Etiket arşivi: kimdir

Mustafa Sungur Abi Kimdir? (1929-2012)

1929’da Eflâni’de doğdu. Kastamonu Gölköy Enstitüsü mezunudur. Evli ve yedi çocuk sahibir. Bedîüzzamân Saîd Nursî’nin en yakın talebe ve hizmetkârlarındandır.

Bediüzzaman’ın önde gelen talebelerindendir. Uzun süre kendisinin hizmetinde bulunmuştur. İlerlemiş yaşına rağmen 1946 yılından bu yana Risâle-i Nurları aynı aşkla okuma ve yayma hizmetine devam etmiştir. Bediüzzaman’ın mânevî evlâdıdır. Mustafa Sungur, 1929 yılında bugün Karabük’e bağlı olan Eflani’de doğdu. Uzun yıllar burada kaldı. İlkokulu burada okudu. Daha sonra Kastamonu Gölköy’de bulunan Köy Enstitüsüne kayıt oldu. Okulda çalışkanlığıyla dikkat çekti. Öğrenciliği boyunca çok sayıda kitap okudu.

Köy Enstitülerinde dine karşı takınılan olumsuz tavra rağmen, dine meyilli olan Mustafa Sungur bu eğilimini devam ettirdi. Aile büyüklerinden de gördüğü destekle mânevî yönünü takviye etmeye çalıştı. Köyünde bulunan İbrahim Hoca’dan dînî dersler aldı. Enstitüden mezun olduktan sonra eğitimine devam etmek istedi. Amacı, yüksek tahsil yapıp öğretmen veya müfettiş olmaktı. Ancak, babası buna izin vermedi.

Mustafa Sungur, köy enstitüsünden mezun olduktan sonra, köyde öğretmenlik yapmaya başladı. Öğrenciliği sırasında bilgi sahibi olmaya başladığı Bediüzzaman ve Risâle-i Nur’u, bu öğretmenliği sırasında, Emirdağ Lâhikası’nda “Hafız Ali’nin tam varisi” olarak vasıflandırılan ve ismi çok zikredilen Ahmet Fuat Efendi ile Safranbolulu Keçeci Mehmet Efendi vasıtasıyla 1946 yılında tanıdı. Çalışlar Köyü’nde öğretmenliğini sürdürürken Bediüzzaman Said Nursî’yi ziyaret etti.

Mustafa Sungur’a önce Şemsettin Yeşil’in kitapları verilir. Bilindiği gibi bu kitaplarda Risâle-i Nur’dan kaynak gösterilmeden alıntılar yer almaktaydı. İntihal yazıları öğrenen Bediüzzaman Hazretleri buna bir şey dememişti. Bir toplantı için Safranbolu’ya giden Mustafa Sungur, burada bulunan Hüsnü Bayram’ın babası olan Hıfzı Bayram Efendi’yle tanıştı. Hıfzı Bey kendisine formalar halinde bazı yazılar verip okumasını söyledi. Verilen formalar, Risâle-i Nur’dandı. Bediüzzaman’ın eseri olduğunu öğrendi. Böylece Safranbolu’da hem Risâle-i Nur, hem de talebeleriyle tanışmış oldu.

Risâle-i Nur’u tanıyıp Bediüzzaman Hazretleri hakkında bilgi sahibi olan Mustafa Sungur, talebe olmak için büyük bir heyecan yaşamaktaydı. Daha önceden yaşadıklarını da ara sıra dile getirerek Bediüzzaman’a mektuplar yazmaya başladı. Bu mektuplardan bazıları lâhikalarda yerini aldı. Heyecanla talebeliğe kabulünü beklerken, Bediüzzaman’ın gönderdiği mektupta kendi ismi de zikredilmekteydi: “Nurun küçük kahramanlarından Mustafa Sungur ve Rahmi’nin az bir zamanda eski harfle, Mustafa Sungur’un gayet mükemmel, Meyve’nin 11. Meselesi Hatimesi ile Rahmi’nin Gençlik Rehberi’ni eski harflerle güzelce yazmaları ve Kastamonu’dan gelen kitaplarım içinde bize göndermeleri, hakikaten benim için yeni biraderzadelerim bir Abdurrahman ve Fuad dünyaya gelmiş gibi beni memnun ediyor.” Bu ifadeler kendisi için çok büyük değer taşımaktaydı.

Mustafa Sungur, Bediüzzaman Hazretlerini görmek için 1947 Eylül’ünde teşebbüse geçti. Yol masrafı için gereken parayı borç edindi. Çalışlar Köyü’nden atla önce Eflani’ye, oradan da 7-8 saat süren bir yolculuktan sonra Safranbolu’ya gitti. Buradan Karabük’e ve yorucu bir tren yolculuğundan sonra Ankara’ya vardı. Ankara’dan Eskişehir’e yine trenle gitti. Buradan da Emirdağ’a hareket etti. Günlerce süren yolculuktan sonra Bediüzzaman ile görüşme şansını elde etti. Bediüzzaman; evli olup olmadığını sordu. Ancak, daha önceden evlenmişti. Bekâr olsaydı yanına alacağını söyledi. “Ceylan bir Sungur, Sungur bir Ceylan” diyerek iltifatta bulundu. Çünkü, Ceylan epey zamandır kendisine hizmet eden önemli bir talebesiydi.

Bediüzzaman’ın talebelerinin kaldığı evde bir gece kalan Mustafa Sungur ertesi gün oradan ayrıldı. Ayrılmadan önce Bediüzzaman kendisine 25 kuruş para gönderdi. Buradan ayrılıp Isparta’ya gitti ve buradaki talebelerle de tanışma fırsatını elde etti. Isparta’dan döndükten bir yıl sonra, Afyon dâvâsında (1948) Bediüzzaman’ın tevkif edildiğini öğrendi. Babasının imamlık yaptığı Aydın Kasaplar Köyüne gitti. Bir süre burada kaldıktan sonra Afyon’a geçti. Afyon’a geldiğinde henüz mahkeme başlamamıştı. Bu arada Bediüzzaman ve talebeleri tutuklanmış, bir süre tutuklu kalan talebelerden bazıları serbest bırakılmıştı. Mahkeme günü Bediüzzaman Hazretleri ile görüştü.

Dinî kitap okumak ve Bediüzzaman’la görüşmenin suç sayıldığı o dönemde tutuklananlar kervanına Mustafa Sungur da katıldı. O da tutuklanıp Afyon hapsine kondu. Tarihçe-i Hayat’ta bu konudan şöyle bahsedilir; “Yapılan derin ve uzun tahkikat neticesinde, birtek suç delili bulunamıyor. Fakat, ne oldu ise oldu, ne yaptılarsa yaptılar, nihayet mahkeme -güyâ kanaat-i vicdâniye ile- Bediüzzaman’a yirmi ay ve müdakkik bir âlime on sekiz ay, yirmi iki kişiye de altışar ay hüküm veriyor; diğerlerini de, “Bunlar Bediüzzaman’ı büyük bir mürşid olarak bilmişler ve içlerindeki derûnî boşluğu doldurmak için Risâle-i Nur’u okumuşlar” diye berâet veriyor; hüküm alanları da, “Bediüzzaman’ın kurduğu gizli cemiyete yardım etmişler” diye cezalandırıyor; hükmü derhal infaz edip, hepsini tevkif ediyorlar.”

Memuriyetten atılan Mustafa Sungur bir süre, tahliye edilip serbest bırakılan Bediüzzaman ve talebeleriyle birlikte kaldı. İlk defa uzun bir süre Bediüzzaman’ın yanında kalmaktaydı (1949). Bu sırada Mustafa Sungur’un babası Mehmet Efendi, memuriyetten ayrıldıktan sonra yanına gelmediği için oğlunu Bediüzzaman’a şikâyet etti. Bediüzzaman baba İmam Mehmet Efendi ile bir süre sohbet etti. Bu görüşmenin ardından Mustafa, babasının yanına gitti.

Aydın’da bir süre babasının yanında kalan Mustafa Sungur, buradan İstanbul’a geçti. Sebilürreşad’ı çıkaran ve daha önceden Bediüzzaman’a dost olan Eşref Edip’le görüştü. Akabinde köyüne geri döndü. Ailesinin yanına uğradı. Ev halkıyla helâlleşip tekrar Emirdağ’a doğru yola çıktı. Ankara’ya varınca Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki ile görüştü. Görüşmede Başkan, Bediüzzaman’dan övgü ile söz eder: “Ben dünyada Abdülmecid (Bediüzzaman’ın kardeşi) gibi âlim görmedim… Üstadın ilmi zaten hesaba girmez, vehbîdir…” Bu arada yayınlanmak üzere Risâle-i Nur takdim edilir. Ancak, yayınlatma işi gerçekleşmez.

Mustafa Sungur, Bediüzzaman’ın verdiği görev ve hizmetleri yerine getirmeye başladı. Bu gaye ile çeşitli yerlere gönderildi. Emirdağ ve Ankara arasında gidip geldi. Bu arada Danıştay’da açmış bulunduğu dâvâ ile ilgili olarak bir davet alır. Bediüzzaman Hazretleri kendisini küçük bir köye muallim olarak göndermek istemediğini söyler. Kendisi de dâvâ için Ankara’ya gider. Ancak, müracaatı gecikmiş gerekçesiyle işleme konmaz. Ankara’dan eli boş olarak Emirdağ’a döner.

Bediüzzaman bir süre sonra kendisini tekrar Ankara’ya gönderir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nda çalışan Osman Nuri Efendi’ye iletilmek üzere bir mektup verir. Bu görevlerin dışında daha başka bir çok alanda hizmet görür. Risâle-i Nur nüshalarının çoğaltılıp dağıtılması işinde de bulunur. Bediüzzaman, bir çok siyasî simaya da mektup yazarak talebeleriyle ulaştırır. Başbakan ve bakanlara mektuplar gönderir.

Mustafa Sungur Samsun’da neşredilen Büyük Cihad adlı gazeteye Ankara’dan yazılar gönderir. Bu yazıların neşrinden sonra dâvâ açılır ve 19 Şubat 1953 yılında tutuklanır. Bir süre Ankara’da hapis yatar. Hapisten çıktıktan sonra memleketi Eflani’ye gider. Buradan tekrar Isparta’ya Bediüzzaman’ın yanına gider. Askerlik hizmeti hariç, Bediüzzaman’ın vefatına kadar yanında kalarak hizmet eder.

Risâle-i Nur’u tanıdığından beri hizmetini devam ettiren ve ilerlemiş yaşına rağmen iman hizmetini sürdürmüş olan Mustafa Sungur’un adı Risâle-i Nur’un muhtelif yerlerinde geçmektedir. Bediüzzaman Hazretleri 1946-58-59 yıllarında birkaç kez yazdığı vasiyetnâmesinde Mustafa Sungur’un da ismine yer vermiş, kendisi için övgü dolu ifadeler kullanmış “Sungur benim evlâd-ı mâneviyemdir” demiştir.

Bediüzzaman Said Nursî’nin 1946, 1958 ve 1959’da birkaç defa yazdığı vasiyetnamelerinde adı zikredilen Mustafa Sungur’un Şerife, Ahmed Said, Muhammed Nur, Saide Nur, Aynur, Cihannur, Nurullah adında yedi çocuğu vardı. Bedüzzaman’ın vefatından sonra kendisini tamamen Risale-i Nur sohbetlerine adadı.

1954 yılından 1960’a kadar doğrudan Bediüzzaman’ın hizmetinde bulundu. Bu süre içinde Risale-i Nur’u ve hizmet düsturlarını bizzat Üstaddan ders aldı.

Rabbim ahirette beraber olmayı nasip etsin.

Kaynak: Risaletalimhaber.com

Evliya Kimdir? Kime Denir? Özellikleri Nelerdir?

Lugatta veli; dost, arkadaş ve itaatkâr anlamına gelmektedir. “Evliya” ise “veli” kelimesinin çoğuludur.

İslami ıstılahta veli; Allah’ın sadık dostu ve sevgili kulu demektir. Veli, Allah’ın şeriatına bağlı, hak ve hakikate âşık kimsedir. Veli, “Kurân-ı Kerim’in hak ve hakikatini anlamış, Peygamber Efendimizin irşadı dairesinde hareket etmiş ve bu sayede ulvî derecelere yükselmiş olan Hak dostudur.”

Bu tarifler çerçevesinde milyonlarca Allah dostu vardır ki bunlar da iki kısımdır.

Bir kısmı herkes tarafından bilinen kimselerdir. Abdülkadir Geylani, Şah-ı Nakşibend, Bayezid-i Bistâmi, İmam-ı Gazali, İmamı Şarani, İmamı Şazeli, İmam-ı Rabbani ve Bediüzzaman gibi. Bunlar, Kur’an’dan aldıkları feyiz ile milyonlarca insanın irşadına vesile olmuşlardır.

Diğer kısım evliyalar ise, bilinmeyenlerdir. Hak Tealanın perde-i izzetinde mestur nice aşık, sadık ve dostları vardır ki, onları Allah’tan başka kimse bilmez. Bu Allah dostları ezelde aşk-ı ilahinin şarabını içmiş, muhabbet ve marifet-i ilahiyeye mazhar olmuş kimselerdir. Evliyaları hakkıyla tarif ve tavsif mümkün değildir. Onlar ahlak-ı ilahiye ile ahlaklanmış ve Kur’an’ın bütün hakikatlarını hayatlarına tatbik etmiş ve hayatlarını Allah rızası dairesinde geçirmişlerdir. Allah’ın en sevgili dostları olan bu zatlar, insanlık için birer manevi tabiptirler. Bunları yalnız Cenab-ı Hak bilir. Nitekim bir hadis-i kudsi de şöyle buyrulur: “Bir çok evliya vardır ki, onları benden başka bilen yoktur. Onlar benim hususi ve sevgili dostlarımdır.

İbrahim Hakkı Hazretleri de bu hakikate işaret için;

Harabat ehline hor bakma şakir,

Defineye malik viraneler var.” buyurarak, nice Allah dostunun ve evliyanın olduğunu ifade etmiştir.

Bütün meyvelerin ve çiçeklerin yetişmesine güneş vesile olduğu gibi, bu Allah dostlarının manevi terakki ve tealisine, yani onların marifet, muhabbet, ubudiyet, tefekkür, teslimiyet, tevekkül, ittika ve korunmalarına da vesile olan Kuran güneşi ve Peygamberimizin Sünneti dir.

Güneşten feyiz alan o meyve ve çiçeklerin renkleri ve letafetleri, kokuları ve tatları ayrı ayrı olduğu gibi, Kur’an güneşinin manevi meyveleri olan umum evliyaların da, feyizleri, irfanları, meşrepleri ve manevi dereceleri muhteliftir. Onlar, o manevi güneşten aldıkları feyiz ile neşrettikleri nurlar, zamanın ve zeminin her tarafını ışıklandırmıştır. İnsan maddi ve manevi birçok ihtiyaçlara muhtaç olarak yaratılmıştır. Bunları temin edemediği taktirde huzur ve rahat içinde yaşaması mümkün değildir. Hususen iman, marifet, ilim ve hikmet gibi manevi ihtiyaçlarını temin etmeden fikren sükünete ve kalben inşiraha nail olamaz. Bunun için mürşitlere, mücedditlere ve evliyalara muhtaçtır.

Evliyalar, Cenab-ı Hakk’ın cemal ve kemalinin tezahürlerini daima temâşa ederler. Onların bu temâşadan aldıkları zevk ve lezzet, cennetteki zevk ve sefanın çok fevkindedir. Onlar Cenab-ı Hakk’ın cemâl ve kemâline muhtelif isim ve sıfatlarına en mükemmel manada ayna olmuşlardır. Hiç şüphesiz insanlar içinde Allah’a en güzel, en geniş ve şa’şaalı bir surette âyinedarlık eden Peygamber Efendimiz (s.a.v)dır. Bu bakımdan Allah’ı en mükemmel manada tanıyan, seven ve başkalarına da sevdiren O Zât’tır. (s.a.v)

Daha sonra diğer peygamberler, mürşitler ve evliyalar gelir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cenab-ı Hakk’ın isimlerine okyanus gibi bir ayna iken, başka bir peygamber bir deniz, evliya bir göl ve başka biri de bir havuz mesabesindedir.

Evliyaların her birinde Cenab-ı Hakk’ın bazı esması hakimdir. Bundan dolayı bazısında heybet ve celâl, kiminde şevk ve zevk, başka birinde marifet ve fazilet, bir kısmında vakar ve sükun, bir diğerinde de ibâdet ve taat ve bir başkasında da şefkat ve merhamet galip gelmiştir.

Evliyalara Cenab-ı Hakk’ın rahmeti, lütfü ve inayeti nihayetsizdir. Onların olduğu mekanlara ve zamanlara feyz-i Rabbani, envar-ı Kur’anî tecelli eder; oralara hayır, feyiz ve bereket yağmur gibi dökülür. Onlar, Allah katında aziz ve mükerremdir; kıymetleri pek âlidir. Onları gören Allah’ı hatırlar.

Evliyaların en büyük gayesi, dünyada iman, salih amel, marifetullah ve muhabbetullah, ahirette de Cenab-ı Hakk’ın cemalini görme şerefine mazhar olmaktır. Evliyaların maksudu cennet değil, cemal-i ilahidir. Zira cennet mahluk ve mahduttur. Onlar mahluk ve mahdut olana değil, nihayetsiz cemal ve kemal sahibi olan mahbub-u hakikiye kavuşmaya ve O’nun rızasına ve rüyetine mazhar olmaya aşıktırlar. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Cennet’te bir dakika rü’yet-i cemâl-i İlâhî, bütün Cennet lezâizine fâiktir.”

Bediüzzaman Hazretleri de şöyle buyurur:

İşte şu sırdandır ki; “Vedûd” ismine mazhar bir kısım evliyâ: “Cennet’i istemiyoruz; bir lem’a-i muhabbet-i İlâhiye, ebeden bize kâfidir.” demişler.

Vedûd” ismine mazhar olan muhakikîn-i evliyâ; “Bütün kâinatın mâyesi, muhabettir. Bütün mevcudatın harekâtı, muhabbetledir. Bütün mevcudattaki incizab ve cezbe ve câzibe kanunları, muhabbettendir.” demişler.

Yine “Vedud” ismine mazhar olan evliyadan bir zat şöyle demiş: “ Felek mest, melek mest, nücum mest, semavat mest, şems mest, kamer mest, zemin mest, anasır mest, nebat mest, şecer mest, beşer mest, seraser zîhayat mest, heme zerrat-ı mevcudat beraber mest, der mestest

Yâni; Muhabbet-i İlâhiye’nin tecelisinde ve o şarâb-ı muhabbetten herkes istîdadına göre mestdir. Malûmdur ki; her kalp, kendine ihsan edeni sever ve hakikî kemale muhabbet eder ve ulvî cemâle meftun olur. Kendiyle beraber sevdiği ve şefkat ettiği zâtlara dahi ihsan edeni daha pek çok sever. Acaba- sâbıkan beyan ettiğimiz gibi- her bir isminde binler ihsan defineleri bulunan ve bütün sevdiklerimizi ihsanatıyla mes’ud eden ve binler kemâlâtın menbaı olan ve binler tabakat-ı cemâlin medarı olan binbir esmâsının müsemmâsı olan Cemîl-i Zülcelâl, Mahbûb-u Zülkemâl, ne derece aşk ve muhabbete lâyık olduğu ve bütün kâinat, O’nun muhabbetiyle mest ve sergerdan olmasının şâyeste bulunduğu anlaşılmaz mı?”1

Allah-u Tealanın cemal ve kemalini müşahede etmekten daha büyük bir nimet tasavvur edilemez. Ancak Allah’ı müşahede nimeti O’na olan muhabbetin derecesine göredir. Muhabbet ne kadar ziyadeleşirse lezzet de o nisbette ziyadeleşir. Nitekim bir Hadis-i Kudside şöyle buyrulur: “Evliyalarımın benim cemalimi müşahadeye iştiyakları olduğu gibi, benim de onlara iştiyakım daha şiddetlidir.”

Bediüzzaman Hazretleri de rü’yetullahı şöyle ifade eder:

Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun? Otuz ikinci Söz’ün âhirinde denildiği gibi: Dünyanın bin sene mes’udane hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rü’yet-i cemaline mukabil gelmeyen bir Cemil-i Zülcelal’in daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun.”2

Başka bir eserinde de şöyle buyurur:

Her bir insan, o Hâlık-ı Zülcelal’e karşı hadsiz bir muhabbete müstaid olduğu gibi, o Hâlık dahi herkesten ziyade cemal ve kemal ve ihsanına karşı hadsiz bir mahbubiyete müstehaktır.”3

Dünya ve ahirette en yüksek mertebeye ulaşacak kimseler Cenabı Hakk’ı en ziyade sevenler olacaktır. Muhabbet, nihayetsiz cemal ve kemal sahibi olan Cenab-ı Hakk’a mahsustur. Zira, O’nun nihayetsiz olan bütün sıfatları en latif, en nuranidir. Bütün nurların nuru, bütün güzelliklerin menbaı O’dur. Sevgiye sebeb olan her güzellik, her kemâl, her cemâl O’ndadır. Hayat, ilim, kudret… gibi ezelî ve ebedî olan kemâl sıfatlar O’nundur. Bunlar ise zâtında sevilirler.

Şu kâinatta çiçeğinden bahçesine, zemininden semâsına, baharından cennetine kadar sevdiğimiz, takdir ve tahsin ettiğimiz herşey Cenâb-ı Hakk’ın Esmâ-i Hüsnâ’sının âyineleridir. Ezelden ebede bütün nimet ve ihsanlar, lütuf ve ikramlar, çok şefkatli ve pek merhametli olan O’nun hazinesinden gelmekte, O’nun kereminden akmaktadır. Öyle ise insan için “sebebsiz ve bizzât mahbub olan kemal-i mutlak sahibi, Zât-ı Zülkemal’in ve Zülcemal’in”4 sevgisine mazhar olmak ve O’nun tarafından sevilmekten daha büyük bir saadet düşünülemez.

Bediüzzaman Hazretleri bu hakikatı şöyle ifade eder: “Beşer, fıtraten şu kâinatın Hâlıkına karşı hadsiz bir muhabbet üzerine yaratılmıştır. Çünki fıtrat-ı beşeriyede cemale karşı bir muhabbet ve kemale karşı perestiş etmek ve ihsana karşı sevmek vardır. Cemal ve kemal ve ihsan derecatına göre, o muhabbet tezayüd eder.”5

Allah’a kemaliyle muhabbet O’nu bütün kalp ve hissiyatıyla sevip emir ve yasaklarına ittiba etmekle olur. Allah’ı seven bir cihetle kendini sevmiş olur. Mesela Padişahı seven padişahın ihsan ve ikramlarına nail olduğu gibi Allah’ı seven de O’na dost olur O Padişahı Zülcemale dost olan da elbette ki O’nun nimet ve ihsanlarına nail olur. Böylece kendini sevmiş olur. Allah’ı sevmenin yolu ise O’nun Resulünü sevip, sünnetine ittiba etmekle olur. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur:

Ey Resulüm, de ki: “Ey insanlar! Eğer Allah’ı seviyorsanız, gelin bana uyun ki Allah’ta sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah Ğafûrdur, Rahîmdir.” 6

Bediüzzaman Hazretleri bu ayetin tefsirinde şöyle buyurur:

Allah’a (celle celalühü) imanınız varsa, elbette Allah’ı seveceksiniz. Madem Allah’ı seversiniz, Allah’ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise, Allah’ın sevdiği zâta benzemelisiniz. Ona benzemek ise, ona ittiba etmektir. Ne vakit ona ittiba etseniz, Allah da sizi sevecek. Zâten siz Allah’ı seversiniz, tâ ki Allah da sizi sevsin.”

İşte bütün bu cümleler, şu âyetin yalnız mücmel ve kısa bir mealidir. Demek oluyor ki; insan için en mühim âlî maksad, Cenab-ı Hakk’ın muhabbetine mazhar olmasıdır. Bu âyetin nassıyla gösteriyor ki; o matlab-ı a’lânın yolu, Habibullah’a ittibadır ve Sünnet-i Seniyesine iktidadır.”7

Evet insanın yaratılışındaki hikmet, Allah’ı tesbih, tahmit, ,tazim ederek O’na muhabbet etmektir. Bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Beni zikredin( anın) k) ben de sizi zikredeyim”8

Zaten kafirlerden başka Cenab-ı Hakk’ı zikretmeyen ve O’nu tanıyıp itaat etmeyen hiç bir mahluk yoktur. Nitekim bir ayette şöyle ifade buyrulur: “Yedi gök, dünya ve bunlarda bulunan herkes, O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur.”9 Dağlar ve bağlar, deryalar ve çiçekler, yıldızlar ve güneşler durmadan Allah’ı zikredip anarken, zikirde ustabaşı olan ve ibadet için yaratılan insanın bundan müstağni kalması düşünülebilir mi?

Evet, Allah dostları daima Allah’ı anarlar. Onlar, daima huzurdadırlar, hiçbir an Allah’tan gafil olmazlar. Onların içi umman-ı vahdette, dışı sahra-yı kesrettedir. Onların kalplerinde aşk-ı ilahi ve muhabbet-i ilahi öyle nakşolunmuştur ki, zail olması mümkün değildir. Onlar ihtiyarsız olarak can ve cananlarından geçmişlerdir; daima hayrettedirler. Bununla beraber, acz, fakr ve kusurlarını görür, yaptıkları iyilikleri hep Allah’tan bilirler. Nefislerinin tezkiyesine çalışırlar. Herkese marufu emreder ve nehy-i münkerde bulunurlar. Yani insanlara iyiliği emredip kötülüklerden sakındırırlar. Bunu yaparken de yumuşaklık ve alçak gönüllülük gösterirler. Allah dostlarının en ulvi maksatları; insanların her türlü küfür ve isyan ve menhiyattan uzak durmaları, Allah’a bağlanmalarıdır.

Tevazu ile vakar onlarda cem olmuştur. Onlar bu aleme mükerrem olarak ayak basmışlardır. Gezdiği yerler ve bastığı topraklar onlarla iftihar ederler. Onlar temiz fıtratlarını bir takım seyyielerle lekedar etmekten son derece sakınırlar. Onların ibadetleri ne cennete girmek, ne de cehennemden kurtulmak için değil, sırf Allah’ın rızasını kazanmak içindir. Onların suretleri güzel olduğu gibi, siretleri, kalp ve ruhları da nice fazilet ve güzelliklerle doludur. Zerafet ve nezafetleri ziynetleri olduğu gibi, iffet, haya, merhamet ve edep gibi manevi güzellikleri de onların süsüdür. Bu gibi manevi güzelliklere mazhar olmak insanın kendi ihtiyarındadır. Bu ulvi meziyetlerden mahrum olmak kadar insanı hacalete düşüren hiçbir şey yoktur.

Evliyalar, insanlara karşı son derece şefkatli ve merhametlidirler. Onlardaki bu hisler fıtridir. İsyanlarından dolayı insanların cehenneme gitmelerinden son derece üzüntü duyarlar. Nitekim bir Allah dostu olan Hz. Ebu Bekir (ra) : “Ya Rabbi vücudumu öyle büyüt ki, Cehennemde hiç kimseye yer kalmasın” buyurmuştur. Yine

Üstad Bediüzzaman Hazretleri de şöyle buyurmaktadır:

Bu hizmete, yani ehl-i imanı dalalet-i mutlakadan kurtarmağa -lüzum olsa- dünyevî hayat gibi, uhrevî hayatımı da feda etmek bir saadet bilirim; binler dostlarım ve kardeşlerimin Cennet’e girmeleri için Cehennem’i kabul ederim.” 10

Diğer bir eserinde de şöyle buyurmuştur;

Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül gülistan olur.”11

Bu iki büyük zatın ifadeleri bunun en açık delilidir. Acaba Hz. Ebubekir (r.a.) ve Bediüzzaman Hazretlerinin şefkat ve merhameti böyle olursa, Her güzel ahlâk sahasında olduğu gibi, merhamette de en ileri olan Hazret-i Peygamber (s.a.v)’in ümmetine karşı şefkat ve merhameti nasıldır?

Zira o, dünyaya geldiği dakikada “ümmetî ümmetî” (ümmetim) dedi. Hayatı boyunca ümmetim dedi. Miraçta ümmetim dedi. Dünyadan göçerken ümmetim dedi. Mahşerde de herkes “nefsî nefsî” diyeceği zaman, yine O, “ümmetî ümmetî” diyerek dünyada ümmetine karşı şefkat ve merhametini gösterdiği gibi, mahşerde de en ileri derecede gösterecektir. Nitekim Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerimde:”Size kendi aranızdan öyle bir peygamber geldi ki, zahmete uğramanız ona ağır gelir. Kalbi üstünüze titrer, müminlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir.”12 buyurarak, O’nun ( s.a.v) ümmetine karşı olan şefkat ve merhametini ortaya koymuştur. Hatta kafirlerin bile hidayete gelmemelerinden dolayı bile son derece müteessir olmuştur. Bu husus bir ayet-i kerimede şöyle ifade buyrulur “Şimdi bu söze inanmazlarsa, sen onların arkalarından adeta kendini tüketeceksin!”13 Bu ayet de Hazret-i Peygamber’in (s.a.v) insanların hidayete gelerek ebedi helaketten kurtulmasına ne kadar önem verdiğini ve O’nun (s.a.v.) eşsiz şefkat ve merhametinin en açık delilidir.

Evet Allah dostu olan ve kendine Hazret-i Peygamber (s.a.v)’i rehber eden evliyalar da hak ve hakikata muhtaç olan insanları, ona ulaştırmak için büyük bir şefkat ve merhamet gösterirler. Kalplerinde kimseye kötülük beslemezler. Bütün işleri Allah içindir. Onlar bu yolda yürürken kendilerini yollarından döndürmek isteyen kimselerin ayıplamalarından çekinmez ve korkmazlar. Her işlerinde adalet üzeredirler. Şüpheli şeylerden de son derece sakınırlar.

Bu zatların en büyük maksatları Allah’ın rızasını kazanmaktır. Allah’a itaatte hiçbir noksanlık göstermez, bu uğurda kendilerine isabet edecek her türlü eza ve cefaya sabrederler. Bütün mahlukatı ve insanları Allah için severler. Bu sevginin ehemmiyetini Hz. Ömer’ den (r.a) rivayet edilen bir hadis-i şeriflerinde Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle ifade buyurmaktadır:

Allah’ın kullarından öyle kimseler vardır ki, onlar enbiya ve şüheda değillerdir; fakat kıyamet günü Allah indindeki makamlarından dolayı onlara Enbiya ve Şüheda gıpta edeceklerdir.” Bunun üzerine sahabelerden bazıları: “Ya Resûlallah! Bunlar kimlerdir? Amelleri nedir? Bize haber ver ki, biz de onları sevelim.” dediler. Resûlullah (s.a.v) : “ Onlar bir kısım mü’minlerdir ki, aralarında hiç bir akrabalık bağı, birbirlerine itaati gerektirecek herhangi bir mal alakası olmadığı halde birbirini sadece Allah için sevenlerdir. Onların yüzleri nurdur ve kendileri de nurdan bir minber üzerindedirler. İnsanlar korktuğu zaman bunlar korkmazlar, nas mahzun oldukları zaman bunlar mahzun olmazlar.” buyurdular ve şu ayet-i kerimeyi okudular: “Haberiniz olsun ki, muhakkak Allah’ın velileri için bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.”14

Bu ayetle Cenab-ı Hak, veliler için hiç bir korku, bir hüzün bulunmadığını müjde vermekte, onların dünyada da ahirette de en büyük bir teveccühe mazhar olacaklarını beyan buyurmaktadır. Onlar Allah’ı sever, Allah da onları sever ve onlardan razı olur. Bununla beraber onlar, yine de korku ve ümit arası olan “beynel havfi verreca” düsturundan hiç ayrılmadan yaşar ve akibetlerinden daima endişe duyarlar.

Evliyalar, esrar-ı ilahiye ve Kur’aniyeye vakıftırlar. Onlar, yaratılışın maksat ve esrarını anlamış mümtaz kimselerdir. Bu Allah dostlarının vefatından dolayı, yerler, gökler, sema, dağlar ve bağlar, denizdeki balıklar, zaman ve mekan, hasılı bütün mahlukat ağlar ve yas tutarlar. Ehl-i küfrün ölümünü ifade eden bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Ne gök ne yer onların üstüne ağlamadı.”15

Bu ayetin mefhum-i muhalifinden şöyle bir mana anlaşılır ki, “Ehl-i imanın Dünya’dan gitmesiyle, semâvât ve zemin, onların üstünde ağlıyor.”

… Semâvât ve zemin, ağlar gibi ehl-i îmânın zevâline mahzun oluyorlar.”16

Peygamber Efendimiz (s.a.v): “Arş’ın Sa’d İbn Muaz’ın (ra) vefatıyla sarsıldığını” ifade buyurmuşlardır. İmam-ı Şarani’nin Tabakat adlı eserinde Bağdat’ta vefat eden Ahmet İbn-i Hanbel Hazretlerinin evinin etrafına binlerce yabani hayvanın toplandığı ve cenazesine altmış binden fazla kişinin katıldığı anlatılmaktadır.

Evliyaların kıymet ve derecesini anlayabilmek ve onların deryasında fener yakabilmek için “insanın fikir teknesinin çok sağlam, idrak yelkeninin çok geniş ve gönül rüzgarının devamlı olması gerekir.”

Cenab-ı Hak bizleri de peygamberin ve evliyaların yolundan giden; daima acz, fakr ve kusurunu bilen ve hüsn-ü akibetle emaneti teslim eden kullarından eylesin! Amin…

Mehmed KIRKINCI / Nükteler / www.mehmedkirkinci.com

Dipnotlar:

1 Sözler

2 Mektubat

3 Lem’alar

4 Şualar

5 Lem’lar

6 Al-i İmran suresi, 3/31

7 Lem’alar

8 Bakara Suresi 2/152

9 İsrâ Suresi 17/ 44

10 Emirdağ Lahikası

11 Tarihçe-i Hayat

12 Tevbe Suresi 9/128

13 Kehf Suresi, 18/6.

14 Yunus Suresi, 10/62

15 Duhân Suresi 44/29

16 Sözler

Abbas bin Abdülmuttalib (R.A.) Kimdir?

Abbas bin Abdülmuttalib (ra) 566 yılında Mekke’de doğmuştur,Künyesi Ebu’l-Fazl’dır, babasının adı Abdulmuttalib, annesinin adı Nuteyle’dir. Hazreti Peygamber(sav)’in amcasıdır. Çocuklukları beraber geçtmiştir.

Akraba ve yakınlarına çok bağlıydı, ne malını, ne gücünü onlardan esirgemezdi, dahi denilecek ölçüde zeki biriydi, beyaz tenli, gür sesli idi.

Ebu Talib(ra) ekonomik sıkıntı çektiği için Peygamber Efendimiz(sav) Hz. Ali’yi, Abbas (ra) yeğeni olan Cafer’i himayesine aldı.

Abbas(ra) Peygamberimiz(sav)’e müşriklerin durumunu bildiren çok haberler göndermiştir. Mekke’liler’in savaş planlarını, Müslümanlar aleyhinde yapılan toplantılara katılarak gerekli gördüğü durumları, Bedir harbine çıkan kureyşlilerin hareket haberini Peygamber Efendimiz(sav)’e bildirmiştir.

İki gurup Bedir’de karşılaşıp savaş başlayınca Allah Resulu(sav) Abbas(ra)’ın öldürülmemesini istemiştir.

Bedir savaşına gelipte müşrik olan kardeşlerini ve babalarını öldürenlere ”amcamı bunun dışında tutun öldürmeyin” demesi Allah Resulu(sav) efendimiz için çok zor bir durumdu.

Bedir’de, Hazreti Abbas(ra) Sahabelerin eline esir düştüğü vakit, fidye istenilmiş.

O da:

-“Param yok.” demiş

Hazreti Resulu Ekrem (sav)

-“Zevcen Ümmü Fadl yanında bu kadar parayı filân yere bırakmışsın.” Hazreti Abbas(ra) tasdik edip,

-“İkimizden başka kimsenin bilmediği bir sırdı”deyip Peygamberimiz(sav)’in bu mucizesi karşısında İslâm olmuş ve fidyeyi ödemiş, bunun üzerine.

Ey Peygamber elinizde bulunan esirlere söyleki; Allah kalplerinizde hayır olduğunu biliyorsa sizden alınandan daha hayırlısını size verecek ve size mağfiret edecektir” (enfal 70)ayeti kerimesi vahy olmuştur.

Peygamber(sav)’e para yardımında bulunup, bazı seferlerine katıldı.

Peygamber Efendimiz(sav), amcası Abbas(ra)’a çok yakın ilgi gösterirdi. Ona, “Kureyş’in en cömerdi ve akrabalık bağlarına en çok riayet eden kişisi“, mealindeki sözleriyle iltifatlarda bulundu. “İnsanın amcası babası gibidir” şeklindeki sözleriyle saygı gösterirdi.

Hz. Abbas(ra)’a, ikisinden hangisinin büyük olduğunu soranlara; “O benden büyük, ben ise ondan yaşlıyım” karşılığını verirdi. Peygamber Efendimiz(sav), amcası için dualarını da esirgemedi: “Resulu Ekrem(sav), Abbas(ra) ve dört oğlunu (Abdullah, Ubeydullah, Fazl, Kusem) beraber, ‘mülâet’ denilen bir perde altına alarak üzerlerini örttü. Dedi: Ya Rab, bu benim amcam ve babamın öz kardeşidir. Bunlar da onun çocuklarıdır. Onları bu perdeyle örttüğüm gibi, sen de onları Cehennemden öylece koru!“buyurdu.

Peygamber efendimiz(sav), vedâ hutbelerinde, sevgili amcasından da bahsettiler. Fâizin yasak olduğunu, ilk kaldırdığı fâizin, amcası Hz. Abbas(ra)’ın fâizi olduğunu bildirdiler.

Peygamber efendimiz(sav)in vefâtından sonra mübârek cenâzelerini yıkamak üzere; Hz. Ali(ra), Hz. Abbas(ra) ve oğulları Fadl ve Kusem, Üsâme bin Zeyd ve Sâlih odaya girip kapıyı kapadılar. Peygamber efendimizi, gömleği üzerinde olduğu hâlde yıkamaya başladılar.

Hz. Abbâs(ra) ve oğulları su döküp, Peygamber efendimiz(sav)’i sağa, sola döndürdüler. Hz. Ali(ra)’ de yıkadı. Yıkadıkça, evin içine eşine rastlanmamış çok güzel bir koku yayıldı. Üç parça kefen ile kefenledikten sonra, vefât ettiği yere kabr-i şerîfi kazılıp, lahd şekline getirildi ve Resûlullah(sav) efendimizi, kabr-i şerîfine koydular.

Risale-i Nur’da, Hz. Ömer’in (ra) onu vesile yapıp; “Yâ Rab, bu senin habibinin amcasıdır. Onun yüzü hürmetine yağmur ver!” mealinde dua ettiği ve yağmurun yağdığı nakledilmektedir

Dört büyük halîfe gibi büyük zâtlar, o gelince, hürmetlerinden ve tevâzularından ayağa kalkarlardı. Hz. Ebû Bekir(ra) ve Hz. Ömer(ra)’in hilâfetleri sırasında, kendileri bir binek üzerinde iken Hz. Abbâs(ra)’a rastlarlarsa, bineklerinden inerler, onunla beraber gideceği yere kadar yürürler, sonra dönerlerdi.

Çok zengin idi. Medîne’ye yerleştikten sonra yapılan bütün muhârebelerde ve özellikle, Bizans’a karşı gerçekleştirilen seferde, İslâm ordusunun techîzi için çok yardım etti.

652 senesinde 88 yaşında Medîne-i münevverede vefât etti. Cenâze namazını Hz. Osman(ra) kıldırdı. Bakî’ kabristanına defnedildi.

Hz. Abbas’in soyundan gelenler sonradan Abbâsîler devletini kurdular.

Allah’a verdikleri sözde duran iyilerin arasında olan Abbas (ra)’dan razı olsun bizlere şefaatini nasip etsin amin..

Çetin KILIÇ / LÜLEBURGAZ

www.NurNet.Org

Kaynaklar:

1) Ümmetimin Yıldızları

2) Hadis Külliyatı

3) Risale-i Nur Külliyatı

Meryem Cemile (Margaret Marcus) Kimdir?

Meryem Cemile, 1934 yılında New York’ta, Amerika’nın içinde bulunduğu ekonomik buhranın en şiddetli döneminde, dördüncü kuşak Almanya Yahudi kökenli bir Amerikalı olarak dünyaya geldi. New York’un en varlıklı ve kalabalık bir banliyösü olan Westchester’da mahalli okullarda tamamiyle dini bir eğitim alarak büyüdü. Her zaman ortalamanın üzerinde bir öğrenci olarak; kısa zaman içinde elinden kitap hiç eksik olmayan hırslı bir entellektüel, doymak bilmez bir kitap kurdu oldu ve okuma seviyesi öğrenim gördüğü okulun gereksiniminin çok ötelerine çıktı.

Ergenlik çağına girdiğinde; yaşıtlarında çok ender görülen ,son derece ciddi, hoppalıklardan nefret eden bir kişiliğe sahipti. En ziyade dine, felsefeye, tarihe, antropolojiye, sosyolojiye ve biyolojiye ilgi duyuyordu. Okul ve kütüphaneler artık onun ikinci evi haline gelmişti.

1952 yılı yazında Liseden mezun olduktan sonra New York Üniversitesi Liberal Sanatlar bölümüne girdi. Üniversitedeyken 1953 yılında ağır bir hastalığa yakalandı. Durumu gittikçe kötüye gitti ve iki yıl sonra diplomasını alamadan üniversiteyi terk etmek zorunda kaldı. 1957-1959 yılları arasında hastanelerde tedavi oldu. Hastaneden taburcu olduktan sonra, yazmaya olanak buldu. Marmaduke Pickthall’ın Kuran-ı Kerim tercümesi ve Allame Muhammed Esad’ın “Mekke’ye Giden Yol” ve “Yolların Ayrılış Noktalarında İslam” adlı eserleri ilgisini İslama yöneltti. New York’un Müslüman bölgelerindeki insanlarla kurduğu diyaloglar onu artık tamamiyle İslamiyetle ilgilenen bir insan haline getirdi ve en sonunda Margaret Marcus olan ismini Meryem Cemile olarak değiştirdi.

İslamiyetle ilgili ulaşabildiği İngilizce tüm kaynakları okuduğu bu dönemlerde Meryem Cemile; Aralık 1960’tan itibaren Mevlana Seyyid Ebul Ala Mevdudi ile düzenli olarak yazışmaya başladı. 1962 baharında Mevlana Mevdudi, Meryem Cemile’yi Pakistan’a gelerek Lahor’da kendi ailesinin bir üyesi olarak yaşamaya davet etti. Meryem Cemile bu teklifi bir yıl sonra kabul etti ve Cemaat-i İslami üyesi olup ilerde tüm kitaplarını yayımlayacak olan Muhammed Yusuf Han ile evlendi. Akabinde dört çocuğu oldu. Evli bir kadın için nadir görülebilecek bir şekilde tüm entelektüel ve yazım faaliyetlerine devam etti. Tüm önemli eserlerini hamilelik dönemlerinde yazan Meryem Cemile İslami örtünmeye de son derece riayetkardı.

Onun ateizm ve materyalizme olan nefreti hemen her eserinde görülür. Ona göre İslam; hayatın ve ölümün manasını bildirmede, yaşamın nihai gayesini anlatmada yegane kaynaktı.

Yazının orjinali için tıklayınız

www.NurNet.Org

Abdurrahman Bin Avf (R.A.) Kimdir?

Abdurrahman bin Avf (r.a.) 581 yılında Mekke’de doğmuştur. Zühre ailesinden Kureyş kabilesindendir. Babasının adı Avf, validesinin Şifa’dır.

Cahiliye devrinde asıl adı Abdulkâ’be veya başka bir görüşe göre Abdu Amr idi. Son derece temiz bir adam olan Abdurrahman bin Avf (ra) Hazreti Ebu Bekir(ra)’in daveti üzerine hak yola girmiştir. Hazreti Muhammed(sav) İslam’a girdikten sonra kendisine Abdurrahman adını koymuştur.

Risale-i Nur’da, bahtiyar kadınlardan birisi olan Abdurrahman (ra)’ın annesinin, Peygamber Efendimizin (sav) doğduğu gece cereyan eden hadiselere şahit olduğundan söz edilmektedir. Hazreti Âmine (ra) ve onun yanında bulunan Osman ibn As ile Abdurrahman(ra)’ın anneleri gördükleri azim bir nurdan sonra üçü birden; “Veladeti anında biz öyle bir nur gördük ki, o nur maşrık ve mağribi bize aydınlattırdı” şeklinde müşahedelerini dile getirdiler.

Cahiliyye devrinde bile içki içmeyen, güzel ahlaklı nadir insanlardandı.

Abdurrahman bin Avf (ra) İslamiyet’e girdikten sonra müşrikler tarafından türlü eziyet ve mihnetlere uğramış, O’da diğer Müslümanlar gibi Allah Resulü(sav)’in ardından Medine’ye hicret etmiştir Hazreti Peygamber (sav) Medine’de Ensâr ile Muhacirler arasında kardeşlikler ilân edince Abdurrahman b. Avf(ra) ile Ensâr’dan Sa’d b. Rab’i kardeş ilân etmişti, Sa’d b. Rabi(ra) Abdurrahman b. Avf(ra)’a malının yarısını ve iki eşinden birini nikâhlamasını teklif edince;

Allah malını ve aileni sana mübarek eylesin. Senin bu davranışına karşı Allah ecrini versin. Sen yalnız bana çarşının yolunu göster” buyurmuştur.

Abdurrahman bin Avf(ra) ticaret hayatını çok iyi bilen Kureyş içinde büyüdüğü için, bu işin tam bir uzmanı olarak Medine çarşısında alışverişe başlamış ve Allah ona büyük servet vermişti. Abdurrahman bu ticari hayatını şöyle anlatır:

Cenâb-ı Allah bana öyle bir nimet verdi ki, bir taşı bile bir yerden kaldırıp başka yere koyduğumda sanki altın oluveriyordu.’Çok az kâra râzı oldum. Hiçbir müşteriyi boş çevirmedim” buyurarak kıyamete kadar geçerli olacak bir düsturu ticaretle meşgul olan Müslümanlara haber veriyordu.

Abdurrahman bin Avf (ra) Hazreti Peygamber(sav)’in bütün gazvelerine katılmıştır.

Peygamberimiz(sav) Abdurrahman bin Avf (ra)’ı Yedi yüz kişilik bir askeri kuvvetle 628 yılı Şaban ayında Dûmetu’l-Cendel’e göndermişti. Bu gazveye giderken Abdurrahman bin Avf(ra)’ın sarığını Peygamberimiz(sav) mübarek elleriyle sarmıştır.

Peygamberimiz(sav) “fetih gerçekleşirse kralın kızıyla evlen” buyurarak kendisine vasiyette bulunmuştur. Fetih gerçekleşmiş, kabile reisi el-Asbağ b. Amr el-Kelbî Hıristiyanken İslâm’a girmişti. Abdurrahman Bin Avf(ra)’ da el-Asbağ’ın kızı Tumâzar ile evlenmiş ve ileriki günlerde ondan oğlu Ebû Seleme dünyaya gelmiştir. (Ebû Seleme, büyük fıkıh âlimlerindendir.)

Bedir gazvesinde Ebu Cehil’i öldürmek isteyen gençlere işte Ebu Cehil bu diyerek göstermiş, Ebu Cehil’in kılıç darbeleriyle öldürülmesine şahitlik etmiştir.

Uhud savaşında da yirmi yerinden yaralandı. 12 dişi kırıldı.

Hazreti Peygamber(sav)’in ilk defa arkasında namaz kıldığı kişi Abdurrahman bin Avf(ra) olmuştur. Hazreti Peygamber(sav) ashâb içinde ipek giymeyi yalnız Abdurrahman bin Avf(ra)’a müsaade etmişti.(Zira Abdurrahman bin Avf(ra)’ın vücudunda bir kaşıntı vardı.)

Abdurrahman bin Avf(ra) bilhassa öğle namazının farzının ardından nafile namaz kılar günlerin çoğunu oruçlu geçirirdi, her sene hacca giderdi, son derece sade yaşar sofrasında fakirlere yer verirdi, uzun boylu beyaz kırmızı renkli güzel çehreli çok sevimli idi. Uhud gazasında aldığı bir yaradan dolayı bir ayağı biraz aksaktı.

İsabetli reyi ve zekasıyla mümtaz bir zattır, yüksek ahlaklı fazilet ve kemal sahibi çok iyi ve çok temiz seciyeliydi. Allah korkusu, Resullullah sevgisi, iffet rahmet ve şefkat doluydu, cömert ve alicenaptı, dünya hiçbir zaman dininin önüne geçememiş tam bir Müslüman olarak yaşamıştır.

Hazreti Abdurrahman (ra), evine her girişinde Âyete’l-Kürsî’yi okurdu

Resûlullah(sav) efendimiz onun hakkında buyurdu ki:  “Göktekiler ve yerdekiler katında, sen emînsin.

Vefatında Rasûlullah’ı (sav) kabrine indiren dört sahabeden birisidir.

Abdurrahman bin Avf(ra), Resûlullah(sav)’ın ahirete teşrifinden sonra, Onunla geçirdiği günleri hatırlayarak daima ağlardı. Onun sohbetlerinden mahrum olduktan sonra, kendisi için dünyanın hiçbir kıymeti kalmadığını söylerdi.

Bir gün bir yerde yemek ikram edilmişti. O gün de kendisi oruçlu idi. Tam iftar edeceği zaman, bir hatırasını anlatması istendi. Hemen hatırasını anlatmaya başladı:

Benden çok hayırlı olan Mus’ab bin Ümeyr şehîd olduğunda, onu bir kumaş parçası ile kefenledik. Başını örttüğümüz zaman, ayakları açık kalıyor, ayaklarını örttüğümüz zaman başı açık kalıyordu. Sonra Hazreti Hamza(ra) şehit oldu. O da benden çok üstündü. Onu da zor şartlar altında defnettik. Onlar benden çok hayırlı olduğu hâlde, dünyayı bırakıp gittiler. Sonra bize dünya kapısı açıldı, türlü türlü nimetlere kavuştuk. Bunların hesabını nasıl vereceğiz. İyiliklerimizin karşılığını bu dünyada almaktan ve ahirete bir şey kalmamasından korkarım” deyip ağlamaya başladı.

Devletin ve sınırların büyümesiyle birlikte işlerin rahat çözülmesi için kurulan şura heyetinde Abdurrahman bin Avf(ra) en önemli sahabelerden biridir.

Hazreti Ömer(ra)’in halifeliği zamanında bir ticaret kervanı gelip, gece Medine’nin dışında kondu. Yorgunluktan hemen uyudular. Hazreti Ömer(ra), şehri dolaşırken bunları gördü. Abdurrahman bin Avf(ra)’ın evine gelip dedi ki:

– Bu gece bir kervan gelmiş. Hepsi kâfirdir. Fakat bize yabancı olanların, yolcuların; bunları soymasından korkuyorum. Gel, bunları koruyalım.

Sabaha kadar bekleyip, sabah namazında mescide gittiler. İçlerinden bir genç uyumamıştı. Arkalarından gitti. Soruşturup, kendilerine bekçilik eden şahsın Hazreti Ömer(ra) olduğunu öğrendi. Gelip arkadaşlarına anlattı, yüce halifenin, bu merhamet ve şefkatini görerek, İslamiyet’in hak din olduğunu anladılar. Hepsi seve seve Müslüman oldu.

Hazreti Ömer(ra)’in şehit edilmesinden sonra yeni bir halife seçmek icap ediyordu seçilecek halifenin belirlenmesi için kurulan şurada Abdurrahman bin Avf(ra)’ da yer almıştı. Şurada bulunanlardan Zübeyir bin Avvâm(ra), Talha bin Ubeydullah(ra) ve Sa’d bin Ebi Vakkas(ra) haklarından feragat edince şura’da halife adayı olarak üç kişi kalmıştı. Hazreti Ali(ra), Hazreti Osman(ra) ve Abdurrahman bin Avf(ra). (Kendisinin de halife seçilmesi muhtemel olmasına rağmen) Abdurrahman bin Avf(ra) da bu husustaki hakkından feragat edince adaylar ikiye düşmüştü. Abdurrahman bin Avf(ra) bu hususta ashabın ileri gelenleriyle uzun görüşmeler yapmış ve Hazret-i Ali(ra) ve Hazreti Osman(ra)’dan karara uyacaklarına dair kesin söz aldıktan sonra hilâfete Hazreti Osman(ra) getirilmişti.

Abdurrahman bin Avf (ra) Hazreti Osman devrinde çok sakin bir hayat yaşamış ve nihayet 652 yılında Medine’de vefat etmiştir. En zengin Müslümanlardan birisi olan Abdurrahman bin Avf, vefatından önce sayıları yüz civarında olan Bedir şehitleri için ailelerine servetinden kişi başına dört yüz dinar verilmesini vasiyet etti.

Cenaze namazını Hazreti Osman(ra) kıldırmış, onu kabrine götürürken Hazreti Ali(ra) şöyle demişti: “Ey Avf’ın oğlu! Güle güle ebedî hayata git. Sen bu fani hayatın en güzel günlerini gördün. Bu revnaklı hayat bulanmadan Âhirete göçüyorsun“. Sa’d b. Ebi Vakkâs da onun cenazesini taşırken: “Ey koca dağ” diyerek Abdurrahman(ra)’ın seciyesindeki sağlamlık ve metaneti ifade etmişti. Abdurrahman(ra), el-Baki’de metfundur.

Allah(cc) onlardan razı olsun Ruhumuzu, kalbimizi onlardan ayırmasın, Bizi de onlarla beraber haşr etsin.Amin.

(Siirt ili Pervari ilçesi yakınında bir mezarın ona izafet edilmesi halkın yakıştırmasından başka bir şey değildir.)

Çetin Kılıç/LÜLEBURGAZ

www.NurNet.Org

Kaynaklar:

1) Sevgi Kutupları

2) Hayattüs Sahabe

3) Risale-i Nur Külliyatı