Etiket arşivi: kutlu doğum haftası

Peygamberimiz (A.S.M.) Kur’an’ı nasıl okurdu?

O Kur’an’ın gerçek muhatabıydı. Kur’an onun ruhuna ve kalbine öyle işliyor, öyle tesirler vücuda getiriyordu, onu öyle bir hâle sevk ediyordu ki, vücut çizgilerini değiştiriyordu.

Efendimiz (a.s.m.) Kur’an’ı sahabelerine okurken kelimelerin ve ayetlerin manalarına dikkat çeker, ayetlerin verdiği mesajı anlatmaya çalışırdı. İslam âlimleri de Kur’an’ın her ayetini düşünerek, ondan ibret ve dersler çıkararak okurlardı. Acaba bizler de Kur’an’ı gerçek anlamıyla okuyabiliyor muyuz?

Kur’an-ı Kerim’le ilk defa Efendimiz (a.s.m.) muhatap olduğu gibi, ilk defa da o okumuştu. Ama asıl olarak Peygamberimize (a.s.m.) Kur’an’ı okumasını öğreten Yüce Rabb’imizdir. Peygamberimiz (a.s.m.) Kur’an’ı sadece okumakla emrolunmamış, okutmak ve insanlara öğretmekle de görevlendirilmişti. Bu görevini ayet şöyle bildiriyor:

Kur’an’ı Biz sure sure, ayet ayet ayırdık ki, insanlara fasılalar halinde okuyasın ve anlayıp öğrenmeleri kolaylaşsın.” (İsrâ Suresi, 106)

Bunun için Kur’an bir kalp ve gönül rahatlığı içinde huşû ile okunmalı, okurken ayetlerin mana derinliğini düşünmeye çalışmalı ki istifade ve hissemiz fazla olsun. Rabb’imiz de Kur’an’ın bu şekilde okunmasını emrediyor:

Onlar Kur’an’ın manasını düşünerek okumazlar mı?” (Nisâ Suresi, 82), “Sana indirdiğimiz şu kitap çok mübarektir. Akıl sahipleri onun ayetlerini düşünsünler, ondan öğüt alsınlar.” (Sâd Suresi, 29)

Kur’an okumayı büyük bir zevk haline getiren âlimler, Kur’an’ın her ayetini düşünerek, ondan ibret ve dersler çıkararak okurlardı. Bu zatlar aynı zamanda bir sünneti de yerine getiriyorlardı. Hz. Ebu Zer’in rivayetine göre Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir gece sabaha kadar şu ayeti tekrar etti:

Ey Rabb’im, eğer Sen onları azabına çarptırırsan, onlar Sen’in kullarındır. Şayet bağışlarsan, muhakkak Sen hükmü her şeye galip, her şeyi hikmetle yapansın.” (Maide Suresi, 118)

Ashab-ı Kiram’dan bazı zatlar, kendilerine tesir eden ayetleri sık sık tekrarlar, saatlerce üzerinde düşünürlerdi. Bu hususta Elmalılı Hamdi Yazır şöyle der:

Ehl-i Kur’an, Kur’an’ı bir eğlence gibi okumaz. Elfazını (kelimelerini), maânisini (manalarını), ahkâmını (hükümlerini) cidden gözete gözete dikkatli, saygılı ve devamlı bir surette ve bilmediklerini, anlamadıklarını ehlinden sora sora, hüsn-ü niyetle, temiz kalp, temiz ağızla okurlar. Gelişigüzel, baştankara bir eğlence gibi okumazlar. Şarkı, gazel, roman, hikâye yerine koymazlar. Kemal-i hürmet ve edeple okurlar.

Kur’an’ın gerçek muhatabı kimdir?

Kur’an-ı Kerim’i okuyan kimse kendisini Kur’an’a tam bir muhatap olarak görmelidir. Anlayarak, anladıklarını düşünerek okumaya başladığı için de, her emir ve nehyin doğrudan kendisini ilgilendirdiğini bilmelidir.

Sahabe-i Kiram’dan Hz. İkrime, Kur’an’ı öyle bir şuur içinde okurdu ki, “Bu benim Rabb’imin kelamıdır, bu benim Rabb’imin kelamıdır” der, Rabb’ine muhatap olmanın hazzını yaşardı. Kur’an okurken geçmiş peygamberlerin ve ümmetlerin başından geçenlerden ibret almalıdır. Peygamberlerin türlü sıkıntı ve meşakkatler karşısında gösterdikleri o fevkalüde sabır ve metaneti örnek alarak dersler çıkarmalıdır.

Peygamberimiz (a.s.m.) her haliyle bir insandı şüphesiz. Çocuk oldu, genç oldu ve nihayet yaşı kemale erdi. Ama onu yaşlandıran unsurlar başkaydı. O’nun (a.s.m.) üzerinde yaşlılık izlerinin sebebi ayrıydı. Hayat yükü, dünya meşgalesi, iş, güç ve aile derdi değildi. O Kur’an’ın gerçek muhatabıydı. Kur’an onun ruhuna ve kalbine öyle işliyor, öyle tesirler vücuda getiriyordu, onu öyle bir hâle sevk ediyordu ki, vücut çizgilerini değiştiriyordu.

Bir seferinde Hz. Ebu Bekir (r.a.), Resulullah’a (a.s.m.) sordu:

Ya Resulallah, yaşlandınız.

Resulullah (a.s.m.) şöyle buyurdular:

Hûd Suresi, el-Vâkıâ, ve’l-Murselâtü, Amme yetesâelûne ve İze’ş-şemsu kuvvirat sureleri beni yaşlandırdı.” (Tirmizî, et-Tâc, 4:251; Kenzü’l-Ummâl, 1:573)

Bu sureler kıyametin dehşetini, azametini ve kâinatın alacağı o korkunç şekli anlatıyordu. Kur’an’ın ifadesiyle “Çocukları ihtiyarlatan o gün” (Müzzemmil Suresi, 17) kıyamet günüydü. İşte, Efendimiz (a.s.m.) okuduğu bu ayetlerin manalarını ruhunda hissediyor ve “Bunlar beni yaşlandırdı” diyordu.

Ayetlerin öteye yönelik mesajları..

Efendimiz (a.s.m.) sahabilerin nazarını sürekli olarak ayetlerin manalarına çeker, İlahî maksatları idrak etmeye teşvik ederdi.

Ebu Hüreyre anlatıyor:
Resulullah (a.s.m) “O gün yeryüzü, üzerinde herkesin ne iş yaptığını haber verir” (Zilzâl Suresi, 4) mealindeki ayeti okudu ve: “Onun haberleri nedir, biliyor musunuz?” diye sordu. Sahabiler, “Allah ve Resulü en iyisini bilir” dediler. Resulullah (a.s.m.) şöyle buyurdu:

Yeryüzünün haberleri, sırtı üstünde işlediklerine dair erkek ve kadın her kul hakkında şahitlik etmesidir ki, ‘falan gün falan ve falan işi yaptı’ diyecektir. İşte yeryüzünün haberleri budur.” (Tirmizî, Tefsirü’l-Kur’an: 86)

Efendimiz (a.s.m.), sahabelerin dikkatlerini kıyamete, kıyametin dehşetine, kıyametten sonra insanın başına gelecek hadiselere çekiyordu. Asıl haberin, gerçek haberin nelerden ibaret olduğu, insanın başına gelecek bu olaylara nasıl hazırlanması gerektiğini bildiriyordu.

Hz. Âişe anlatıyor:

Resulullah (a.s.m.) Ay’a baktı ve “Ey Âişe!” buyurdu, “Bunun şerrinden Allah’a sığın. Çünkü o karanlığı çöktüğü zaman kapkaranlık olandır.” (Felak Suresi’nin üçüncü üyetini anlatıyor.) (Tirmizî, Tefsirü’l-Kur’an: 92)
Bizim gibi Efendimiz (a.s.m.) de Ay’a bakıyordu. Fakat onun Ay’a bakışı, her bakışında olduğu gibi farklıydı. Ay’ın parlak ve güzel bir şekilde duruşunun bir gün gelip biteceğini, perdeleneceğini, kararacağını, her fani varlık gibi fonksiyonunu kaybedeceğini bildiriyordu. Çünkü Ay da kıyametin dehşeti karşısında varlığını ve güzelliğini koruyamayacaktır.

Sahabe-i Kiram her vesileyle, her seferinde, her fırsatta Peygamberimizden (a.s.m.) Kur’an’la ilgili bir şey öğrenmeye gayret ediyor, öğrendikleri her yeni hakikati anında hayatlarına geçiriyorlardı. Onların merakı, onların önceliği, onların öne çıkardığı ve onların üzerinde durdukları meseleler hep Kur’an çerçevesinde, Kur’an ölçüsünde ve Kur’an çizgisindeydi.

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir vesilesini bulur, birer özel öğrencileri olan sahabelerine Kur’an hakikatlerini ders verirdi. Bir hediye gelse dahi o hediyenin arkasındaki asıl manayı ve güzelliği anlatırdı. Bir seferinde kendilerine bir hurma getirilmişti. Bakınız, bu hurmadan müminleri nasıl tarif ediyordu.

Rivayeti Enes b. Mâlik anlatıyor:

Resulullah’a (a.s.m.) hurma ağacından yapılmış bir kap içinde taze hurma getirildi. Bunun üzerine Resulullah (a.s.m); “Kelime-i Tevhid’i Allah nasıl hoş bir ağaca benzetmiştir ki, onun kökü sabit, dalı ise semadadır. O güzel ağaç Rabb’inin izniyle her an meyvesini verir” mealindeki ayeti okudu ve “Bu hurma ağacıdır” buyurdu. “İnkâr sözü ise kökü yerden koparılmış kötü bir ağaca benzer ki kökleşip tutunacağı bir yer yoktur” mealindeki ayeti okudu ve “Bu da Ebu Cehil karpuzudur (acı dülek)” buyurdu. (Tirmizî, Tefsirü’l-Kur’an:15.)

(…)

Peygamber Efendimiz’in (a.s.m) Kur’an’ı Kerim’i okuma, anlama ve hayatında yaşamasıyla ilgili daha fazla bilgi Nesil Yayınları arasında çıkan “Hayatımızdaki Kur’an”, Kur’an’dan Reçeteler” ve “Olayların Kur’anca Yorumu” isimli kitaplarımızdan alınabilir.

 

Mehmed PAKSU

Kardeşliği O’ndan (s.a.v) öğrendik

O’nun sevgisi etrafında toplanacağımız, gönüllerimizi Nûr-i Muhammedî ile aydınlatacığımız, O’nun sevgi pınarından kana kana içeceğimiz kutlu gün… Mevlîd-i Nebî’nin 1441. yıldönümü…

Yedi gün, yirmi dört saat tüm hayatımız boyunca ruhlarımızda O’nun sevgisi, damarlarımızda O’nun heyecanı ağır basacak inşâallah…
Süfyan komitesinin İslâm ümmetini O’ndan uzaklaştırmak için ortaya koyduğu beyhûde çabalar,  habis ruhun kurduğu tuzaklar, semâvî ve Nebevî muhabbetin nuruyla yok olmaya mahkûmdur. O sevgililer sevgilisinin varlık âlemini şereflendirdiği, onurlandırdığı böyle bir günde tüm sevgiler, sevenlerin sevgileri O’na feda olsun gönüller dolusu selam eşliğinde…

O olmasaydı; sevgi nedir, muhabbet nedir, nasıl ve kim adına sevilir, kimler sevilir, bunu nereden bilecektik? O değil mi bize sevgiyi, sevmeyi öğreten? Kinden, nefretten, kıskançlıktan uzak kalmayı öğütleyen?

Anadolu’da anne-babaların çocuklarına, Hz. Peygamber (a.s.m)’in simgesi olduğundan O’nu hatırlattığı için “gül”le başlayıp “gül”le biten isimler vermesi boşuna değil.

Gülderen, Gülistan, Gülbahar, Gülali, Gülseren, Gülşen, Gülendam, Gülnihal, Gülenay, Gülizar ve daha niceleri…

Ayşegül, Fatmagül, Aygül, Nurgül, Nazgül ve diğerleri…

Müslümanlar; Yahudi  ve Hıristiyanlar gib, iPeygamberler arasında ayırım yapmadıkları ve tamamına inanıp sevdikleri için, çocuklarına onların isimlerini seve seve vermişlerdir.

Adem,İdris, Nuh, Şuayıp, Salih,Yakup, Yusuf, İbrahim, İsmail, İshak, Harun, Musa, İsa…

Bu saygı iklimini sahâbe ile birleştirip, bütün insanlığa Asr-ı saâdetin nurlu esintilerini yayan ve kardeşlik/uhuvvet ekseninde birleştiren bir ruh ve şuur halinin yansımasıyla çocuklarına; Ebubekir, Ömer, Osman, Ali, Abbas, Cafer, Haydar, Abdullah, Bilal,  Mus’ab ,Enes, Abdurrahman gibi daha nice mümtaz şahsiyetlerin, Peygamber sevgisinde adetâ tek cisim, tek yürek, tek bilek olmuş; tek bir gaye, tek bir hedef, tek bir istikamet, tek bir amaca kilitlenmiş nice yüreklerin canlı ve diri tutulması adına isimler konulmuş, Resûl-i Ekrem (s.a.v) sevgisi hep diri tutulmaya çalışılmıştır.

Şimdi sıra, O’nu andıktan sonra anlama ve tabi olma hususunda yoğunlaşmaya gelmiştir.

Allah’ı sevmenin O’na ittibadan geçtiğini idrak etmeye ve hayata geçirmeye…

O’nun Sünnet-i Seniyyesini hayatın tüm katmanlarında yaşamaya ve yaşatmaya sıra gelmiştir.

İttihad-ı İslâm’ın tahakkuku ile inşâallah, yer yüzünü barışın/sulhun/selâmetin/sükûnun/huzurun/kardeşliğin sarıp sarmaladığı günler yaklaştıkça; her türlü tağutun, putperestliğin, sanemperestliğin, nefisperestliğin, şehvetperestliğin, menfaatperestliğin müslümanın hayatından tamamen kazınıp silinmesiyle, bütün insanlık rahatlayacak, huzur ikliminde nefes alacak, Karun, Bel’am ve Hamanların tasallutundan biiznillah necat ve halas bulacaktır.

O’nun Sünnetinin ve Şeriat-ı Garrasının dünyaya hâkim olmasıyla; eğitim kurumları Besmele ile açılacak, derse Besmele ile başlanacak, İlimler Allah namına ve mânâ-yı harfi bakışıyla öğrenilecek/öğretilecek, böylece kardeşlik, sevgi bütün renklere, umum ırklara, milletlere, kabilelere, aşiretlere, milletlere hâkim olacaktır.

O eşsiz ve muhteşem insanın anlaşılmasıyla; mazlumlar gülecek, göz yaşları dinecek,zulüm/haksızlık/hukuksuzluk/ayrımcılık/kayırmacılık/ırkçılık/kavmiyetçilik/kafatasçılık fikri ve zihniyeti, bir daha dirilmemek üzere esfele gömülecektir.

Gönüllerde sevinç, ailelerde huzur, toplumda barış olacaktır.

O’nu anlamak mecburiyetindeyiz.

Çünkü; ihtilallerin, işgallerin, intiharların sebebi, O’nu anlamamaktan ve tabi olmamaktan kaynaklanmaktadır. Büyük devletlerin zalim, küçük devletlerin mazlum olmasının sebebi budur.  Aldatmaların, hıyanetlerin, cinayetlerin, hırsızlık ve kapkaç olaylarının, ar ve haya duygularından, güzel ahlaktan mahrum kalışımızın sebebi budur. . Kadınların dövülmesinin, sövülmesinin, taciz ve tecavüze uğramalarının sebebi budur. Aklımızı kaybettik. Aklımız Kur’an’dı, ruhumuz Hz. Muhammed’di (s.a.v). Bugün içine düştüğümüz kaosun, şehirlerimizdeki, Güneydoğu’daki anarşi ve terörün sebebi, Muhammedî ruhtan mahrum kalışımızdandır. Akıl baştan çıkınca insan nasıl deli oluyorsa; Kur’ân hayatımızdan ve dünyadan çıkınca sosyal hayatımız ve dünyamız da  yörüngesinden çıktı. Çünkü Ruh cesetten ayrıldı, akıl baştan gitti.

Çünkü O (a.s.m); Semâvî sadânın, burçlardan/kehkeşanlardan/ galaksilerden tâ atomlara kadar yankılanan güçlü ve rahatlatıcı nefesin varlık âlemine inen izdüşümüdür.

Bediüzzaman’a göre asır hasta, millet hasta, fert hasta. “Hasta bir asrın, hasta bir milletin, hasta bir ferdin reçetesi Kur’an’a uymaktır”

Çünkü bu millet ve vatan, hayat-ı içtimaiyesi ve siyasiyesi anarşilikten kurtulmak ve büyük tehlikelerden halâs olmak için, beş esas lâzım ve zarurîdir.

Birincisi: Merhamet.

İkincisi: Hürmet.

Üçüncüsü: Emniyet.

Dördüncüsü: Haram ve helâlı bilip haramdan çekilmek.

Beşincisi: Serseriliği bırakıp itaat etmektir.

Kardeşlik aşkına Allah’ı dinleyelim, Allah aşkına kardeş olalım!
“Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın ve birbirinizden ayrılmayın!” (Âl-i İmran 3/103).

İnsanlığın önünde tek bir çare ve seçenek var. O da; Yer kürenin, sema katmanlarının, on  sekiz bin âlemin sakinlerini kardeşlik ahlâkı ve sarsılmaz hukukuyla  dizayn eden İlâhî sırrın taşıyıcısı, uygulayıcısı, ilâncısı ve tebliğcisi sıfatıyla en mükemmel, en zirve, en münâsip, en yapıcı, en güvenilir  vasfıyla başlara tâc, gönüllere ilaç olmuş yüce ve seçkin bir şahsiyet Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e tâbi olmaktır.

İsmail Aksoy

Kardeşlik Ahlakı

Bu yıl gerçekleştirilecek Kutlu Doğum Haftası etkinliklerinin ana temasını “Kardeşlik Hukuku ve Kardeşlik Ahlâkı” olarak belirleyen Diyanet İşleri Başkanlığı, konu ile ilgili bir de internet sitesi hazırladı.

“Kardeşlik Ahlakı” isimli yayına başlayan sitede, “kardeşlik” konusu ile ilgili ayet ve hadislerin yanı sıra şiirler, hikâyeler, makaleler, hat yazıları, özlü sözler, hutbeler ve örnek vaazlar da yer alıyor.

Sitede, Diyanet İşleri Başkanlığının Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri çerçevesinde hazırlattığı afişler, tanıtım filmleri ve TV reklamları da bulunuyor.

Bizlerde sizler için siteden Hadis-i Şerifleri toparlayıp sunduk. Sizlerde siteye girip istifade edebilirsiniz…

Sizden biriniz kendisi için sevdiğini mü’min kardeşi için sevmedikçe gerçek mü’min olamaz.” (Buhârî, “Îmân”, 7; Müslim, “Îmân”, 71, Tirmizî, “Sıfatü’l-Kıyâme”, 59.)

Müslüman müslümanın karde­şidir. Ona zulmetmez; onu yardımsız bırakmaz; onu tahkir etmez. Üç defa kalbine işaret ederek Takva şuradadır. Müslüman kardeşini hakir görmesi kişiye kötülük olarak yeter. Her müslümanın namusu, kanı, malı ve onuru müslümana haramdır.” (Müslim, “Birr”, 32)

Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu (zalimlere de) teslim etmez. Kim, din kardeşinin bir ihtiyacını giderirse, Allah da onun ihtiyacını giderir…” (Buhârî, “Mezâlim”, 3; “İkrah”,7; Müslim, “Birr”, 58;Tirmizî, “Hudud”,3.)

Kim müslümanı bir sıkıntıdan kurtarırsa, bu sebeple Allah da onu kıyamet günü sıkıntılarının birinden kurtarır. Kim bir müslümanı(n kusurunu) örterse, Allah da Kıyamet günü onu(n kusurunu) örter…” (Buhârî, “Mezâlim”, 3; Müslim, “Birr”, 58.)

Müslümanın, din kardeşine üç günden fazla dargın durması helal değildir.” (Müslim, “Birr”,26; Ayrıca bkz. Buhârî, “Edeb”, 57, 62; Ebu Davud, “Edeb”, 47; tirmizî, “Birr ve Sıla”,21.)

Müminler birbirini sevmede, birbirlerine karşı sevgi ve merhamet göstermede tek bir beden gibidir. O bedenin bir organı acı çektiği zaman, bedenin diğer organları da uykusuzluk ve yüksek ateş çekerler.” (İbn Hanbel, IV, 271; Buhârî, “Edeb”, 27; Müslim, “Birr”, 66.)

Zandan sakının. Zira zan sözün en yalan olanıdır. İnsanların özel hallerini araştırmayın, konuşmalarını dinlemeye çalışmayın, birbirinizin alışverişini kızıştırmayın, birbirinize haset etmeyin, birbirinize kin beslemeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları kardeşler olun.” (Buhârî, “Edeb”,58; Nikah”,46)

Her iyilik bir sadakadır. Kardeşini güler yüzle karşılaman, kovandan ihtiyacı olan bir şeyi kardeşinin kovasna boşaltman da bu tür iyiliklerdendir.” (Tirmizi, “Birr”, 45)

Din kardeşini güler yüzle karşılaman bile olsa hiçbir iyiliği küçük görme!” (Müslim, “Birr”, 144)

Ebû Hüreyre (r.a.)’den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: «Cennetin kapıları, Pazartesi ve Perşembe günleri açılır. Din kardeşi ile arasında düşmanlık olan kimse hariç Allah’a hiç bir şeyi eş koşmayan her kul bağışlanır. “Bu iki kişiyi aralarında anlaşıncaya kadar bekletiniz, barışıncaya kadar bekletiniz! denilir.» (Muvatta, “Husnu’l-Hulk”,4; Müslim, “Birr “, 35; Tirmizi,” Birr”, 76; Ebu Davud, “Edeb”, 47.)

Ebü’d-Derdâ (r.a.)Resûlullah (sav)’i şöyle buyururken dinlediğini söylemiştir:

Kim gıyabında bir din kardeşi için dua ederse, mutlaka melek ona, aynı şeyler sana da verilsin, diye dua eder.” (Müslim, “Zikir”, 86. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, “Vitir”, 29.)

Müslüman, hasta kardeşini ziyaret ettiğinde dönünceye dek cennet bahçelerinde demektir.” (Müslim, “Birr”, 41; Tirmizî, “Cenâiz”, 2)

Ebû Kerîme Mikdâd İbni Ma’dîkerib radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Nebi (s.a.s.)şöyle buyurdu: “Din kardeşini seven kişi, ona sevdiğini bildirsin!” (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 113 ; Tirmizî, “Zühd”, 53)

Ebû Hüreyre (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:

Sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız. Yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selâmı yayın!” (Ahmed b.Hanbel, II,478. Müslim,” Îmân”, 93-94. Ayrıca bk. Tirmizî, “Et’ime”, 45, “Kıyamet”, 56; İbni Mâce, “Mukaddime”, 9, “Edeb”, 11)

….Kul din kardeşine yardımcı olduğu sürece, Allah da onun yardımcısı olur…” (Ahmed b. Hanbel, II,252; Müslim, “Zikir”, 38; İbn Mâce, “Sunne”, 17; Tirmizi, “Hudud”, 3)

Ahmet Can / NurNet.Org

Peygamber Sevgisi Statlara Sığmadı

Diyarbakır Müftülüğü’nün Atatürk Stadı’nda düzenlediği Kutlu Doğum programına yaklaşık 100 bin kişi katıldı.

20 bin kapasiteli stadın tribünleri ve çim saha tıklım tıklım dolarken, içeriye giremeyenler sevgi selini caddelere taşıdı. Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in de katıldığı programda konuşan Müftü Ali Melek, Peygamber sevgisinin statlara sığmadığına bir kez daha tanıklık ettiklerini söyledi ve ekledi: “Minibüsçüsünden tatlıcısına kadar bütün esnaf Kutlu Doğum Haftasını büyük bir sevgiyle karşıladı. Kardeşlik duygusu bu yıl daha da pekişti.”

Âlemlere rahmet olarak gönderilen peygamberimiz Hz. Muhammed’in (sas) doğum yıldönümü coşkusu Anadolu’yu sardı. Diyarbakır, Atatürk Stadı’nda düzenlenen Kutlu Doğum programında tarihî bir kalabalığa tanıklık etti. Şefkat ve merhamet abidesi Kutlu Nebi’yi anma törenine yaklaşık 100 bin kişi katıldı. 20 bin kişi kapasiteli stadın bütün tribünleri ve çim saha tıklım tıklım dolarken on binlerce Diyarbakırlı dışarıda kaldı. Programa katılan Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, Bursalı Süleyman Çelebi ile Hakkarili Kürt âlim Melayê Batê’nın Peygamberimiz için yazdığı mevlitlerden satırlar okuyarak kardeşlik vurgusu yaptı.

Diyarbakır Müftülüğü tarafından düzenlenen Kutlu Doğum programında konuşma yapan Diyanet Reisi Prof. Dr. Mehmet Görmez, sözlerine, “Diyarbakır’da kabri bulunan dua peygamberi Hz. Yunus ve merhametiyle bilinen Hz. Zülkif’e salat ve selam olsun. Hikmet yüklü ahlak peygamberi Muhammed’e (sas) selam ve salat olsun.” diyerek başladı. Anadolu kapısını ilk defa İslam’a açan şehrin Diyarbakır olduğunu anlatan Görmez, Diyarbakır Ulucami’nin Peygamberimiz’in vefatından 7 sene sonra içinde ilk defa saf durularak kalplerin birleştiği yer olduğunu kaydetti.

Konuşmasında birlik ve beraberliğe vurgu yapan Başkan Görmez, İstanbul, Ankara ile Hakkari ve Van’ı iman kardeşliğinin birbirine bağladığını ifade etti. Görmez, şunları söyledi: “Bizi birbirimize bağlayan iman kardeşliğidir. O da ‘La ilahe illallah Muhammedun Rasulullah’ sözüdür. Bunun bir hukuku var. İstanbul, Ankara ile Hakkari ve Şırnak’taki kardeşiniz siz açken tok yatmamak zorunda. İşte bu kardeşlik bugün ortaya çıkan bir kardeşlik değil. Diyarbakır’ın kapılarını İslam’a açtığı günden beri devam ediyor ve devam edecek bu kardeşliktir.”

www.internethaber.com

Bediüzzaman’ın gözüyle Hz.Muhammed (s.a.v)

Üstad Nursî’nin gözüyle Hz. Muhammed (s.a.v) efendimiz

Üstad Bediüzzaman her neyi ele almışsa onu en güzel ve en mükemmel bir şekilde izah etmiştir. Onu okuyup da hayran olmamak mümkün değil. Onun, Allah’ı, ruh ve melekleri, kitapları, özellikle Kur’an’ı, kaderi, öldükten sonra dirilişi, nübüvvet meselesini, özellikle Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimizi anlatmasına doyamazsınız.

Yaklaşık 1184-1272 yılları arasında yaşayan Şeyh Sadi-i Şirazî çok iddialı bir söz söylemiş ve demiştir ki: “Mâna gülistanı açıldı açılalı hiçbir bülbül Sadî kadar güzel terennüm etmemiştir.” (1)

Bu sözün sahibi Sadî’nin doğru ve haklı olduğuna inanırım. Ama inandığım bir şey daha var. O da şudur: Eğer Sadî kendisinden 9 küsür asır sonra gelen Bediüzzaman Said Nursi’yi görse ve eserlerini okusaydı eminim aynı sözü Bediüzzaman için söyleyecek ve şöyle diyecekti: Osmanlı’dan sonra hiçbir bülbül Bedüzzaman gibi şakımadı, onun kadar hiç kimse gür sedalı olamadı, Hiç kimse kâinatı onun kadar güzel okuyamadı. Peygamber ve Kur’an hakkında onun kadar hiç kimse güzel söz söyleyemedi.

Bediüzzaman, Peygamberimizin hayatını bir siyerin, bir İslam tarihinin anlattığı gibi anlatmaz. Fakat O, peygamberimizle ilgili öyle tahliller (ve analizler) ortaya koyar ki o analizlerde kullandığı kelimelerden Peygamber’in yaşadığı tarihi, hayat seyrini, verdiği mücadeleyi, takvasını, ahlakını, şemailini, ruhî ve fizikî gerilimini, Hak’la ve halkla ilişkilerdeki mükemmelliğini, çevre anlayışını ve çevreye getirdiği muhteşem düzenlemeleri çok rahat görmeniz mümkündür.

Bediüzzaman, Hz. Peygamberi anlatırken kullandığı her bir kelimesine adetâ İslam tarihini ve Peygamber’in hayatını yükler. Onun her bir kelimesi bir ekran ve bir penceredir. Oradan asr-ı saadeti âdeta görür ve seyredersiniz.

Onun her bir kelimesi, bir çekirdek gibidir. Açarsanız içinden meyvelerle yüklü bir ağaç çıkar. Veya filaş bellek gibidir. Bilgisayara takarsanız, onda bir çok kitabın yüklenmiş olduğuna şahit olursunuz.

Misal mi istersiniz? Buyurun:

19. sözün birinci reşhasında Peygamberimizi, kâinat kitabının Allah’ı anlatan “en büyük ayeti” (2) İlan eder. Bu ilanıyla Bediüzzaman şunu demek ister:

Kitap ve içindeki her bir cümle yazarını anlattığı gibi; kâinat kitabı ve onun içindeki her bir varlık da yazarını ve yaratanını anlatmaktadır. Tabii bunların içinde bir varlık, yani bir âyet var ki Onun gibi Allah’ı anlatan yok. O da, Hz. Muhammed (s.a.v) efendimizdir. Peygamberimiz, Allah Tealâ’yı sadece diliyle değil, haliyle ve ahlakıyla anlatmıştır. Peygamberimiz, Allah ahlakının bir yer yüzünde tezahürüdür. Yüce kitabımız Kur’an’ın da bir ayet-i kübrası=en büyük ayeti vardır. O da âyetü’l-kürsidir. Neden âyetü’l-Kürsî, âyetü’l-kübra olmuştur? Çünkü ayetü’l-kürsî, diğer ayetlere göre Allah’ı daha güzel, daha kapsamlı anlatmakta, birkaç satırla bütün özellik ve güzelliklerini ortaya koymaktadır.

Gelip geçen varlıklar içinde Allah’ı en iyi Peygamberimiz anladığından ve anlattığından dolayı o da kâinat kitabının ayetü’l-kübrası yani en büyük ayeti olmuştur.

Gördünüz mü efendim, Üstad’ın, “kitab-ı kebirin ayet-i kübrası” ifadesinden neler çıktı?

Aynı yerde Üstad, yer yüzünü, Peygamberimizin manevi şahsiyetine bir mescid, Mekke’yi bir mihrab, Medine’yi bir minber, Peygamberimizi, bütün müminlerin imamı ve bütün insanların hatibi, peygamberlerin reisi, evliyanın seyyidi gösterir. Medine minberinde irad ettiği hutbenin adı: “Hutbe-i Ezeliye” dir ki o da Kur’andır. Bu hutbenin müellifi Allah, müfessiri de Hz. Muhammed’dir (s.a.v). Kur’an, ezelîdir, çünkü Ezel’den gelmiştir; ebedîdir, çünkü ebede gidecektir.

İkinci reşhada, yine içinden kitaplar çıkacak ve üzerinde saatlerce konuşabileceğimiz kelimeler görüyoruz. Üstad Bediüzzaman’a göre Sevgili Peygamberimiz, “Nurânî bürhanî tevhid” (3) yani Allah’ın birliğinin nurlu delilidir. Allah’ı inkâr etmek için bu delili karartmanız gerekmektedir. Bu delili karartamayacağınıza göre öyleyse Allah’ı inkâr etmek de mümkün olmayacaktır. Varlık âleminde hiçbir şey olmasa sadece Hz. Muhammed (s.a.v) kalsa, Allah’ın varlığına, birliğine, güzelliğine, mükemmelliğine delil olarak yeter. Güneş inkâr edilemediğine göre, güneşin sahibi ve sanatkârı hiç inkâr edilemez.

Güneş, Süleyman Çelebî’nin de dediği gibi Peygamber’in çevresinde dönen sadece bir pervane olabilir. Güneş bir lambadır. Yüce Allah da Peygamberini bir lamba olarak tanımlamıştır.(4) Güneşi gökte, Hz.Peygamber’i yerde aşkıyla tutuşturan Allah’tır. Yüce Allah kendisini yerdeki ve gökteki güneşlerle tanıtmak istiyor. Bu şahitleri susturmak ve bu lambaları söndürmek mümkün olabilir mi ki Allah da inkâr edilebilsin?

İşte Üstad Bediüzzaman’ın ifadeleri böylesine yüklü. Gördünüz mü efendim onun “Nûrânî bürha-ı tevhid” terkibinden neler çıktı?

Üstad Bediüzzaman diyor ki:

Onun Şeriatını:

1-Nebiler ve veliler,

2-Tevrat ve İncil gibi semavî kitaplar,

3-Dünyaya geldiği gün meydana gelen harikulade olaylar (irhasat),

4-Görünmeyen varlıkların, (hatiflerin) ve kâhinlerin ihbarları,

5-Ayın ikiye bölünmesi gibi mucizeleri tasdik etmektedir.

6-Gayet kemaldeki övülmüş ahlakı, (şefkati, merhameti, vefakârlığı, fedakârlığı, Hilmi, sabrı, affı, tevazuu, adaleti, şecaati vs.),

7-Tam güveni ve tam güvenilirliği,

8-Fevkalade takvası,

9-Fevkalade kulluğu ve ibadeti,

10-Fevkalade ciddiyeti,

11-Fevkalade metaneti (Allah’tan başka hiçbir şeyden ve hiçbir kimseden korkmaması)… gibi yüksek seciyeleri de onun davasında son derece doğru olduğunu göstermektedir.

Yine 3. Reşhada: “Hüsn-ü sîret ve cemal-i sûret ile mümtaz bir Zât’ı görüyoruz.” (5) diyor. Yani içi güzel, dışı güzel Muhammed (s.a.v) demektir. Ben Peygamberimizin iç güzelliği ve dış güzelliğine misaller vermeye kalkarsam bir kitap, iki kitap, üç kitap meydana gelir.

Bunun açılımından şemail, ahlak ve siyer kitapları çıkmıştır. Veya onca kitap bu cümlenin izahıdır, diyebiliriz.

Bediüzzaman 4. Reşhada da nefis bir yoruma yer veriyor ve diyor ki:

Hz.Peygamber gelmeden önce kâinat bir matemhane idi. Varlıklar birbirinin düşmanı, cansız varlıklar birer cenaze, canlılar yokluk ve ayrılık sillesiyle ağlayan yetimlerdi. Peygamberimizin verdiği dersle matemhane olan kâinat, şevkli ve cezbeli bir zikirhaneye döndü. Varlıklar, hepsi bir Allah’ın eseri olduğu için birbirinin dostu ve kardeşi oldu. O sessiz, cansız varlıklar birer itaatkâr memur, o ölüm ve ayrılık korkusuyla ağlar görünen yetimler, birer zikreden zakir veya vazife paydosundan şükreden şâkir suretine dönüştü.

Üstad Bediüzzaman’a göre Peygamberimiz,

1-Ebedi saadetin müjdecisi,

2-Bir rahmeti sonsuzun kâşifi, göstericisi,

3-Allah’ın güzelliklerinin dellalı, seyircisi,

4-İlahî isimlerin hazinelerinin keşşafı ve ilancısıdır. (Bu maddelerin her biri bir makale konusudur.)

Kulluğu açısından ona bakıldığı zaman o, bir muhabbet misali, rahmet timsalidir. (Yani sevgi örneği, rahmet ve merhamet sembolüdür.) Peygamberliği açısından bakıldığında Hakk’ın delili, hakikat lambası, hidayet güneşi ve saadet vesilesidir. (6)

(Bu cümlelerde de koca bir İslam tarihi ve peygamber şemaili yatmaktadır.)

Yine der ki Üstad Bediüzzaman: “Hz. Muhammed (s.a.v), güneş gibidir; Zât’ını, Zât’iyle ışıklandırarak gösterir.” (7)

Bu cümle lafzı itibariyle çok kısadır, ama manası itibariyle çok uzundur. İddiası ve isbatı içinde olan cümlelerden biridir. Cümle bedi’dir. Çünkü onu Bediüzzaman söylemiştir. Ve demek istemiştir ki: Güneşin güzelliğini göstermek için hiç başka ışığa ihtiyaç duyulur mu? Güneşin ışığı, kendisini göstermeye yeter.

Yukardaki sözü manası itibariyle destekleyen Bediüzzaman’ın bir bedi sözü de şudur: “Mucize-i Muhammedî, ayn-ı Muhammed’dir. (s.a.v)” (8)

Bu söz, Peygamber’den hak olduğuna dair mucize isteyen zavallılara bir cevap mahiyetinde söylenmiş bir sözdür. Bu cümle ile denilmek istenmiştir ki: Peygamberden mucize istemeye ne gerek vardı? Mucize karşınızda duruyor: Muhammed. (s.a.v)

Adı güzel, tadı güzel, yadı güzel Muhammed. (s.a.v)

Eli güzel, yolu güzel, dili güzel Muhammed. (s.a.v)

Sireti güzel, sûreti güzel, kalbi güzel, kalıbı güzel Muhammed. (s.a.v)

Halkı güzel, hulku güzel. Ahkâmı güzel, ahlakı güzel Muhammed. (s.a.v)

Şeriatı güzel, medeniyeti güzel Muhammed.(s.a.v)

Üstad Nursî’nin, bir makalenin boyutlarına sığmayacak derinlikte ve güzellikte bir cümlesi bu günkü yazımızın hitam-ı miski olsun. Buyurmuşlar ki:

Evet,evet,evet !…Eğer kainattan Risalet-i Muhammediye’nin (ASM) nuru çıksa, gitse kainat vefat edecek !!! Eğer Kur’an gitse, kainat divane olacak ve küre-i arz, kafasını, aklını kaybedecek. Belki,şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak,bir kıyameti koparacak.!” (9)

Aman herkes dikkat etsin ve çok çalışsın. Kâinatımızdan Peygamberimizin nuru, dünyamızdan da Kur’an çekilip çıkmasın.

(Devam edecek)

DİPNOTLAR:

1-Şirâzî, Sâdî, Bostan ve Gülistan, terc. Rifat Bilge, 2

2-Nursî, Said, Sözler (19.söz)

3-Aynı yer

4-Bkz Ahzab, 33 / 46

5-Nursî, aynı yer

6-Nursî, Said, Sözler, 19. Söz, 6. reşha

7-Nursî, M.Nuriye, (Rşhalar, 3.reşha), 23

8-Nursî, Şuaat-ı Marifetü’n-Nebi (6.şua, zeyl )üç noktaya cevap 2

9-Nursî, Sözler, (10.söz, 2. Zeyl) 107

Vehbi Karakaş / Risale Haber