Etiket arşivi: rüstem garzanlı

Gıybet, Zayıf ve Zelillerin Silahıdır

Peygamberimiz (a.s.m.) sahabe-i Kirama “Gıybet nedir bilir misiniz?” diye sordu. Yanında bulunanlar: “Allah ve onun elçisi daha iyi bilirler” dediler. “ Gıybet, kardeşini onun hoşlanmadığı bir sıfat ile vasıflandırmaktır.” Buyurdu. “Kardeşimde söylediğim sıfat bulunuyorsa?” diye sorulduğunda: “Söylediğin sıfat eğer kardeşinde bulunuyorsa gıybet etmiş olursun, bulunmuyorsa iftira etmiş olursun.” Buyurdu. (Tirmizi)

 “Gıybet, kardeşinin hoşuna gitmeyecek şekilde anmandır” (Tirmizî)

Ey inananlar, eğer bir fasık size bir haber getirirse onu araştırın. Yoksa bilmeyerek bir kavme sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz.(el-hucurat 49/6)

Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle der: “Aziz ve Celil olan Rabbim beni Miraca çıkardığında, demirden tırnaklarla yüzlerini ve gözlerini tırmalayan bir topluluğa rastladım. Cebrail’e dedim ki: Bunlar kimlerdir? Şöyle dedi: Bunlar gıybet ederek insanların etlerini yiyen ve onların şereflerine dil uzatanlardır.” (Ebu Davut)

“Bir kısmınız diğerlerinizin gıybetini yapmasın. Sizden biriniz ölmüş kardeşinin etini yemek ister mi? Bundan tiksindiniz değil mi?” (el-Hucurat, 49/12)

İki Cihan Server’ı Resül-i Ekrem (a.s.m.) şöyle buyurur:

“Bir kimse yanında hakarete maruz kalan bir mümine gücü yettiği halde yardım etmezse, Allah o kimseyi kıyâmet gününde insanların önünde rezil eder” (Tebarâni) 

“Her kim gıyabında kardeşinin kusurlarını söyletmezse, kıyâmet gününde Allah da onun kusurlarını örtmeyi tekeffül eder” (İbn Ebi’d-Dünya).

“Ey kalbiyle değil, sadece diliyle iman edenler topluluğu! Müslümanların gıybetini yapmayınız, ayıplarını araştırmayınız. Zira kim kardeşinin ayıp ve kusurlarını araştırırsa Allah da onun kusurlarını araştırır. Allah, kimin kusurunu araştırırsa onu evinin içinde bile olsa rezil ve rüsva eder.” (Ebû Dâvud, İbn Ebî Dünya)

İslam dininde kardeşliği şu ayet ifade eder, “Müminler ancak kardeştir. İhtilaf ettikleri zaman, iki kardeşinizin arasını düzeltin ve sakının ki, merhamet olunasınız” (el-Hucurat, 49/10)

Hz. Peygamber (s.a.s)’in buyurduğu gibi, “Mümin müminin aynasıdır. Mümin iki el gibidir, birisi diğerini temizler”

Bediüzzaman 22.Mektubun Hatimesinde gıybet hakkında şöyle diyor;    وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ     “Hiçbir şey yoktur ki onu hamd ile tesbih etmesin” (İsra suresi,44)

Yirmi beşinci sözün Birinci Şulesinin Birinci Şuaının Beşinci Noktasının, makam-ı zem ve zecrin misallerinden olan bir tek ayetin, mucizâne altı tarzda gıybetten tenfir etmesi, Kur’ân’ın nazarında gıybet ne kadar şeni bir şey olduğunu tamamıyla gösterdiğinden, başka beyana ihtiyaç bırakmamış. Evet, Kur’ân’ın beyanından sonra beyan olamaz; ihtiyaç da yoktur.

Üstad Bediüzzaman, gıybet Ayetini tefsir etmiş, gıybettin ne kadar zararlı olduğunu kınama ve yasaklama hususunu izah etmiştir. İşte  مَيْتًا يهِ اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخِ   “Sizden biri, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?” (hucurat suresi:12). Gıybet bir kınamadır. Bu ayet-i kerimenin altı kelimesiyle altı derece gıybeti kınamaktadır.

Âyetin başındaki hemze, sormak “âyâ” acaba manasındadır. O sormak manası, su gibi ayetin bütün kelimelerine girer. Her kelimede bir gizli, örtülü hüküm var.

Aya:  (acaba) Soruyorum demektir. Yani eyühıbbü deki -e – (Âyâ) acaba manasındadır, her kelimenin başındaki bu kelimeyi acaba ile sorarak hakikatini öğrenmeye çalışacağız.
        
İşte, birincisi: hemze ile der: Âyâ, sual ve cevap mahalli olan aklınız yok mu ki, bu derece çirkin bir şeyi anlamıyor?

Ayettin başında ki “eyühıbbü” deki  – e –  kelimesi ile soruyor. Yani acaba sormak ve cevap vermek mahalli olan akıl sormayı anlıyor, cevabı da anlıyor, hayatın levazımatını tedarik edebiliyor, sorulan tüm suallere anlayış derecesine göre cevap verebiliyor, iyiyi kötüyü seçebiliyor da acaba gıybet gibi kötü ve çirkin olan bir şeyi neden anlamıyor.

İkincisi: يُحِبُّ -yühıbbü- lâfzıyla der: Âyâ, sevmek ve nefret etmek mahalli olan kalbiniz bozulmuş mu ki, en menfur bir işi sever?

Yühıbbü (sevmek)  Sevmek ve nefret etmek kalbin mahalli yani yeridir, yaratılış itibariyle kalp sevgi yeri iken gıybet gibi nefret edilen, sevilmeyen ve iğrenç bir haslete tenezzül etmemek gerekir. Onun için Kur’an’ı Kerim bizi bu çirkin hasletten menediyor.

Üçüncüsü:اَحَدُكُمEhaddüküm. Ehaddüküm, (sizden biriniz)bu kelimenin de başına acaba manasını koyarak Kur’an-ı Kerim bize üçüncü soruyu soracak.

Cemaatten hayatını alan hayat-ı içtimaiye ve medeniyetiniz ne olmuş ki, böyle hayatınızı zehirleyen bir ameli kabul eder?

Gıybet bulaşıcı bir hastalık gibidir,  toplumsal ve sosyal hayat için faciaya sebep olabilmektedir. İnsanları birbirine düşürebilir. Burada ki siz kelimesi çoğulu ifade eder, biriniz kelimesi de ferdi ifade etmektedir. Birinin gıybeti yapıldığı zaman bilahare kişi yaptığından pişmanlık duyar ve gıybeti edilen kişi ile helalleşme imkânı olabilir. Bir toplumun veya bir kitlenin hatta bir milletin gıybeti yapıldığında ise herkesten helalleşmek imkânı olamaz. Günah cihetiyle her ne kadar tövbe ederse de büyük bir toplulukla helalleşme imkânı olamayacağından, kişi o günahla birlikte dünyadan ayrılmak mecburiyetinde kalır. Bu nedenle çoğunluğu teşkil eden, yani toplum veya kitle halindekilerin gıybetinden sakınmak gerekir.

Hayat-ı içtimaiyede ferd daima, tesanüt ve teavün düsturu ile hayatını cemaatten alır. İşte Gıybet öyle bir zehir ki: Yardımlaşmayı, dayanışmayı, birlik ve beraberliği de ortadan kaldırır. Bu nedenle toplum olarak bu illetten uzak durmak lazımdır.

Dördüncüsü: اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ –en y’e’küle lehme- kelâmıyla der: İnsaniyetiniz ne olmuş ki, böyle canavarcasına arkadaşınızı diş ile parçalamayı yapıyorsunuz?

Lehm; et, ekel ise yemek demektir. Bazı hayvanlara vahşi hayvan demesindeki hikmet ise bir başka hayvanı parçalayarak yemelerinden ileri gelir. İşte böylece insana yakışmayacak şekilde kendi cinsinden bir kardeşinin gıybetini yapmak onun vücudunda parça parça etini kesip yiyen bir canavar gibidir.

Beşincisi: اَخِيهِ -Eğihi- kelimesiyle der: Hiç rikkat-i cinsiyeniz, hiç sıla-i rahminiz yok mu ki, böyle çok cihetlerle kardeşiniz olan bir mazlumun şahs-ı manevîsini insafsızca dişliyorsunuz? Ve hiç aklınız yokmu ki, kendi azanızı kendi dişinizle divane gibi ısırıyorsunuz?

Eği, kardeş demektir. Evet, ölmüş bir kardeşinin vücudunda parça parça etleri koparıp bir ateş mangalının üzerinde pişirip yemesi ne kadar çirkin ve vahşet ise kardeşini gıybet eden birisi de adeta dişleriyle onun etini parçalayarak yemesi de o kadar çirkin ve vahşettir. Kardeşlik sevgiyi beraberinde taşımaktadır. Gıybet ise canavarın pençesi gibidir. Birçok cihetle kardeşi olan dostunu, arkadaşını gıybetle onun kalbi ve gönlünü parçalamaktadır.

İnsanın kendi cinsinden olana acıması, şefkat etmesi ve sıla-ı rahim etmesi gerekir. Hele gıyaben bir kardeşinin gıybeti yapmak çok çirkindir. Hazır olmayanın gıybeti yapıldığından kişi müdafaasız kaldığı için mazlumdur. Bir mazlumu gıybet etmek büyük bir zulümdür.

Mahşer gününde bazı insanlar bakacaklar ki: Defterlerinde çokça namaz, niyaz, hac, kur’an okumalar ve birçok ibadetin yazılı olduğunu görecek ve şaşıracaklar. Diyecek ki: Ya rabbi ben bunlardan hiçbirini yapmadım ki bu nasıl olabilir?

Cenab-ı Hakk : “Falancalar senin gıybetini yaptılar bende onların ibadetini onların defterinden sildim senin defterine yazdım” der. Mahşerde bazı insanlarda amel defterlerinde yaptıkları ibadetleri göremeyince şaşıracaklar ve hayret edecekler. Ya Rabbi yaptığımız ibadetlerimiz nerede diyecekler. Allah; onlara: “Siz falancanın gıybetini yaptınız, sizin amelleriniz onun defterine geçti.” diyecek.

Şu fani ve fena ahir zamanın insanları çok kusurlarla zar zor kazandıkları ibadetlerini gıybetle ne kadar kolay ellerinden çıkarabiliyorlar. Ufak bir kibrit çöpü tonlarca kuru otu nasıl birden yakabiliyorsa gıybette öylece yapılan sevapları bir kerede silip, mahşerde kişiyi müflis bırakabilir.

Altıncısı: مَيْتًا , -meyten- kelâmıyla der: Vicdanınız nerede? Fıtratınız bozulmuş mu ki, en muhterem bir halde bir kardeşinize karşı, etini yemek gibi en müstekreh bir işi yapıyorsunuz?

Meyten, manası ölmüş demektir. Zem ve gıybet, aklen ve kalben ve insaniyetten ve vicdanen ve fıtraten ve milliyetten mezmumdur. İşte yukarıda yazılan ayet veciz bir şekilde altı derece o günahtan insanı uzaklaştırır.

Üstad Bediüzzaman diyorki:Gıybet ehl-i adavet ve haset ve inadın en çok istimal ettikleri alçak bir silahtır. İzet-i nefis sahibi, bu pis silaha tenezzül edip istimal etmez.” Meşhur bir zat demiş: “Düşmanıma gıybetle ceza vermekten nefsimi yüksek tutuyorum ve tenezzül etmiyorum. Çünkü gıybet, zayıf ve zelil ve aşağıların silahıdır.”

Gıybet odur ki, gıybet edilen adam hazır olsa idi ve işitse idi, kerahet edip darılacaktı. Eğer doğru dese, zaten gıybettir. Eğer yalan dese, hem gıybet, hem iftiradır; İki katlı çirkin bir günahtır.

Gıybet, mahsus birkaç maddede caiz olabilir. 

Birisi: Şekva suretinde, bir vazifedar adama der; tâ yardım edip o münkiri, o kabahati ondan izale etsin ve hakkını ondan alsın.

Yani zayıf ve muzdarip birisi, güçlü birisine kuvveti yetmez, uğradığı haksızlığı defetmek ve hakkını alabilmek için bulunduğu yerde emniyet veya mülkiye amiri gibi birisine gider maruz kaldığı belayı defetmek veya gasp edilen malını alabilmek için o kişi hakkında maruzatını ifade edebilir. Bu gıybet sayılmaz.

Birisi de. Bir adam onunla teşrik-i mesai etmek ister, seninle meşveret eder. Sen de, sırf maslahat için, garazsız olarak, meşveretin hakkını eda etmek için desen: “onun ile teşrik-i mesai etme. Çünkü zarar göreceksin.”

Biri, tanımadığı birisi ile çalışmak ister, fakat onun hakkında malumat sahibi olmadığı için onu tanıyan birisine gider onun hakkında bilgi ister. İşte o adam meşveretin hakkını eda etmek için bildiklerini garazsız bir şekilde söyleyebilir.

Birisi de: Maksadı tahkir ve teşhir değil, belki maksadı tarif ve tanıttırmak için dese: “o topal ve serseri adam filân yere gitti.” 

Birini tarif ederken karşıdaki onu hatırlayamazsa, topal Ali veya kör Hasan gibi kişiyi tanıttırmak için şiar olunan lakabları ve tarif niyetiyle söyleyebilir,  ama bunu diyen kişi onların kusurlarıyla alay niyetiyle derse, gıybet etmiş olur. Mümkün mertebede incitici ve rahatsız edici söz kullanmamak ve iyi niyetle söylemek lazımdır.

Birisi de: O gıybet edilen adam fâsık-ı mütecahirdir. Yani fenalıktan sıkılmıyor, belki işlediği seyyiatla iftihar ediyor; zulmü ile telezzüz ediyor, sıkılmayarak aşikâre bir surette işliyor.

Birisi yaptığı zina veya kâbih bir fiili ile övünerek açıkça herkese anlatması o kişinin ne kadar gaddar ne kadar kötü ve ne kadar terbiyeden uzak olduğunu karakteriyle ispat etmiş olur. Bu çirkin halini çekinmeden açıkça anlatan adam ile birisi işbirliği yapmak isterse, biri o kötü adamın şerrinden arkadaşını korumak niyetiyle garazsız o kişi şöyle şöyle biridir onunla işbirliği yapma diyebilir. Eğer niyette garaz yoksa gıybet olmaz ama adama olan garazından söyler ise doğru bile olsa gıybet olur, şayet yalan söylese hem gıybet hem iftira olur. İşte bu mahsus maddelerde garazsız ve sırf hak ve maslahat için gıybet yapılırsa caiz olabilir. Gıybet kişinin niyetine bağlıdır. Herkes kendini yokladığında yaptığını çok iyi bilir.

Eğer gıybet etti veyahut isteyerek dinledi; o vakit,  – allahümmeğfirlenâ velimeniğtebnâhü – Allahım, bizi ve gıybetini ettiğimiz zâtı mağfiret et- demeli, sonra gıybet edilen adama ne vakit rast gelse, “Beni helâl et” demeli.

Mademki ölüm var, hesap günü ve mahkeme-i Kübra bizi bekliyor, bir an evvel tövbe etmeli, günahlarımızdan pişmanlık duyup gıybetini yaptığımız kişiden helallik istenmeli, ölmüş ise ona dua etmelidir.

Rüstem Garzanlı                                                                                            

Kamu Yöneticisi / Diyarbakır

www.NurNet.org

 

Muzdarip Bir İnsanla Gönül Sohbeti

Muzdarip ve gariptim. Sıkıntımı paylaşmak için bir ortam ve bir zemin arıyordum. Bir cami avlusunda oturmuş iki kişinin sohbetlerine kulak misafiri oldum. Çok mütevazi, mütevazi oldukları kadar da dertli insanlar. Biri, arkadaşına diyor ki: “Oğlum ile gelinim arasında bir sıkıntı var. Gelinimden de çok memnunum. Bir maslahat arıyorum?

Çaresizlik içinde kalan bu adam, yanındaki arkadaşından bir fikir, bir yardım beklediğini hissettim. Arkadaşı da, sanki bir hekim, derdine bir tılsım bulmuş veya mazlum bir insanı savunacak bir dava vekili gibi yerinden doğruladı “Bak kardeşim, bu işler çok basit, yöremizde muskalarıyla namideğer birçok hocalar var, onlara gitsene.” dedi.

Muzdarip adam da, “Arkadaş!  Hiç bir yer bırakmadım, hocalara gittim. Cincilere gittim. Hatta Hıristiyan papazlarına kadar gittim. Her kime gittiğimde bir sürü masraf, elemeği istemişler “bu bizim işimizdir, şimdiye kadar yanlış yere gitmişsin, niye daha önce bana gelmedin, çare yeri benim divanimdır” dediler. Ben de iyi ki bu hocaya veya bu cinciye gelmişim, deme ki aradığımı yeni bulmuşum. Gerçekten umutla, sıkıntımın bertaraf olacağını ha bugün ha yarın derken… Tam, beş sene hep böyle hülyalarla zamanım geçti. İnançlıydım, muskacılara, cincilere ve papazlara inanmıyordum. Yöremin baskısı ile hep bu batıl işlere tevessül ettim. Cenab-ı Allah taksiratımızı affetsin.

Arkadaşı dedi  “bu cinci mincilerle çok uğraşmışsın, varsa bir hatıranı bize anlatsana“:

Muzdarip adam söze şöyle başladı, efendim ne söyleyeyim, hatıra bir değil, iki değil, beş yıldan beri çektiğim çileli hayatımda elbette birçok hatıralarım vardır. Kıssadan hisse bir tanesini size anlatayım.

“Bir gün sabah namazından sonra bir arkadaşımla bölgede tanınmış bir cinciye gitmeye karar verdik. Cinci efendinin evi iki katlı bir binada, cinci tek başına alt katta kalıyormuş, biz ise yanlışlıkla bir üst kata çıktık, kapıyı çaldık, evin sahibi, “Kim o? “ dedi. Biz şeyh efendinin ziyaretine gelmişiz, yaşlı bir adam kapıyı açtığı gibi hakaret etmeye başladı, “Nedir sizden ve şeyhinizden çektiğimiz? yeter…! Artık yeter..!” Yüksek sesle bağırıp çağırınca, anlaşıldı ki bu adamı bizden evvel de rahatsız edenler olmuştur. Yoksa bize niye hakaret etsin? Her neyse, adres doğru, kapı numarasından bir yanlışlık olmuş, kusurumuzu beyan ederek oradan ayrıldık.

Bu kadar yol gelmişiz boş dönmek olmaz. “İlk gittiğimiz yer şeyhin evi olmadığına göre alttaki ev şeyhindir” dedik. Gene de temkinli ve yavaş yavaş cinci efendinin evinin penceresine vardık, evin içinden anlaşılmayan bir ses bir sohbet vardı, merak ettik. Şeyhin yanında da kimsenin olmadığına göre cinlerle konuşuyor dedik, bu fırsatı yakalamış iken hemen içeri girmeye karar verdik.

Velhasıl kapıya doğru yürüdük, kapı yarı açık, sanki bize buyurun diyordu. İçeri girdik. Cinci efendi somyanın üzerinde oturmuş teybi de yanı başında: Meğerse cinci efendi gürültü patırtımızı duymuş o da bize bir rol yapmak için daha evvel hazırladığı kaseti çalıyormuş. Bizde cinlerle sohbet ettiğini tahmin etmiştik. Birden bizi içerde görünce yaptığı oyun da bozuldu, Şeyh efendi yüzümüze bile bakmadan “Gidin yarına kadar cinlerimle görüşeceğim. Hakınızda cinlerimin verecekleri bilgiyi de yarın size söylerim” Dedi. Sürekli muskacıya, cinciye gitmek artık bana gına gelmişti, bıkmıştım, hepside boş, yalan ve kandırmacadan ibaret olduğunu anlamıştım. Ama gene bir umut, bir umut çaresizlikten bunlara gidiyordum. Kader bu..! Kader, kardeşim, ne yapayım?” deyince;

Bir dinleyici olarak çok sabır etmiştim, suskunluğumu bozdum. Artık müsaade isteyerek sohbete iştirak etmek istedim. Dedim ki, Evet, bir rahatsızlık var ama tedavi şekli yanlıştır. Şimdiye kadar anlattığınız hocaların muskaları da Cincilerin, Cinleri de hepsi de hurafe ve batıldır. Cenab-ı Allah demiş ki. “Dua ediniz ki duanıza cevap vereyim.” Allah’tan başka kimseye el uzatılmaz.

Muzdarip adam, “Arkadaş vallahi ben çok dua ettim, birçok ziyaret ve hoca dolaştım. Beş seneden beri dua ediyorum, bir türlü duam kabul görülmedi ne yapayım” Dedi.

O zaman Kur’an’ı, Sünnet ve Müçtehitleri dinleyelim. Bak dua hakkında ne diyorlar. Asrımızın müceddidi ve müçtehidi Bediüzzaman, dua hakkında şöyle diyor: Duanın tesiri büyüktür. Özellikle dua devam ederse netice vermesi galiptir, hatta âlemin yaratılış sebebinin birisi de duadır. Duaya devam et, dua hem ibadettir, hem de tekrarı iyi ifade etmek ve sağlamlaştırmaktır. İnşallah bir gün kabul olur dedim.

“Dua eden adam anlar ki, biri var; Onun hatırat-i kalbini işitir, her şeye eli yetişir, her bir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına medet eder.” (Mesnevi Nuriye)

“İnsanda öyle bir latife, öyle bir halet vardır ki, o latife lisanıyla her ne sual edilirse -velev ki fasık da olsun- Cenab-ı Hak o latifeye hürmeten o matlubu yerine getirir.” (Mesnevi Nuriye,S.378)

Bediüzzaman, gene diyor ki; Dua bir sır-ı ubudiyettir. Ubudiyet ise, dergâh-ı izzetine kusurlarını, esteğfirullah ve sübhanellah ile ilan etmektir. Dua bir ibadettir. Dualar ibadetin yapılması için birer vakittirler. Mesela, güneşin tutulması durumunda kılınan iki rekâtlık nafile namazı (küsuf namazı) veya yağmursuzluk, yağmur namazına birer vakittir.

Zalimlerin tasallutu ve belaların gelmesi bazı hususi dualara vakittir. Bu vakitler kaldıkça o namazlar ve o dualar yapılır. Eğer bu vakitlerde dünyevi maksatlar hâsıl olursa nur ala nur. İstek yaptın, duanla beraber istek yerine gelmedi diyemezsin. “Henüz vakit inkıza (sonu gelme) etmemiş, duaya devam lazımdır” diyebilirsin. Çünkü o maksatlar duaların başlangıcıdır. Neticesi değildir.

Her yapılan dualara Cenab-ı Allah’ın cevap vermesi, kabulün ta kendisi değildir. Duaya cevap verilir, cevapsız bırakılmaz. Talep edene yardım, ancak cevap verenin gayesine bağlıdır. Mesela, doktoru çağırdığın zaman “Ne istersin?” diye cevap verir. Fakat bu yemeği veya bu ilacı bana ver” dediğin vakit, bazen verir, bazen hastalığına, mizacına uygun olmadığından vermez.

Devamında, Bediüzzaman şöyle diyor: Dua bir ibadettir. Abd, kendi aczini ve fakrını dua ile ilân eder. Zahiri maksatlar ise, o duanın ve o ibadet-i duayenin vakitleridir; hakiki faydaları değil. İbadetin faydası, ahirete bakar. Dünyevi maksatlar hâsıl olmazsa, “O dua kabul olmadı” denilmez. Belki “Daha duanın vakti bitmedi” denilir. (24. Mektubun Zeyli)

Elhasıl: İnsan zayıftır, hata yapar, neticesini de sebeplere havale eder. Bediüzzaman, “Esbap bahanelerdir, vesait de perdelerdir.” der. Demek ki sebepler birer araçtırlar. Sebepleri yaratan Cenab-ı Allah’tır. Sebeplere sebebiyet veren ise gene insandır. Aleyhimize ittifak eden sebeplerin bir araya gelmeleri bir kusurumuzun neticesi olduğunu bilmek lazımdır.

İnsanın maruz kaldığı sıkıntılar belki bir günahına kefaret olur. Halis bir niyetle duaya devam et, Cenab-ı Allah inşallah duanı kabul eder. Peygamber-i Zişan (sam), “mü’minlerin sıkıntılarından dolayı hüzünlendiği ve huzurlu olmalarıyla sevindiğini” işte böyle bir Şafii’mizin olduğunu bil ve onu şefaatçi yap, muzdarip olduğun bu sıkıntılardan inşallah kurtulursun. Dedim.

Bu halis niyetli, mazlum ve muzdarip adam tamamen kadere teslim oldu ve duanın sırını anlayarak, “esbab-ı kabul dairesinde duaya devam” dedi. Zaman zaman bu gönlü kırık, inançlı adamı gördüğümde, “hacı abe durum berkemal, yoksa duaya devam” latifeme karşılık “yeğenim duamın kabulü Kemalimdendir. Ne zaman kâmil dua etme faziletine erişebilirsem o zaman duam inşallah kabul olur” diyordu.

Elhamdülillah, hacı efendi duanın meyvesini beş ay sonra şükür çığlıkları ile dost ve sevdiklerine tebşir etmeye başladı. Hacı abe ne oldu bize de bu sırrı anlatsana:

Evet, Cenab-ı Allah Kadir’dir, (gücü her şeye yetiyor) Kerim’dir, (İkram sahibidir) Cemal’dir (güzeldir, güzel şeyleri yapıyor) Sem’i dir, (her şeyi işitiyor) Basir’dir (Her şeyi görüyor) Samet’tir (her şey ona muhtaçtır. O ise hiçbir şeye muhtaç değildir.) Haza min fedli Rabbi” diyen Hacı ağabeyimizin, bu teslimiyetine ve bu tevekkülüne karşı gözlerimde akan yaşlar, hissiyatıma tercüman oluyordu, Cenab-ı Allah bu muzdarip adamın duaları hürmetine, aile birliğini devam ettirsin. Seyyiatlarını, hasenatlarına tebdil etsin. Âmin…

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır

www.NurNet.org

Çağımızın Önemli Bir Hastalığı: Gurur

Gurur, çağımız insanının en önemli hastalıklarından biridir. Kendini biraz güçlü hissetmeye başlayan, biraz gücü ve itibarı artan, biraz cebi ve cüzdanı dolup mal mülk sahibi olmaya başlayan, biraz makam mevki sahibi olup, biraz şan şöhret elde edenler hemen dünyevi değerlerin cazibesine kapılıp gurur hastalığına yakalanıveriyor ve kendini diğer insanlardan üstün görmeye başlıyor.

Zira çağımızda insanoğlunun kendine duyduğu güven zirveye ulaşmış ve beşeriyetin katettiği gelişmeler insan enesini adeta nemrutlaştırmaya başlamıştır. İnsanoğlu büyüklüğün sadece Allaha mahsus olduğunu unutur ve büyüklük davasına cüret eder olmuştur. Gurur hastalığı maneviyatı zayıf insanlara mahsus olmayıp, maalesef dindarlık iddiasındaki kişiler bile bu amansız hastalığa düçar olmaktadır.

Lügat ta kibir, aciz, kıymetsiz şeylere güvenip mağrur olmak, boş yere güvenmek ve kendini başkalarından üstün tutmak anlamlarına gelen gurur, Kuran’da ve Hadis-i şeriflerde telin edilmiş ve insanlar şiddetle sakındırılmıştır. Cenab-ı Hakk, Kuran-ı Kerim’de;

“Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimden yüz çevirteceğim. Onlar bütün ayetleri görseler yine de inanmazlar; doğru yolu görseler, yol olarak benimsemezler… (el-A’râf, 7/146). “Allah bü yüklük taslayanları sevmez” (en-Nahl, 16/23).

“Kim, Allah’a kulluktan, O’na ibadetten çekinir ve büyüklenirse, bilsin ki, (Allah) kıyamette herkesi huzurunda toplayacaktır” (en-Nisâ, 4/172).

“Însanları küçümseyip yüz çevirme, yeryüzünde böbürlenerek yürüme; Allah, kendini beğenip övünen hiç kimseyi şüphesiz ki sevmez. Yürüyüşünde tabiî ol, sesini de alçalt. “ (Lokman, 31/18). Buyurmuştur.

Peygamber Efendimiz’de; “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremez.” buyurmaktadır.

Bediüzzaman Hazretlerine göre; Gurur ile insan maddi manevi kemalat ve mahasinden mahrum kalır,eğer gurur saikasıyla başkasının kemalatına tenezzül etmeyip kendi kemalatını kafi ve yüksek görürse,o insan nakıstır. Zira Bediüzzamana göre, ”Zaaf gururun madenidir.” Zayıf insanlar açıklarını kapatmakla gurur ve kibire kapılırlar. Kibirli insanlara bakıldığı zaman çoğu sonradan görme oldukları ve sosyal hayatta işgal ettikleri makam ve mevkinin ehli olmadıkları anlaşılır.

“Büyük Görünme Küçülürsün! Ey enesi çifteli, kafası da kibirli! Şu mizanı bilmeli: Her adam için elbet cem’iyet-i beşerde, içtimaî binada, görmek görünmek için şu mertebe denilen bir penceresi var. Ger pencere, kamet-i kıymetinden yüksekse, tekebbürle tetâvül edecek, uzanacak. Ger pencere, kamet-i himmetinden alçaksa, tevazu’la tekavvüs edecek, eğilecek. Kâmillerde, büyüklük mikyasıdır küçüklük. Nâkıslarda, küçüklük mizanıdır büyüklük…” (Lemaat)

İnsan ruhunu çeşitli tezahürleriyle körelten zararlarına Kur’an-ı Kerîm’in genişçe bir açıdan baktığı kibir, maddî hayatta zararın ve kaybın sebebidir. Kibir örneklerinde gördüğümüz gibi büyüklenenler henüz dünyada iken, hareketlerinin cezasını çekerek helâk olmuşlardır.

“Evet, gurur ile, insan maddî ve mânevî kemâlât ve mehasinden mahrum kalır. Eğer gurur saikasıyla başkaların kemâlâtına tenezzül etmeyip kendi kemâlâtını kâfi ve yüksek görürse, o insan nâkıstır. Böyle insanlar, malûmat ve keşfiyatlarını daha yüksek görmekle, eslâf-ı izâmın irşadat ve keşfiyatlarından mahrum kalırlar. Ve evhama mâruz kalarak bütün bütün çizgiden çıkarlar. Halbuki, eslâf-ı izâmın kırk günde yaptıkları bir keşfiyatı, bunlar kırk senede bulamazlar.” (Mesnevi-i Nuriye, Katre)

Bediüzzaman, Risale-i Nur’da insanı gurur hastalığına yakalanmaktan veya aşağılık kompleksine kapılmaktan kurtaracak çok sağlam bir ölçü veriyor:

“Ey insan! Kur’anın desâtirindendir ki, Cenab-ı Hakk’ın mâsivasından hiçbir şeyi ona taabbüd edecek bir derecede kendinden büyük zannetme. Hem sen kendini hiçbir şeyden tekebbür edecek derecede büyük tutma. Çünki mahlûkat, Mâbudiyetten uzaklık noktasında müsavi oldukları gibi, mahlukîyet nisbetinde de birdirler.” (Lemalar, 17. Lema)

Evet, nefsini beğenen ve nefsine itimad eden bedbahttır. Nefsinin ayıbını gören bahtiyardır. Tam toprak gibi mahviyet ve terk-i enaniyet ve tevazu-u mutlakta bulunmak şarttır. (Bediüzzaman, Hizmet Rehberi)

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır

www.NurNet.org

Sırat-ı Müstakim

Sırat-ı Müstakimin manası hak yol, “dosdoğru yol” (Fatiha, ayet 6) demektir. Emir edildiği üzere Cenab-ı Allah’ın gösterdiği hidayet yoludur. Kur’an’ı Kerim’den, Ruhun, Vücudun, Nefsin ve İradenin sırat-ı Müstakimi’nden bahsetmektedir. Bunlardan vücudun sıratı müstakimi fiziki ve somut; Ruh, Nefis ve İradenin sırat-ı müstakimi ise soyut olduğu görülmektedir.

Bediüzzaman İşaratü’l İ’caz’da Sırat-ı müstakimi şöyle ifade etmektedir: Sırat-ı müstakim yiğitlik, yüreklilik, cesurluk, korkusuzluk ve kahramanlık, helâle razı olup haramdan kaçınma, İlâhi gayeden meydana çıkan “adl ve adalete işarettir” .

“Şöyle ki: tagayyür, inkılâp ve felâketlere maruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskân edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir. Bu kuvvetlerin birincisi, menfaatleri celp ve cezp için, kuvve-i şeheviye-i behimiye; ikincisi, zararlı şeyleri def için, kuvve-i subuiyye-i gadabiye; üçüncüsü, nef ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için, kuvve-i akliye-i melekiyedir” (İşaratül İ’caz.)

İnsandaki bu kuvvelere şeriatça bir had ve bir nihayet tayin edilmiş ise de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bu kuvvetlerin her birisi, tefrit, vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar.

Kuvve-i şeheviye-i behimiye: Menfaatleri kendine çekme, hayvani istek ve arzulara ait duygu, cinsi istek duygusu, dünya zevklerine istek duygusu; yeme, içme, konuşma, uyuma istek ve hissi gibi kabiliyetlerdir. Bunda ifrat, tefrit ve vasat üç kuvve vardır. “Tefrit kuvvesi humuttur (Cinsi isteksiz) ki, ne helâle ve ne de harama şehveti, iştihası yoktur. İfrat mertebesi fücurdur (günahkârlık, ahlaka aykırı, cinsi sapıklık) ki, namusları ve ırzları payimal etmek iştihasında olur. Vasat mertebesi ise, iffettir ki, helâline şehveti var, harama yoktur.”

Kuvve-i sebuiyye-i gadabiye: zararlı şeyleri defetmeye sevk eden gazap hissi ve duygusudur. Bunda Tefrit mertebesi, korkaklık ve yüreksizliktir. Korkulmayan şeylerden bile korkar. İfrat mertebesi, öfkelenme, köpürme, kızma ve aşırı hiddet gibi ne maddi ne de manevi hiçbir şeyden korkmaz, bütün tazyik ve baskı, zorbalık ve zulümler tamamen bunun ürünüdür. Vasat mertebesi ise kuvvetini yiğitlikte, cesurluk ve kahramanlıkta kullanarak dünya ve ahireti için canını feda eder, meşru olmayan şeylere karışmaz.

Mehmet Akif şöyle demiş, “Yumuşak huylu isem, kim demiş uysal koyunum/Kesilir fakat çekmeye gelmez boynum.” Başkalarına zarar vermeden, uysal koyun değil, aslan gibi kükreyen imanlı bir M.Akif’tır. Kükreyenlerden,  haykıranlardan bahsedince elbette,  Bediüzzaman akla gelir. İşte o İslam mücahidi, İman, İslam ve Kur’an adına dinine zarar gelmesin diye gençliğini ve tüm hayatını feda etmiştir. “Başımda ki saçlarım sayısınca başlarım olsa, her gün birini kesseniz, İman ve Kur’an’a feda olan bu baş zındıkaya eğilmeyecektir.” İşte yiğitlikte kahramanlık ta  budur. Sefih ve mimsiz medeniyetin zulmü altında yetişen gençlerin sonu da elbette bugün ki tahribat ve anarşistliktir.

Kuvve-i akliye-ı Melekiye: akıl ve meleke duygusudur. Bunun tefrit mertebesi, ahmaklık ve kalın kafalılıktır. Hiçbir şeyden haberi olmaz. İfrat mertebesi, haksız yere aldatıcı sözlerle karşı tarafı iknaa çalışmak demagoji ve lâfazanlık yapmaktır. Hakkı batıl, batılı hak suretinde gösterebilecek zekâya sahiptir. Vasat mertebesi ise hakkı hak, batılı batıl bilir. Kötülüklerden uzak kalır. Böylece hem kişi, hem aile hem de toplum olarak herkes rahat eder, huzur ve emniyet içerisinde yaşar.

Rüstem Garzanlı – Diyarbakır

www.NurNet.org

Dua, Kul’un Rabbine Bağlılığının En Güzel İfadesidir

“Deki; Eğer duanız olmasa ne ehemmiyetiniz var” (Furkan süresi/77 ayet)

“Dua  eden adam anlar ki, biri var; Onun hatırat-ı kalbini işitir, her şeye eli yetişir, herbir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder,fakrına medet eder.” (Mesnevi Nuriye)

Dua esnasında içimizden geçirdiğimiz,düşündüğümüz  her şeyi  Cenab-ı Allah mutlak sürette bilir; ancak  yerine ve zamana göre  yapılan dualar,  melekler  tarafından yüce makama arzedilen bir arzuhal gibi hisedilir. Onun için dua edilirken  cem’i ve muhtevası  geniş olan dualarla dua edilmelidir. Örneğin: ”Rabbena  atina f’iddünya haseneten ve f’il  ahireti haseneten” (Rabimiz! Bize dünyada da ahirette de  güzellik ver.)

Bediüzzaman diyor ki! Dualar üç kısımdır.

Birinci kısım, lisan ile yapılan kavli dualardır. Savt ve sedalı hayvanatın, meselâ, acıktıkları zaman kendi hususi lisanlarıyla çıkardıkları sedalar dahi kavli dualardandır.

İkinci kısım, nebatat, eşcarın bilhassa mevsiminde lisan-ı ihtiyaçla yaptıkları dualardır.

Üçüncüsü, tehavvül tekemmül şe’ninde olan şeylerin lisan-ı istidat ile hissedilen istidadi dualarıdır. Evet, her şey Cenab-ı Hakkı tesbih ettiği gibi, lisanıyla, ihtiyacıyla, istidadıyla dahi Allah’a dua eder.(M.Nuriye, 372)

İstidat lisaniyle yapılan dualar: Bütün hububat ve tohumlar kabiliyet dilleriyle Fatır-ı Hakim’e dua ederler ki, bize gelişme ver. Arzumuzun aslı ve esası olan hakikatine çevir.

Zihayatların yaptığı dualar: Bütün hayat sahiplerinin iktidar ve ihtiyarları dahilinde olmayan ihtiyaçlarını, ummadıkları yerden uygun zamanda onlara vermek için Halık-ı Rahim’de yapılan bir nevi duadır.

Zişuurların duası: Bu dua da iki kısımdır.

Birinci kısım: Eğer çaresizlik derecesinde ihtiyaç gelse veya ihtiyac-ı fitriyle alakadar ise veya safi, halis kalbin lisanıyla (kavli) olsa makbul olur.Velilerin himmetleri, imdatları, manevi fiilleriyle feyiz vermeleri de hali duadır.

İkinci kısım: “Meselâ çift sürmek fiili bir duadır. Rızkı topraktan değil; belki toprak hazine-i rahmetin bir kapısıdır ki, rahmetin kapısı olan toprağı saban ile açar.”(24. Mektup)

Bediüzzaman’a sormuşlar: “Mü’minin mü’mine en iyi duası nasıl olmalıdır?”

Elcevap: Esbab-ı kabul dairesinde olmalı (kabul sebepleri). Çünkü bazı şerait (şartlar)  dahilinde dua makbul olur. Şerait-i kabulün içtimai (toplanma) nispetinde makbuliyeti ziyadeleşir.” (23.Mektup)

Mü’minler cemaatle kıldıkları namaz ve dualarında, kişi kendi ibadetinden kazandığından daha fazla bir sevap cemaatten kazanıyor. Cemaattekiler birbirlerine duacı ve şefaatçi olurlar.Cemaatla ibadet yapma imkanı olamayanlar elbette tek başınada ibadetini ifa eder, hele geceleri huşu içerisinde yapılan ibadetler veya yolculukta bir nehirin veya vadinin kenarına çekilmiş iki elini yukarıya uzatmış bir mü’minin ibadetini seyrederken, adeta cev-ı alem tüm sekeneleriyle duasına iştirak ederek tezahüratla, amin… amin…! Sadaları, hiss-i kablel vuku ile seyredilir.

“Mü’minler arasında, cemaatler sayesinde husule gelen şu ulvi, manevi teavün ve birbirine yardımlaşmakla, hilâfete haml, emanete mazhar olmakla beraber, mahlukat içerisinde mükerrem  ünvanını almıştır.” (Mesnevi Nuriye 376).

Dua edileceği vakit, istiğfar ile manevi temizlenmeli, salâvat-ı şerifeyi şefaatçi yapmalı, duanın sonunda yine salâvat getirmeli. iki salâvat arasında ki dua makbul olur. Gıyaben yapılan dualar, “Rabbena Atina f’iddünya haseneten ve f’il ahireti haseneten” (Rabbimiz! bize dünyada da ahirette de güzellik ver.) gibi cem’i, muhtevası geniş ve kapsamlı dualarla dua edilmelidir. Hem samimi, saygı ve gönül rahatlığı ile dua etmek, Namazın sonunda bilhassa sabah namazından sonra, mübarek ve temiz yerlerde, hususan mescitlerde, Cuma’da, üç aylarda, leyle-i Kadirde yapılan duaların kabul olması rahmet-i İlahiyeden kuvvetle ümit edilir. Bunun için dua, kulun ümit dalı ve Rabbine bağlılığının en güzel ifadesidir.

Zikrin tekrarı kalbi tenvir eder,duanın tekrarı bir takrirdir. (iyi ifade etmek, sağlamlaştırma) davet dahi, tekrarı nispetinde tesiri, te’kidi (kuvvetlendirme) vardır. Binaenaleyh, ayetlerin, kelimelerin tekrarı, ihtiyaçların tekrarından ileri geliyor; ve keza, o gibi hükümlere olan ihtiyacın şiddetine işarettir.” (Mesnevi Nuriye)

“İnsanda öyle bir latife, öyle bir halet vardır ki, o latife lisanıyla  her ne sual edilirse- velev ki fasık da olsun- Cenab-ı Hak o latifeye hürmeten o matlubu yerine getirir.” (Mesnevi Nuriye S.378)

Elhasıl: Bediüzzaman’ın dediği gibi: “Hikmet-i ilahiye her şeye değeri nispetinde feyiz veriyor. Ve herkes bardağına göre denizden su alabilir.”

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır

www.NurNet.org