Etiket arşivi: rüstem garzanlı

Her Musa’nın Bir Firavun’u Vardır!

musa.firavunHazreti Âdem aleyhısselam ile dünyada insanın serüveni başlamış, Kabil ve Habil çocuklarının nesli için yaşama şekli onlara öğretmiş, oğlu Kabil büyüyünce babasının kurduğu düzene karşı çıkmış, kardeşinin malına kıskanarak onu öldürmek istemiş. Habil Allah’tan korktuğu için Kabil’e zarar vermek istemedi; ona dedi ki: “Ben istiyorum ki, sen hem benim günahımı hem de kendi günahını yüklenip ateşe atılacaklardan olasın; zalimlerin cezası işte budur.”1

Kabil niyetini icra etmeye kararlıydı, çünkü o nefsine mağlup düşmüş, kardeşinin malını ve izzetini gasp edecekti; nihayet,”nefsi onu, kardeşini öldürmeye itti ve onu öldürdü: bu yüzden de kaybedenlerden oldu.”2,

Bu cinayetle Kabil ilk cani, ilk diktatör, ilk zalim ve ilk sömürücülerden oldu. Peygamber efendimizin (asm) bir hadis-i şeriflerinde “kötülüğe sebep olan onu yapan kadar gibidir” buyurmuştur. Kabil’de öldürme hadisenin ilk sebeplerindendir.

“Her Musa’nın bir Firavun’u vardır.” Demişler. İyi ile kötü, zalim ile mazlum, hak ile batıl her zaman aynı alanda görünmüş,aynı  meydanda mücadele etmişler, bu mücadelenin ilk başlangıcı Hazreti Âdem ile İblis’ti, zamanla Hazreti Nuh ile Sâm, Hazreti Davut ile Câlut, Hazreti İbrahim ile Nemrut, Hazreti Musa ile Firavun, asr-ı saadette Hazreti Muhammed (asm) ile Ebucehil, ahir zamanda Hazreti Mehdi ile deccal ve süfyan’a kadar devam ede gelmiş, Habil tarafı ehl-i iman; Kabil tarafı ehl-i küfür, yani ”hak ile batıl” bu iki kutup kıyamete kadar birbiriyle mücadele edecek, elmas ruhlu Ebubekir’ler cennete;  kömür ruhlu Ebucehil’ler de cehenneme gidecekler…

İki akıl hastasından ibretli bir mesaj! 

İstiklal savaşından sonra, 1925 yılında Elazığ’da “Emrazı Akliye ve Asabiye Hastanesi” kurulur. Halen devam etmekte olan“akıl hastanesi” ismiyle maruf  bu hastanede iki deli kavga eder, kavgaya müdahale eden bir misafir araya girer ve kavganın nedenini merak eder,

“Neden kavga ediyorsunuz?” der, onlardan biri şu cevabı verir:

 “Serseri adama bak”  “ben firavun’um” diyor.

”O Firavun’sa, bende Musa’yım. Firavun, Musasız olur mu?” demiş,

 “her Musa’nın bir Firavun’u vardır.” darbı mesel olan bu veciz söz her şeyi ifade etmektedir.

Bediüzzaman,”hak ve batıl’ı” iki nazar olarak öne vermektedir. Biri “dalalet nazarı, diğeri “iman nazarı” şeklinde ifade buyurmaktadır.

Dalâlet nazarı: Talep etiklerini elde etmekten aciz olan insan kendini himayesiz anlar, dolayısıyla hüzün, keder ve dalaletinden dolayı kendini yetimler gibi zanneder. Kimsesiz, güçsüz ve zayıf görür. Dolayısıyla Allahtan alakasını kesen adam, âlemin tümünü düşman ve korkulu görür. İman ve İslamiyet’ten ayrılan biri daha kimseyle kardeşlik bağını kurmaz ve alakayı keser. Menfaat üzerine küçük irtibatları olsa da bir değer taşımaz.

Hele ölüm hadisesini yokluk ve idam, yaşadığı hayatı ise manasız, karmaşık bir muamma olarak görür. Onun için ölümü tahattur etmek bile istemez. Bu sefer beyhude bir yaşantı ile birkaç günlük yaşam için dünyada oyalamaya başlar. Oysa imansız bir kalp ne kadar servet ve variyet sahibi de olsa, kalbi ve ruhu sıkıntılı, manen bir cehennem içinde olur.

“Sırat-ı müstakimi kaybeden çok belalı,  zararlı ve müşkülatlı yollara düşer.” Ne kadar güzel ve veciz ifade etmiştir, Hazreti Bediüzzaman….

İman nazarı: “Ağlar yetimler gibi değil,” belki sorumlu ve yükümlü bir memur veya vazifeli bir kul olarak kendini görür. Dolayısıyla Allah’ın varlığı bütün nimetlerin üstünde olduğunu anlar. “Sırat-ı müstakim” yolunda hareket eder.

İman ehli, kadere ve hadisatlara, Kur’an’ın ve Peygamberin terbiye ve talimiyle bakar. Mesela: İnsanı bu dar-ı dünyadan ayrılan ölüm vakıası belki zahiren acı da görünse, iman ehli der ki ölüm ve kabir ebedi bir hayatın başlangıcıdır. Dünyanın cüz’i meseleleri için fazla sıkıntıya girmem, “Allah var, gam yok” der, bir istinat noktayı bulur ve rahatlar.

Sonuç olarak dalalet ve iman kanadının mukayese edilmeyecek kadar birbirlerin- den uzaktır. İman nurunu kaybeden bir insan dünya serveti hep onun olsa beş para etmez.

Bediüzzamanın bir sözü ile noktalamak istiyorum.”Ey insan! Senin nokta-i istinadın ancak ve ancak Allah’a olan imandır. Ruhuna, vicdanına nokta-i istimdat ise ahirete olan imandır. Binaenaleyh, bu her iki noktadan haberi olmayan bir insan kalbi, ruhu tavahuş eder, vicdani daima muazzep olur.” 3

Rüstem Garzanlı / DİYARBAKIR

Kamu Yöneticisi

 

KAYNAKLAR

1-Maide/29

2-maide/30                                                                                                             

3-29.Şua,3.nokta

Devlet Milletine Güven Verirse, Millet İtaatkâr Olur

İnsan sosyal bir varlık olduğu için toplum içinde hayatını devam ettirme mecburiyetindedir. Bir arada yaşam mücadelesini sürdüren toplumun sosyal ve içtimai hayat düzeni ise ancak bir devletin oluşumu ve o devletin nezdinde belirli kural ve kanunlarla tanzim edilebilir. Toplum içerisinde kural ve kanunlar olmasa, insanlar arasında kargaşa ve düzensizlik başlar, güçlü zayıfı yutmakla meşgul olur, dolayısıyla hayat adeta bir zindana döner.

İşte devlet topluma sağlık, eğitim, yol, su gibi hizmetleri karşılamak; adalet, hak,  hürriyet ve manevi değerlere saygılı, fikir ve inanç yaşamasına imkân vermekle yükümlü ve görevlidir; Millet ise devletiyle barışık,  sadık, sadakatli, emre amade, devletin bekası ve idamesi için malından ve kazancından vergisini ödeyen, hatta gerektiği takdirde kard-ı hasen borç para bile vermekle vatandaşlık mükellefiyetini canıyla-maliyle yerine getirmesidir.

Devlet; vatandaşından topladığı vergileri, yurt içinden yurt dışından elde edilen gelir kaynaklarını çarçur ve israf etmeden hizmet olarak milletine dönüştüren bir organizasyondur.  Hazırladığı bütçelerle memleketin her köşesine adil bir şekilde hizmet götürme mükellefiyetindedir. Bu mükellefiyeti temsil ve icra eden de millettin hizmetkârları, yani memurlardır.

Oysa devletin temsil memurları, devletin gücüne dayanarak kendilerini devletin asıl sahibi, vatandaşı ise teba görmekte,  yani raiye, aşağılayıcı, eğitimsiz, görgüsüz, zevali ve kafası çalışmayan bir kesim görüyor.

Bediüzzaman Hutbe-i şamiye eserinde şöyle diyor: “Sigar-ı nefs tekebbürün menbaıdır.” Sigar zelil ve hakir manasında kullanılmaktadır, kıymete değmeyenler noksanlıklarını gururları ile kapatarak, büyük olmadığı halde büyük görünmek isterler. İşte devletin kudretini ve büyüklüğünü şahsında gören bir kısım memurlar da nefsin hayaliyle kendini büyük görür, vatandaş üzerinde tekebbür etmeye başlar.

Memurun nezdinde kendini teba gören vatandaş ise devletin malını mubah görüp vergisini ödemez, elektrik ve suyu kaçak kullanır, eli nereye yetişebildiyse o kadarını gasp etmeye çalışır, Osmanlı döneminde devletin bütçesine yardım için bağışlanan vakıf arazilerinden, han, hamam, dükkân vs. yerlerden elde edilen gelirlerin tamamı vakfın malı, beyt’ül mal sayılırdı, vatandaş vakıf malını korur, vergisini ödemede inanç ve itikatları sağlamdı, bir milletin devlete bağlı olmanın başında inanç ve itimat gelir. Vakıf ağacından bir dal kesilmezdi, büyüklerimizin “aman, aman! Ziyaret çarpar” tembihi ise üzerimizde eksik olmazdı,

Devlet Milletine ne kadar İtimat ve Güven Verirse, Millette O nispette itaatkâr olur.

Vatandaşı rahatsız eden bir diğer husus ise devletin kurumları arasında ki koordinasyon kopukluğu, bazen bir yazının cevabı haftalar sürmekte, git-yarın gel, evrakın ikmalinden, işin takibinden usanan vatandaş bu sefer torpil, tavassut ve rüşvet gibi usulsüz yollarla işini takibe alır, Siyasetin de bürokrasiye en alt seviyelere kadar ve sürekli müdahalesi, memur ile vatandaşı rahatsız etmektedir.

İmamı Gazali Hazretlerine göre “muamelattaki ve siyasetteki adalet nefsin ahlakına bağlıdır.” İnsanlar evvela kendi nefislerinde adaleti kurmadıkça topluma da adaleti kurmak mümkün değildir. Bediüzzaman Hazretleri de şöyle diyor: “Müsavatsız adalet, adalet değildir.” Yani eşitlik olmadan adalet olmaz.

Netice itibariyle vatandaş mecbur kalmadıkça resmi dairelere gitmek istemiyor. Örneğin: Bir üretici yani çiftçi ürettiği bir mahsulünü, hayvanını, sütünü ve benzeri mamulünü devletin herhangi bir kuruluşuna götürüp mubayaa etmek istemiyor. Çünkü: Bürokratik işlemlerden git gelmelerden ve meşru olmayan muamelelerden sıkılan vatandaş devlet müessesesini ikinci tercih olarak kullanmaktadır.

Devlet; vatandaşın emrinde bir hizmetkâr olarak çalıştırmak üzere memuru kendi kurumlarında iskân eder. Memur da devletin kanun ve emirlerini samimi bir şekilde uygulama mükellefiyetinde olmalıdır. Kanun uygulayıcı olan memurlar, kanun ve kuvvetteki kuralları birbiri ile uyumlu ve birbirini desteklemelidir. Yoksa kanunu kuvvette dayandırılarak memur keyfi muameleye girmemelidir.

Allame-i zaman Bediüzzaman, “kuvvet kanunda olmalıdır.”diyor.

Memur, üstünlükten vazgeçerek, vatandaşın hizmetkârı olduğunu kabullenebilirse, devlet ve vatandaş arasında o zaman güçlü bir ittihat sağlanmış olur. “İnsanı yücelt ki devlet yücelsin” düsturu ile hareket edilmeli… Vesselam.

Rüstem Garzanlı /Diyarbakır

Mustafa Sungur Abi’nin “manidar” Gördüğü Rüya!

Sene 2005, Diyarbakır’ın en eski ve emektar on numara ile bilinen, balıkçılar başı semtindeki dershaneye gidiyordum. O sırada cadde gidiş-gelişli idi. Urfa kapıdan dershaneye arabayla giderken sağdan gidilip çarşı başında şimdiki otobüs durağı olan yerden tekrar  –U-  dönüşü yapıp dershaneye gidiliyordu. İşte –U–  dönüşü yapılan balıkçılar başı caddesinin başında birkaç tane resmi, siyah üniformalı, düzgün giyimli güvenlik görevlileri durakta beklediklerini rüyamda gördüm.

Güvenlikçilere yaklaştım, “Neyi bekliyorsunuz?” dedim

Biri  “ Bediüzzaman geliyor” dedi.

Biraz sonra siyah kaportalı bir otomobil, bulunduğumuz yere doğru geldi. Üstad, arabanın arka sağ koltuğunda oturmuş bir vaziyette, Şoförü, Abdurrahman Aras’ın kardeşi, Hasan ARAS idi. Hasan ARAS beni Üstada göstererek, “işte Rüstem abi” dedi.

Araba yanımda durdu: Arabanın bana taraf olan sağ kapıyı açtım. Üstada hitaben “Efendim, müsaade ederseniz kemal-i iştiyakla ellerinizi öpeyim” dedim. Üstad: “bizde el öptürme yok kardeşim” dedi.Üstadın elini öpmeye ısrarlıydım,“ büyük bir heyecanla, efendim böyle bir fırsatı bekliyordum, elini öpmek istiyorum” dedim.

Üstad  sağ elini bana doğru uzattı, birkaç kez üst üste o mübarek yaşlı elini doya doya öptüm.  Üstad, şoföre hitaben! “Mustafa SUNGUR, on numaradadır.  Oraya gidelim” dedi ve On numara tabir edilen dershaneye doğru gittiler.

Üstadımızın Mustafa SUNGUR abiye  “HAYATINLA HAYATIM DEVAM EDECEK” demiştir.

Rüyanın yorumunu siz değerli okuyuculara havale ediyorum.

Bir müddet sonra Diyarbakır’da esnaflık yapan Ali BALAT’a rüyamı anlattım. Ali BALAT hoca da, telefonla Sungur abiye rüyamı anlattı, Rahmetli Sungur abi  “Çok manidar bir rüyadır” dedi.

Bundan iki sene önce İstanbul’da, Rahmetli Sungur abinin kaldığı dershanede rahatsız olduğu halde cemaatin bulunduğu bir ortamda, Sungur abiye bu rüyamı heyecanla anlatım. Sungur abi: “güzel kardeşim” dedi, ilaveten: “Diyarbakır’daki kardeşlerimize de selam söyle” dedi.

Sungur abi!  Kabrin pür nur olsun.

Makamın Cennet-i âlâ olsun.

Tüm Nur camiasının başı sağ olsun.

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır

www.NurNet.org

Cennete Giren Fazilet Sahiplerine Melekler Sorarlar?

Peygamberimiz (a.s.v.) bir hadis-i şeriflerinden şöyle buyurmaktadır:
     
Cennete giren fazilet sahiplerine melekler sorarlar:

“Faziletiniz nedir?”

Onlar da: “zulme uğradığımız vakit sabrederdik; bize kötülük edilince de, rıfk  (şefkat) ile davranırdık” diye cevap verirler.

Bediüzzaman Hazretleri sabırla alakalı şöyle diyor: “Sen üç sabır ile mükellefsin. Birisi: Taat üstünde sabırdır. Birisi: Masiyetten sabırdır. Diğeri: Musibete karşı sabırdır.1

“Taat üstünde sabır”Bir müminin Cenab-i Allah’ın emrettiği şekilde sıkılmadan, nefsin gayri meşru isteklerine karşı gelerek ibadetlerini devamla kılınmasıdır. Samimi ve daimi kılınan bir ibadet elbette güzel ahlakı da beraberinde getirir. Düzgün ahlaka sahip birinin hem kendine, hem ailesine hem de topluma faydalı olur,

İbadeti devamla ifa eden biri, bunca zamandan beri ibadet ve iyilik yaptım biraz ara vereyim dememek lazım, Çünkü ecel gizlidir ne zaman geleceği belli değil, uhrevi hayat için ne kadar ibadet yapılırsa o kadar kardır. Taatta yorulma, iyilikte ara verme yok, devam var.

“Masiyyetten sabır”  Günah işlememeye sabretmektir. Nefis daima kötülükleri arzu eder.  Bugünkü ortamda ahlaksızlığın, hayâsızlığın, haram ve günahların çoğaldığı ve bu ahlaksızlığın zemini de hazır olmasına rağmen günahlardan korunarak “nahy-i anil münker” yani dinimizin yasakladığı, Allah’ın razı olmadığı işlerden uzak kalmak ancak sabırla mukabele etmekle olabilir. Böylesi güçlü sabrın kaynağı da ancak hakiki imanla olur.

“Musibete karşı sabır” Halık-ı Rahim bu dar-ı dünyada insanın terakkiyatı için birçok imtihanla tabi tutmaktadır. Uhrevi terakkiyenin en önemli sebepleri olan hastalık, açlık, fakirlik, kaza ve musibetlerdir, sabır ve şükür etme noktasında insanı tecrübe eder,  böylece Allah’a tevekkül etme,  O’nun verdiği musibet ve kaza takdirine razı olma metaneti öne çıkmaktadır; şeytan, musibetzedenin nefsiyle, kalbiyle meşgul olur,  kaderi tenkid ettirmeye çalışır. Şeytanın bu vartasından ve itirazından kurtulma çaresi ancak kadere teslim ve musibete karşı sabırlı olmaktır.

Vakti  zamanda köy komşularımızdan  biri rahmetlik olur. Adamın eşi hem  genç hem de  bir kaç çocukla ortada kalınca,  merhumun ağabeyi dul olan yengesiyle ikinci evliliği yapar. Bu evlilikten rahatsız olan eski hanımı Gülnaz teyze  inat olarak namazı bırakır,

Komşuları, “Gülnaz, neden namazı bıraktınız?”

Gülnaz, “inadına namazı bıraktım” der.

Aslında Gülnaz teyze namazlı, niyazlı, çocuklarına dini vecibelerini öğreten, itikatlı; misafirperver, köyde de çok sevilen biri, her nedense kumaya tahammülü olamayınca eşinin inadına bir kaç gün namazı askıya almakla tepkisini gösterir,

Gülnaz teyzenin kocası bir müddet sonra fani dünyadan baki dünyaya irtihali vaki olur, ruhunu Rahman’a teslim eder.  Gülnaz teyze hem kazaya bıraktığı namazlarından Allah’a karşı mahcubiyetten hem de kocasına yaptığı tepkiden duyduğu pişmanlığını akan gözyaşları gösteriyordu.

Gülnaz teyzenin hadisesinden önemli bir kıssa!

Teyzenin evvela, Allah’a sığınarak hem ibadetine devam hem de vaki olan hadiseye karşı sabırlı olmasıydı; lüzumsuz ve zararlı tepkiler sonradan üzüntüye neden oluyor, önemli olan dünyevi musibetleri büyütmeden şükürle mukabele ederek Cenab-ı Allah’ın rızasını kazanmaktır. Çünkü: “dünyevi musibetlerin sonları ekseriyetle ferahlı ve hayırlı oluyor.” 2

Allah sabredenlerle beraberdir.”3 Ayet-i Kerimenin mealinde de anlaşıldığı üzere Allah (cc) insanları sabra davet etmektedir. Akıllı olan bu davete icabet edip kadere teslim olmaktır. Onun için taat üstünde sabır, masiyyetten sabır ve musibetlere karşı sabır etmek hem musibetzedeye bir teselli hem de Allah’ın rızasını kazanmaya vesile olur.

Cenab-ı Allah(cc) tüm mü’minlere sabr-ı Cemil ve hüsnü hatime versin. Âmin…

Rüstem Garzanlı / DİYARBAKIR

Kamu Yöneticisi

 

Kaynaklar:

1- sözler, 21.ci söz

2- şualar, 13.cü şua

3- Bekara /153

Kıyamet Günü İlk Olarak Suale Çekilen Üç Kişi

Resulullah (a.s.v.) Efendimiz bir hadis-i Şerif’lerinde şöyle buyururlar:”Kıyamet gününde insanlardan ilk olarak suale çekilecek olan üç kişiden birincisi şehit edilen kimse olacaktır.

Huzur-ı İlahiye getirildiğinde Cenab-ı Allah ona ihsan ettiği nimetlerini bir bir sayar, o da bu nimetleri ikrar eder.

—Bu nimetlere mukabil ne yaptın?

—Senin rızan uğrunda savaştım ve şehit düştüm.

—Hayır, yalan söylüyorsun!

Sana cesur desinler diye savaştın, nitekim bu söz de söylenmiştir. Sana verilen emir üzerine yüzüstü sürüklene sürüklene cehenneme atılır.

İkincisi de ilim öğrenmiş ve öğretmiş, Kur’an okumuş bir kimsedir. Cenab-ı Hak ona da lütuf ve ihsanları sayar, o da bu nimetleri itiraf eder.

—Bu nimetlere mukabil ne yaptın?

—Senin rızan uğrunda ilim öğrendim ve öğrettim, Kur’an okudum.

—Hayır, yalan söylüyorsun!

İlmi, sana âlim desinler diye öğrendin. Kur’an-ı Kerim’i de, sana ne güzel okuyor desinler diye okudun. Nitekim bu söz de söylenmiştir. Sonra verilen emir üzerine yüzükoyun sürüklenerek ateşe atılır.

Üçüncüsü ise, Allah-u Teâlâ’nın kendisine geniş çapta zenginlik verdiği ve her türlü servetten ihsan ettiği bir kimsedir. Huzur-u İlahi’ye getirilince, Cenab-ı Hak ihsanlarını ona da ayrı ayrı anlatır. O da onları itiraf eder.

—Bütün bunlara mukabil ne yaptın?

—Yâ Rabbi! Servetimi sırf senin uğrunda, sevdiğin işlerde harcadım.

—Hayır, yalan söylüyorsun!

Sana çömert ne sahavetli desinler diye bunları yaptın. Bu söz de söylenmiştir. Sonra o da emir üzerine sürüklene sürüklene ateşe atılır.” 1

Cenab-ı Allah(cc) Bu dar-ı dünyada insanlara bir ihsan olarak nimetleri verir, Şehitlik, ilim, mal-mülk, makam- mevki ve evlat gibi, bunlara karşı da cüz’i bir ücret ister, o da şükürdür. Bazen de musibetleri verir öylece imtihana tabi tutar… Tasarruf onundur. Yukarıda ki hadis-i şerife şöyle bir açıklık getirilirse;

Şehitlik: Allah yolundan canını feda eden bir müslümana şehit denir. Ahirette en büyük rütbenin peygamberlikten sonra şehitlik rütbesidir. Şanı yüce olan Rabbimizin insanlara ihsan ettiği şahadet makamı gibi büyük makamı ucuz kahramanlıklarla heba etmemek lazımdır. “Şehit kendini hayatta bilir.”Ölümün acısını hissetmeden, kendini daha güzel bir âlemde bulur.2

Hazreti Muhammed (s.a.s)  Şehitleri şöyle övmüştür:

“Şehit olmayı Yüce Allah’tan samimi olarak dileyen kimseyi,  rahat yatağından vefat etse bile, Allah (cc) onu şehitlerin derecesine eriştirir.” 3

Üç çeşit şehitlik sınıfı vardır: 1- Şehid-i kâmil, 2-Şeid-i uhrevi  3- Şehid-i dünyevi gibi  sınıflara ayrılmaktadır.

 1-Şehid-i Kamil:
Hem dünya hem de âhiret itibariyle şehid sayılan kimselere, şehîd-i kâmil denir. Bir Müslüman’ın şehîd-i kâmil sayılabilmesi için altı şart lâzımdır:

1- Müslüman olmak,  2- Akıllı olmak, 3- Bâliğ olmak, 4- Cünüp olmamak, hayız ve nifas hâlinde bulunmamak 5-Vurulmanın akabinde hemen ölmüş olmak,
6- Öldürülmüş olmasından dolayı, öldüren kimseye kısas icab etmek. Yani, kasden öldürülmüş olmak, Şehîd-i kâmil, yıkanmadan kanlı elbiseleri ile gömülürler.

2-Şehid-ı Uhrevi:
Dünya itibariyle şehid sayılmayan, yani, yıkanıp kefenlenmiş olarak gömülen, fakat âhirette şehid muamelesi gören kimselere şehîd-i uhrevî denir.

Örneğin: Suda boğulanlar, ateşte yananlar, enkaz altında kalanlar, veba gibi bulaşıcı bir hastalıktan ölenler, sıtma gibi ateşli hastalıktan ölenler, ilim yolunda ölenler, ciğer hastalıklarından ölenler, doğum sırasında veya lohusa iken ölen kadınlar, baş ağrısından ölenler, karın ağrısından ölenler, ailesinin nafakasını helâlinden kazanmak için çalışırken iş kazasından ölenler, cuma gecesi ölenler, gurbet ilde vefat edenler, akrep, yılan sokması gibi sebeplerle vefat edenler…

3-Şehid-i hükmi veya şehid-i dünyevi:

Dünyada kişi yiğitliği ve kahramanlığı ile böbürlenerek, şehitliğin mana ve mefhumunu düşünmeden, desinler diye savaşanların akıbeti Resulullah(a.s.v.)’ın yukarıda buyurduğu üzere yeri cehennemdir.  Bunlara“Şehîd-i Dünyevi Denir”Çünkü dış görünüşleri itibariyle Müslüman, kalpleri ise kâfirdirler.

İlim sahibi: İlim gibi büyük bir hazineye sahip olanlar, evvela nefsine, ailesine, topluma ve hatta dünyaya ilim ve irfanı yayarak, Cehalete meydan okumalıdır. Âlim, ilmi ile amel ederek hem maruf hem de çevresine faydalı olur. Onun için  “ İlim büyük bir hazinedir” sözü darbı mesele olmuştur.

Âlimlerle ilgili ayet ve hadisler aşağıya yazılmıştır.

“Tavrat’la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu ciltlerle kitap taşıyan merkebin durumu gibidir.” 4

“Yürüyüşünde tabiî ol, sesini de kıs. Unutma ki, seslerin en çirkini eşeklerin sesidir.” 5

Zeyd b. Usame (r.a.) Rasulullah (s.a.v.)’den şunları söylerken işittiğini söylüyor:
‘Kıyamet gününde bir adam getirilerek cehenneme atılır ve bağırsakları dışarı çıkar. Adam bağırsakları etrafında eşeğin değirmen etrafında döndüğü gibi döner. Bunun üzerine cehennemde bulunanlar onun etrafında toplanarak:
“Ey Falanca! Nedir bu halin, sen iyiliği emredip, kötülüğü yasaklamamış mıydın?” derler.

Adam da: “Size iyiliği yapın diyor, kendim yapmıyordum. Size kötülüğü yapmayın diyor, kendim yapıyordum.” der.’6

“İlmi ile amel etmeyen âlim; başkalarını giydirdiği halde kendi çıplak olan iğne gibidir.” 7-

Yunus Emre’nin iki dörtlük şiirinden,  ilmi şöyle tarif etmektedir:

“İlim ilim bilmektir

İlim kendin bilmektir

Sen kendini bilmezsin

Ya nice okumaktır.

Okumaktan murat ne

Kişi Hak’kı bilmektir

Çün okudun bilmezsin

Ha bir kuru ekmektir.”

Servet sahibi: Cenabı Allah tükenmez hazinesinden insanlara mal ve mülk  verir, evlat verir dolayısıyla bunlarla imtihana tabi tutar. Bu konu ile alakalı Kur’an’nı Kerimin Ayetleri mealen şöyle buyurmaktadır:

“Size rızık olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yiyin, bu hususta taşkınlık ve nankörlük etmeyin. Sonra gazabım üzerinize iner. Gazabım kimin üzerine inerse, şüphesiz ki o mahvolur.” 8

“Şüphesiz ki mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir imtihandır. Büyük mükâfât ise Allah’ın yanındadır.” 9

 “Andolsun ki mallarınıza ve canlarınıza ibtilâlar verilerek imtihan olacaksınız.” 10

Allah (cc) dilediği kuluna mal ve evlat verir, onunla imtihan eder, servetin hakkını verebilir mi? Yani zekâtı, sadakayı, yardımlaşma ve dayanışma konusunda imtihana tabi edilir. Keza, kimi insanları fakirlikle kimileri çeşitli musibetlerle imtihana tabi tutar. Netice itibariyle Allah-u Teâlâ’nın her türlü hükmüne râzı olmak, amellerin en faziletlisi, ahlâkın en güzelidir. Aksi takdirde insan başını örse vurur, esfel-i safiline düşer.

Konuyu Bediüzzamanın bir sözü ile kapatmak istiyorum.”Amalinizde rıza-ı ilahi olmalı” her ne yapılırsa Cenab-i Allah’’ın rızası dairesinde olmalıdır. Yoksa Şöhret için şehit olmak, ilmi ile övünerek üstünlük tasarlamak, gösteriş ve görenek belası için mal ve servetini israfla dağıtmak tamamen zarardır, ziyandır. Ve keza…

Rüstem Garzanlı / DİYARBAKIR

KAYNAKLAR

1-Müslim

2-Mektubat 1.ci mektup.

3-Müslim

4-62 Cuma, 5

5 -31/Lokman, 19

6- terğip, tercüme heyeti

7- İmam gazalı

8Tâhâ: 81

9Teğabün: 15 – Enfâl: 28

10-Âl-i imrân: 186