Kategori arşivi: Röportajlar

Mutluluk için bilinçaltını doğru kodlamak çok önemli!

Aile Danışmanı Fatma Taş, danışanlarının sorunlarını daha çok bilinçaltı telkini yöntemleriyle çözen bir isim. Bu konuda radyo ve televizyon programları yapan, kitapları bulunan Fatma Taş yüksek lisansını psikoloji alanında yapmış bir isim.

Çeşitli dergilerde makaleleri yayınlanan Fatma Taş, sorunların çözümünde bilinçaltının rolü konusunda yaptığımız röportajda ilgi çekici bilgiler verdi. Ailede mutluluğu yakalamada bilinçaltının doğru kodlanmasının önemine çeken Taş, bilinçaltına doğru mesajlar verilmesi noktasında tatmin edici bilgi ve örneklere değiniyor.

Fatma Hanım siz aile danışmanısınız. Danışmanlığınız sırasında size gelen problemleri daha çok bilinçaltı yöntemlerle çözüyorsunuz. Problemleri nasıl çözdüğünüze geçmeden önce bilinçaltı nedir? Bilinçaltının insanda yapmış olduğu görevler nelerdir? Bunları bize tanımlar mısınız?

Bilinçaltı, beynimizin bir parçasıdır. Bizim aslında bir korteksimiz vardır. Akıllı beyin diye isimlendirdiğimiz beynin üstünü saran ince bir zardır. Korteksin görevi düşünür, karar verir ve bizim doğru ve yanlış noktalarda mekanizmamızı çalıştırır. Bilinçaltı ise bu aldığımız kararları eylemselleştiren bölümdür ve çok güçlüdür. Gün içinde biz bilinçaltını normalde yüzde 98 oranında, korteksi ise yüzde 2 oranında kullanıyoruz. Otomatik beyin dediğimiz bilinçaltı bizim otomatik olarak beynimizi çalıştırıyor. Kirpiğimizden tutun kan basıncımıza kadar dengeyi sağlayan ve adeta otomatikleşen birçok olay bilinçaltının koordinesiyle yapılan programlardır. Akıllı beyin ne düşünürse, ne karar verirse bilinçaltı onu anında eyleme geçirmek için mücadele verir ve sınırsız bir güce sahiptir. Akıllı beyni bir yönetici lider olarak düşünürseniz, bilinçaltını da işçiler olarak düşünebilirsiniz. Lider emir verir, işçiler de eyleme geçer. O yönde çok aktif çalışır.

İnsan hareketlerini yönlendirmede, tepki vermede bilinçaltı nasıl bir işlev görüyor. Mesela; biz bir olay hakkında olumlu veya olumsuz karar vereceğiz bunu bilinçaltı nasıl algılıyor? Bir olayı değerlendirmede kişinin bakış açısı bilinçaltını etkiliyor mu?

Bilinçaltı, akıllı beyni etkiliyor fakat akıllı beyin bilinçaltını çok etkileyemiyor. Orijinalliği buradadır. Bilinçaltı isterse akıllı beyni hem yönetebiliyor, hem yönlendirebiliyor, hem de ele geçirebiliyor. İstediği yönde davranış sergiletebiliyor. Bilinçaltının gücü akıllı beyinden çok güçlü olduğu için korteks teslim olabiliyor. Korteks ona hükmedemiyor. Korteksin fonksiyonları bellidir. Düşünüyor, karar veriyor. Mantığını oluşturuyor. Belli standartları vardır. Fakat bilinçaltının standartları sınırsızdır. Eylem programları da sınırsızdır. Alt belleğin ne yaptığını biz çok bilemeyiz. Bilinçaltı çalışmalarımda bazen çok şaşırdığım, hayret ettiğim anlar olabiliyor.

Size gelen danışanlarınız genelde hangi şikâyetlerle geliyorlar ve siz bilinçaltına hangi telkinler yaparak o danışanınızın mutsuzluğunu veya olumsuz tarafını düzeltiyorsunuz?

Danışanlarım bana geldiğinde genellikle bilinçaltlarında negatiflerle dolu bir program oluyor. Mutsuz, huzursuz ya da birçok psikolojik sorunları almış, eyleme geçmiş ve işin içinden çıkamayarak geliyor insanlar.

Bu programı insan kendi kendine nasıl yapıyor?

Düşünceler yapıyor, çevresel boyut bunu yapıyor, yaşadığı bir olay farkında olmadan ileride onu psikolojik olayların içine çekebiliyor. Hafızamız bilinçaltının elindedir. O orada bir şeyler üretebiliyor. Bilinçaltı çok şey taşır. Çok güçlüdür. Fakat belli bir noktaya gelince taşıyamaz. Taşıyamadığı noktada taşıdığı şeyi dışarı atmak ister. Çocuk beyni gibi basit düşündüğü için ne yapacağını bilemez. Psikolojik sorunlar mı, patolojik sorunlar mı, fizyolojik sorunlar mı olacağını hiç bilmez. Sadece atmıştır ve kurtulmuştur. Bu anlamda rahatsızlıklar ortaya çıkar. Biriktirmenin sonucunda patlamalar ortaya çıkar.

Her rahatsızlığın altında mutlaka ve mutlaka bilinçaltında bir neden ve sebep vardır. Dağın görünen yüzünde örnek olarak depresyon görüyoruz. O depresyonun oluşmasında kaynak olarak mutlaka ve mutlaka bir neden, bir sebep, bir kaynak vardır. Ben o kaynağa ulaştığım ve karşımdaki insanla konuştuğum zaman destek aldığı program içinde ben onu beyinsel fonksiyonlarla, onu kendi tekniklerimle yok etme programı yaptığımda o sorun kaybolup gidiyor.

Olumsuzlukları yok etmek için sürekli olumlu mesajlar mı veriyorsunuz?

Kullandığım dil kalıbı çok önemlidir, olumlama dil kalıbı kullanıyorum. Çünkü ağzımızdan çıkan her şey canlıdır. O kadar canlı ki ağzınızdan çıkan o canlı kelimelerin bizi programladığını, bizi maniple ettiğini ya da bizi ileri veya geriye taşıdığını biliyoruz. Önemli olan burada doğru kelimeler ve doğru cümlelerle karşı tarafın beynine ulaştığınızda direk bilinçaltı onu komut olarak alıyor. O komut yazılıma dönüşüyor ve beynin ana programı içine giriyor.

Mesela bir aileyi düşünecek olursak bilinçaltı eşler arasındaki konuşmaları depoluyor. Bunlar olumsuz şeyler olursa yani eşlerden biri diğerine sürekli olumsuz yüklemeler yaparsa bir süre sonra o da rahatsızlık olarak ortaya çıkıyor.

Evet, karşı taraf olumsuz olarak etkilediği için olumsuz mesajlardan kaynaklanan olumsuzluklar ortaya çıkıyor.

O zaman eşlerin birbirleriyle konuşma kalıplarına çok dikkat etmeleri gerekiyor. Mutlu bir evlilik sürdürmek isteyen eşlerin birbirlerine karşı davranışları nasıl olmalı ki bilinçaltı ondan olumsuz etkilenmesin?

Olumsuz konuşan insanların ben hemen gençliğine ve çocukluğuna gidiyorum. Ailede kim olumsuzdu diyorum. Çünkü olumsuz mutlaka bir modeldir. Bir insan olumsuz düşünüyor, olumsuz sistemin içinde kalıyorsa, o yine çocukluğunda anne-babasından aldığı olumsuz programla ilgilidir.

Olumlu düşünme, olumlu konuşma ile farkındalığın açılması gerekiyor. Pozitif etki pozitif tepkiye dönüşür. Negatif etki negatif tepki olur. Bu sefer sorunlar, tartışmalar akabinde gelir. Negatif negatifi tetikliyor. Pozitif tepkisel yaklaşımda pozitif etki, pozitif tepki getiriyor. “Bugünkü yaptığın davranışların aslında çok kırıcı idi, beni çok mutsuz etti. İstersen bunları düzeltebilirsin, bir daha olmayacağını düşünüyorum. Bu konuda bana yardım eder misin?” gibi cümlelerle pozitif etki oluşturduğunuzda pozitif tepki olarak “Evet, ben kırıcı oldum, aslında düzeltebilirim” cümlesiyle kendimizi düzeltme yönelimi yapıyoruz. Fakat negatif etkide “Sen zaten hep böylesin, her zaman beni kırarsın. Sen zaten yanlış bir insansın” cümleleriyle yaklaştığınız zaman karşı tarafın savunma mekanizması hazırdır. Negatif tepki verir ve orada tartışma başlar.

Burada kişinin yapacağı olumlu veya olumsuz etki büyük önem taşıyor. Kişi kendini olumlu yaklaşıma nasıl hazırlayabilir? Yani biz bilinçaltımıza olumlu yaklaşım programını nasıl yerleştirebiliriz?

Aslında yaklaşımlar çok kolaydır. Pozitif yaklaşımla, negatif yaklaşımı otomatik beynimizle biz kendimiz seçiyoruz. Kendimize doğru telkin verirsek sorunu da aşmış oluruz. Mesela kendimize uyumadan hemen önce “Bugün çok daha pozitif olmak istedim ama başaramadım ama yarın pozitif olacağım, ertesi gün daha pozitif olacağım, daha olumlama cümleler oluşturacağım” dediğiniz zaman bu cümleyle bilinçaltı verdiğiniz komutları alıyor. Eylem programı bilinçaltına gönderiyor ve bilinçaltı sizi mümkün olduğu kadar pozitif sınırları içinde tutmaya başlıyor. Siz bunu düzenli olarak 21 gün boyunca devam ettirirseniz beyniniz otomatik olarak pozitif düşünce, pozitif algı oluşturmanıza yardımcı oluyor ve düşünce kanallarınız açılıyor. Zor gibi görünüyor ama aslında çok kolay.

Bu yöntem sadece uyumaya geçmeden önce mi geçerli yoksa bunu gün içerisinde başka durumlarda da kullanabilir miyiz?

İnsan isterse her şeyi beynini yöneterek yapabilir. Biz beynimizi kendimiz yönetebiliriz, kendimiz idare edebiliriz, istediğimiz yönde kullanabiliriz. Mesela sabahleyin tıraş oluyorsunuz, tıraş olurken aynada bilinçaltınızla konuşuyorsunuz. Beyninize komut veriyorsunuz. “Bugün işlerim çok güzel olacak, daha bereketli olacak. Bugün kendimle barışık olacağım. Arkadaşlarımla daha barışık olacağım. Manevi anlamda daha güçlü olacağım. Maddi anlamda daha güçlü şeyler yapacağım. Ekonomik anlamda daha güçlü şeyler yapacağım” gibi telkinler verdiğiniz ve o enerjiyle gittiğiniz zaman enerji kapıları açılıyor zaten.

Bu telkinlerin yapılacağı yer ve zaman önemli mi?

Bilinçaltını her an, her şekilde, her yerde kullanabilirsiniz. Her durumda ifade edebilirsiniz. Karşı tarafa doğru telkinleri verdikten sonra uykuda bile bilinçaltı açıktır. Korteks gün içinde o kadar yoruluyor ki yüzde 2 oranında düşünürken, karar verme noktasında mantık ve akıl noktasında kullandığımız program o kadar yoruluyor ki günde 8 saat uykuya ihtiyaç duyuyor. Bilinçaltı sınırsız, yüzde 98 yaşayan bir programımız. Fakat onun yorulma programı yoktur. 24 saat çalışmak zorundadır. O dinlenmeye geçerse kalbimiz durur, beynimiz çalışmaz. Uykuda bile uykudan 45 dakika sonra istediğiniz telkini yanınızdaki insana verebilirsiniz, çocuğunuza verebilirsiniz. İnanılmaz etkileri var. İnanılmaz sonuçları var. Her an her şekilde ve her ortamda bilinçaltı uyanık, verilen doğru telkini alır ve uygular.

O zaman, “Nasıl olsa yanımdaki insan uyuyor, şu anda beni duymuyor. Ben onun hakkında istediğimi söyleyebilirim” diyemeyiz yani… Bu durumda “Beni nasıl olsa duymuyor” diye onun hakkında olumsuz cümleler kurmak çok yanlış bir şey değil mi?

Olduğu gibi onun beynine kayda geçiyor. Sabah kalktığında deneyin, hırçın kalkar. Sizin ona gönderdiğiniz negatif enerji ve sözcükten dolayı mutsuz kalkar.

Sürekli çocuklarına kızan bağıran bir anne aslında bağırmak istemiyor ve kendini değiştirmek istiyor. Az önceki yöntemle belli bir süre, mesela bir ay kendisine şunu söylediği zaman: “Çocuklarına kızma, bağırma”…

Hayır, öyle değil, burada “kızma” derken “kız” emri var. Bağırma derken “bağır” emri var.

Peki ne demesi gerekiyor?

“Kızma” derken bilinçaltı -me ve –ma’ları atarak “kız” emrini alır. “Bağırma” derken “bağır” emrini alır. “Kızmak yok” dediğiniz zaman “yok” ile mühürlüyorsunuz. “Kızma” kelimesini hiç kullanmamak gerekiyor. Kişi kendine “Aslında sen bazen çok sakin olabiliyorsun. Onlar bize verilen emanetler, sen emanetlere daha düzgün davranabilirsin. Sen güçlü bir annesin. Çocuklara daha saygılı, daha doğru ifadelerle yaklaşabilirsin” gibi telkinlerde bulunursa ve bunu belli bir süre devam ettirirse bu telkinler artık davranış haline dönüşür.

Biraz da anne-babaların çocuklarıyla ilişkilerinde bilinçaltının rolü konusuna değinmek istiyorum. Çocuğun bilinçaltı da ebeveynle olan ilişkilerde yukarıda değindiğiniz gibi mi çalışıyor? Mesela çocuğun yemek yeme sorunu var. Annenin yaklaşımı nasıl olacak?

Yemek yemeyen bir çocuğa yaklaşımda “Yemek yemek zorunda değilsin” diyebilirsiniz. Bilinçaltı komutu “Yemek zorundasın” gibi algılıyor. Bu komutu kodluyorsunuz. Bir de bu uykuda “Sen her gün düzenli, dengeli besleniyorsun” şeklinde pekiştirildiği zaman olumlu sonuçlar alınıyor.

Bir de annelerin şunu bilmesi gerekiyor, çok yemek yemek marifet değil. Önemli olan dengeli beslenmektir. Çocuğa bunu göstermek gerekiyor. Obezite çalışmalarımızın bilinçaltı çalışmalarında annelerin sözcükleri çıkıyor karşımıza. “Ye, yemezsen ölürsün, yemezsen büyüyemezsin, yemezsen adam olmazsın, yemezsen evlenemezsin, yemezsen askere gidemezsin!” Çocuğun bilinçaltı buradaki “ye” komutunu öyle alıyor ki çocuk bu sefer ergenlik döneminde sınırsız yiyor. Orada patlama başlıyor ve kilo sınırsızlaşıyor. Annelerin verdiği komut da çok önemli, “Sen kontrollü besleniyorsun, sen kontrollü yemek yiyorsun” mesajı verilmeli. Aynı şekilde uykuya daldıktan 45 dakika sonrasında “Annenin koyduğu yemekleri yemekten keyif alıyorsun, yemek yedikçe kendini daha iyi hissediyorsun, bilinçli besleniyorsun, kontrollü besleniyorsun” gibi telkinleri bilinçaltı alıyor ve eylemselleştiriyor.

Bu komutları anne gün içerisinde her zaman kullanabilir mi?

Evet, kullanabilir. “Dengeli besleniyorsun. Kendin için yiyorsun. Daha kaliteli büyümek için bunu yemek zorundasın” telkinleri her zaman olumlu sonuçlar vermiştir.

Ekmeği fazla yemek, karbonhidratı fazla yedirmek marifet değil. Az, öz ama kaliteli, çocuğun yaşayacağı şekilde beslemek çok önemli. Buna annelerin çok dikkat etmesi gerekiyor. Anneler kendilerini o kadar zayıf görüyorlar ki çocuk yemek yerse tatmin oluyor. Bu çok yanlış bir yaklaşım tarzı. Çocuğa dengeli beslenmesi için doğru telkinler vermek gerekiyor.

Ekrem Altıntepe (Fatma Taş ile yapılan Ropörtaj)

Ramazan’da israfı önlemek için Gıda Bankalarını arayın!

Türkiye İsrafı Önleme Vakfı Başkanı Prof. Dr. Aziz Akgül ile genelde israf konusunu, özelde de Ramazan ayında yaşanan gıda israfı konuşmaya gittiğimizde, Aziz Bey gıda israfının “gıda bankaları” yoluyla önlenebileceğini, özellikle de Ramazan ayında bu uygulamanın çok iyi sonuçlar verebileceğini söyledi

Gıda Bankacılığı uygulaması, Aziz Akgül’ün milletvekili olarak kanun teklifini hazırladığı ve başkanı olduğu Türkiye İsrafı Önleme Vakfı’nın başlatmış olduğu ve yasalarla desteklenen bir uygulama. Gıda Bankacılığı sistemi şöyle işliyor: Gıda Bankacılığı, bağışlanan veya üretim fazlası gıda maddelerini ihtiyacı olanlara ulaştıran bir sistem. Sistem, kanunlarda şöyle tanımlanıyor: “Bağışlanan veya üretim fazlası, sağlığa uygun her türlü gıdayı tedarik eden, uygun şartlarda depolayan ve bu ürünleri doğrudan veya değişik yardım kuruluşları vasıtasıyla fakirlere ve doğal afetlerden etkilenenlere ulaştıran ve kâr amacı gütmeyen dernek ve vakıfların oluşturduğu organizasyon.”

Şirketler veya şahıslar gıda bankalarına yaptıkları gıda, temizlik malzemesi, giysi ve yakacak bağışlarının maliyet bedelini vergi beyannamelerinde gider olarak yazabiliyorlar. Bu bağışlar, KDV’den de müstesna.

Gıda Bankalarına yapılan ayni bağışların gider olarak yazılabilmesi ve bu bağışlara KDV istisnası tanınması, 5035 Sayılı Kanun’la hükme bağlanmış, usul ve esasları Maliye Bakanlığı’nın 251 No’lu Gelir Vergisi tebliği ile düzenlenmiş. İlk başta sadece gıda maddesi bağışlarına tanınan vergi istisnasının kapsamı 2004 yılında temizlik malzemeleri, giysi ve yakacak bağışlarını da kapsayacak şekilde genişletildi.

Beş yıldızlı iftarlar

Türkiye İsrafı Önleme Vakfı Başkanı Aziz Akgül, Ramazan ayında insanların çeşitli nedenlerle zengin iftar sofraları hazırladıklarını veya beş yıldızlı otellerde iftar davetleri verebildiğini belirterek “İnsanlara bunları yapmamalarını söylemek gerçekçi değil. Bunlar olacak ama bunlar olurken önemli olan orada yaşanacak israfın önlenmesidir. Eğer, bu yapılabiliyorsa, tabii ki insanlar davetler versin. Lüks iftar sofralarından el değmeyen yiyeceklerin çöpe atılması çok büyük bir israftır. Bu israf ise, Gıda Bankaları sayesinde önlenebilir” diyor.

Gerek iftar daveti sahiplerinin gerekse işletme sahiplerinin bu noktada hassas davranarak Gıda Bankalarıyla irtibata geçebileceklerini ifade eden Akgül “Masa başında tabaklardan artan değil; el değmemiş, paketi açılmamış gıdalar, Türkiye’nin değişik kentlerinde faaliyet gösteren Gıda Bankaları yetkilileriyle temasa geçilerek fazla gıdaları israf etmeden, gıdaların ihtiyaç sahibi insanlara ulaşması sağlanabilir. Ben, özellikle işletme sahiplerinin bu sistemi aktif olarak kullanmalarını tavsiye ediyorum. Çünkü israfı önlemenin yanı sıra bağışlanan yiyeceğin tutarı vergiden düşülecektir. İftar daveti sahibi kişilerin de, bu hususta hassas olmaları ve bir şekilde Gıda Bankalarıyla irtibata geçmeleri hem insanî değerler açısından hem de inancımızın bir gereği diye düşünüyorum” diye konuşuyor.

Gıda Bankacılığı Derneği

Türkiye İsrafı Önleme Vakfı, 1967 senesinde ABD’de başlayan ve bugün tüm dünyada birçok ülkede başarıyla uygulanan Gıda Bankacılığı sistemini Türkiye’de de yaygınlaştırmak için çalışmalar yapıyor. Bu amaçla, vakfın telkinleri sonrasında çok değerli bir işadamı grubu tarafından Gıda Bankacılığı Derneği kuruldu. Dernek; ilgili kanun, kararname ve yönetmeliklerle tanımlanan Gıda Bankacılığı faaliyetleri kapsamında Gıda Bankacılığı yapmak; Gıda Bankalarının faaliyetlerinin koordinasyonu, planlanması, etkinleştirilmesi ve geliştirilmesini sağlamak ve bu konuda çalışmalar yapan kişi ve kuruluşlara destek vermek ve onlarla işbirliği yapmak amacıyla kuruldu.

Türkiye İsrafı Önleme Vakfı Başkanı Prof. Dr. Aziz Akgül, röportajımız esnasında ilgili kişileri arayarak Ramazan ayında iftar sofralarından el değmeden artan gıda maddelerinin değerlendirilmesi amacıyla görüşmeler yaptı.

Akgül’ün irtibata geçtiği Gıda Bankacılığı Derneği Genel Sekreteri Uğur Uralcan, Ramazan boyunca yoğun çalışan Gıda Bankalarının isimlerini, yetkilileri ve telefon numaralarını Moral Dünyası dergisine iletti. Uralcan’ın verdiği bilgilere göre iftar sofralarında israfı önlemek için aşağıdaki kurum ve kişilerle irtibata geçilebilir. Ayrıca Gıda Bankacılığı Derneği’nin http://www.gidabankaciligi.org adresli internet sitesinden ve (0212) 334 46 25 nolu telefondan daha geniş bilgi alınabilir.

Beyoğlu Belediyesi Gıda Bankası / Sosyal Market Vakfı

Ali Koca

(0533) 920 25 68

Adapazarı Belediyesi Gıda Bankası / Toplumsal Yardımlaşma Marketi

Erkan Arık

(0554) 774 84 16

Silivri Belediyesi Gıda Bankası

Esra Hüner

(0212) 727 10 02

Türkiye İsrafı Önleme Vakfı Başkanı Prof. Dr. Aziz Akgül:

“Evdeki israfı çocuklar önleyebilir”

Sizin yaptığınız araştırmalara göre Türkiye’de israf ne boyutta?

Türkiye’de millî gelir 2012 yılına 799 milyar dolar ve biz bunun yüzde 25’ine denk gelen bir miktarını israf ediyoruz. Bu da yaklaşık 200 milyar dolar, yani inanılmaz bir miktara tekabül ediyor. Türkiye’de bu parayla refah içinde yaşayacakken birtakım ekonomik sıkıntılar çekiyoruz.

En çok israf nerelerde yapılıyor acaba?

Türkiye İsrafı Önleme Vakfı olarak israf alanlarını 4 ayrı kategoriye ayırıyoruz. Bunlardan birincisi “altın israf alanları”, yani en çok israf oranı olan yerler. İkincisi “gümüş israf alanı” ki bu da altından daha az israf yapılanlardan oluşuyor. Diğer alanlar “bronz israf alanları” ve “düz alanlar”dır.

“Altın israf alanı” derken, buralarda çok fazla israf yapıldığı için mi öyle diyorsunuz?

“Altın israf alanı”, Türkiye’de 1990’dan itibaren devam eden şekilde iç borç faizleridir. Günümüz Türkiye şartlarında bizim yurt içi kaynaklardan Hazine’ye borç vermememiz gerekir. Burada yatırımcıların o parayı yatırım yapmak ve üretmek için kullanması gerekiyor. Fakat yatırımcılar hazine bonosu alıp bu şekilde parayı değerlendirmeyi tercih edince üretim yeterince yapılamıyor. Üretim olmayınca dışarıda rekabet gücü alt seviyelerde gerçekleşiyor.

Yani en çok israf, iç borç faiz nedeniyle mi yapılıyor? Bu nasıl oluyor?

Türkiye olarak 2012 yılında yaklaşık 40 milyar TL iç borç faiz ödemesi yaptık. Bu borç olmasaydı ve bu parayı yatırım yaparak değerlendirebilseydik neler olurdu acaba? Bu durumu izah etmek için bazı örnekler vermekte fayda var. Bu parayla her biri 100 bin TL değerinde 400 bin konut yapılabilir ve böylece Türkiye’de konut sorunu ortadan kalkardı. Aynı zamanda bu parayla her birisi 300 yatak kapasiteli tanesi 25 milyon TL değerinde 1600 hastane yapılsaydı sağlık kuruluşlarındaki yetersizlikler son bulabilirdi. Aynı zamanda iç borç faiziyle 100 bin km otoyol yapılabilirdi. Böylece ülkemizin ulaşım problemi ortadan kalkarken bölgeler arasındaki alışveriş hızlanabilir ve bölgeler arasındaki kalkınmışlık farkları ortadan kalkardı.

İsraf yapmasaydık her bir ihracatçı için 150 bin TL’lik kredilerden 260 bin işletme yararlanılırdı. Mesela bu parayla yoksul kişileri girişimci yapabilirdik. Her bir dar gelirliye 30 bin TL verebilirdik. Böylece yoksullarımızı başka birine muhtaç olmaktan kurtarabilirdik. Bu sadece “altın israf alanı”nda yapılan israfın engellenmesiyle ortaya çıkan bir tablo…

Gerçekten etkileyici rakamlar. Asıl ilginç olanı bunun devlet eliyle yapılıyor olması… Peki, ikinci sıradaki “gümüş israf alanı” neyi ifade ediyor?

İkinci kategori olan “gümüş israf alanı” sosyal güvenlik sistemine aktarılan kaynaklardan oluşuyor. Dünyada 19. yüzyılda Bismarc tarafından uygulamaya konan, daha sonra değişime uğrayan sosyal güvenlik sistemleri, Türkiye’de yapılan değişikliklere rağmen, içler acısı bir durumda. Primlerden toplanan paralar sosyal güvenlik harcamalarına yetmiyor. Bunun yanı sıra vergilerden eğitime, sağlığa ve altyapıya gitmesi gereken kaynaklardan 715 milyar TL’yi bu sistemin açıklarını gidermek için kullanmaya başladık. Bu açıklar, çalışanların çok genç yaşta emekli olmasını sağlayan düzenlemeleri ve kanunları yürürlüğe koyan siyasetçiler nedeniyle oluştu.

İsrafın diğer boyutları nedir acaba?

Kamu kurumlarında gereksiz ve amaçsız yere yapılan işlem ve harcamalar, israf alanlarının “bronz” dediğimiz üçüncü kategorisini oluşturuyor. Kamu kurumlarının gece ışıklı pano kullanmasının mantığı var mı? Mesela, Türkiye İstatistik Kurumu, teknik bir kurumdur. İstatistikî araştırmalar ve anketler düzenler ve istatistikî verileri politika üreticilerinin emrine sunar. Bu tip kurumlar, doğrudan vatandaşın hizmet almak için başvurmadığı kurumlardır. Fakat Eskişehir-Ankara yolunda dev gibi bir bina üzerindeki ışıklı panoda “Türkiye İstatistik Kurumu 159. yıl” yazar. Vatandaşın bununla alakası yok. Aslında bizi bunlar pek de ilgilendirmiyor. Peki, niçin bu harcamalar yapılıyor? Devlet kurumunda buna benzer binlerce ışıklı pano görebilirsiniz. Bu ve buna benzer kamu kurumlarındaki her türlü israflar “bronz israfı alanı” olarak adlandırılır.

İlk üç sırada devlet kurumları var, şahısların yaptıkları israflar ne boyutta acaba?

Şahısları ilgilendiren “düz alan” ismini verdiğimiz israf kategorisinde; gıda, elektrik, su ve kâğıt israfları sayılabilir. Bunlar da, çok önemli ve ciddi boyutlarda israf alanlarıdır. Dünyadaki toplam su rezervlerinin sadece yüzde iki buçuğu yer altında birikiyor. Yani insanlar ancak bunlardan istifade edebilir. Ancak bu kaynakların yüzde iki buçuğunun sadece binde üçü nehir ya da göllerde bulunur. Düşünebiliyor musunuz bu oranı? Bizim ikame edilmesi mümkün olmayan su unsurunda israf yapmamamız gerekli. Özellikle küresel ısınmanın gündemde olduğu bu günlerde suyun kullanımına dikkat etmeliyiz.

Mesela, mutfakta tasarruf için yapılacakları tek tek anlatıyoruz. Her şeyi söylemek mümkün ama bu konuda dikkat edilmesi gereken noktalar aslında çok basit: İsrafın önlenmesi için gereksiz ve amaçsız yere suyla ilgili bir işlem ve harcama yapmayın. Su bize sunulan bir nimet, tabii ki kullanacağız. Ama kullanırken onu tasarrufla kullanacağız. Elimizdeki imkânlar bol olsa da, onların tüm insanlık için verildiğini bilmek gerekiyor.

Aslında evdeki israfı önlemede çocuklar da etkili olabilir. Şöyle ki: Mesela çocuklar bu ay eve gelen elektrik faturasına baksın. Diyelim ki 100 TL. Bir sonraki ay çocuklar bu faturayı tasarruf tedbirleri ile düşürmeye çalışsın. Bir sonraki ay gelecek olan fatura eğer 70 TL’ye düşürülmüşse 30 TL çocuklara harçlık olarak verilsin. Bu sayede hem çocuklara iktisat bilinci kazandırılmış olur hem de israfın önüne geçilmiş olur.

Kerem Altındağ

Moral Dünyası Dergisi

Risale-i Nur’un Kelimeleri Anlaşılmıyor Denilemez!

Risale-i Nur dersine ilk gittiğimde öğrendiğim bir cümleyi sizlerle paylaşıyorum.

Eyüp (a.s.) kıssasından birinci nükte okundu. Okuyan Mustafa Ekmekçi idi. Yanında Eyüp ağabey vardı. Rahlenin sağ tarafında oturuyordum. Yanımda da derse beni götüren Selahattin Şireli kardeş vardı. Dersi dinledikten sonra şöyle bir soru sordum. “Anlamadığımız kelimelerin manası parantez içinde yanında yazılmış olsaydı daha iyi olmaz mıydı?”
Eyüp ağabey Zübeyir Gündüzalp ağabeyden şu cümleyi aynen nakletti.
“Üstadımız bir manaya kaç kelime kullanılır öyle bir lügat yapmak istemiştir. Fakat bunu eserinde gerçekleştirmiştir. Anlamadığımız bir kelimenin eş anlamlısı ya cümle içinde veya paragraf içersinde veya konu içersinde geçmektedir. Eğer geçmiyorsa, konunun mantıki üslubundan o kelimenin manasını çıkarmak mümkündür. “
Ben de mantıkçı olduğum için lügat ihtiyacı yokmuş diye rahatladım.
Daha sonra Risale-i Nurları okudukça şunu gördüm;
Risale-i Nurda bir de ikinci tür kelimeler vardır ki, onlar Marifetullah ilminin, İman ilminin kendine has tabirleri ve terimleri olduğunu gördüm. Nasıl ki her ilmin kendine has ibareleri vardır. 

Hukuk, iktisat, tıp, bilgisayar yazılım, tekstil, sanayi vb. gibi.. Bu ikinci tür kelimelerin “Rububiyet, Uluhiyet, Tecelli-i Celaliye-i Sübhaniye gibi İlahi isim ve sıfatları ifade eden kelimelerin anlamları sonsuz bir manayı bildirir. Sonsuz bir hakikatin delillerini öğrenip tasdik etmek ve o hakikatlere olan imanımızı kuvvetlendirmek için Risale-i Nuru okumaktayız. 

Bu kelimeler için Arapçayı da bilsek o sonsuz manayı anlamış değiliz ki, Türkçesini bilmekle anlamış olalım. Zaten iman ilmi dersini öğrenmek isteyen, bu ilmin tabirlerine aşina olmak için okumaktadır. 

Marifetullah, Tevhid ilmiyle meşgul olmak isteyen kişi bu ilmin tabirlerini anlamıyorum diyemez. Zaten bu ilmi öğrenmek için o tabirlere alışması gerekir. Marifetullah ilminin, Kur’an lisanında kendine has tabirleri vardır. İşte biz bu tabirlerin hakikatlerine çıkmak için Risale-i Nuru okuyoruz.

Eğer bu tabirler olmamış olsaydı Risale-i Nur Tevhid ilmini izah etmiş olmazdı.

Risale-i Nurda deliller iki türlüdür. Yani misaller iki türlüdür. 
1. Varlık aleminden anlatılan misaller ve örnekler; zerre, hücre, bitki, hayvan, dağ, deniz, yıldız, insan vb. tüm cisimler birer misaldir.
2. Askerlik, saray, ayna misali gibi misaller vardır.
Bediüzzaman Said Nursi’nin ifadesiyle eğer misalleri anlarsak, hakikatleri tasdik edeceğimizi bize ders vermektedir.
Varlık alemindeki misaller ise tıbbın, fiziğin, jeolojinin, coğrafyanın ve uzay bilimin alanı içersindedir. İşte birinci tür misalleri kavrayanlar bu ilimleri bilenlerdir. 

İkinci tür misalleri kavrayanlar da avam halk tabakası ve çocuklardır. Demek Risale-i Nur avamdan havassa kadar İman ve Kur’an hakikatlerini insanlığın aklına ders veren bir manevi tefsir olduğu böylece anlaşılmaktadır. 

Ahmet Emin Dernekli

Risaleajans

Bediüzzaman Hayatın ve Ölümün Gerçek Manasını Hatırlattı

bediuzzaman-hayatin-ve-olumun-gercek-manasini-hatirlattiBize kendinizden bahseder misiniz? Nasıl bir ailede yetiştiniz, nasıl bir eğitim gördünüz? Neden ve nasıl İslam’ı seçtiniz?
Ben New York’ta doğup büyüdüm. Amerikan gençliğinin lüks ve konforuna ben de sahiptim. Devlet okullarında laik bir eğitim gördüm. New York Üniversitesi Washington Square Kolejinde iki yıl süreyle sosyal ilimler tahsili yaptım. Aslen Alman Yahudisi olan ailemin dini hassasiyeti pek yoktu. Ama iyi karakterli insanlar olan annemle babam çok mutlu bir yuva kurmuşlardı. Böylece, mutlu bir aile yuvasında yetiştim. Fakat yetişkinliğe doğru ilerledikçe gördüm ki, çevremdeki insanların bağlandığı değerler, idealler ve hedefler beni tatmin etmiyor. Hayatın ve ölümün mana, maksat ve istikametini anlamaya çalıştım. Kim olduğumu ve nereye doğru gittiğimi öğrenmek istedim. Bu sorularımın tatminkar cevaplarını da sadece İslam’da ve onun İlahi, ahlaki, ruhi değerlerinde buldum. Oysa günümüz Yahudi ve Hıristiyan liderleri, laiklik ve materyalizm karşısında birçok taviz vermiş durumda.
İslamı resmen 1961 ilkbaharında, New York – Brooklyn’deki İslam Misyonunda kabul ettim. Bu arada, Mevlana Seyyid Ebu’l-A’la Mevdudi ile yazışıyordum. Bir yıl sonra onun beni Pakistan’a çağıran davetini kabul ettim. Çünkü artık Amerikan toplumunun hayat tarzına daha fazla dayanamayacağımı hissediyordum. 1963 yazında da Pakistanlı bir Müslümanla evlendim. O zamandan beri Lahor’da, eşimle birlikte, orta halli bir Pakistanlı kadın olarak hayatımı sürdürüyorum.
İslam’dan önce dini bir inancınız var mıydı? O zaman nasıl bir zihin ve ruh hali içindeydiniz? İslamın hayatınıza getirdiği değişiklikleri anlatır mısınız?
İslamı kabul etmeden önceki dini inançlarım son derece karışıktı, kaos halindeydi. Ailemle birlikte, Reformcu Yahudi Mabedinden ayrılarak, İlahi temellere dayanmayan bir ahlak savunuculuğu yapan Felix Adler’in kurduğu Ahlak Kültür Cemiyetine üye olmuştum. Sonra çılgınca bir “köklerimi arama” gayreti içinde, katı bir Siyonist teşkilatı olan Mizrachi Hatzair’e  katıldım, ama birkaç  ay sonra siyonizmi reddederek, hayal kırıklığına uğramış bir halde teşkilattan ayrıldım. Bir yıl süreyle Mirza Ahmed Sohrab’ın Bahai grubuna üye oldum, ama onun da Siyonist bağlantılarını görüp iğrenerek oradan da ayrıldım.
İslamla yoğun bir şekilde ilgilenmeye başladım, ama ailemin beni vazgeçirmek için ellerinden geleni yapması sebebiyle, din olarak İslamı seçmem gecikti. Evdeki bu dahili çatlama sinirlerimi harap etti ve iki yıldan fazla bir süreyle hastanede kaldım. Çıktıktan sonra, gerçek bir Müslüman olmaya karar vermiş haldeydim. Ailem beni böyle kararlı görüp, ancak bu yolla saadet ve sükunete kavuşabileceğimi anlayınca karşı çıkmaktan vazgeçti ve beni kendi hayatını seçme kabiliyetine sahip bir yetişkin olarak görmeye başladı.
Amerika’da hiç tesettürlü bir hanım görmememe rağmen, olabildiğince, başkalarının dikkatini üzerime çekmeyecek şekilde giyinmeye çalıştım. Dışarı çıkarken etekleri ve kolları uzun elbiseler giydim, başımı örttüm. Önceden ebeveynimin ve kızkardeşimin ısrarıyla kullandığım ruj ve güzellik malzemelerini tamamen terk ettim. Erkekler karşısındaki tavrımı yeniden düzenledim ve sınırladım. Düzenli olarak namaz kılmaya, namazda sureleri Arapça asıllarıyla okumaya ve Ramazan orucunu tutmaya başladım. Alkollü içkileri, domuz etini ve domuz etinden yapılmış yiyecekleri terk ettim.
İslam’da ailenin yerini nasıl görüyorsunuz?
İslam kültür, medeniyet ve cemiyetinin temeli olan ailenin önemi üzerinde ne kadar durulsa azdır. Şunu da belirteyim ki, kasdettiğim aile, modern hayatın “çekirdek” ailesi değildir, geniş ailedir. Ailenin çözülmesi, toplum ve medeniyetin tahribi demektir. Günümüzde sözde “gelişmiş” Avrupa ve Amerika ülkelerinde yaşanan hadise budur. Müslümanlar inançlarımızın ve toplumlarımızın ayakta kalmasını istiyorlarsa, aileyi zayıflatıp tahrip etmeye çalışan “modernizm” güçlerine, bütün kuvvetleriyle karşı koymalıdırlar.
Sizce, İslam’da kadının yeri nedir?
Batıda kadın erkeğin rakibi olarak görülürken, İslam’da tamamlayıcı ve yardımcıdır. Bu, kadına saadet, sükunet ve gönül huzuru verir.
Kadın gerçek saadete nasıl erişebilir?
Erkek için olduğu gibi, kadın için de yegane gerçek saadet, İslamın prensiplerini samimiyetle ve kalben inanarak yaşamasındadır. Bu prensipler kadına Allah’la ve diğer insanlarla irtibatında barış ve huzurlu bir hayat verir. Keza mesut bir evlilik, sakin ve sevgi dolu bir aile hayatı da bu prensiplerin bir neticesidir.
Yeni Asya

Ahir zaman Müslümanı farklı olmalı!

Prof. Dr. Nevzat Tarhan, bir toplumun kaliteli yaşam standardının yükselmesinin sadece ekonomik göstergelere bağlı olmadığını belirterek “Eğitim seviyesi de çok önemlidir. Çünkü ekonomik göstergelerden sonra insanların kaliteli yaşamı istemesi eğitimle alakalıdır.” dedi.

Moral FM’de Sabah Gündemi programına konuk olan Üsküdar Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Nevzat Tarhan, Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) Kaliteli Yaşam Endeksi’inde Türkiye’nin en son sırada olmasını değerlendirdi. Prof. Dr. Tarhan, Türkiye’nin ekonomik yapıya göre gelir yapısında en üst seviyeye çıktığını kaydederek, “OECD ülkeleri içinde Türkiye’nin hayat standarttı bakımından en alt seviyede olması anlamlıdır. Çünkü Türkiye dünyadaki birinci lig ülkeleri arasında sonuncudur.” yorumunu yaptı. Prof. Dr. Tarhan, hayat standartlarının yükselmesinin o toplum içinde yaşayan insanların bunu istemesiyle mümkün olacağını ifade ederek eğitim konusuna şöyle değindi: “Eğitim seviyesi yüksek olan ülkelerde insanlar yaşam seviyesini yükseltmeye başlarlar. Şuan Türkiye’de eğitim seviyesi lise düzeyinde. Üniversite okuma oranı artınca insanların hayat standardı da artacaktır. Çünkü daha kaliteli bir yaşam isteyeceklerdir. Yalnız bununla birlikte o gençlere değer eğitimi de vermek gerekiyor. Eğer bu eğitim verilmezse bu sefer farklı sorunlar ortaya çıkar. Kısacası eğitim seviyesini Türkiye yükseltmedikçe bu sorunu aşamaz.

Genç kuşaklara kaliteli yaşamla birlikte bu dünyanın bir misafirhane olduğunu da öğretmenin çok önemli olduğunu vurgulayan Prof. Dr. Tarhan, “Yeni kuşakları elimizde tutmamız için bizim onlara dünyanın bir misafirhane olduğunu, ama bunun yanında kaliteli yaşamasını da öğretmemiz gerekiyor. Onları tamamen bu dünyadan soyutlayıp ‘bir lokma bir hırka’ ile olmaya davet edersek bu çağdan koparlar ve o insanları kaybederiz. Çünkü ahir zaman Müslümanı farklı bir Müslüman olmalı.” diye konuştu.

OECD KRİTERLERİ
OECD, endeksi hazırlarken ülkeleri konut, gelir, iş imkanları, toplum, eğitim, çevre, şeffaflık, sağlık, hayat memnuniyeti, güvenlik ve iş-özel hayat dengesi kriterlerinde değerlendirdi. Endeksin hazırlanmasında kullanılan 11 kriterin tamamı göz önüne alındığında Türkiye Brezilya, Şili ve Meksika’nın ardından sonuncu oldu. Listenin en üst sırasında ise Avustralya yer aldı.

Moralhaber.net