Etiket arşivi: iman

Yanlış tesettürden soyunmak için 10 hatırlatma

Aklımıza ilk geleni gözümüze ilk çarpan üzerinden düşünmeye başlayınca, bir de bakmışsınız aklımız gözümüze indirmişiz. Sonra da aklımızla değil gözümüzle düşünmeye başlarız.

Anlayacağınız o ki, sorunumuz “dandik” tesettür değil, tesettürü “dandik” anlamaktır. Dandikliğe bakın: “Başını örttün mü, tesettürlüsün. Ört(e)medin mi, tesettürsüzsün…” Tesettürü bir tür “aç-kapa” yüzeyselliğinde algılamamız üzerinde biraz kafa yoralım fırsat gelmişken…

Tesettür hakkında bilme(k isteme)diklerimiz:

1. Tesettür önce erkeklerden beklenir: Nûr Sûresi’nde önce “mümin erkeklere”, sonra “mümin kadınlara” hitap edilir. Sûrenin 30. ayeti, “Mümin erkeklere söyle…” diye başlar, 31. ayeti ise “mümin kadınlara söyle…” diye başlar. Erkeklerin tesettürü ile kadınların tesettürü arasında bir ayetlik öncelik farkı var demek ki…

2. Tesettür önce bakışla ilgilenir. Bakılan şeyle sonra ilgilenir: Nûr Sûresi’nde mümin erkeklere de mümin kadınlara da öncelikle “bakışlarını haramdan kısma”ları söylenir. “Mü’min erkeklere söyle: gözlerini sakınsınlar…” “Mümin kadınlara söyle gözlerini sakınsınlar…” Zaten bakışlara tesettür kazandırmadan, bakılan saçını ve bedenini örtse bile hayalde“soyulur” kadınlar. Tesettür, işte o zaman dandikleşir.

3. Tesettür sadece başını örtmek değildir: Nûr Sûresi’nde başörtüsü sorumluluğu olmayan erkeklere de, başörtüsü sorumluluğu olan kadınlara da “iffetlerini korumaları” söylenir ki, iffetlerini korumak başı açık erkeklere de başı kapalı kadınlara da farzdır. Başını örtmüş olsa da kadınlar ırzını korumuyor olabilir, başını ört[e]meyen her kadını hepten iffetsiz saymak kimsenin hakkı değil.

4. Tesettür öncelikle bir iç duruş ve tavırdır. Kılık ve kıyafet bu içsel duruşun ve özümsenmiş tavrın üzerinde ve sonrasında durur. Başının açıklığı dert edilmeyen bir erkek de “iffetini korumayarak” tesettürsüzlük yapabilir. Kılık kıyafet tesettürün sonucudur. Sonucu sebebin önüne koyarsak, temeli olmayan böylesi dandik “sonuç”lar görmeye devam ederiz. Böylece sözde bir takım gazetecilerin “tesettür kılığına girdim” diye caka satmasına fırsat veririz.

5. Tesettür önce iman etmektir: Nûr Sûresi’nde “iman eden” erkeklere ve “iman eden” kadınlara tesettür emredilir. Örtmek anlamına gelen “tesettür”, görmesini Allah’ın görmesine açık, sözünü Allah’ın işitmesine açık, niyetini Allah’ın bilmesine açık bilmektir ki bilinçli bir kapalılığı besler. Yine örtmek anlamına gelen “küfür” de, kendini Allah’tan gizlediğini sanmaktır ki sorumsuz bir açık-saçıklığı doğurur.

6. Kadının da erkeğin de ziyneti imandır. İman kendini Allah’la markalamaktır. “Ben Allah’ın kuluyum. Ben Allah’ın sanat eseriyim…” diye/bilmektir. Sanat değeri yüksek olan eserlerin kıymeti maddesi üzerinden belirlenmez. Antik paralar kilo ile satılmaz. Bakır bile olsalar üzerlerindeki damgaya ve imzaya bakılır. O zaman birkaç gramlık bakır bile kilolarca altın kıymetinde olur. Kendi değerini Allah’tan bilirse insan, bakışını eşsiz bir hazine bilir, orda burda yağmalatmaz. Göz nurunu haramdan sakınır, setreder. Bedenini Allah’ın sanat eseri olarak bilirse bir erkek ya da kadın, saçını da bakışını da ziynet bilir. Başını örtmeyi kendine kendisi farz eder, içinden gelir örtünmek. Dışarıdan giydirilmez. Giyinişini içeriden başlatır.

7. Bütün bu notlar, “benim kalbim temiz” kıvırtmasına malzeme olsun diye yazılmadı. Kalbinin temiz olmasını isteyenler, çağına örfüne, iklimine mevsimine, kültürüne çevresine göre hesaplar yapmadan önce Nur Sûresi’nin 30-31. ayetinin anlam ırmağına yatırırlar kalplerini. Önyargısız ve hesapsız. Kitabına uydurmak yerine Kitab’a uyarlar.

8. Başını örtmüyor diye, örtemiyor diye, hatta örtmek istemiyor diye, bir kadını Allah’ın kulu ve sanatı olmaktan çıkarmaya hevesli dandik bakışlar asıl müstehcendir. Saçını açık bırakınca, her şeyi açıkta mı kalır kadının? Saçı görüneni iffetinden de soymak başlı başına tesettürsüz bir bakış değil mi?

9. Başörtüsü tesettürün hepsi değildir ama “teferruat” kelimesinin çağrıştırdığı, “olsa da bir olmasa da bir” gereksizliğinde görülmeyi de hak etmez. Tesettürün zirvesidir, örtünmenin baş tacıdır başörtüsü. En azından bu ülkede başının örtüsü yüzünden mesleğini, itibarını, geleceğini, yurdunu terk ederek bedel ödeyen kardeşlerimizin çabasını küçümseriz. Onların içten dirençlerini düşmanları karşısında yağmalatmak hiçbir gerekçenin örtemeyeceği bir kabalıktır. Hasetçileri karşısında onların elini güçsüzleştirmek apaçık bir insafsızlıktır. “Dandik” bir duruştur.

10.“Aşk”ından dolayı başını bağlamayan sözde “sufi” ehline gelince… Başını örtmemek ve hatta örtmek istememek başkadır, başını örtmesen de olur demek başkadır. Kurala uymayabilirsiniz. Hoş, benim de uymadığım onca kural varken, sizin ayıbınızla uğraşma hakkım yok. Ama kural uyduramazsınız. Kuralı Allah koyar; siz değil. Allah’tan kural koyma rolünü ç/almaya kalktığınızda herkesin hakkını açık açık yersiniz. Gerçek aşk ehli başkalarına farz olmayanı kendine farz kılar… Farzı kendine farz olmaktan çıkaran sizdeki bu aşk, aşk değil.

Senai Demirci

Düşmana cesaret vermek

“Havf ve zaaf, te’sirat-ı hâriciyeyi teşci’ eder.” Mektubât

Bu cümleyi okurken aklımıza gelen ilk mânâ, “Korkmak ve zaaf göstermek düşmanlarımızı yahut rakiplerimizi daha da cesaretlendirir” şeklinde olur. Bu mânâ doğrudur. Şu var ki, bu vecizede insanlar yerine “tesirat-ı hariciye” denilmekle bunun küllî bir kaide olduğu ders verilmektedir. Bu ifade, düşüncemizi sadece insanlarla sınırlamaz, bu gerçeğin bütün dış tesirler için geçerli olduğunu hatırlatır.

Haricî tesirlerden birisi de bize zarar vermek isteyen insanlardır. Bu düstur gereğince kendimizi zayıf göstermekten ve onlardan korkmaktan, çekinmekten uzak durmamız gerekir. Aksi halde şecaatleri artar, cesaretleri kuvvet bulur ve bizi ezme hususunda daha bir yiğitleşirler. Nitekim, Allah Resulü (asm.) sahabelerine, ellerini yüzlerine koyarak üzüntülü, mahzun bir halde durmalarını yasaklamış ve bunun düşman tarafından yanlış değerlendirilip onları cesaretlendireceği hususunda kendilerini ikaz etmiştir. Günlük hayatımızda bunun çok misallerini yaşarız. Size haksızlık yapmak isteyen birisi sizi vakur ve metin gördüğünde kararını infazda acele etmez. “Acaba bir bildiği mi var?” diye en azından bir tereddüt geçirir, biraz düşünür ve çoğu zaman da vazgeçer.

Nur Külliyatında iki dünya saadeti şu dört esasa bağlanır: İman, tevhit, teslim ve tevekkül. Bütün varlık aleminin tek yaratıcısı, tek sahibi ve mâliki olan Allah’a inanan bir insan, hiçbir şeyden korkmaz ve çekinmez. Kendisine düşen tedbir görevini yerine getirdikten sonra O’nun kudretine ve rahmetine teslim olur; tevekkül ile sonucu bekler. “Her hakikî hasenat gibi cesaretin dahi menbaı, imandır, ubudiyettir.” Sözler

Tıp ilminde bir koruyucu hekimlik dalı vardır. Bu dalda, insanın hastalıktan korunmasının yolları üzerinde durulur; bünyenin hastalıklara karşı dayanıklı olmasının çareleri aranır. Doktorlarımızın bildirdiğine göre nezle mikrobu bünyede daima mevcuttur. Bünye kuvvetli olduğunda mikrop hiçbir şey yapamaz; tesirsiz kalır. Bünye, zayıf düştüğünde mikrop hükmünü icra eder ve insanı yatağa düşürür. Vesvese hastalığı da bunun gibidir. İnsan, şeytanın vesveselerine karşı imanından emin oldu mu, o vesveseler, o şüpheler kalbe tesir edemezler. Şeytan o kalbi şüpheye düşüremez. Ama bu konuda biraz zaaf gösterse ve vesveseden korksa kalbini şeytanın hücumlarına açmış demektir. Demek oluyor ki, tesirat-ı hariciye denilince iklim şartlarından şeytan vesvesesine kadar uzanan bir silsile hatıra gelir. Bunların tamamına karşı dayanmanın iki esası vardır: Korkmamak ve zaaf göstermemek.

Alaaddin Başar / Zafer Dergisi

Böyle dost düşman başına!

Ukbe bin Ebi Muayt, Mekke müşriklerinden kötü niyetli olmayan bir adamdı. Resulullah’la her karşılaştığında saygıyla bakar, iyi münasebetini bozmamaya gayret ederdi. Hatta uzun yolculuktan döndüğünde Mekke’de yemek yedirmeyi adet edinmişti. İşte yine böyle bir yolculuktan dönmüş, vereceği yemeğe Resulullah’ı da davet edecek kadar yakınlık göstermişti.

Efendimiz, Ukbe’nin artık gönlünün imana hazır hale geldiğini düşünerek yemek davetine şöyle karşılık verdi:

“Ukbe, davetine gelirim ama yemeğini yemem. Yemeğinden yemem için seni yaratan Allah’ı inkâr etmemeni, O’nun Resulü’ne de şehadet etmeni beklerim. Senin gibi iyi niyetli bir insan küfürde ısrar etmemeli artık.”

Ukbe bu teklife çok da direnmedi. Efendimizin isteğine olumlu cevap vererek iman eden herkesin söylediği şehadet kelimesini söyleyiverdi. Efendimiz sevinmişti. Ukbe’nin iman etmesine sebep olmuştu çünkü.

Ne var ki, Ukbe’nin Mekke’de putperest dostları da vardı. Bunlardan biri de katı bir müşrik olan Übey bin Halef’ti. Haber bir anda onlara da ulaştı.

Duyduğu haber hiç de hoşuna gitmemişti. Hemen gelip arkadaşını suçlayıcı sorular sormaya başladı:

“Duyduğuma göre Muhammed’i yemeğe davet etmişsin. Bununla da kalmayıp onun teklif ettiği şehadet kelimesini de söylemişsin.”

“Evet,” dedi “öyle oldu. Onun istediği şehadet kelimesini de söyledim.”

Müşrik dostu, “Olamaz,” dedi. “İşte bu olamaz. Hem şehadet kelimesini söyleyeceksin hem de bizimle dost olacaksın. Bu olacak şey değil” dedi ve ilave etti:

“Bu sana pahalıya mal olur. Bundan sonra hiçbir yerde iş bulamazsın.”

Ukbe, müşrik dostunun sözlerinden endişe ederek, getirdiği şehadet kelimesinden pişmanlık duymaya başlamıştı.

“Olayı büyütme,” dedi. “Ben sadece Ukbe’nin yemeğini yemeden gitti diye bir söylenti çıkmaması için utandığımdan şehadet kelimesini getirdim, yoksa ona inandığımdan değil.”

Übey bin Halef, kopardığı bu tavizden memnun olmuş, ama yeterli de bulmamıştı. Daha da ileri giderek yol gösterdi:

“Biz bu sözlerinin doğruluğunu ancak gidip O’na tükürdükten sonra kabul ederiz. Gideceksin, onu sevmediğini ifade eden bir tükürük fırlatacaksın, o zaman anlarız senin O’na inanmadığını. Yoksa bizi böyle boş sözlerle savamazsın.”

İmana yeni ısınan Ukbe’nin kalbi maalesef artık geriye dönmüş, dost bildiklerinin baskısına dayanamayıp vazgeçmişti getirdiği şehadetten. Doğruca Efendimizin Darunnedve’de ibadet ettiği yere gitti. Efendimizin yanına yaklaştı. Dilinin ucunda topladığı tükürüğü fırlatırken ansızın çıkan bir rüzgâr, tükürüğünü geriye döndürüp kendi suratına yapıştırdı. Üstelik ateş gibi de yaktı.

Ertesi günü Ukbe’yi yanağındaki yanık iziyle görenler sordular:

“Sende böyle bir yanık izi yoktu, ne zaman oldu bu yara?”

Ukbe saklamadan anlattı:

“O’na doğru tükürdüğüm tükürük kendime geri dönüp suratıma yapışarak ateş gibi yaktı, izi kaldı!”

Ne yazık ki henüz iman etmişken dostlarının baskısıyla geriye dönen Ukbe, Bedir’de küfür üzere öldü.

İşte bu hadise üzerine Furkan suresi 27-28. ayetleri geldi. Burada dostlarının yanlış telkinlerine uyanların ahirette ellerini ısırarak nasıl pişmanlık duyacaklarını şöyle anlattı:

“Ah ne olurdu keşke falanı dost edinmeseydim, onun isteğine boyun eğmese, sözlerine itimat etmeseydim. Getirdiğim şehadet kelimesinden vazgeçirip Peygamberle birlikte olmama mani oldu, şeytana uydurdu. Ne kötü dostmuş meğer onlar.”

Ahmet Şahin / Zafer Dergisi

Depresyon ve Risale-i Nur

Hızlı, san’atlı, suhûletli ve sehavetle, muazzam değişikliklerin yapıldığı bu mevsimde, her şey yaratılış hikmetine uygun hareket ederken, insan bu hikmete uymaz ise, sıkıntılar yaşar. Bu mükemmel enerjiye ayak uyduramaz, dar bakış açıları ile, basit, günü birlik olay ve hadiselere takılıp, enerjisini bu yönde harcarsa, elbette depresyon kaçınılmaz bir sonuç olacaktır.

Depresyon sadece bu sebeple ortaya çıkmamaktadır. Çağımızın hastalığı depresyona, sebepleri açısından baktığımızda dört çeşide ayrıldığı görülür.

  • Bunlardan birincisi, beyindeki bir bozulma sonucu olan depresyondur ki, bu fiziksel bir hastalıktır.
  • İkincisi, genetik olmayan ama biyolojik bir depresyon çeşididir. Bu da genelde madde bağımlılarında ortaya çıkar.
  • Üçüncüsü, halledilmemiş bir çocukluk travması, geçmişteki bir sorundan kaynaklanan, psikolojik olmakla beraber, biyolojik de olan bir sorundur.
  • Dördüncüsü ise, insanın günlük hayatında meydana gelen, ani ve şiddetli bir etki neticesinde ortaya çıkan depresyondur.1

İlk iki depresyonda insanın tıbbî bakıma ihtiyacı vardır. Psikiyatri tedavisi ve ilâçlar şarttır. Üçüncü ve dördüncü tip depresyon tedavisinde ise, ilâçla beraber sağlıklı sonuç için, ‘inanç tedavisi’ de gerekmektedir. Belki inanç faktörü ve iman, tam bu noktada en iyi bir çözüm olacak ilâç mesabesindedir. İman, gerçi ilk iki depresyon tedavisinde dahi, hatta koruyucu tedbir açısından da bir ilâç ve kalkandır. Fakat bu gün toplum içerisinde en yaygın olanı, üçüncü ve dördüncü tip depresyon çeşididir.

İnsan, kendini tanımazsa, nereden geliyor ve nereye gidiyor olduğuna dair sorular sorup bunların en doğru cevaplarını bulamaz, bu dünyadaki vazifesini idrak edemezse, elbette depresyona düşmeye müsait hâle gelecektir. Bu soruları her insan fıtrî olarak sorar, fakat doğru cevaplarını herkes bulamaz. Bu cevapları da en doğru ve ikna edici olarak, dinler ve peygamberler vermiştir.

Geçmişte çözülemeyen bir problem sonucu, ilâç tedavisi, kişinin konu hakkında konuşmasına ve bu konuşmanın neticesinde kendini kısa süreli iyi hissetmesine sebep olabilir. Kısa vadede faydalı gibi gözüken bu tedaviyle, problemler yüzeysel çözülmüş olabilir, fakat ilâçla yapılacak bu çözüm, kaçınılmaz olan sonucu sadece erteler. Bunun tehlikeli bir yanı da, bir hap sayesinde kendini iyi hissetmenin, ileride duran zorluklara karşı yapmak gerekeni de yapmaktan kaçınmaya yol açabileceğidir.

O halde, bir depresyon durumunda yapılması gereken, ilâç tedavisi olsa bile, bununla beraber ‘inanç tedavisi’ de şarttır. Psikolog ve psikiyatristlerin ilâç tedavisi ile beraber inanç terapileri yapmaları da gerekir.Hazık(uzman) mütedeyyin(dindar) hekimlerin tavsiyelerini tutmak, ehemmiyetli bir ilâçtır. Mütedeyyin hekim, elbette meşrû dairede nasihat eder ve vesâyâda (tavsiyelerde) bulunur. Yarım hekimlere veyahut insafsız doktorlara rast gelse, evhamını daha ziyade tahrik eder. Zengin ise malı gider, yoksa ya aklı gider, veya sıhhati gider.”

“PEACE” veya İmânî Bakış Açısı

Psikolojik hastalıklarda, İngilizce “PEACE” kelimesi, özellikle Batı’da kullanılan bir tedavi sürecinin baş harflerinden oluşmaktadır. Kelime anlamı, “HUZUR” demektir. Harf açılımı ise, “P (problem); E (emotion=duygu); A (analysis=analiz); C (contemplation= tefekkür); E (equilibrum= denge)” anlamındaki kelimelerin birleşimi PEACE kelimesin oluşturur.2

Psikolojik sorunlarda problem ve problem neticesinde gelişecek duygu, fıtrî bir hâldir. İnsanın bunu tahlil etmesi veya olay karşısında hissetmesi gerekeni öğrenmeye ihtiyacı yoktur. Bu zaten fıtratta olan bir hâl olarak tezahür eder. Sonra ise, analiz kısmı gelir ki, problem daha ileri düzeyde tetkik edilir. Bunu insanın kendisi yapabileceği gibi, bir yol göstericiye de ihtiyaç duyabilir. Fakat dördüncü basamak, yani problemin tefekkür edilişi ise, insanı tamamen hikmet okumalarına götüren, Esmâ talimi yaptıran bir süreçtir ki, bu süreç en doğru biçimde ancak mânâ-i harfî ile, niyet ve nazarla okunabilir. Aksi halde, doğru okuma formülünü bilemeyenler için, psikolojik sıkıntılarını derinleştiren bir faktör bile olabilir. Son basamak ise denge hâlidir. İlk dördünde öğrenilenlerin hayatın içinde yaşanılır hâle gelmesi demektir. Yani benzer olay ve hadiselerde nasıl tavır alınacağını veya hızlı gelişen anlık olaylardaki tepkileri düzenleyen bir süreçtir.

Duyguları değerlendirmek bir iç muhasebedir. Buna enfüsî bir tefekkür de denebilir. Psikolog ve psikiyatristlerin pek çoğu bu aşamadan öteye geçemez.

İşte Batılıların adını, PEACE koyduğu, anlam olarak da HUZUR mânâsına gelen bu tedavi süreci, aslında baştan başa imanî bir bakış açısı sürecidir. Her ne kadar bunun adını böyle koymasalar da, ‘Huzurda olan huzurlu olur’ prensibine yaklaştıklarının bir göstergesidir.

Hiç şüphesiz burada önemli olan, gerek problem teşhisinde, gerek duygusal yaklaşımda, tetkik ve tefekkür aşamalarında, insanın en doğruyu bulması gerekir. Yani problem dediğimiz şeye bir kul olarak, imtihan vesilesi yaklaşımı, bu dünyanın lezzet ve ücret yeri olmadığı düşüncesi probleme bakışımızı değiştirecektir. Bu değişen bakış, soruna karşı vereceğimiz duygusal tepkiyi de değiştirecektir.

Meselâ, insanın bir ölüm haberi alınca hissedeceği duygu, ya isyan ya da tevekküldür. Bu tepkiyi belirleyen elbette imânî bir yaşayıştır. Çünkü Peygamber Efendimiz (asm), “Bir kimse, aldığı bir ölüm haberi karşısında, dudaklarından dökülen ilk sözleri, ‘innâ lillah ve innâ ileyhi râciûn’ olursa, imanının kâmil olduğuna işarettir” demiştir.

Bunun gibi daha nice problemler ve onlara karşı gösterilecek itidalli duyguların hepsi, sünnet-i seniyyenin içinde mevcuttur. Bu yaklaşımlarda olan ve sünnet-i seniyyede hissesi ziyade olan birisinin de elbette meseleleri tahlil etmesi kolaylaşacaktır. Problemini tahlil ederken, bakış açısı imanla nurlanmış bir mü’min, hadiselere, musibetlere bile arkalarındaki hikmetleri gören bir nazarla bakacaktır. Elbette bize böyle bakmayı, maddî ve mânevî hayatı nasıl korumaya alacağımızı öğreten en doğru rehber, Resûlullah’tır (asm).

Risâle-i Nur, bir PEACE tedavi sürecidir

Kur’ân ve sünnete göre bir bakış açısı ayarı sunan Risâle-i Nur eserleri, başlı başına bir PEACE tedavi süreci eserleridir. Risâle-i Nurlar başta insanı psikolojik problemlere karşı koruduğu gibi, probleme düşmüş insanlara da Kur’ânî tedaviler uygulayan bir hekim gibidir. Ve nihayette yaşanan hâdiseleri, kulluk ekseninde tefekkür edip, ifrat ve tefrit duyguları vasata çekerek, insanı denge hâline getirir. Problemlere karşı bu süreci, bu şekilde inanç terapi metoduyla işletmek, ileride gelecek sorunlara karşı da insanı hazırlar. Bu da, vasat bir hâl yaşamayı, yani dengeyi sağlar.

Dindar insanlar depresyona girmez diye bir düşünce yanlıştır. Nasıl maddî vücut hastalanırsa, insanın mânevî yapısında da hastalıklar olabilir. Fakat imanlı bir insan bu tür hastalıklardan kurtulmaya, yol ve yöntem açısından daha müsaittir.

Mânevî hastalıkların ilâçları mü’min insana daha yakındır. Yeter ki insan bunları kullanabilsin. Bu tedavi, bir süreçtir. Nurları okumak bu hastalıklara karşı koruyucu olabildiği gibi, hastalanmışlara da tedavi sunar. Fakat, “İman bir ilâçsa, bu ilâcın tesirini arttıran şey, ibadettir” prensibince, Risâle-i Nurlar bir ilâçtır. Fakat bu ilâçları kullanmak, hayata değdirmek, hayatın tam merkezine oturtmak ve öğrenilen hakikatleri uygulamak gerekir. Aksi halde, sadece okumak problemlerimizi çözmede yeterli olmayacaktır.

Dipnotlar:
1- Prof. Dr. Lou Marinoff, Felsefe Terapisi, Gendaş Kültür, 2004, İstanbul. 2- A.g.e.
03.05.2009
Yeniasya

Peygamber Efendimiz (a.s.m) Uyarıyor; ‘Keşke’ Demeyin!

İmtihana tabi olan bir varlık olarak insanlar, Allah’la olan münasebetlerinde her zaman dikkatli olmak zorundadır. İnsanın zihninde taşıdığı fikirlerin, davranışlarına yansıttığı fiillerin, ağzından çıkardığı sözlerin hepsi değerlendirmeye tabidir. Küfür-iman tablosunun, günah-sevap cetvelinin kaynağı bu üç mekanizmadır. Bunların–imtihan malzemesi olarak–önemi aşağıda takdim edilen ilahî-nebevî olan şu değerlendirmelerde açıkça görülmektedir:

Ey insanlar! Siz içinizdeki şeyleri açığa vursanız da, gizleseniz de, Allah sizi onlardan dolayı hesaba çeker.” (Bakara, 284) Bu ayetten zihin-fikir planındaki düşüncelerimizden de imtihana tabi olduğumuz anlaşılmaktadır. Buna göre küfrünü açığa vuran kâfir gibi, küfrünü gizleyen münafık da hesaba çekilecektir.

“Bugün mühür vuracağız ağızlarına, elleri Bize söyler, ayakları şahitlik eder, kendi yaptıklarına” (Yasin, 65) mealindeki ayetten ise, yaptığımız bütün fiillerimizden hesaba çekileceğimizi, organlarımızın aleyhimizde konuşup şahitlik edeceklerini öğreniyoruz.

“O sırada siz o iftirayı dilden dile birbirinize aktarıyor, işin aslına dair hiç bilginiz olmayan sözleri ağızlarınızda geveleyip duruyordunuz ve bunu basit, önemsiz bir şey sanıyordunuz. Halbuki o, Allah’ın nazarında pek büyük bir vebaldi!” (Nur, 15)

“Gün gelecek, dilleri, elleri ve ayakları yapmış oldukları bütün kötülükleri tek tek bildirerek aleyhlerinde şahitlik edecektir” (Nur, 24) meallerindeki ayetlerde dillerimizden de, sözlerimizden de hesaba çekileceğimizi göstermektedir. Bu konuda şu hadis-i şerifi de hatırlamakta fayda vardır:

Hz. Muaz anlatıyor: Ben “Ey Allah’ın Resulü! Biz konuştuklarımızdan da sorguya çekilecek miyiz?” dediğimde, ‘Muaz! Annen hasretine yansın, insanları yüzüstü cehenneme atan dillerinin biçtiğinden başka bir şey midir?’ diye buyurdu.” (Kenzu’l-Ummal, h. No: 43579)

İnsanlar ince elekten geçiyor;

İnce elekten geçiyor ki, adalet yerini bulsun, herkes hak ettiğini bulsun, zalim ile mazlum arasında fark olsun. İnsanlık tarihi açıkça göstermiştir ki, cennet ucuz değil, cehennem de lüzumsuz değildir. Özellikle çağımızda bozulmamış her vicdan, günde belki bin kere; “mazlumlar için yaşasın cennet!,” “zalimler için de yaşasın cehennem!” diye feryat ediyor. Bu vicdanî duygular gösteriyor ki, Rabbimiz cennet ve cehennemin varlığını sadece indirdiği semavî kitaplar ve gönderdiği peygamberler vasıtasıyla bildirmekle yetinmemiş, aynı zamanda konuyla en yakın ilişkisi olan insanların vicdanına da bunu kazımıştır.

“Eğer-şayet-keşke”de elenen sözcükler: İmtihana tabi olan insan, öyle bir ince elekten geçiyor ki, insanın ‘keşke’ demesi bile başlı başına bir sorun teşkil ediyor.

Nitekim, Peygamberimiz (a.s.m) insanları uyarıyor: Sakın! ‘Keşke’ demeyin!

Hz. Ebu Hüreyre anlatıyor: Peygamberimiz (a.s.m) şöyle buyurdu: Kuvvetli (iman, azim, teşebbüs kabiliyeti bakımından güçlü) mümin, zayıf müminden Allah’a daha sevimlidir. Her birinde hayır vardır. Senin için (her iki dünyada) faydalı olan şeylere rağbet et; Allah’tan yardım iste, âcizlik/tembellik gösterme! Şayet başına bir musibet gelirse; “eğer şöyle yapsaydım, şöyle şöyle olurdu (veya; keşke şöyle yapsaydım, o zaman şöyle şöyle olurdu)” şeklinde bir şey söyleme! Bilakis şöyle de; “Bu Allah’ın takdiridir, o neyi isterse onu yapar.” Çünkü, “LEV” (eğer, şayet, keşke) kelimesi şeytanın işine yarar/iş yapmasına kapı açar.” (Müslim, kader, 34; İbn Mace, Mukaddime, 10; Ahmed b. Hanbel, 2/366, 370)

Bu hadisin ifadesinden de anlaşılacağı gibi, şeytana iş yapma imkânı veren “LEV=eğer, şayet, keşke” kelimesinin ifade ettiği hususun kaderle yakın ilişkisi vardır. Geçmişe ait olaylar birer vukuattır. Vukuat ise birer mukadderattır, kaderin birer yansımasıdır. Bu gerçeğe rağmen, şayet kişi “eğer şöyle yapılsaydı böyle olmazdı” veya “keşke şöyle yapılsaydı o zaman bunlar başımıza gelmezdi” diye bir zihinsel hayıflanmaya başlarsa, şeytan zihnini bütün bütün karıştırır, içine vesvese verir. Adam mutezile gibi–kaderi inkâr edercesine–işin vukuunu tamamen sebeplere bağlar. Bu husus, itikadî yönden zararlı olduğu gibi, işin sonucunu değiştirebilecek bir fırsatı kaçırmanın teessüfünden bir moral çöküntüsü de yaşar. Zaten şeytanın yapmak istediği de budur.

Kuşkusuz, Allah’ın takdirine inanıp boyun eğen, sadece kendi cüzî iradesiyle yaptığı yanlışlığa işaret etmek isteyen kişinin durumu bundan farklıdır. (Nevevî, ilgili hadisin şerhi.)

Şeytana iş yapma imkânı sağlayan “keşke”lerden kurtulmanın tek yolu, sebepler dairesinde gereken tedbirleri aldıktan sonra Allah’ın âdil ve hikmetli olan kaderine teslim olmaktır. Teslimiyet ve tevekkül ise, şüphesiz güçlü bir imanın yansıması olacaktır. Aşağıdaki hadis-i şerifte bu ders verilmiştir:

“Bir kul, hayrıyla, şerriyle kadere iman etmedikçe; kendisine (hayır veya şerden) isabet eden bir şeyin yanlışlıkla onu atlamasının mümkün olmadığını ve kendisini atlamış olan bir şeyin de yanlışlıkla ona isabet etmesinin imkânsız olduğunu bilmedikçe iman etmiş olmaz.” (Tirmizî, Kader, 10)

Şeytana iş kapısını açan “eğer/keşke”den bir misal:

Uhud savaşında Müslümanlar 70 şehit vermişti. Savaşa katılmayan münafıklar, yakınlarının üzüntülerini artırmak için onların da kendileri gibi savaşa katılmasalardı kesinlikle ölmeyeceklerini söylemişlerdi. Allah, bunların–şeytanın vekili gibi–telkin ettikleri vesveselerinin yanlışlığına dikkati çekerek onların iddialarını reddetmiştir. Konuyu Kur’an’dan izleyelim:

“…Bir kısmınız ise can derdine düşmüş, Allah hakkında Cahiliye devrindekine benzer, gerçek dışı şeyler düşünüyorlar: “Bu işin kararlaştırılmasında bizim yetkimiz mi var? Ne gezer!” diye söyleniyorlardı. De ki: “Bütün yetki ve karar Allah’ındır” Onlar aslında içlerinde, sana karşı açığa vuramadıkları bir şeyler saklıyor ve kendi aralarında: “(Eğer/keşke) Bu emir ve komuta işinde bir payımız olsaydı, şimdi burada olmaz, öldürülmezdik” diyorlardı. De ki: Siz evlerinizde dahi olsaydınız, haklarında ölüm takdir edilenler, mutlaka düşüp ölecekleri yerlere doğru çıkacaklardı. Allah, sizin içinizde olanı sınamak ve kalplerinizi her türlü vesvese ve kirden arındırıp pırıl pırıl yapmak içindir ki bunu başınıza getirdi. Allah sinelerin özünü dahi bilir.”

“Ey iman edenler! Dini inkâr edip de Allah için seferde ölen veya gazalarda öldürülen arkadaşları hakkında: “(Eğer/keşke) Bizim yanımızda olsalardı, ne ölürler ne de öldürülürlerdi” diyenler gibi olmayın! Allah bunu, onların gönüllerinde bir hasret, bir yürek yarası olarak bıraksın diye yaptı. Hayatı veren de, alan da Allah’tır. Allah bütün yaptıklarınızı görür.”

“Eğer Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz, bilin ki, Allah tarafından mağfiret ve rahmet, insanların topladıkları bütün mallardan daha hayırlıdır.” (Âl-i İmran, 154,156-157)

“Eğer/keşke” sözcüğünün kullanılmasının uygun olup olmaması, bunu kullanan kimsenin akidesiyle yakından ilişkilidir. Şayet “keşke/eğer şöyle olsaydı.. böyle olurdu/veya böyle olmazdı” ifadesini kullanan kimse, olmasını istediği şeyin vukuu durumunda, mevcut durumun–Allah’ın meşietini, iradesini, dilemesini göz önünde bulundurmadan–kesinlikle değişiyor olacağına inanıyorsa, bu yanlış bir düşünce olur ve şeytana yanlış telkin kapılarını açar. Yukarıda mealini sunduğumuz ilgili hadiste yer alan ve insanlardan söylenmesi istenen “Bu Allah’ın takdiridir, O neyi isterse onu yapar” ifadesi, insanları sebeplere fazla yer veren düşüncenin yanlışlığından kurtarmaya yöneliktir.

Yok “keşke/eğer şöyle olsaydı.. böyle olurdu/veya böyle olmazdı” ifadesini kullanan kimsenin maksadı–kesin kararın mutlaka Allah’a ait olduğunu göz önünde bulundurmakla beraber–Allah’ın kâinatta cari olan prensipleri çerçevesinde sebeplere hak ettikleri kadar bir değer vermek ise bunda bir beis yoktur. Buna Hz. Ebu Bekir’in hicret esnasında mağaradayken söylediği “Eğer onlardan biri ayağını kaldırsa/ayağının altına baksa mutlaka bizi görür” şeklindeki sözlerini misal verebiliriz. Hz. Ebu Bekir, Allah’ın izni olmadan onların kendilerini göremeyeceklerine kesinlikle inanıyor olmakla beraber, bu sözleriyle normal âdetullah denilen sebepler çerçevesinde onların kendilerini görmelerinin rahatlıkla mümkün olduğuna işaret etmiştir. (krş. İbn Hacer, ilgili hadisin şerhi)

Kurtubî’nin de ifade ettiği gibi, “eğer/keşke” cümlelerinin kullanılmasını uygun görmeyen hadisin verdiği ders şudur: Maziye/geçmişte olmuş hadiselere kader penceresinden bakmak, Allah’ın emrine teslim olmak, kadere rıza göstermek, vukua gelmiş olan olumsuzluklara bakıp aşırı üzüntüye kapılmamak gerekir. Bu teslimiyeti göstermeyip de “eğer/keşke..”lerle olanları değerlendirmeye çalışanlara şeytan müdahale edecek ve onları imkânsız temenni ve kuruntularla hüzne boğacak ve Allah’a karşı olan teslimiyetini kırmaya çalışacaktır.

İşin reçetesi şudur:

Mutezileler gibi sebeplere fazla perestiş etmemek, Cebriyeciler gibi sebepleri bütün bütün yok saymamak için, Ehl-i Sünnetin şu formülüne göre hareket etmek gerekir. Şöyle ki:

Sebepler dairesi çerçevesinde düşündüğümüz zaman, sebeplere yapışmanın zorunlu olduğuna, onların Allah’ın hikmetini yansıtan bir zincirler halkası olduğuna, Allah’ın kâinatta cari kanunlarının manzumesi olan bu sebeplere riayet etmemek, bu ilahî nizama karşı bir isyan olduğuna inanmak gerekir.

İtikat dairesinde konuyu değerlendirirken de, sebeplerin gerçekte hiçbir etkiye sahip olmadıklarına, her şeyin yaratıcısının yalnız Allah olduğuna iman etmek gerekir. Buna göre, ilaç alacağız, fakat şifayı Allah’tan bekleyeceğiz. Koruyucu hekimlik çerçevesinde gereken tedbirleri alacağız, fakat koruyanın yalnız Allah olduğuna iman edeceğiz. Şair ne güzel söylemiş:

“Allah’a dayan, sa’ye(çalışmaya) sarıl, hikmete ram ol

Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.”

Niyazi Beki / Zafer Dergisi