Etiket arşivi: kimdir

Bayram Yüksel Kimdir?

Bayram YÜKSEL (1931- 1997)

Bediüzzaman’ın talebelerinden olan Bayram Yüksel, 1931 yılında Bolvadin’in Çoğollu Köyü’nde doğdu. 1945 yılında ilkokulu “pekiyi” derecesiyle bitirince öğretmeni tarafından Köy Enstitüsüne gönderilmek istendi; ancak, babası dindar bir insan olduğundan göndermedi. Bu okullardan mezun olan insanların, dinine ve diyanetine karşı yabancılaşması, halk tarafından benimsenmelerine mani teşkil ediyordu. Babası, Kur’an-ı Kerim’i hıfz etmesini ve öğrenmesini istiyordu.

Çok genç yaşta Risale-i Nur’la tanışarak Bediüzzaman’a talebe oldu (1948). Vatani hizmetini ifa ettiği sırada Kore Savaşı çıkmış olduğundan, Kore’ye gönderilen birliklerimizin içinde yer aldı (1951). Kore Gazisi olarak geri döndü. Bediüzzaman Hazretlerinin vefatına kadar hizmetinde bulunmaya devam etti (1960).

Bayram Yüksel, gerek Bediüzzaman gerekse Risale-i Nur hizmeti konusunda çok sayıda hatıra nakletti. Uzun süre hizmetin içinde yer aldı. Bediüzzaman’ın derslerinde bulundu. Bu yüzden aktarmış olduğu bilgiler, “birinci elden kaynak” olup çok büyük önem arz etmektedir

Bayram Yüksel, Risale-i Nur’la tanıştıktan kısa bir süre sonra henüz daha 16-17 yaşlarında iken kendini hapishanede buldu. Afyon Hapishanesi’nde bulunduğu sırada insanlık dışı muamele maruz kaldı. Gardiyanlar, hem kendisine hem de Üstadına hakaret eder ve tokat atarlardı. Bu durum hem kendisini hem de Üstadını rencide ediyordu. Bediüzzaman, talebelerine hem teselli verir hem de tutuklu olmalarına rağmen zamanlarını en güzel şekilde geçirmelerini sağlardı. Nitekim Bayram Yüksel de hapishanede Kur’an yazını öğrendi.

Bayram Yüksel, vatani hizmetine İskenderun’da başladı. Ancak, Kore’ye gönderilme kararı çıktı. Kore’de Türk askerlerinin kırdırıldığı iddiasıyla kendisini Suriye’ye kaçırma teklifi yapıldı. Ancak, kendisi Emirdağ’a gidip Bediüzzaman Hazretlerinin fikrini aldı. Habere sevinen Bediüzzaman, “Tamam, ben bir Nur Talebesini Kore’ye göndermek istiyordum. Seni ya da Ceylan’ı düşünmüştüm. İnkar-ı Uluhiyete karşı Kore’ye gitmek lazım” dedikten sonra kendisine, hiçbir zaman boynundan çıkarmamak üzere Cevşen verdi ve hiç korkmamasını, İnayet-i Rabbaniye altında olduklarını söyledi. Bir de Japon başkumandana verilmek üzere Risaleler verdi.

Bayram Yüksel’in, Kore’de bulunduğu sırada en çok düşündüğü şey, Üstad’ın verdiği kitapları Japon başkumandana nasıl ulaştıracağı konusu idi. Tokyo’ya tedavi edilmek üzere gönderilmiş bulunan yaralıları alma görevi, kendisinin mensubu bulunduğu tabura verildi ve böylece Tokyo’ya gitme imkanı doğdu. Buraya gelince komutanlarından izin aldıktan sonra, Türklerin bulunduğu camiye gitti. Cami müezzini ile tanıştı. Kendisine çok yakın ilgi gösterildi. Kazan Türklerinden olan müezzin ve diğerleri, Japon-Rus savaşı sırasında, Bediüzzaman’ın İstanbul’da iken tanışıp haberleştiği ve eserlerini gönderdiği komutan tarafından Tokyo’ya getirilerek yerleştirilmiş ve kendilerine cami yaptırılmıştı. Müezzin, Bediüzzaman’ı Rusya’daki esaretinden beri tanıdıklarını söyledi. Japon kumandan vefat etmiş bulunduğundan, Bayram Yüksel eserleri buradaki Türklere verdi.

Bediüzzaman’ın vefatından sonra, iman ve Kur’an hizmetini Ankara ve Isparta’da devam ettirdi. Nur hizmeti, Bediüzzaman ve parmakla sayılacak kadar az sayıdaki talebeleriyle başlamışken, daha sonra ülkenin dört bir yanına yayıldı. Risale-i Nur Külliyatı, başta Arapça ve İngilizce olmak üzere birçok dile tercüme edildi. Bu hizmete paralel olarak yurt dışında bir çok hizmet merkezi vücuda geldi. Bayram Yüksel de muhtelif zamanlarda yurt dışına gitti. Yine böyle bir seyahatten sonra Almanya’dan dönüşlerinde, beraberinde bulunan Ali Uçar ve Mehmet Çiçek’le birlikte, Bulgaristan’da geçirdikleri trafik kazası sonucu vefat etti (19 Kasım 1997).

Risale-i Nur Enstitüsü

Mehmet Zahit Kotku Hz. Kimdir? (1897-1980)

Mehmet Zahid Kotku Kimdir? Neler Yapmıştır? Biyografisi..

Gümüşhânevî Dergâhı şeyhi Mustafa Feyzi Efendinin önde gelen talebelerinden. İsmi Mehmed Zâhid, soyismi Kotku`dur. Hoca Efendi lakabıyla da tanınmıştır. Babası İbrâhim Efendi, annesi Sâbire Hanımdır. 1897 (H.1315) senesinde Bursa`da doğdu. 1980 (H.1401) senesinde İstanbul`da vefât etti. Kabri, Süleymâniye Câmii hazîresindedir.

Âilesi Şirvân`a bağlı, eski bir hanlık merkezi olan Nuha`dandır. Kafkasya`da bir dağ eteğinde bulunan ve ipekçiliği ile meşhûr olan bu yöreden Osmanlı-Rus Harbi sırasında Anadolu`ya gelen âilesi, Bursa`ya yerleşti. Babası İbrâhim Efendi, Bursa Hamzabey Medresesinde tahsîlini tamamlayıp, çeşitli câmi ve mescidlerde imâmlık yaptı. Bu sırada Bursa Kaleiçi Filiböz Mahallesi Türkmenzâde Çıkmazındaki evlerinde Mehmed Zâhid Efendi dünyâya geldi.Mehmed Zâhid Efendi üç yaşındayken annesi Sâbire Hanım vefât etti. Babası İbrâhim Efendi,Dağıstan muhâcirlerinden Fâtıma Hanımla ikinci evliliğini yaptı.

Mehmed Zâhid Efendi ilk tahsîlini Bursa Oruçbey İbtidâîsinde yaptı. Orta öğrenimini ise Maksem İdâdîsi ve Bursa Sanâyi-i Nefîse Mektebinde gördü. O sıralarda patlak veren Birinci Dünyâ Harbi sebebiyle on sekiz yaşındayken askere çağırıldı. Senelerce askerlik yaptı. Çok tehlikeli günler geçirdi.Hastalıklar atlattı. Ordunun Suriye`den çekilmesi üzerine binbir güçlükle İstanbul`a dönebildi. Yirmi beşinci Kıt`a Şûbe Yazıcılığı vazîfesiyle askerliğe devâm etti. Askerlik vazîfesi sebebiyle İstanbul`da kaldığı müddet içinde çeşitli dînî toplantılara, özel derslere ve câmilerdeki vâzlara devâm etti. Bilhassa Seydişehirli Abdullah Feyzi Efendinin sohbetlerine devâm etti.

Bir Cumâ namazını Ayasofya Câmiinde kıldıktan sonra, Vilâyet karşısındaki Fatma Sultan Câmii yanında bulunan Gümüşhânevî Dergâhına gitti. Dağıstanlı Şeyh Ömer Ziyâüddîn Efendiye intisâb edip, talebe oldu. Onun sohbet ve derslerinde bulunarak tasavvuf yolunda ilerledi. Ömer Ziyâüddîn Efendinin vefâtı üzerine, yerine geçen Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendinin sohbetlerine devâm etti. Tasavvuf yolundaki vazîfesini tamamlayıp, hilâfet aldı. Râmûzü`l-Ehâdîs, Hizb-i A`zam, Delâil-i Hayrât ve Kasîde-i Bürde okutmak üzere icâzet, diploma aldı. Bu arada Bâyezîd, Fâtih ve Ayasofya Câmii ve medreselerindeki derslere devâm etti. Bu sırada hâfızlığını tamamladı.Ayrıca Hacı Hasîb Efendiden kırâat ilmi ve fıkıh icâzeti aldı. Hocasının işâreti üzerine çeşitli kasaba ve köylere giderek İmâm-Hatiplik yaptı ve insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı.

Tekke ve zâviyelerin kapatılmasından sonra Bursa`ya dönen Mehmed Zâhid Efendi, 1929 senesinde babası İbrâhim Efendinin vefâtından sonra onun yerine Bursa`nın İzvat köyünde İmâm-Hatiplik vazîfesine başladı. On beş yıl kadar süren bu vazîfeden sonra, Bursa il merkezindeki Üftâde Câmii Şerîfi İmâm-Hatipliğine tâyin edildi. Kaleiçi`ndeki baba evine yerleşti. 1945-1952 yılları arasında buradaki vazîfesine devâm etti. 1952 senesi Aralık ayındaGümüşhânevî Dergâhı postnîşini ve eski dergâh arkadaşı Kazanlı Abdülazîz Bekkîne`nin vefâtı üzerine talebelerinin ve sevenlerinin ısrarlı dâvetleriyle İstanbul`a taşındı. Fâtih Zeyrek`teki Çivizâde Câmii İmâm-Hatipliğine tâyin edildi. Bir ara yine Zeyrek`teki Ümmügülsüm Mescidinde İmâm-Hatiplik yaptı.Ekim 1958 târihinde Fâtih İskenderpaşa Câmiine naklolunarak vefâtına kadar bu vazîfede kaldı.

Gerek Bursa`da gerekse İstanbul`da bulunduğu sırada etrâfında toplananlara vâz ve nasîhat ederek yol göstermeye çalıştı. Pazar günleri ikindi namazlarını tâkiben devamlı ders verirdi. Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî hazretlerinin derlediği Râmûzü`l-Ehâdis isimli hadîs-i şerîf kitabını okuyup açıklardı. Selâmlaşmanın önemiyle ilgili; “Selâmı yayınız.” hadîs-i şerîfini açıklarken: “Selâm sâdece iyi dilek ve temennîlerin sözle ifâde edilmesinden ibâret kuru bir görev değildir. Gerçekte selâm, yolda karşılaştığımız bir kardeşimizin ihtiyâcının var olup olmadığını, varsa bizimle giderilebilecek bir tarafının bulunup bulunmadığını, öğrenip elimizden geleni yaptıktan sonra yola devâm edip gitmektir.” buyurdu.

Müslümanların birlik ve berâberlik içinde bulunmaları gerektiğini açıklarken de şöyle buyurdu: “Görmez misin ki, yağmur ne kadar çok yağarsa yağsın, tânecikleri hemen birleşir, toplanırlar. Derken dereler, nehirler meydana gelir. Netîcede bunlar barajları doldurur. Enerji santrallerini işletir, arâziyi sular, şehirlerin elektriğini temin ederler. Bu nîmet sâyesinde insanlar rahata kavuşur, işleri kolaylaşır. Bu ne büyük bahtiyarlıktır. Bundan ibret almalı, birlik ve berâberliğimizi temine çalışmalıyız. Tek tek hareket edersek, hepimiz helâk oluruz. Ne kadar dindâr olursan ol, birlik ve berâberliği her işin üstünde tutmadıkça, herkes kendi başına buyruk hareket ettikçe bir yere varılmaz.” diyerek müslümanların her iş ve hareketlerinde tek yürek, tek kuvvet olması gerektiğine işâret etti.

Son yıllarını rahatsızlıklar içinde geçiren Mehmed Zâhid Efendi, şiddetli ağrılarına rağmen sohbetlerine devâm etti. 1979 senesi yazında uzunca bir süre kalmak niyetiyle gittiği Hicaz`dan 1980 senesi Şubat ayında ağır hasta olarak döndü. Mart 1980`de ameliyat edildi. Ameliyattan sonra tedrici olarak düzeldi. Hattâ 1980 Ramazan orucunu aksatmadan tuttu. Terâvih namazını hatimle kılıp, vâzlarına devâm etti.Hac mevsimi gelince, hac vazîfesini yerine getirmek üzere mübârek topraklara gitti. Fakat hastalığı tekrar nüksetti. Hac vazîfesini güçlükle îfâ edip, sevgili Peygamberimizin kabr-i şerîfini ziyâret ettikten sonra Kasım 1980`de ağır hasta olarak İstanbul`a döndü. Dönüşünden bir hafta sonra 13 Kasım 1980 (Muharrem 1401) Perşembe günü öğleye yakın vefât etti. Cenâzesi 14 Kasım Cumâ günü İstanbul Süleymâniye Câmiinde Hacı Mahmûd Efendi tarafından kıldırılan cenâze namazından sonra, İstanbul Süleymâniye Câmii hazîresinde hocalarının yanına defnedildi. Kabri sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.

Mehmed Zâhid Efendi; güler yüzlü, sevimli bir zâttı. Mütevâzî, azîm sâhibi, hiç kimsenin gönlünü kırmamaya önem verirdi. Tanıdığına, tanımadığına selâm verir, güler yüz gösterir, gönüllerini alırdı. Hâfızası kuvvetli, konuşması samîmî idi. Çoğu zaman halk telaffuzu ile konuşur, karşısındakine konuşma fırsatı verirdi. Kimseden doğrudan doğruya bir şeyi istemez, kapalı sözlerle ifâde ederdi. Anlaşılmazsa sabrederdi. Hiçbir zaman şeyhlik tavrı takınmaz, kendisini ve makâmını büyük bir mahâret ve tevâzû ile gizlerdi. Gece ve sabah ibâdetlerine riâyet eder, talebelerini de buna teşvik ederdi.

ESERLERİ

Ömrünü hizmete adayan Mehmet Zahid Kotku Hazretleri, bugün de insanlığın önünü aydınlatmaya devam eden çok sayıda eser verdi. Bunlar; Tasavvufî Ahlâk (5 cild), Cennet Yolları, Mü’minlere Vaazlar (2 cild), Ehl-i Sünnet Akaidi, Ana Baba Hakları, Hadislerle Nasihatlar (2 cild), Nefsin Terbiyesi, Tezkiretül-Evliyâ Tercümesi, Risâle-i Hàlidiyye Tercümesi, Evrâd-ı Şerif, Faydalı Dualar ve 32 Farz Mecmuası, Yemek Adâbı. Ayrıca Hocaefendi’nin konuşmaları derlenerek de Zikrullahın Faydaları, Özel Sohbetler, Peygamber Efendimiz, Tenbihler gibi kitaplar hazırlanmıştır.

1) Râmûzü`l-Ehâdîs Tercümesi Önsözü
2) Cihâd Önderleri; s.213
3) İslâm Dergisi; c.5, sayı 51, s.28

Kaynak : nedirkimdir.org

Hz. Ali (R.A) Kimdir? (598-661)

Hazreti Ali (ra) 598 yılında Mekke’de Kabe’nin içinde doğmuştur. Peygamberimiz (sav)’in amcası Ebu Talibin oğlu olan Ali’yi doğduğunda kucağına alıp bizzat evine kadar götürmüştür. O yıllarda Peygamber(sav) efendimizde Ebu Talib’in evinde kalıyordu. Hazreti Ali'(ra)ye “Ali” isminide Hazreti Muhammed(sav) vermiştir. Annesi Fatıma Binti Esed, Peygamberimiz(sav)’in dedesinin kardeşinin kızıdır. Peygamberimiz(sav)de kendisine “anneciğim” diye hitab ederdi.

Babası Peygamberimiz(sav)i yetim ve öksüz kaldığında yanına alıp 43 yıl himayesinde bulunduran amcası Ebu Talib’tir. Mekke’de kuraklık baş gösterip Ebu Talib’in çocuklarını bakamaz hale getirince Peygamberimiz(sav)in diğer amcalarından Abbas, Ali’nin kardeşi Cafer’i Hazreti Muhammed(sav) de Ali’yi büyütmek üzere yanlarına aldılar.

Hazreti Ali(ra) o günleri şöyle anlatır;

“Çocuktum henüz, o beni bağrına basar, yatağına alırdı, beni koklardı, lokmayı çiğner, ağzıma verir yedirirdi… Ben de her an, devenin yavrusu, nasıl anasının ardından giderse, onun ardından giderdim; o her gün bana huylarından birini öğretir ve ona uymamı buyururdu. Her yıl Hira Dağı’na çekilir, kulluğa koyulurdu. Onu ben görürdüm, başkası görmezdi. Beni omuzuna alır Mekke’nin dağlarında, vadilerinde, sokaklarında dolaştırırdı.

Hazreti Ali(ra) Hatice validemizden sonra Müslüman olan ikinci kişidir.

Peygamberimiz(sav)’i Hazreti Hatice ile namaz kıldıklarını görünce, “Bu ne?” dedi.

Peygamberimiz(sav)de;

-Ya Ali bu Allah’ın seçtiği beğendiği dinidir, ben seni bir olan Alllah’a inanmaya davet ediyorum, dedi

Ali;

“Ben bu hususta babama danışayım” deyince Peygamber(sav) “Ya Ali sana söylediğimi yaparsan yap yapmayacak olursan gördüğünü kimseye söyleme” dedi.

Bütün gece uyuyamayan Ali sabah vaktinde Hazreti Muhammed(sav)in yanına varır. Dünkü davetini kabul etim şahadet getirip namaz kılmak istiyorum” der Hazreti Muhammed(sav);

-Babana danıştın mı? diye sorar.

Hz. Ali;

-Hayır Allah beni yaratırken babama danışmadı, ben Allah’a inanmak için niçin babama sorup danışayım? diye cevap veren10 yaşlarındaki bu çocuk Nur çocuk islam defterinin bir numarası olmuştur.

İlmin kapısı olan Hazreti Ali(ra);

Yemin ederimki ben Kur’an-ı Kerim’den inen her ayetin nerede indiğini neye ve kime dair olduğunu bilirim” diyerek ilminin erişilmezliğini ortaya koymuştur.

Gayb alemi açılsa her şeyi görsem yakinim artmayacak diyebilecek kadarda iman yüklü idi.

Peygamberimiz(sav) kendisine çok güvenirdi Hazreti Ali(ra)’yle kabeye gizlice girip putları yere düşürüp kırmışlardır.

Peygamberimiz(sav) kendisini çok küçük yaşta olmasına rağmen Yemen’e kadı olarak göndermiştir. Gitmekte tereddüt eden Hazreti Ali’ye Allah senin kalbine doğruyu gösterecek dilini doğurlukta sabit kılacak davalılar önünda oturduklarında her ikisinide dinlemeden hüküm verme diye nasihatta bulunmuştur.

Hazreti Ali(ra) “Vallahi bundan sonra hiç tereddüde düşmedim.”diyor.

Peygamber(sav) efendimiz hicret ettiği gece canını ortaya koyup O’nun yatağına yatmış ve bu fedakarlığından dolayı “İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah’ın rızasını arayıp kazanmak amacıyla canını satar.” (Bakara/207)ayeti kerimesi nazil olmuştur.

Peygamberimiz(sav) emniyetli bir şekilde Mekke’den uzaklaşınca, İslâm Peygamberi(sav)’ne emanet edilen çeşitli emanetleri sahiplerine iade ederek annesini, Resul-ü Ekrem’in kızı Fatma’yı başka iki kadınla birlikte alıp Medine’ye doğru hareket etmiştir. 450 km lik sarp yolları zorluklarla aşarak Medine’ye vardıklarında Hazreti Muhammed(sav) kendilerini karşıladı, hallerini görünce boynuna sarıldı, ağladı, bağrına bastı.

Hayber’de yetmiş kişinin yerden zorla kaldırabildiği kapıyı omuzlayıp kar makinası gibi yolları açarak zaferin kazanılmasında önemli rol oynamıştır.

Hazreti Ali namazı öyle kılardı ki vücuduna batan bir oku namaz kılma esnasında çıkarmışlar hiç acı duymamıştır. Canın yanmadı mı? diye soranlarada “Kuşu kafesten salıverdikten sonra kafesi parçalayacak olsanız kuşun bundan haberi olurmu?“diye cevap vermiştir.

Orta boylu, buğday renkli, ak ve uzun sık sakallı idi, yüzü çok güzeldi, gözleri genişti, göğsü enli, başı saçsız idi.

Son derece kuvvetli bir hatipti, her nutku belagat şaheseridir.

Nahiv ilminin esasları hazreti Ali tarafından vaz olunmuştur. Halife olmadan önce nasıl yaşıyorsa halife olduktan sonrada öyle yaşamıştır.

Servet sahibi bir adam olmamakla beraber son derece kerim idi.

Harb ederken dahi düşmanlarına acır, haddi tecavüz etmezdi. Hazreti Ali reyinin isabeti ile meşhurdur.

Gecenin karanlığında mihraba gelir, ibadet eder, düşünürdü. Dünya onu hiç aldatmadı.

Hazreti Osman(ra)’ın evi muhasara altına alınınca oğulları ile yardıma koşmuş Hazreti Osman(ra) şehit olduğundada oğulları Hasan(ra) ile Hüseyin(ra)’e fena halde hakaret etmiş, Talha(ra)nın oğlu Muhammed ve Zübeyr(ra)’in oğlu Abdullah’a ağır sözler söylemiş “siz yaşarken onun şehit düşmesine nasıl imkan bıraktınız” demiştir

25 yıl birlikte kaldığı Allah Resulü(sav) efendimizden 586 adet Hadisi şerif rivayet etmiştir.

Hazreti Fatıma ev işlerinde çok yoruluyordu, birlikte Peygamberimiz(sav)’e gidip bir hizmetçi istemişlerdi. Peygamberimiz(sav)’de kendilerine yatarken 33 Allahuekber ,33 Elhamdülillah, 33 Sübhanallah demeniz hizmetçiden daha faydalıdır deyip geri göndermiştir.

Peygamberimiz(sav) Medine’de tüm müslümanları birbirleriyle kardeş yapmış Hazreti Ali(ra)’yide kendine kardeş etmiştir, kızı Fatıma’yıda Hazreti Ali’ye nikahlamış onu damadı yapmıştır.

Tebük seferi hariç Efendimiz(sav) katıldığı tüm seferlere katılmıştır. Bedir savaşında tek başına 20 Uhud’da 9 kişiyi öldürecek kadar kuvvetli ve savaşçı idi Cebrail(as)’da Hazreti Ali’nin yiğit ve fedai olduğunu söylemiştir.

Hendek savaşında Amr Bin Abduved’i öldürerek zaferde önemli bir yeri olmuştur.

Hazreti Ali(ra) Sıffin’de zırhını düşürmüştü. Savaştan sonra bir Hıristiyan’da görünce, “Bu zırh benimdir!” diye dava etmiştir Hıristiyan inkâr edince Kûfe Kadısı Hazreti Şureyh Hazreti Ali (ra)’den şahit istemiştir. Şahitlerden biri oğlu Hasan olunca Kadı, “Evladın babası lehine şahitliği şer’an makbul değildir.” diyerek yeni bir şahit talep etmiştir. Hazreti Ali’nin Hazreti Ali’ den başka şahidi yoktur deyince dava düşmüştür. Kadı Şureyh’in hassasiyeti Hazreti Ali(ra)’nin hoşuna gitmiştir. Davalı ise hayretler içinde kalmıştır Zırhı aldıktan sonra birkaç adım ilerleyip durmuş, sonra geri dönüp, “Bu mahkemenin verdiği hüküm ancak Peygamber’in hükmü olabilir!” diyerek Müslüman olmuş, zırhın Hazreti Ali(ra)’ye ait olduğunu söyleyerek geri vermiştir Hazreti Ali(ra) bu manzara karşısında zırhı geri almayıp bu yeni Müslüman kardeşine bağışlamış, ona bir de at hediye etmiştir .

Hazreti Muhammed(sav)’in vefatında 33 yaşında olan Hazreti Ali Peygamberimiz(sav)’in yıkanması ve kefenlenmesi işlemini bizzat kendisi yapmıştır.

Hazreti Ali yüzünü hiç puta dönmeden islamla şereflendiği için “kerremellahu veche” ünvanını almıştır.

Hazreti Muhammed(sav)’in hem damadı hem de amcasının oğlu olan Hazreti Ali(ra) fitnenin bir kasırga halinden her tarafı kasıp kavurduğu bir ortamda halife oldu. Hazreti Ali(ra)’nin halife oluş şartları tek kelimeyle yürek parçalayıcıydı, gerçekten ilginç bir durum vardı. Bir taraftan kimsenin haksız yere burnunun bile kanamasını istemeyen yeni yönetim; öbür tarafta Müslümanların emiri, Hazreti Peygamber(sav)’in damadı, dünyada iken cennetle müjdelenmiş bir cennet insanı. Hazreti Peygamber(sav)in bile haya ve edebine saygı duyduğu, aynı saygıyı meleklerin bile duyduğunu ifade ettiği bir halifenin yerde duran kanlı cenazesi…

Hazret Ali(ra), 4 yıl 9 ay süren hilafet’i müddetinde Peygamber(sav)’in siretine uyup, hilafet’e inkılap ve kıyam ruhu verdi. Toplumda çeşitli ıslahlara baş vurdu.

Hazreti Ali(ra) çıkan karışıklıkları yatıştırmak için Basra yakınlarında Ayşe, Talha ve Zübeyr gibi İslamiyetin tanınmış simaları ile karşılaştı bu olay Cemel Vakası adıyla bilinmektedir.

“Cemel Vakası Hazreti Ali(ra) ile Hazreti Talha(ra), Hazreti Zübeyr(ra) ve Hazreti Aişe-i Sıddika(ra) arasında olan muharebe; adalet-i mahza ile adalet-i izafiyenin mücadelesidir:

Bu olayları Bediüzzaman Hazretleri şöyle değerlendiriyor:

“Hazreti Ali(ra), adalet-i mahzayı esas edip,Hazreti Ebubekir(ra)ve Hazreti Ömer(ra) zamanındaki gibi o esas üzerine gitmek için içtihad etmiş. Muarızları ise Hazreti Ebubekir(ra), Hazreti Ömer(ra) zamanındaki islamın gücü adalet-i mahzaya müsait idi. Fakat,zamanın ilerlemesiyle İslamiyetleri zayıf muhtelif akvam, hayat-ı içtimaiyeye girdikleri için, adalet-i mahzanın tatbikatı çok müşkül olduğundan, “ehvenü’ş-şerri ihtiyar” denilen adalet-i nisbiye esası üzerine içtihad ettiler. Münakaşa-i içtihadiye siyasete girdiği için muharebeyi intaç etmiştir. Madem sırf “Lillah” için ve İslamiyetin menafii için içtihat edilmiş ve içtihattan muharebe tevellüt etmiş; elbette hem katil, hem maktul ikisi de ehl-i cennettir… İkisi de ehl-i sevabdır diyebiliriz. Her ne kadar Hazreti Ali(ra)’nin içtihadı isabetli ve mukabilindekilerin hata ise de, yine azaba müstahak değiller. Çünkü, içtihat eden hakkı bulsa, iki sevap var. Bulmazsa, bir nevi ibadet olan içtihat sevabı alarak bir sevap alır. Hatasından mazurdur.

Bediüzzaman Hazretleri, Hazreti Ali(ra)’nin başına gelenleri ise şöyle yorumluyordu.

“O mübarek zat, siyaset ve saltanattan ziyade, daha çok mühim başka vazifelere layık idi. Eğer tam muvaffakiyeti siyasiye ve tamamen saltanat olsaydı. “Şah-ı Velayet” unvan-ı manidarını bihakkın kazanamayacaktır. Halbuki zahiri ve siyasi hilafetin pek çok fevkinde manevi bir saltanat kazandı ve Üstad-ı küll hükmüne geçti; hatta kıyamete kadar saltanat-ı manevisi baki kaldı.

Peygamberimiz(sav)’e Cebrail (as) tarafından vahiy yoluyla getirilmiş olan ve Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin düzenli okuduğu virdlerden biri olan tüm tazeliğiyle günümüze kadar ulaşan ilim hazinesi,mahlukat ilimlerinin içinde toplandığı “celceletüye” Hazreti Ali(ra)’nin manzumei kasidesidir.

Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Risale-i Nur’da Celcelutiye hakkında bazı malumatlar vermiştir. Yazımızda onlarada yer vermeyi uygun bulduk.

“Celcelutiye’nin esası ve ruhu olan, ‘El-Kasemü’l-Cami ve Ed-Da’vetü’ş-Şerife ve El-İsmü’l-Azam (dır.)’ İmam-ı Ali Radıyallahü Anh’ın en mühim ve en müdakkik Üveysî bir şakirdi ve İslâmiyet’in en meşhur ve parlak bir hücceti olan Hüccet-ül İslâm İmam-ı Gazalî (ra) diyor ki: ‘Onlar vahy ile Peygamber(sav)’e nâzil olduğu vakit Hareti Ali(ra)’ye emretti: Yaz. O da yazdı. Sonra nazmetti.’ İmam-ı Gazalî (ra) diyor: “…Şüphesiz o, dünya ve ahret hazinelerinden bir hazinedir.”

Celcelutiye’nin aslı vahiydir ve esrarlıdır ve gelecek zamana bakıyor ve gelecekteki işlerden haber veriyor.

Hazreti Ali(ra)’ın en meşhur Kaside-i Celcelutiyesi, baştan nihayete kadar bir nevi hesab-ı ebcedî ve cifir ile te’lif edilmiş ve öyle de matbaalarda basılmış.”

“Celcelutiye, Süryanice bedi’ demektir ve bedi’ manasındadır.

Hazreti Ali, Nehrevan Savaşı’nda rakiplerini ağır bir yenilgiye uğrattı. Bu savaştan sonra, Hariciler’den üç kişi Mekke’de Müslümanların siyasi durumları hakkında bazı müzakereler yaptıktan sonra Ali, Muaviye ve Amr bin As’ı öldürmeyi kararlaştırdılar. Bu üç kişiden Abdurrahman bin Mulcem, Ali’yi öldürmeyi üstlendi ve Kufe’ye hareket etti. Ramazan ayının 19. günü şafak vakti namaz kılarken zehirli kılıcıyla Hazreti Ali’yi yaralamıştır.

İbni Mülcem yakalanıp huzuruna getirildiğinde, bunun yemeğini yedirip, istirahatini temin edin. Yaşayacak olursam cezalandırır ya da affederim. Ölürsem cezasını verin, fakat sakın haddi aşıp Müslümanların kanına girmeyin. Zira Allah haddi aşanları sevmez!” buyurmuştur

Hazreti Ali(ra), Abdurrahman bin Mulcem’in kılıç darbesinden sonra şöyle dedi: Kabe’nin Rabbine andolsun ki, kurtuluşa erdim!.

ölümüm aç iken gelsin” diyen Hazreti Ali(ra), oğullarına “Allah’a kulluktan ayrılmayın dünya size gelsede siz ondan kaçın daima hakkı söyleyin her işiniz Allah için olsun” diye vasiyet etmiştir.

İki gün evinde yattıktan sonra, 661 yılında 63 yaşında iken Küfe’de Ramazan ayında âyeti kerimeler okuyarak âhiret sınırına yaklaşmış, sonunda “Lâ İlâhe illallah Muhammedun Rasûlullah” diyerek bu dünyadan çekilmiş cennet yurduna adımını atmıştır. Hazreti Ali(ra)’yi oğulları Hasan ve Hüseyin yıkamışlar namazını Hasan kıldırmış Kabri Irak’ın Necef şehrindedir

Çetin KILIÇ/LÜLEBURGAZ

www.NurNet.Org

Kaynaklar:

1)Hadis Ansiklopedisi

2)Sevgi Kutupları

3)Hayatüs Sahabe

4)Risale-i Nur Külliyatı

Not: Ümmetin Yıldızları  ve En Güzel Örnekleri Olan Sahabelerin Hayatları İçin Tıklayınız

Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.a.) Kimdir?

Müellifler Hz. Hasan ve Hz Hüseyin (r.a.) menkıbelerini beraber sunmuşlar ayırmamışlardır. Bu birliğin sebebi bir çok menkıbelerde müşterek olmalarıyla açıklanır. Bunlar sevgili Peygamberimiz(sav)’in mübarek iki torunlarıdırlar ve ayırmak mümkün değildir.

Hz. Hasan ve Hz Hüseyin, Hz. Peygamber(sav)’in torunları, Hz. Ali ve Hz. Fatıma’nın çocuklarıdırlar. Hz Hasan 625, Hz Hüseyin ise tam bir yıl sonra 626 yılında Mekke’de doğmuştur. Hz. Fatıma, ile Hz. Ali’nin evliliklerinden Hasan, Hüseyin, Muhassin, Ümmü Gülsüm ve Zeynep isimlerinde çocukları dünyaya gelmiştir. Muhassin, doğumunun hemen akabinde vefat etmiştir .Hz. Peygamber’in torunları olan bu çocuklar onunla birlikte güzel günler geçirerek onun eğitim ve terbiyesinden nasiplenmişlerdir

Hasan ve Hüseyin isimlerinin cahiliye döneminde bilinmediği ve ilk olarak Hz. Peygamber(sav) tarafından torunlarına verildiği bilinmektedir. Hz Ali çocuklarına harb ismini koymak istese de Peygamberimiz(sav) müsaade etmemiştir.

Hz. Peygamber(sav)’in, torunları Hasan ve Hüseyin’in doğumundan sonra kulaklarına ezan okuduğu ve her biri için de akika kurbanı kestirdiği, her ikisinin de doğumlarının yedinci günlerinde sünnet edildiği ve saçlarının kesilip ağırlığınca gümüş tasadduk edildiği bilinmektedir.

Ehl-i Beyt’inden en sevimli olanlar kimlerdir?” diye sorulunca Hz. Peygamber: “Hasan ve Hüseyin’dir.” diye cevap vermiştir. Aayrıca onlar “Cennet ehli gençlerin efendileridir” buyurmuştur Onları bulduğu her fırsatta kucağına alıp öpmüştür.

Yine bir gün Rasûlullah (sav)’ın Hasan’ı öptüğünü gören Akra b. Hâbis ona: “Benim on çocuğum var ama daha hiç birini öpmedim.” deyince Hz. Peygamber: “Merhamet etmeyene merhamet edilmez.” buyurmuştur. Başka bir rivayette ise “Allah senden rahmet duygusunu almışsa ben ne yapayım.” demiştir.

Hz. Peygamber (sav) halkın arasında iken dahi onları omuzlarına almış ve gezdirmiştir. Ebu Hureyre (ra) onun bir omzunda Hz. Hasan, diğer omzunda Hz. Hüseyin, bir ona bir diğerine oyun yaparak yanlarına geldiğini ve “Kim onları severse beni sever, kim de onlara buğzederse bana buğzeder.” dediğini nakletmiştir.

Ebu Hureyre’den nakledilen bir rivayette onların Hz. Peygamber(sav)’in huzurunda güreşirlerken Rasûlullah (sav): “Haydi Hasan!” diye heyecana ortak olunca Hz. Fatıma: “Niçin ‘Haydi Hasan’ diyorsun?” diye sormuş. O da: “Cebrail de ‘Haydi Hüseyin’ diye sesleniyor da onun için.” Buyurmuştur

Hz. Peygamber(sav)’e hurma dolu bir sepet getirilmişti.. Onlardan biri bir hurma tanesini alarak ağzına götürdü. Rasûlullah (sav) bunu görünce onun ağzından hurmayı çıkarmış ve: “Sen Âli Muhammed’in sadaka yemediğini bilmiyor musun?” demiştir.

Hz. Hasan’ın baş ve göğüs arası, Hz. Hüseyin’in de göğüsten aşağısının, Hz. Peygamber’e çok benzediğini ifade edilmektedir.

Resulullah(sav) ”Ben size temessük edip sıkı sarıldığınız takdirde dalalete düşmekten korunacağınız iki şey bırakıyorum: Bunlardan her biri diğerinden daha büyüktür: Kitabullah, bu semadan arza uzanan Allah’ın ipidir Diğeri Ehli Beytim olan yakınlarımdır bu iki şey Kevser havuzunun başında buluşuncaya kadar birbirinden ayrılmayacaktır bu iki şey hakkında benden sonra nasıl davranacağınıza iyi bakın” buyurarak “Kitaba uyup emirlerini tatbik edin nehiylerinden kaçının Al-i Beytimin yoluna uyun onlar sizi hidayete ulaştırır dalalete düşmezsiniz “diye vasiyette bulunmuştur.

Bediüzzaman Hazretleri Lemalar adlı eserinde “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Hasan ve Hüseyin’e karşı küçüklüklerinde gösterdikleri fevkalâde şefkat ve ehemmiyet-i azîme, yalnız cibillî şefkat ve hiss-i karâbetten gelen bir muhabbet değil, belki vazife-i nübüvvetin bir hayt-ı nuranîsinin bir ucu ve verâset-i Nebeviyenin gayet ehemmiyetli bir cemaatinin menşei, mümessili, fihristesi cihetiyledir.

Evet, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Hasan’ı (r.a.) kemâl-i şefkatinden kucağına alarak başını öpmesiyle, Hazret-i Hasan’dan (r.a.) teselsül eden nuranî nesl-i mübarekinden, Gavs-ı Âzam olan Şah-ı Geylânî gibi pek çok mehdî-misal verese-i nübüvvet ve hamele-i şeriat-ı Ahmediye (a.s.m.) olan zatların hesabına Hazret-i Hasan’ın (r.a.) başını öpmüş. Ve o zatların istikbalde edecekleri hizmet-i kudsiyelerini nazar-ı nübüvvetle görüp takdir ve istihsan etmiş. Ve takdir ve teşvike alâmet olarak, Hazret-i Hasan’ın (r.a.) başını öpmüş.

Hem Hazret-i Hüseyin’e karşı gösterdikleri fevkalâde ehemmiyet ve şefkat, Hazret-i Hüseyin’in (r.a.) silsile-i nuraniyesinden gelen Zeynelâbidin, Cafer-i Sadık gibi eimme-i âlişan ve hakikî verese-i Nebeviye gibi çok mehdîmisal zevât-ı nuraniyenin namına ve din-i İslâm ve vazife-i risalet hesabına boynunu öpmüş, kemâl-i şefkat ve ehemmiyetini göstermiştir.Evet, zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) gayb-âşinâ kalbiyle, dünyada Asr-ı Saadetten ebed tarafında olan meydan-ı haşri temâşâ eden ve yerden Cenneti gören ve zeminden gökteki melâikeleri müşahede eden ve zaman-ı Âdem’den beri mazi zulümatının perdeleri içinde gizlenmiş hâdisâtı gören, hattâ Zât-ı Zülcelâlin rüyetine mazhar olan nazar-ı nuranîsi, çeşm-i istikbal-bînîsi, elbette Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in arkalarında teselsül eden aktab ve eimme-i verese ve mehdîleri görmüş ve onların umumu namına başlarını öpmüş. Evet, Hazret-i Hasan’ın (r.a.) başını öpmesinden, Şah-ı Geylânî’nin hisse-i azîmesi var.”buyurmuştur.

Bediüzzaman,bahsin devamında Resulu Ekremin(sav) ümmeti Al-i Beyti etrafında toplamaya ehemmiyet verdiğini belirtikten, Al-i Beytin “sünnet-i seniyyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan Ali Beyt” olduğuna dikkat çektikten sonra şunu söyler: “işte bu sırra binaendir ki, Kitap ve Sünnet’e ittiba ünvanıyla bu hakikat-ı hadisiye bildirilmiştir. Demek ki Al-i Beyt’ten vazife-i risaletçe muradı Sünneti seniyyesidir. Sünnet-i seniyyeyi terk eden hakiki Al-i Beyt’ten olmadığı gibi Al-i Beyt’e hakiki dost da olamaz.” demiştir.

Hz. Ali, Haricîler tarafından bir suikastla şehit edilirken, Hz. Hasan Müslümanların kanlarının dökülmemesi için hilafetten feragat ederek Muaviye’ye biat etmiştir. Muaviye’nin vefatından sonra onun oğlu Yezid’e biat etmeyen Hz. Hüseyin ise, Kerbela’da aile halkından 19 kişi toplam 72 kişiyle birlikte şehit edilmiştir. Onların karşı karşıya kaldığı bu üzüntü verici durumlar o gün olduğu gibi günümüze kadar devam eden süreçteki bütün Müslümanların gönüllerini dağlamış, onlara olan sevgi, saygı ve bağlılığı bir kat daha artırmıştır.

Hz Hasan’ın ölüm sebebi ise zehirdir; Hanımı Ca’d zehir içirmiştir kırk gün sonra 669 tarihinde Medine’de vefat etmiştir vefatından önce Hazreti Aişe’den izin isteyip Rasûlullah (sav)’in yanına gömülmek istemiş Hz Aişe izin vermesine rağmen iktidardaki Emevi ailesi buna razı olmamış Hz Hüseyin^de huzursuzluk çıkmaması için ısrar etmemiştir. Hz Hasan’ın vasiyeti esnasında “mani olurlarsa Baki’ul Garkad’a defnedin “sözü üzerine Baki’ul Garkad’a defnedilmiştir.

Allah, Hz. Hasan(ra) ve Hazreti Hüseyin(ra)’a rahmet eylesin bizleri hakkıyla ehli beyte uyan kullarından eylesin yollarından giden ümmet eylesin amin…

Çetin KILIÇ / LÜLEBURGAZ

www.NurNet.Org

KAYNAKLAR:

1) Hadis Ansiklopedisi

2) Risale-i Nur Külliyatı

3) Son Peygamber

Not: Ümmetin Yıldızları ve En Güzel Örnekleri Olan Sahabelerin Hayatları İçin Tıklayınız

Cafer-i Tayyar (Cafer Bin Ebi Talib) (R.A.) Kimdir?

Cafer Bin Ebi Talib (r.a)

588 yılında Mekke’de doğdu Hz. Peygamber(sav)’in amcası Ebû Tâlib’in oğludur. Hz.Ali (ra)’nin dört kardeşinden biridir. Hazreti Cafer(ra), Hazreti Abbas(ra)’ın eğitimi altında yaşadı. Künyesi Ebû Abdullah, lâkabı Tayyar ve Zülcenâheyn’dir.

Bir gün Resûlullah(sav) Hz.Ali(ra)’yle beraber namaz kılarken kardeşi Cafer bunu gördü, merak etti. Daha sonra Hz.Ali(ra)’yi buldu ve yaptıkları hareketin ne olduğunu sordu. Hz.Ali(ra)’de bunun Cenâb-ı Hakk’a karşı yapılan bir ibadet olduğunu söyledi. İslamiyet hakkında açıklamada bulundu. Bu sözler Cafer’in çok hoşuna gitti ve hemen orada Kelime-i Şehadet getirerek Müslüman oldu. Ardından hanımı Esma binti Üveysi’de müslüman olmuştur.

Diğer Müslümanlar gibi, Hz. Câfer(ra)’de müşriklerin akıl almaz eza ve cefalarıyla karşılaştı, ancak O, imanından taviz vermedi.

Zulüm görüp Habeşistan’a hicret eden 92 kişinin içinde Cafer(ra) ve hanımı Esma binti Üveysi’de vardı. Hz.Cafer(ra) Habeşistan muhacirlerinin emiri idi. Habeşistan’da eşi Esma’dan oğlu Abdullah dünyaya geldi. Abdullah Habeş topraklarında doğan ilk Müslüman çocuktur.

Kureyş müşrikleri, muhacirleri Habeşistan’dan geri çevirmek üzere Abdullah b. Ebi Rabia ile Amr b. el-As’ı değerli hediyelerle Habeşistan’a gönderdiler. Elçiler Habeş Necaşisi nezdinde müslümanları kötüleyince, Câfer b. Ebi Talib(ra) müslümanların temsilcisi olarak konuştu ve müşriklere üç soru sorulmasını istedi:

1) Biz Kureyş’in köleleri miyiz?

2) Mekke’de bir cinayet mi işledik ki, zorla iade edilmemizi istiyorlar?

3) Mekke’de mal gasbettik de, üzerimizde başkalarının hakları mı vardır?

Kureyş elçileri bütün bu sorulara olumsuz cevap verdiler. Ancak, puta tapmayı bırakıp İslâm dinine girmelerinin suç olduğunu bildirdiler. Bunun üzerine Necaşi, Cafer(ra)’e İslâm dini ile ilgili sorular sordu.

Hz. Cafer(ra), İslâm’ın getirdiği iman, ahlâk ve fazilet esaslarından söz etti. Necaşî’nin isteği üzerine Meryem Suresi’nin baş tarafından okumaya başladı. Tatlı duygulu bir sesi vardı, Ankebut ve Rûm surelerini de okudu. Bu sırada Necaşî’nin gözlerinden yaşlar akıyordu. İstek devam edince, Hz Câfer(ra) Kehf sûresini okudu. Necaşî, kendisini tutamayarak “Vallahi, bu aynı kandilden fışkıran bir nurdur ki, Musa’da, İsa’da aynı mesajla gelmiştir.” dedi.

Hz. Muhammed(sav)’in bir peygamber olduğuna kanaat getirdi. Bunu açıkladı ve Müslümanları himaye etti.

Yedi yıl sonra tekrar Medine’ye döndüler. O sıralar Hayber feth edilmişti, Peygamberimiz(sav) bilhassa Hz. Cafer(ra)’in döndüğüne çok sevindi. Onu kucakladı, bağrına bastı, alnından öptü ve sevincini şöyle izhar etti:

Ben hangisine sevineceğimi bilemiyorum. Hayber’in fethine mi, yoksa Cafer’in gelişine mi?

Cafer bin Ebu Talip(ra) beliğ bir hatip, takva, tevazu, ilim sahibi, iyilik sever, korku bilmeyen cesaret sahibi, aynı zamanda fakirlikten korkmayacak kadar da cömert biriydi. Fazilet ve güzelliğin en yükseği onda toplanmıştır, zira Peygamber Efendimiz(sav)’e ahlakça ve vücutça en çok benzeyen sahabi Hz.Cafer (ra) idi. O’nun, Peygamberimiz(sav)’in yanında apayrı bir yeri vardı. Peygamberimiz Hz.Cafer için “fakirlerin babası” derdi.

Hz. Cafer(ra), “Ya Allah yolunda büyük bir zafer kazanıp Allah’ın dinine yardım ederim, veya Allah yolunda şehit düşerim“ diyerek ikinci komutan olarak 629 yılında üç bin askerle katıldığı Mute harbinde sayı ve teçhizat bakımından kendilerinden çok üstün olan Rum imparatorluğunun ordusuyla harb ederken 41 yaşında şehid oldu.

Mübarek bedeninde doksandan fazla mızrak, ok ve kılıç yarası vardı. Peygamberimiz(sav) Hazreti Cafer(ra)’in şehadet haberini verdiğinde vefakar hanımın feryatları göklere yükseldi. Allah’ın Rasülü(sav) efendimizin de gözleri yaşlarla doldu. Hüzünle evden çıkıp, etrafındakilere şunları söyledi:

-”Cafer ailesine yemek yapmayı ihmal etmeyin. Çünkü onlar kendi acı derdleriyle meşguller.”

Hz. Cafer(ra)’in savaş meydanında iki kolunun da kesilmesi üzerine, şehadetinden sonra Rasûlullah(sav) ona Cennet’te iki kanat takıldığını haber vererek şöyle buyurmuştur:”Cafer’i, Cennet’te meleklerle birlikte uçarken gördüm.”

Bundan sonra, kuş gibi kanatlanıp Cennet’te uçtuğu hadisle sabit olan Cafer(ra)’e “çok uçan Cafer” anlamında “Câfer-i Tayyâr” lakabı verilmiştir.

Ebedi Cennette nimet ve bolluk içinde olan Hz.Cafer(ra)’dan Allah razı olsun bizlere de O’nun şefaatini nasip etsin Amin..

Çetin KILIÇ / Lüleburgaz

www.NurNet.Org

Diğer Sahabelerin Örnek Hayatları İçin Tıklayınız!

Kaynaklar:

1)Hadis Ansiklopedisi.

2)Ümmetimin Yıldızları.