatikliğinden; gülünç küçük bir halı üzerinde namaz kılmak için onca temizlik yapmaya katlandıklarından; bütün gün katı bir oruç tutarken geceleri pisboğazlık ettiklerinden, hem de bunu koca bir ay boyunca yaptıklarından; domuz eti ve şaraptan kendilerini mahrum ettiklerinden, halbuki Allah’ın bunları insanların iyiliği için yaratmış olduğunun herkesçe bilindiğinden bahsetti!…

Bu izah tarzı, sonuçta, o genç dinleyicinin üzerinde beklenmedik bir tepkiye yol açtı. Ve yanlış yolda olmalarına rağmen dinlerinin emirlerini hakkıyla yerine getiren, Hıristiyanların pek çoğu böyle şeyleri yapmaya hiç niyetlenmezken cömertlik ve cesaret örneği sergileyen bu zavallı Muhammedîleri şöyle bir düşündü ve onlara acıdı. İşte o günden itibaren Müslümanlara karşı hem büyük bir merhamet, hem de büyük bir sempati duymaya başladı.

Papaz olduğu zaman gidip onları Hıristiyanlaştıracağını ve böylece onlara imanlarına lâyık dünya ve âhiret saadetini sağlayabileceğini ümit ediyordu. Çocukluğu ve ilk gençlik yılları boyunca kâfirler, özellikle de Müslümanlar için dua ediyordu; misyonerlerin elde edebildiği bütün yayınlarını okuyor ve o önemsiz cep harçlığını misyonerlik çalışmaları için harcıyordu. Onaltı yaşına doğru, ileride İslâm ülkelerinde görev yapabilmek gayesiyle Kapüsenler tarikatına girmeye niyetlendi ve tarikata başvurdu. Doğuşundan beri daha da kararsızlaşan sağlık meselesini gözönüne alan danışmanı kendisine beklemeyi ve rüyasının gerçekleşmesini daha sonraya, sıhhatinin daha elverişli olduğu zamana ertelemeyi tavsiye etti. Yirmi yaşında rahipliğe hazırlanmak üzere papaz okuluna kaydoldu.

Orada, dinleri ve bilhassa da İslâm’ı ele alan birtakım kitapları gözden geçirme fırsatını buldu. O dönemin Katolik yayınlarının yanlı ve az çok yobaz karakterine rağmen, Hz. Muhammed ve İslâm hakkında şahsî bir kanaat edinmeye muvaffak oldu. Onun kanaatince, Hz. Muhammed samimiydi ve ‘Allah’tan korkan’ biriydi; Müslümanlar saygı duyulacak ve imanlarının sağlamlığından ötürü, çoğu zaman da, hayran olunacak insanlardı. Ona göre, İslâm, bütün hakikati kendisinde toplamamakla birlikte, müntesiplerini kurtuluşa erdirecek yeterli bir hakikate de sahip ciddî bir dindi. O devrin anlayışına göre, Müslümanlar Kilise ‘bünyesi’nin dışında kalmakla beraber Kilisenin ruhu içinde yer alıyorlardı, dolayısıyla da âhirette kurtuluşa erebilecek idiler.

1933’te rahip olunca papaz yardımcılığına tayin edildi. Rahip Charles de Foucauld’nun hayatı ve şahsiyeti hakkındaki bilgileri çok seneler öncesinden öğrenmişti. Fas’ta yalnız başına yaşayıp Müslümanlar için dua etmek üzere inzivaya çekilen bu rahip onu heyecanlandırmıştı. 1937’ye doğru, danışmak ve aralarına katılıp katılamayacağını öğrenmek üzere Trapistler Cemaatinin bulunduğu manastırda bir süre inzivaya çekildi. Verilen cevap bir kere daha hayal kırıcı oldu. Kendisine, “Şimdiki bulunduğunuz yerde hayırlı hizmetler ifa ediyorsunuz, ayrıca sizin durumunuz açısından pek uygun olmayan bir hayat şartı ve tarzına sahip cemaatimize girmeniz için sıhhatiniz de elverişli değil” denildi.

On yıl kadar sonra, kendisi bir köy papazı iken, Hıristiyanları birleştirme işiyle uğraşan bir grup tarafından basılmış dinî bir tasvir buldu. Bu tasvirin arkasında Fâtiha suresinin Fransızcası vardı. İşte o andan itibaren, her gün, Hıristiyanî dualarını yaptıktan sonra bu Fâtiha’yı ezbere okumayı bir alışkanlık hâline getirdi. 1957 yılında, artık Müslüman ülkelere bir seyahat gerçekleştirebilme umudunu yitirince, başkente yapılan toplu bir geziden yararlanarak Paris Camii’ni ziyaret etmek ve Müslümanların cemaatle namaz kıldıkları bu yerde sessizce dua etmek istedi.

Aralarına katıldığı turistler rehberin anlattıklarını dinlerken, o, dünya Müslümanlarıyla gönül birliği içinde, bütün ruhuyla sessiz sessiz Allah’a yakardı. Ve çıkışta, cami avlusunda bir Kur’ân meali satın aldı Üç gecede bütün Kur’ân’ı okudu. İnsanı şaşırtan ve Tevrat veya İnciller’deki sunuşa hiç benzemeyen Kur’ân metninin yapısı karşısında fevkalâde etkilendi. Köy yerinde ne Müslümanlarla, ne de İslâm’ı iyi bilen kimselerle karşılaşma imkânı bulamadığı için, her sene Kur’ân’ı bir veya birkaç defa ya baştan sona, ya da farklı farklı surelerden hareketle okudu durdu. Üç sene sonra hastalığına yenik düşerek köyden şehre indi. Derken, oradaki şartlar gereği, işçilerin ve çok yoksul kimselerin yardımına koşan bir faaliyet içinde buldu kendisini. Yanına Mağripli veya Afrikalı işçiler geldikleri zaman, kendilerine ‘göçmen işçiler’ muamelesi yapmıyor, aksine onlara İslâm’dan bahsediyor, Kur’ân âyetlerinden hareketle öğütler veriyordu.

Onlarla konuşa konuşa çok çabuk itimatlarını kazandı. Bu arada, toplumdan tecrit edilmiş halde yaşayan ve Fransız ortamının ayartma ve yoldan çıkarmalarına açık bu mü’minlerin bir camiden mahrum olduklarını farketti. Bu hususta piskoposluğun yardımını istirham etti. Birkaç ay sonunda piskoposluk bu iş için bazı salonlar tahsis etti ve buralar mescit hâline getirildi. Gerçi bütün bunlar hayli sıkıntılar ve düş kırıklıkları olmadan da gerçekleşmedi! Hatta Müslüman otoritelerden veya sözde imamlardan tutun da basit Müslüman halk tabakasından insanlara varıncaya kadar, bu teşebbüsünü baltalayanlar çıktı. Yine de, İslâm’a hürmetini, İslâm inanç ve ahlâkına olan güvenini kaybetmedi. Zaman zaman, kendi kendine, “Kur’ân’daki ve sufîlerin kitaplarındaki İslâm harikulâde; ama Müslümanların yaşadıkları İslâm içler acısı” diyordu.

Öte yandan, İslâmî inançları ve İslâm’ın dinî kurallarına bağlılıkları sayesinde bizim Avrupa medeniyetimizin saptırmalarından kendilerini inanılmayacak derecede korumuş Mağrip ülkelerinden ve Siyah Afrikalılardan bazı Müslümanları da tanıyordu. Onun için bütün o güçlüklere göğüs gerdi ve caminin iyi kötü hizmete sokulması için var gücüyle çalışmasını sürdürdü. Neredeyse cesaretini kaybettiği ve “Acaba Allah bu caminin olmasını istemiyor mu?” dediği anlar da oldu. En kritik bir zamanda, bu şehirde bir caminin olduğunu haber alan Tebliğ Cemaati’nden bir grup onun yanına geldi. 6 Ocak 1975 tarihiydi. Aralarında hemencecik karşılıklı bir güven doğdu ve onbeş gün sonra Clichy Camiine gitti. Orada, o kardeşler kendisine birlikte dua etmeyi teklif ettikleri zaman son derecede duygulandı. Kendi başına öğrendiği ve Müslümanlar o şehirdeki evine geldikleri zaman arasıra okuduğu Fâtiha’yı onlarla beraber tekrarladı.

Pakistan’a yolculuk tebliğ hareketinin ihvanlarıyla bu temas ona sahih, imanlı, İslâm davasına gönül vermiş ve oldukça dindar birçok Müslümanı tanıma imkânı verdi. 6 Ocak 1976’da, bir Tebliğ grubuyla Allah rızası için yola koyuldu ve kırk günlüğüne Pakistan’a gitti. Bedenen oldukça yorucu ve yıpratıcı olmakla birlikte, bu seyahat, orada da onun titiz ve ateşli Müslüman bir cemaatle uzun süreli ilişkiler kurmasını sağladı. Genellikle ifade edersek, hepsi de onun bir Katolik papazı olduğunu bildiği halde, gerek Fransa’da gerek Pakistan’da bu Müslümanların kendisini bağırlarına basmalarından, Clermont-Ferrand’daki Müslüman üniversite öğrencilerinin de aynı şekilde kendisine kucak açmalarından hayli etkilendi.

Üç kere ondan camide konuşma yapması istendi. Bu Müslüman kardeşlerinin kendisinin Müslümanlığa geçmesi için asla baskı yapmayarak gösterdikleri nezaket ve kibarlık da onun gönlünü fethetti. Kısacası, Müslümanların sözde hoşgörüsüzlüğü ve sözde fanatikliği konusunda ne düşünmek gerektiğini bizzat kendi tecrübesiyle öğrendi. Bütün bu yıllar içinde, ‘öteki’ne saygı duyma kaygısından ve diyalog kurabilme ihtiyacından ötürü, İslâm konusundaki bilgilerini derinleştirdi. Müslüman mü’minlerle kurduğu kardeşlik sebebiyle 1976’dan itibaren (Hıristiyan imanını ve Hıristiyan ibadetlerini koruyup devam ettirmekle beraber) Müslümanların beş vakit namazını da muntazaman, hem de tek başına kılar oldu; domuz eti yemeyi bıraktı ve Ramazan aylarında oruç tuttu. Bu esnada, kendisine Hıristiyanlık hakkında sorular yönelten Müslümanlara en doğru cevapları verebilmek için, Hıristiyan akaidi elkitaplarına yeniden müracaat etmeye başladı. Böylece Hz. İsa’nın öğütlediği ahlâk ile Kur’ân veya hadislerin öğütlediği ahlâkın özü itibarıyla bir ve aynı olduğunu keşfetti.

Allah’ın tekliği, yaratılış ve insanlığın kaderi konusundaki inançlara gelince, iki din arasında çok sayıda farklılığın olduğunu gözlemledi. En büyük güçlük Hz. İsa’nın şahsında ve misyonunda yatıyordu. Bazılarının dediği gibi, Hz. Muhammed’in Allah’a iman esaslarını İnciller öncesi safhaya geri götürdüğü mü söylenmeliydi? Yoksa, başkalarının iddia ettiği gibi, Hz. Muhammed’in, Kilise ve Hıristiyanlar tarafından gerçek tabiatı üzerine ilave edilmiş şeylerin tümünden Hz. İsa’nın kişiliğini temizlemiş olduğu mu? Ayrıca, şu sorular da vardı: Tek Allah mı, yoksa Üçlü Tanrı mı sözkonusu? İncillerde ve Kilise dogmalarında Teslis (üç unsurdan oluşan Tanrı) dogmasının temeli nedir? Şaraplı ekmek, günah çıkarma gibi takdis âyinlerinin menşei nedir? Allah’a ulaşmak için mutlaka Kilisenin aracılığına mı başvurulmalı, yoksa İslâm’daki gibi aracıya müracaat edilmemeli miydi? Allah engin rahmetiyle bizzat kendisi mi insanlığı affeder? Yoksa oğlu İsa’nın mecburen kurban edilmesi mi gerekiyordu?

Yıllar boyu bütün bu meseleleri araştırdı. Sonunda birbiri ardınca gelen nesiller içinde insanların Kitab-ı Mukaddes’i değiştirmiş olduklarını farketti. Kendi kendine soruyordu: Şimdiki İnciller içinde Hz. İsa’nın kendi sözleri hangileridir, hepsi de Tarsuslu Pavlus’tan etkilenmiş olan İncil yazarlarının yorumları hangileridir? İncillerin İsa’sı ve Aziz Pavlus’un İsa’sı ile tarihteki Hz. İsa gerçekten aynı kişi midir?Sapkın’ mezhepleri incelerken birbirinden çok farklı ve zıt Hıristiyan akidelerinin gelişiminde önce Roma, ardından da Bizans imparatorlarının etkisini farketti. Kim haklıydı? Hakikate sahip olan kimdi? Kendi kendisini yanılmaz ilân eden, fakat bu hususta elinde inandırıcı deliller bulunmayan bir din adamları hiyerarşisi tarafından boğulup susturulan bu değişik akideler üstelik yüzyıllar içinde uzanıp gidiyordu. Hıristiyanlığın ve İslâm’ın yayılışı hıristiyanlığın dünyaya hayli katkıda bulunduğu doğrudur. Fakat evrensel bilinci bir tek kendisi oluşturmuş değildir ki…

Öte yandan, tek Allah inancına sahip büyük dinlerde bulunan temel bilgilerin ve talimatın yanına, ayrıca İnciller aracılığıyla aktarılan Hz. İsa’nın mesajının arasına, kitabî de, ilâhî de ciddî dayanakları olmayan ne inanışlar, ne âyinler ilâve edildi! Nitekim, İncillere göre Hz. İsa kendisini Allah’ın ‘kulu’ olarak takdim etti. Kendisine bir ilâh gibi tapınılmasını asla istemedi. Hıristiyanlığın ilâhî kaynaklı olduğunu ispatlamak için, sık sık, çok çabuk yayılması ile asırlara meydan okuyan sürekliliği delil olarak gösterilir. Halbuki, şöyle bir düşünüldüğünde, bu gelişme ve yayılmanın iki beşerî sebebi görülür:

a. Roma imparatorluğunda kullanılan iki dil, yani Latince ve Grekçe, çeşitli diller engeliyle karşılaşmak zorunda kalmayan Hıristiyanlığın yayılışını kolaylaştırmıştır.

b. Bilhassa da İmparator Konstantin’den (312-337) itibaren Hıristiyanlık ‘devletin resmî dini’ olarak ilân edildiğinden, Roma’ya boyun eğmiş ve ‘İlâh Sezar’a resmî ve dayatmacı bir tapınmayla tapmaya alışmış halkların, elbette Kilise tarafından, ama aynı zamanda da dünyanın efendisi Roma imparatoru tarafından teklif edilmiş yeni Tanrı’yı kabule hazır görünmeleri tabiî idi (Burada aslında pek önemli olmayan, fakat yine de düzeltilmesi gereken küçük bir hata var. Hıristiyanlık resmî din olarak yukarıda belirtilen tarihlerde değil de, ondan elli-altmış yıl daha sonra ilân edilmiştir—belgeyi yayınlayan sitenin notu).

Bir de İslâm’ın yayılışına bakalım. Bir adam, yani Hz. Muhammed aleyhisselâm insanları bir dine ve bu dini tavizsiz yaşamaya davet ediyor; başlangıçta kendisine mütevazi menşeli sadece bir avuç insan tâbi oluyor ve kudret sahiplerinin eziyetlerine maruz kalıyor. Bir iman ve bir ahlâk getirip teklif ettiğinden, daha sonra bir devlet kurması ve bunu savunması gerekiyor. Kendisi hayatta iken inen vahiy, bazı sahabilerine emanet ediliyor, fakat aynı zamanda birçok mü’min tarafından ezberleniyor, bir yandan da yazıyla tespit ediliyor. Daha sonra ise vahyin derlenip toparlandığı bu Kur’ân, lisanlarının farklılığına rağmen pek çok milletlere ilâhî mesajı kendisi ulaştırıyor. Hz. Peygamber’in vefatından bir asır sonra İslâm, Medine’den başlayarak Avrupa’ya varıncaya kadar bütün istikametlerde yayılan dine dayalı bir cihan devleti kuruyor. Ve dine dayalı bu lidersiz ve hiyerarşisiz cihan devleti, (dinî olmaktan ziyade şahsî veya politik) birçok iç anlaşmazlıklara rağmen ayakta kalıyor. Hıristiyan dünyasının kendisine karşı yürüttüğü Haçlı seferlerine direniyor. Hıristiyan misyonerlerin faaliyetleri onu çökertemiyor. Bugün, İslâm’ın bütün dünyaya yayıldığını ve inananlarının sayısını da günden güne artırdığını görüyoruz. Şayet Allah bu dinin arkasında olmasaydı, İslâm doğup ilerleyebilir ve bütün bu saldırgan güçlere mukavemet edebilir miydi? Üstelik bu İslam, Hz. Peygamber hayatta iken nasıl ise bugün de aynı şekilde hiç bozulmadan olduğu gibi duruyor ve devam ediyor.

İnanç sistemi de, ibadet şekli de hiç değişmeden kaldı. Her ikisinde de hiçbir sapma olmadı. Gerek beşerî veya siyasî iktidarlarla, gerekse karşılaşılan medeniyetlerle İslâm’ın inanç ve ibadetlerinden tavizler vererek uzlaşma yoluna gidilmedi. Şiddetli baskı ve zulümlere rağmen, çok çeşitli milletler ve farklı, hatta zıt kültür, sınıf ve sosyal mevkiden insanlar tarafından benimsenip kabul edilegeldi. Hem de onüç asırdan beri…

İşte bütün bu ölçülü, iyi düşünülüp taşınılmış mülâhazalar, yavaş yavaş onu [bu satırların yazarını—çev.] asıl can alıcı ve temel soruyu kendi kendisine sormaya sevketti. Bu manevî güzergâhı ciddiyetle, sükunetle ve sabırla katedebilmesi için elbette kendisine seneler ve seneler gerekti. Gerçi bu geçiş süreci içinde, büyük şaşkınlıklar, derin ıstıraplar ve sert kırılmalar da yaşadı. Fakat sonunda Allah’ın dâvetini engin bir gönül rahatlığıyla kabul ve tasdik etti. Hıristiyanlığı da, İslâm’ı da birlikte yaşamış ve dinî hayatında tatbik etmişti. Ama artık bir tercih yapmasının da vakti gelmişti. Sessizce kararını aldı ve gizlice İslâm’a girdi. Ailesinin, çevresinin ve ortamın esiri olarak, bu hidayetini hemen hemen beş yıl, gizlilik içinde yaşamaya mecbur kaldı. Şartların kendisini daha serbest bir hâle getirdiği şu sıralarda ise, aldığı karardan âmirleri durumundaki Kilise yetkililerini haberdar etmek ve şahitler önünde kelime-i şehadet getirip İslâm’a girişine dair resmî başvuruyu yapmak için uygun bir zamanı—ki fazla gecikmeyecektir—kolluyor.

Acaba sonuçlar kendisi için ne olacak? Bakalım dost ve akrabalarının tepkileri ne olacak?

Cemal Aydın / Zafer Dergisi

İslamofobia’ya Rağmen Müslüman Olanlar Artıyor!

İkiz kulelere yapılan saldırıdan sonra yayılan İslamfobia, ters tepmeye başladı. Çok sayıda insan ile beraber papazlık eğitimi alan Ahmet İsa Wagner’de müslüman oldu.

Malumunuz, Barnabas İncil’i hem Hz.Muhammed’den bahsettiği için ve hem de İslam akidesine uygun bir tevhid anlayışını ihtiva ettiği için Hıristiyan âlemince yasaklanmış bulunmaktadır. Bu İncil’i incelediğimizde bende şöyle bir kanaat oluştu: Hıristiyan dünyası eninde sonunda bu “İncil”de bahsedilen hakikatleri kabul etmek zorunda kalacaklardır. Çünkü Hıristiyan dünyası, mademki, bilimin, aklın ve araştırmaların kaynağıdır ve gerçekleri aramaya devam ediyor. Bu arayış sonunda onları bu “Barnabas İncili”ndeki “hakikata” ulaştıracaktır.

Bu kanaatimizi destekleyen, selefinden aktarılan bir çok İslamî rivayetler bulunmakla birlikte, aşağıda zikredilen kıssalar bu kanaatimize iki önemli temel dayanak teşkil etmekteler:

Birisi; Hz. İsa’nın Barnabas İncili’nde de geçtiği gibi, Benden sonra Allah’ın Elçisi gelecek, bana yaptığınız iftira ve yalanları temizleyecek, sözüdür. Bu ve buna benzer ifadeler ‘Barnabas İncili’nde mükerreren ve Hz. Muhammed’in ismi aşikâr zikredilerek geçmektedir.

Bu sözü İsa (a.s) kime söylüyor? Bu, bence çok önemli bir noktadır. Kendisini takip edenlere, havarilerine, din bilginlerine ve Nasranîlere, yani peygamber olarak gönderildiği kitleye söylüyor. Ve kendisinden sonra gelecek olan zat’ı (a.s.m) ayrıntılarıyla tarif ediyor. Bu tarifler o kadar ayrıntılı ki, hatta ayetlerde geçtiği üzere ehl-i kitap kendi çocuklarını tanır gibi Hz. Muhammed’i tanıyorlardı. Tevrat, İncil, Zebur’da ve sair suhuf-u enbiyada çok ehemmiyetle, ahirde gelecek bir peygamberden bahisler var; çok ayetler var.

Bu hususta daha geniş malumat edinmek isteyenler, Mevlana Cami’nin ‘Şevahidün Nübüvve’ adlı eserine ve Risale-i Nur külliyatından Mektubat adlı eserin 19.Mektup’una (Mucizat-ı Ahmediye) başvurabilirler.

İkincisi; Hz. Muhammed’in hadisleridir. Bu hususta da Rahle yayınlarından çıkan ‘Nüzul-i İsa (a.s)’ adlı kitabı öneriyorum. Bu kitapta 84. hadis-i Şerif ve 13 Ayet-ı Kerime ile Hz. İsa’nın ahirzamanda geleceği ve İslam’a tabi olacağı gayet makul ve mukni bir şekilde açıklanmıştır.

Binaenaleyh, bu kadar müjde ve işaretler, ayetler ve hadisler, hem o zamanın bir derece evliya ve arif-i billah olan bir kısım insanların tevatür derecesindeki ihbarları elbette doğrudur ve tahakkuk etmiş bir hakikattir. Bu hakikate binaen, ehl-i kitabın İslam’a biat edeceğine olan kanaatimizi yukarıda belirtik. Zaten son yıllarda bilhassa Avrupa’da İslamiyet’in hızla yayılması, Kilise dâhil, özellikle aydın kesimce sahiplenilmesi de bu kanaatimizi güçlendirmektedir. Bakınız şu olay bu kanaatimizi yeterince perçinlemeye kafi değil midir?

“Rotterdam İslam Üniversitesindeki bir heyet tarafından Flemenkçeye’de çevrilen Haşir Risalesinden, Utrecht ve Rotterdam’daki bazı papazlar (22 Papaz) haftalık olarak kendi aralarında ders okumaya başladılar. Papazlar, “Zira ahirete iman hepimizin ihtiyaç duyduğu birşey” diyorlar.”

“Geçtiğimiz günlerde İstanbul’a gelen Filipinler Mindanau Otonom Bölgesi Yüksek Öğretim Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Nora Şerif ve onun kızı ve yardımcısı olan Dr. Noraliyn Şerif Risâle-i Nur’un Filipinler eğitim sisteminde ders kitabı olarak okutulacağını söyledi.”

Moses adını taşıyan ve Evangelist bir papaz olan ve 1993 yılında gördüğü bir rüya üzerine İslâm`ı seçerek Afrika`da İslâmî çalışmalar yürüten Sierra Leoneli Musa Bangura, Müslüman olduktan sonra 500`ü papaz olmak üzere 4 bin 402 kişinin İslam`la tanışmasına vesile oldu.”

Papazlık ve Felsefe eğitimini alan Christof ; Hazret-i İsa’nın, Hazret-i Muhammed’in geleceğini müjdelediği sözleri Hıristiyanlar için çok tehlikeli addedilmektedir. Hazret-i İsa da dahil tüm peygamberleri gönderen Yüce Yaratıcının vahyettiği Kur’ân-ı Kerim’de “sözde” İsa’nın takipçilerinin durumu çok açıkça gözler önüne serilmiştir. İşte, bu gerçekleri görüp de Müslüman olmasınlar diye “İslâmiyet“le ilgili tüm bilgiler Hıristiyanlardan uzaklaştırılmaktadır. Yani Hıristiyan okulları talebelerine İslâmiyeti öğretmeye korkuyorlar. Kur’ân İnsan sözü değil. İlahi metinler konusunda yıllarca eğitim almış birisi olarak şunu tüm benliğimle söyleyebilirim ki, Kur’an-ı Kerim insan elinden çıkmış bir metin değil. Kur’an’ı okuyan her insaf sahibi Kur’an-ı Kerim’in Allah Kelamı olduğunu kabul eder. Bunu anlamak için yıllarca eğitim almaya gerek yok. Bu hakikat yakında tüm Avrupayı saracaktır. Gidişat o yöndedir.” (Medya Haberleri)

Bizim de anlatmak istediğimiz budur. Biz de Papazlık eğitimini aldıktan sonra müslüman olan AHMED İSA WAGNER’in şu temenni cümlelerine gönülden amin diyoruz:

“11 Eylül olayı olumsuz bir süreç başlatmıştır, maalesef bunu kabul etmek lazım. Fakat bu olumsuz durum yine Müslümanların lehine dönmüştür. Böyle olumsuz bir olayla bile olsa insanların gündemlerine İslâm girmiştir. İslâm hakkında sorular soran ve bu soruların en güzel cevaplarını İslâm’da bulan binlerce insan her geçen gün Müslüman olmaktadır. İslâm artık daha fazla konuşuluyor. Dünyada konuşulan iki şeyden biri. Önceden Kapitalizm ve Komünizm konuşuluyordu. Komünizm hâlledildi gibi görünüyor. Şimdi ise Kapitalizm ve İslâm konuşuluyor. Gelecek hakkın, yani İslâm’ındır. Bizim kurtuluşumuz ise, bu kervanın içinde bulunmakla mümkündür. Kervan bir yol bulup hedefine varacaktır. Yüce Allah bizi bu kervanın içinde olanlardan eylesin, gerisinde kalanlardan olmaktan korusun.”

Evet dünyada zahiren İslamın aleyhinde gibi cereyan olaylar ve Batı’nın ‘İslamofobia’ olarak ileri sürdüğü her olumsuz hareket ve hadise geniş dairede tedrici olarak islamın lehine işlemektedir. “Sizin şer olarak gördüğünüz şeyde umulur ki onda hayır vardır” kuralınca, Cenab-ı Hakk zemini ve mekanı İslamın istikbal etmesine müheyya etmektedir. Üstadın dediği gibi:

Yakînim var ki, istikbal semâvâtı, zemin-i Asya

Bâhem olur teslim yed-i beyzâ-yı İslâma.”

Hiç şüphesiz bir şekilde, gerek istikbâl semavatı, gerekse Avrupa ve Asya İslâm’ın parlak eline beraber teslim olacaklardır. Bu müjdeler şimdiden çıkmaya başladı elhamdülillah.

Recai ALBAY

Bir Yılda 4300 Yabancı Müslüman Oldu

Suudi Arabistan şehirleriden Al-Khobar ve Riyad’da 2011 yılında 4315 yabancının müslüman olduğu bildirildi.
YABANCILAR AKIN AKIN İSLAM DİNİNE GİRİYORSuudi Arabistan ulusal basının yaptığı açıklamada 2011 yılında Al-Khobar şehrinde yaşıyan 1213 yabancının müslüman olduğunu bildirdi. Bunların arasında 150 bayan bulunuyor. Müslüman olanların genellikle Asya, Amerika,Avrupa ve Afrika vatandaşı ve çoğunluğu Filipinli oldu bildiriliyor.
2011 yılında Riyad’a 3105, Dubai’de 2012 ramazan ayında 300 kişi İslamla kuçaklaştı. Ayrıca Fas, Cezayir ve Tunus’ta yabancıların İslamı seçmelerinde her yıl artış görünüyor.
29.11.2012
Hürseda Haber

Meryem Cemile (Margaret Marcus) Kimdir?

Meryem Cemile, 1934 yılında New York’ta, Amerika’nın içinde bulunduğu ekonomik buhranın en şiddetli döneminde, dördüncü kuşak Almanya Yahudi kökenli bir Amerikalı olarak dünyaya geldi. New York’un en varlıklı ve kalabalık bir banliyösü olan Westchester’da mahalli okullarda tamamiyle dini bir eğitim alarak büyüdü. Her zaman ortalamanın üzerinde bir öğrenci olarak; kısa zaman içinde elinden kitap hiç eksik olmayan hırslı bir entellektüel, doymak bilmez bir kitap kurdu oldu ve okuma seviyesi öğrenim gördüğü okulun gereksiniminin çok ötelerine çıktı.

Ergenlik çağına girdiğinde; yaşıtlarında çok ender görülen ,son derece ciddi, hoppalıklardan nefret eden bir kişiliğe sahipti. En ziyade dine, felsefeye, tarihe, antropolojiye, sosyolojiye ve biyolojiye ilgi duyuyordu. Okul ve kütüphaneler artık onun ikinci evi haline gelmişti.

1952 yılı yazında Liseden mezun olduktan sonra New York Üniversitesi Liberal Sanatlar bölümüne girdi. Üniversitedeyken 1953 yılında ağır bir hastalığa yakalandı. Durumu gittikçe kötüye gitti ve iki yıl sonra diplomasını alamadan üniversiteyi terk etmek zorunda kaldı. 1957-1959 yılları arasında hastanelerde tedavi oldu. Hastaneden taburcu olduktan sonra, yazmaya olanak buldu. Marmaduke Pickthall’ın Kuran-ı Kerim tercümesi ve Allame Muhammed Esad’ın “Mekke’ye Giden Yol” ve “Yolların Ayrılış Noktalarında İslam” adlı eserleri ilgisini İslama yöneltti. New York’un Müslüman bölgelerindeki insanlarla kurduğu diyaloglar onu artık tamamiyle İslamiyetle ilgilenen bir insan haline getirdi ve en sonunda Margaret Marcus olan ismini Meryem Cemile olarak değiştirdi.

İslamiyetle ilgili ulaşabildiği İngilizce tüm kaynakları okuduğu bu dönemlerde Meryem Cemile; Aralık 1960’tan itibaren Mevlana Seyyid Ebul Ala Mevdudi ile düzenli olarak yazışmaya başladı. 1962 baharında Mevlana Mevdudi, Meryem Cemile’yi Pakistan’a gelerek Lahor’da kendi ailesinin bir üyesi olarak yaşamaya davet etti. Meryem Cemile bu teklifi bir yıl sonra kabul etti ve Cemaat-i İslami üyesi olup ilerde tüm kitaplarını yayımlayacak olan Muhammed Yusuf Han ile evlendi. Akabinde dört çocuğu oldu. Evli bir kadın için nadir görülebilecek bir şekilde tüm entelektüel ve yazım faaliyetlerine devam etti. Tüm önemli eserlerini hamilelik dönemlerinde yazan Meryem Cemile İslami örtünmeye de son derece riayetkardı.

Onun ateizm ve materyalizme olan nefreti hemen her eserinde görülür. Ona göre İslam; hayatın ve ölümün manasını bildirmede, yaşamın nihai gayesini anlatmada yegane kaynaktı.

Yazının orjinali için tıklayınız

www.NurNet.Org

Kanada’daki Kelly Kelime-i Şehadet Getirdi

Esselamu Aleykum Ve Rahmetullahi Ve Berekatühü Ebeden Daima

Aziz Muhterem Abeylerimiz Ve Kardeşlerimiz

Kanada’nın en büyük şehri Toronto’dan selam eder, dualarınızı bekleriz.

’’Müslümanlığı islamiyeti hiçbir zorlama olmadan, bütün kalbimle kabul ediyorum..bu kitapların ve islamiyetin kurtuluşum olacagına inanıyor kalbimle tasdik ediyorum’’

Bu sözler, eski ismi KELLY olan ve geçen günlerde Risale-i Nur vasıtasıyla Müslüman olarak yeni ismi ile İBRAHİM SAİD olarak yeniden doğan aramıza katılan Katolik bir hristiyana ait.

Sözlerimize başlamadan önce Risale-i Nurun her yerde her ortamda hizmetini yaptığını yapmaya devam ettiğini ve kıyamete kadar devam edeceğini Üstadımız Bediüzzaman’ın buyurduğu gibi ‘’biz risale-i nurun okunduğu yerde manen hazır gibiyiz’’sözleri aklımıza geliyor. Cemaatimizin şahsı manevisi devam ettikçe ve Risale-i Nur okundukça hatta dünyada Risale-i  Nur okuyan bir kişi bile kalsa her yerin nurlanacağını küfre karşı galip geleceğini tahattur etmiş bulunuyoruz.

Geçtiğimiz günlerde İngilizce kursundan sınıf arkadaşımız olan KELLY yani yeni ismi İBRAHİM SAİD otobüsün arka koltuğunda yan yana oturuyorduk. O esnada münacat okuyordum. Birden aklıma neden sesli okumadığım geldi. Sesli okumaya başladım. Kendisi beni dinliyormuş. Ancak Türkçesinden okuyordum. Kitabın ortalarına geldiğimde okuduğum kitabın ne olduğunu sordu.

Gerek İngilizce gerek beden dili ile anlaşabilir bir şekilde kainatdan üstadımızın verdiği temsillerden anlatmaya çalıştım. Kendisinin ana dili Fransızca. İngilizcesi pek iyi değil. O yüzden kursa geliyor. Fakat konuştuğumuz her şeyi anladığını söyledi ve İsa a.s. hakkında soru sordu bir müslümandan İsa a.s.’ı duymak istediğini söyledi.

Risale-i  Nurda geçen İsa a.s.’ın ‘’artık sizinle fazla söyleşmem ben gidiyorum alemin reisi gelsin dediğini’’ peygamberimizin İsa a.s.’ dan övgü ile bahsettiğini Kuranı Kerimin İsa a.s. dan övgü ile bahsettiğini anlattım. Bir anda gözleri dolmaya başladı gerçekten bende duygulanmıştım çünkü karşımdaki Katolik bir hristiyandı, bu sözleri duyunca neredeyse gözlerinden yaş gelecekti.

İsa a.s. ‘ın peygamber olduğunu mesaj getirdiğini kesinlikle yaratıcının doğurup doğurulmadığını, tek olduğunu şeriki olmadığını, hiçbir sanatkarın sanatına benzemediğini, bu konuların hepsinin Kuranı Kerimde yazılı olduğunu Risale-i Nur okuduğu zaman bunları anlayabileceğini söyledim. Kendisi kiliselerde İsa a.s. ‘ dan hep baba oğul gibi şeylerden bahsedildiğini, hep aynı şeylerden bahsedildiğini, böyle şeyleri hiç duymadığını söyledi

Orada anladım ki içinde İslamiyete zaten bir ışık vardı. Yanımda bulunan İngilizce 23.söz ü verdim, hem İngilizceyi daha iyi öğrenirsin okudukça, hem de konuştuklarımızı bu kitaplarda bulabileceğini söyledim. Kendisine hediye ettim. Hemen bildiği kelimelere bakmaya başladı. Hiç konuşmuyordu bende okumama devam ettim. Aradan 10 dk gibi bir vakit geçmişti kendisinin Müslüman olmak istediğini söyledi.

Şaşırmıştım çok heyecanlanmıştım. Bundan emin olup olmadığını sordum. Tekrar ile emin olduğunu söyledi. Hemen orada kelime-i şehadet getirdi.

Ertesi gün beraberce buradaki Ehli Sünnet camilerinden biri olan Medine Camii’ne gittik. Orada, temel İslami hükümlerin kendisine tam ve net bir şekilde anlatılması için, İbrahim Said ile ayni dili konuşan birkaç Müslüman kardeşimiz ile görüştük ve sonrasında beraberce abdest alarak namaza hazırlandık. Bu onun ilk namazıydı. (Allah, daha nicelerini ihlas ve sıdk ile eda etmesini ve etmemizi nasip ve müyesser eylesin, amin.)

Namazdan sonra cami imamı gelerek, cemaatin önünde Müslümanlığını ilan etmesinin çok münasip olacağını söyledi. Akşam namazını müteakiben, yaklaşık yüz müslümanın önünde önce Arapça, sonra İngilizce ve Fransızca olarak Kelime-i Şehadet getirdi, imanın ve İslam’ın şartlarını sayarak kabul ve tasdik ettiğini ilan etti.

Bu an ve sonrası, kelimelerle ifade edemeyeceğimiz bir güzellikte idi, bütün cemaatin yeni kardeşlerini tebrikleri, musafahaları ve verdikleri hediyelerle geçen hem kısa, hem uzun ve sürurlu bir zamandı.

Elhamdulillah, İbrahim Said İslam’ın düsturlarını yavaş yavaş öğreniyor ve Risale-i Nur derslerimize geliyor ve hatta onun vesilesiyle (dersleri kendi dilinde ona açıklaması için) bir Arap Müslüman da derslere iştirak ediyor. Ancak şu da var ki, Birinci Söz’den yapılan geldikleri ilk dersten sonra, buraya yeni müslümana bir nevi tercümanlık için gelmesine rağmen asıl kendisinin bu derse ihtiyacı olduğunu farkettiğini söylemişti.

Bundan başka, pek Türkçe bilmediği halde bizimle oturarak okuduğumuz dersi Rusça takip eden bir Tatar ağabeyimiz de medresemizde derslere düzenli olarak devam ediyor. Bir keresinde kendisine dersi anlayıp anlamadığını sorduğumuzda cevaben, çok istifade ettiğini ve hatta geldiği ülkenin Risaleler ile uğraşmasının sebebini daha iyi anladığını söylemişti.

Bu arada, derslerimizden bahsetmemiz gerekirse, medresemizde haftanın üç günü talebe dersi oluyor ve gelenlere temel din bilgileri ve Kur’an-i Kerim’den sureler öğretilip, Risale-i Nur okunuyor. Haftanın iki günü cemaat dersleri devam ediyor.

Netice-i kelam, Elhamdulillah, Risale-i Nur her yerde hizmetini yapıyor.
Çok selam eder, dualarınızı bekleriz.

Kanada-Toronto Nur Talebeleri

www.NurNet.org