Kategori arşivi: Röportajlar

Aklın sınırlarında kaybolan bilim adamları!

Op. Dr. Kemal Tekden, ilahi vahiyden yoksun olan bilim adamlarının dünyayı kıyamete götürdüğünü savundu. Tekden, “Bilim adamları da filozofların yaptığı gibi ‘Akılla her şeyi çözebiliriz’ sanıyorlar. Ama hiçbir şeyi çözemiyorlar. Sadece akıl ve gözlemle bir yerlere ulaşabileceklerini düşünüyorlar. Ama Allah’ın önlerine koyduğu normlar var. Adeta nirengi noktaları. Yol gösterici taşlar. Bunları bilmeyince mutlaka sapkınlığa düşüyorlar. Bilim insanlara çok büyük faydalar getirirken diğer yandan da zararlar açıyor.” dedi.

Moral FM’de Sabah Gündemi programına katılan Tekden Grup Yönetim Kurulu Başkanı Op. Dr. Kemal Tekden, İnsanın Sırrı kitabını neden yazdığını anlatarak akılın sınırlarında kaybolan bilim adamlarının insanları nasıl bir felakete götürdüğünü anlattı. 20 yıldır bu alanda yaptığı çalışma ve verdiği konferanslar sonucunda kitabının olgunlaştığını belirten Op. Dr. Kemal Tekden, insanı bütün yönleriyle ele alırken görüşlerini dinler, felsefî görüşler ve bilimsel gelişmelerle desteklediğini vurguladı.

Şu anda beyin üzerine bütün dünya çalışıyor. Bilim adamları ‘Şu anda beyin hakkında söylediklerimizi gelecek sene inkâr edebiliriz’ diyorlar. Bütün organların beyinde bir merkezi var. İlginç bir şeydir. Bunları idare eden merkez bulunamadı.” ifadesini kullanan Kemal Tekden, “Bizim gibi düşünmediği için bilim adamları ‘Beyin üstü bir güç var. Biz daha tespit edemedik’ diyor. Tabii bu bize göre ruhtur.“ diye konuştu.

Tekden, açıklamalarına şöyle devam etti: “Bilim adamlarının söyledikleri bir söz vardı: Beyin bilgisayara benzer. Ama şimdi bunun böyle olmadığı anlaşıldı. Dünyanın en büyük beyin cerrahı olan Prof. Gazi Yaşargil diyor ki; Bilgisayar iki boyutludur. Beyin ise on bir boyutludur. Biz bunun sadece dört boyutunu; onu da kısmen biliyoruz, diyor.

Beyin üzerine ne kadar çalışırsak çalışalım beynin fonksiyonlarını öğrenecek değiliz. Buradan şu noktaya gelebiliriz. Bilim çok büyük çalışmalar yapıyor ama bir noktada yanlış yapıyorlar. Filozofların yaptığı gibi ‘Akılla her şeyi çözebiliriz’ sanıyorlar. Ama hiçbir şeyi çözemiyorlar. Filozofların birçoğu intihar etmiştir. Mesela Nietzsche. Psikoza girip intihar etmiştir. Üstün zekâlı dahi insanlar intihar ediyor. Neden? Hayatlarında bir şey eksik: Vahiy.

Burada bilim adamları ve filozoflarda sadece aklı ve gözlemle bir yere ulaşabileceklerini düşünüyorlar. Ama Allah’ın önlerine koyduğu normlar var. Adeta nirengi noktaları. Yol gösterici taşlar. Bunları bilmeyince mutlaka sapkınlığa düşüyorlar. Bilim insanlara çok büyük faydalar getirirken diğer yandan zararlar açıyor.”

İnsanlar için üç türlü konuşa biçimi olduğunu belirten Tekden, “Eğer siz gönlü devreye sokmazsanız insanlık dışı bir duruma düşüyorsunuz.” diyerek şunları kaydetti: “O yüzden ben gençlere şunu tavsiye ediyorum. Üç türlü konuşma vardır. Birincisi insanın duyduğu her şeyi anlatırsa bu gıybettir, dedikodudur. Lanetlenmiştir bizim inancımızda. İkincisi akıl süzgecinden geçirirsiniz. Akılı bir söz olur. Güzeldir, faydalıdır ama bir şeyi eksiktir.

Üçüncüsü ise gönülden de kalpten de geçirmek gerekir. İnancın, aşkın merkezi olan gönülden de geçirmeniz lazım. O zaman inanılan bir söz olur. Heyecan verir insanlara. Yol açar ufuk sahibi yapar. Şimdi gönül o kadar geniştir. İnsanı yücelten ruha ait bir gönüldür. Nefis, insanı aşağılara çeker. Nefs-i Emmâre dediğimiz durum insanı insanlıktan çıkarır.

Batılılar bunlardan bir iki hal yukarı çıkabilmek için çok gayret gösteriyor. İslam dünyasını, İslam Fikriyatını atlayarak Uzak Doğu’ya gidiyor. Maneviyat boşluğunu yok etmek için. Yoga, Raiki gibi bir şeyler öğrenerek kendilerini metafizik dünyaya açmaya çalışıyorlar. Oysa İslam’da bunun çok ötesi var.

Burda bizim hatamızda var. Onların da önyargıları var. Önyargı akıl tutulmasına neden oluyor. Burada bizimde hatamız. İslam’ı tam olarak anlatamıyoruz. İslam’ı en üst seviyede anlatacak bilim adamları ve fikir adamları ortaya çıkaramıyoruz Batı’ya veya Dünya’nın farklı ülkelerine. “

Moralhaber.Net

Risale-i Nur Eğitimi Profesör Yapıyor

cantaci.necmi.abi.1Çantacı Necmi Ağabey… Kendine has üslubu ile ömrünü hakikat nurlarını anlatmaya adayan ve yetmiş beşini devirmesine rağmen dur durak bilmeyen bir gönül eri ve bir Nur Talebesi… Kamuoyu onu “ahret yok” diyen Şinasi’ye “Şinasi! Oğlum be, doğru sen de yoktun, eskiden bir ‘ıspanaktın’ sonra oldun kocaman Şinasi!…” deyip internette tıklanma rekoru kıran videosu ile tanıdı.

Nurları ilk tanıdığında o kadar aşkla-şevkle bağlanmış ki Çantacı ağabey; arkadaşları hapse girdiklerinde kendisi giremediği için savcılığa “ben de nurcuyum, beni de içeri alın” diye kendisi hakkında suç duyurusunda bulunmuş!

1937 yılında İzmir’in Urla ilçesinde başlayan ve hala devam eden bir hayat serüveni var. Bu koca yılların içine o kadar çok şey sıkıştırmış ki, “Risale-i Nurlarla tanıştığımdan beri camilerde, kahvehanelerde, sinema salonlarında kısacası meyhane hariç her yerde nurları anlatıyorum” diyor.

Çantacı ağabey Risale-i Nur derslerini yaparken dinleyenleri hem güldüren hem de düşündüren bir özelliği var.”Ders yaparken nelere dikkat ediyorsunuz?” şeklinde sorduğumuzda “Nur Talebeleri Risale-i Nur’a ayna olmalı, perde olmamalıdır, havastan çok avamın anlaması daha önemli, dersleri neşe ve coşku içinde yapıyorum” şeklinde cevap veriyor.

Sohbetimiz çok sıcak bir havada geçiyor. Zaten o kadar çok yolculuk yapıyor ki, güçlükle zamanı ayarlayabildik. Zira sohbetimizin akşamı Hatay’a, sonra Sakarya’ya daha sonra Erzurum ve Bayburt’ta, daha sonra ise Kıbrıs’a gidecek. Çeşitli üniversitelerde de konferanslar veriyor. Her anı, her dakikası dolu bir insan…

Geçen sene Ahmet Altan’la olan “odun ve meyve” muhabbetini sormadan da geçemedik. Altan için “Allah onu hidayet nuruyla şereflendirsin” diyor.

“ALLAH ALLAH! BU ADAM BENİ ANLATIYOR”

Risale-i Nur’larla ilk tanışmanız nasıl oldu, kimler vesile oldu?

Gençlik dönemimde bir takım sıkıntılar içindeydim, vesveseler adeta beni esir almıştı. Birçok yere müracaat ettim, tarikatlara girdim, belki faydası olur diye ama aradığımı bulamadım. Bir gün bir kardeşimiz bir ağabeyimizin evinde (Mustafa Birlik-Allah rahmet eylesin) Risale-i Nur dersinin olduğunu söyledi ve oraya gittik, tabi çok heyecanlıydım. Odaya girdiğimizde, bir kardeşimiz hiç unutmam Sözler’den vesvese bahsini okuyor. Bağıra bağıra “Ey vesveseli adam; bilir misin vesvesen neye benzer?…” diye okuyor.  Allah Allah! dedim, bu adam beni anlatıyor. İlk tanışmam böyle oldu.

Hangi tarihlerdi?

İzmir’de 1965 yıllarıydı.

“AŞKLA ŞEVKLE OKUYORUM, GECE-GÜNDÜZ OKUYORUM”

Peki daha sonra hizmetleriniz nasıl inkişaf etti, neler yaptınız?
Tabi ben o dersten sonra gidip gelmeye başladım ama o dönemde kitap bulamıyorduk. Erzurumlu kahraman ağabeyimiz Muzaffer Arslan kitap işlerine bakıyordu. Ondan Sözler ve Tarihçe-i Hayat’ı aldım ve doğru dükkanıma gittim. Aşkla şevkle okuyorum, gece-gündüz okuyorum, gelen müşterilere bile bakmıyordum.  O günden beri okuyorum.

“DÜKKÂNIMI ON BEŞ GÜNLÜĞÜNE KOMŞUYA BIRAKIR URFA’YA MEVLİD’E GİDERDİM”

Risale-i Nurlarla tanışmak sizi mutmain etti mi, aradığınızı buldunuz mu?

Tabi ki. Dükkânımı bile bırakıp okumaya gidiyordum.  Cumartesiden gider, salıya kadar gelmezdim, yeğenim Sedat’a bırakırdım. O kerata da açmazdı (gülerek.) Bazen on beş gün boyunca komşuya bırakır, Urfa’ya Üstad’ın mevlidine giderdim.  Bunlarla birlikte daha dört-beş ay geçmemişken konferanslar vermeye başladım.

Nerede konferans veriyordunuz?

Kahvehanelerde, açık hava sinemalarında, gittiğim her yerde bu hakikatleri anlatmaya başladım. Mesela Denizli’ye gittim. Beraberimizde kitaplar da götürdük.  Kahvehanelerde bağıra bağıra anlatırken kardeşlerimiz de ellerinde Meyve Risalesi ile “hocanın okuduğu kitap” deyip dağıtıyorlardı.

“RAHMETLİ SUNGUR AĞABEYLE ÇOK BULUNDUK”

Üstad’ın talebeleri ile görüşebildiniz mi? Kimlerle diyalog içindeydiniz?

Tahiri Mutlu, Mehmet Feyzi, Ahmet Feyzi ve Bayram Yüksel ağabeylerle sık sık görüşürdük. Evime ve dükkânıma misafir ederdim. Allah onlardan razı olsun. Rahmetli Sungur ağabeyle çok bulunduk. Bir keresinde Hacca gitmiştik. Medine-i Münevvere’de hep Mektubat’ı okutturuyordu bana.  Araplar gelip bizi dinliyordu.

“KENDİMİ SAVCILIĞA ŞİKÂYET ETTİM”

Risale-i Nurları tanıdığınız dönemlerde hükümetten baskı var mıydı?

Vardı. Ders okuduğumuz yerler hep gözetiliyordu.  1971 yılında ise aralarında Mustafa Birlik, Fethullah Gülen, Gültekin Sarıgül ağabeylerin olduğu elli dört kişilik grup hapse girdi.

Siz var mıydınız o grupta?

Ben yoktum. Giremediğim diye üzüldüm. Hatta Fethullah hoca haber gönderiyordu “Necmi kardeş İzmir’de durmasın. Ondan da bahsediyorlar, onu da alacaklar” diye.  Ben de alacaklarsa alsınlar, zaten o kadar kardeş içerde ben de girmek istiyorum dedim. Sonra da aldım çantamı gittim savcılığa kendimi şikâyet ettim. Ben “nurcuyum, bu kitapları okuyorum, dağıtıyorum, beni de içeri alın” dedim. Almadı, “seni şahit göstereceğim” dedi. Ve mahkemede şahit olarak bulundum.

“ANNEM VEFAT ETTİKTEN SONRA HAPSE GİRDİM”

Hapse hiç girmediniz mi?

Rahmetli annem hayattayken “aman oğlum dikkat et, Allah korusun, Allah korusun” derdi. Hiç girmedim.  Ama vefat ettikten sonra evimde ders yaparken evimi bastılar ve beni alıp götürdüler. Birkaç ay hapiste yattım. Çıktım, daha sonra bir gün dükkânımda ders yaparken bastılar, yine yattım, yine çıktım. 12 Eylül’ün ertesi günü yine evimi bastılar, yine girdik birkaç ay kaldık yine çıktık elhamdulillah! (gülerek) Bugünlere geldik.

“HER RİSALE MAKAMINDA BİRİNCİDİR”

Risale-i Nur’da sizi en çok etkileyen bahis nedir? En çok hangi risaleyi okuyorsunuz?

Risale-i Nur’un her tarafı insanı etkiler! Hani Üstadımız der ya “şu risale birincidir, ötekine baktım sonra dedim her risale kendi makamında birincidir.” Tuz birincidir, yerine göre; ekmek birincidir yerine göre… Risale-i Nur’un her tarafı beni etkiliyor ama ilk okuduğumda beni en çok etkileyen birinci söz oldu. “Her bir ağaç bismillah der…” bahislerini okuduğumda Allah Allah dedim, acayip oldum yahu (gözyaşları içinde.) Hakikaten ağaç Bismillah demese nasıl meyve verecek?

“NUR TALEBELERİ RİSALE-İ NUR’A AYNA OLMALI, PERDE OLMAMALI”

Bütün Türkiye sizi esprilerinizle tanıyor. Özellikle internette Şinasi ile ıspanak muhabbetiniz çok tıklanıyor. Nurları anlatırken esprili bir üslupla hem güldürüyorsunuz hem de düşündürüyorsunuz. Ders yaparken nelere dikkat ediyorsunuz?

Benim metodum şudur: Bakarım cemaatin içinde yeni gelenler veya göze çarpanlar var mı? Bir kişi olsa bile dersi sırf onun için yaparım. Diğerleri zaten dinliyor ve biliyor. Ama onların seviyesinde ders yapmaz ve soğutursanız gider. “Gittim bir şeyler anlattılar ama hiç birşey anlamadım” der ve siz de mesul olursunuz.  Üstadımız da diyor ya, “ders avama göre yapılır. Havas zaten dersini alır. Havasa göre yaparsan avam dersini alamaz ona haksızlık etmiş olursunuz.”

Ayrıca söylediğiniz hakikatlerin açık ve net olması lazım. Mesela kardeşlerden biri ders yapmış. Birinci reşha, ikinci reşha… Yeni gelenlerden biri de bunu “Reşat” anlıyor, demiş “bunlar hep Reşat’tan bahsediyor, niye Fatih’ten bahsetmiyorlar.” Bu doğru değil. Bizim için bir ayıptır yahu. Ne diyor Üstadımız: “Mukteza-i hale mutabakat belağatın tarifidir.” Yani kişinin seviyesine ineceksin. Nasılki Kur’an’ı Kerim bizim seviyemize iniyor. Koskoca ineği gösteriyor bize. “Bakın size bu inekten kan ve gübre arasından safi sütü veriyorum” diyor. Onun için Nur Talebeleri Risale-i Nura ayna olmalı, perde olmamalıdır.

BEN DERS YAPARKEN “YA RABBİ! BENİM BİLGİLERİMİ ONA DA VER” DİYORUM

Her dersin izahlı olması mı gerekiyor?

Tabi ki değil. Risale-i Nur’un izaha ihtiyacı yok! Fakat gelen adamın izaha ihtiyacı var. Bazı kardeşler diyor. İzah etme! Kardeşim, belki senin izah etmeye kabiliyetin yok, beceremiyorsun, sen etme. Bu çok yanlış. Ben ders yaparken “Ya Rabbi! Benim bilgilerimi ona da ver” diyorum.

Üstadımız hakikatleri anlatmak için hamalların kahvehanesine giriyor. Biz her yerde nur anlatacağız hem de bangır bangır. Nane şekeri satan biri her yerde otobüste, trende, sokakta her yerde nane şekerini satmak için durmadan bağırıp adeta “fenafinnane” olmuş. Biz de her yerde bu hakikatleri anlatıp “fenafinnur” olacağız.

“RİSALE-İ NUR EĞİTİMİ ALMANIZ SİZİ PROFESOR YAPIYOR ZATEN”

Son zamanlarda üniversitelerde birçok konferans veriyorsunuz. Sizi akademik kariyer yapmış bir hoca mı biliyorlar? İlkokul mezunu olduğunuzu inanıyorlar mı?

Efendim, bize araştırmacı diyorlar. Biz araştırıyoruz, sürekli. Birçok üniversitede tanımadığım halde davet alıyorum Rektörlükçe. Orada gençlere anlatıyorum, konumuz da “İnsan ve Kâinat” oluyor. Risale-i Nur eğitimi almanız sizi profesör yapıyor zaten. İlkokul mezunu olmak bir kıstas değil.

“ALLAH AHMET ALTAN’I HİDAYET NURUYLA ŞEREFLENDİRSİN”

Son olarak Ahmet Altan’la bir görüşmeniz oldu ve bu görüşme sonrasında Altan Taraf gazetesindeki köşesinde ziyaretinizi konu aldı. Günlerce konuşuldu. Görüşmeniz nasıl vuku buldu, kısaca anlatır mısınız?

Ahmet’in kardeşi Mehmet Altan’ı önceden tanıyorum. Bir gün telefon açtım. Ondan bahsettik yanımda deyince telefonu ona verdi. Konuştuk, sizi ziyaret etmek istiyorum dedim. O da tabi olur dedi. İstanbul’a geldiğinde yanına gittim. Bizi sıcak bir şekilde karşıladı. Dedim Ahmet Bey; Allah bizi odunlarla besliyor. Şöyle baktı: “Nasıl odunlarla besliyor?” dedi. Dedim “Elma ağacı bir odundur, ama dalından elmalar geliyor. Bu odun bizi bilmez, tanımaz. Elbette elmayı odunla gönderen Rabbimizdir.” Sonra düşündü; arakladım bunu, yazacağım dedi. Ertesi gün Taraf gazetesinde “Odundan meyve” başlıklı yazı yazdı. Allah onu hidayet nuruyla şereflendirsin.

Ömer Çelebi / Risale Haber

Risale-i Nur için idamla yargılandık ve beraat ettik!

Yıllarını Risale-i Nur hizmetine adayan ve ölüm pahasına da olsa hizmet etmekten geri adım atmayan Selahattin Uğur ağabeyin herkesçe sevilen ve nurani bir siması var. Yaşının ilerlemesine rağmen çalışmaktan, hizmet etmekten geri kalmıyor. Uzun yıllar kendini Alibeyköy’de Kur’an ve İman hizmetleri için de vakfetmiş Selahattin Uğur ağabey… “Baskı ve zulümlerden korkmuyor muydunuz?” şeklinde sorduğumuz zaman; “Hayır, asla. Bayram Yüksel ağabey bize korkmamamız için öyle teselliler verirdi ki, hala onu hissediyorum ve ölüm pahasına da olsa davamızdan vazgeçemezdik” diyor.

Sungur ağabey için de gözyaşlarını dökerek: “Boşluğu doldurulmayacak değerli bir ağabeyimizdi. Ailece birbirimizle sıkı bağlarımız vardı. Merhumun kızı ile benim kızım aynı medresede eğitim aldılar. Allah Cennet-ül Firdevs’e idhal etsin” diyor.

Selahattin Uğur ağabeyin 1942 senesinde Edirne’nin Keşan ilçesinde başlayan ve tam altmış yıldır da İstanbul’da devam eden bir hayat hikâyesi var. Sohbetimize bundan tam 45 sene evvel yani 1968’de Risale-i Nurları hangi vesilelerle tanıdığını sorarak başladık. Manevi boşluktayken bir çay sohbeti ile hayatı değişiyor. İstanbul’da yaşanan sıkıntılara da değinirken, gençlere de önemli tavsiyelerde bulunuyor.

“RİSALE-İ NUR’U İLK KEZ ÜÇ ŞEHİTLER CAMİSİ MÜEZZİN’İN EVİNDE DİNLEDİM”

Risale-i Nurlarla nasıl müşerref oldunuz, kimler size vesile oldu?

Biz gençlik yıllarımızda manevi boşlukta hissediyorduk kendimizi. Sonra bir yere intisap edelim arzu ettik. 1968 senesinde bazı tarikatlara müracaat ettik. Fakat bir türlü o manevi havayı bir yerlerde bulamıyorduk. Bir nebze siyasi atmosfere idhal olup faydalanırız niyetiyle girelim dedik. Fakat oradan da tam istediğimizi alamayınca iyice bunaldık. En son bizim Bigalı Nurettin Koyuncu diye bir meslektaşımız vardı. Onunla beraber çalışıyorduk, o namaz kılarken uzun tesbihatı yapıyordu, ben bilmediğim için garip garip seyrederdim. Bir gün bana “gel seni bir yere çay içmeye götüreyim” dedi. Tabi ben de çok meraklıydım ve heyecanlıydım. Yıllardır aradığım ve beklediğim yeri ziyarete gidecektim. Daha sonra Eyüp Sultan’da Üç Şehitler Camisi müezzini Lütfi Karaca diye bir ağabeyin evine gittik. İlk Risale-i Nur dersini orada dinledim. İkinci dersi de Mustafa Kavurmacı ağabeylerin Fatih’teki yerine gittik. O tarihten beri Risale-i Nur’un dairesi içinde meşgulüz.

“BİRÇOK AĞABEYLE SIKI İRTİBATIMIZ OLDU”

Daha sonra hangi ağabeyleri tanıdınız?

O dönemde İstanbul’da şimdiki gibi her köşede dershaneler yoktu. Belli yerlerde vardı. O yüzden İstanbul’a gelen ağabeyleri kolayca görme imkanımız oluyordu. Bayram ağabeyden tutun bütün o dönemde yaşayan ağabeylerle aynı mekanlarda bulunduk.

Ayrıca ticaret yapmak için sürekli İzmir’e giderdik. Yolda önce Akhisar’a gider önce Şahin hocayı ziyaret ederdik. Sonra dönüşümüzde eğer Ankara’dan gelirsek illaki Bayram ağabeyi ziyaret ederdik. Bizi misafir eder akşam derse götürürdü. Daha sonra bu ağabeylerle sıkı irtibatımız oldu.

İstanbul Gedikpaşa’da ayakkabı imalatı ile uğraşıyorduk. Sağolsun Sungur, Bayram, Ali Uçar, Muzaffer Arslan, Mahmut Allahverdi, Abdulvahit ağabeyler sürekli iş yerimize uğrarlardı. Hepsi ile sıkı diyaloğumuz oldu.

“ALİ UÇAR AĞABEY’İ ALTINCI KARDEŞİMİZ BİLİRDİK”

Ali Uçar ağabeyle nasıl hatıranız var?

Ali Uçar ağabey de benim biraderlere vesile oldu. Nurlara öyle bir sahiplendiler ki Ali uçar ağabeyin fedaisi hükminde yurtdışı gezilerine, her yerde ona zemin hazırlıyordu. Ali Uçar abi bizi çok sever bize “Uğurlar” derdi. O yüzden biz Ali Uçar ağabeye altıncı kardeşimiz bilirdik. Her gidiş-gelişinde validemin elini öpmeye gelirdi.

Peki hizmetle iştigaliniz hep dışarıdan gelip dershaneleri ziyaret etmek şeklinde miydi? Yoksa bire bir dahil oldunuz mu?

Ailem vefat edince boşta kalmamak için kendimi dershaneye vakfettim. Tam on iki yıl boyunca Alibeyköy’de Celal Tetiker ağabeyle kaldık. Hizmet ettik. Rabbime hamd-u senalar olsun.

“ÖYLE İNANMIŞTIK Kİ ÖLÜM PAHASINA DA OLSA DAVAMIZDAN VAZGEÇEMEZDİK”

Malumunuz hizmet ettiğiniz dönemlerde anarşi ve terör had safhadaydı. Nur talebeleri bunlardan çok etkilendi. Siz ne sıkıntılar yaşadınız?

Nur talebeleri ağabeyler gibi biz de baskı ve zulmü gördük ve yaşadık. 1980 döneminde ticaretle uğraşırken Manisa Alaşehir’e gitmiştik. Akşam orada dershanede kalmaya niyetlendik. Akşam çay içerken dershaneye bir baskın oldu. Bizi karakola götürdüler ve on iki gün boyunca her gün karakolda nezarette kaldık. Daha sonra Manisa ağır cezaya sevk edilerek idamla yargılandık.  Sekiz boyunca Manisa ağır ceza mahkemesinde yargılandık. Hakim bize “Siz niye bu örümcekleşmiş kitapları okuyorsunuz, başka kitaplar yok mu?” diye soruyordu. Tabi verdiğimiz tatmin edici cevaplarla da olsa gerek idamla yargılandığımız davada beraat ettik.

Korkmuyor muydunuz?

Hayır efendim. Öyle inanmıştık ki ölüm pahasına da olsa davamızdan vazgeçemezdik. Bayram ağabey bize öyle teselliler verirdi ki, hala onu hissediyorum. “Kardeşler korkmayın, size bir şey yapamazlar. Risale-i Nurlar yasaklanamaz. O dünyanın kanun-i esasisi olacak” derdi rahmetli.

“İSTANBUL’DA ÇOK AZ SAYIDA DERSHANELER VARDI”

O dönemde İstanbul’un durumu nasıldı, dershaneler çok muydu?

O dönem sıkıntılı bir dönemdi, şimdiki gibi her tarafta dershane yoktu. Belli yerlerde az sayıda vardı. İstanbul’da evvelden Hilal ve Fakülte dershanesi vardı. Daha sonra Suffa kuruldu. Göztepe’de Demirci Hoca’mın kaldığı dershane vardı, oraya gidiyorduk. Yani böyle her mahallede dershane yoktu.

Hangi ağabeyler vardı?

Bahçelievler’de Şahin Hocam, Abdulvahit ve Ali Uçar ağabeyler vardı. Fatih’te bugün hala devam eden Nurtaşı vardı. Orda da Mehmet Fırıncı, Mehmet Birinci ağabeyler, Mehmet Kağan, Mehmet Karasan kardeşler vardı. Dediğim gibi çok az sayıda yerimiz vardı. Mustafa Kavurmacı ağabeylerin evi bildim bileli dershane olarak kullanılırdı.

“GAZİOSMANPAŞA’DA MÜLK DERSHANEMİZ OLDU”

Dershanelerin açılamamasının sebebi neydi, maddi sıkıntılar mı?

Hayır, Nurcu olduğumuzu öğrenince bize ev vermiyorlardı. Olan yerlerde de korka korka ve tek tek giderdik. Birimiz kapıda bekler, sırayla içeri girmesi için beklerdi. Ama nasip oldu Elhamdulillah, Gaziosmanpaşa’da mülk dershanemiz oldu. Açılışında Bayram ve Sungur Ağabeyler de vardı. Çok hizmetler inkişaf etti orada. Orada yetişen talebelerimiz şimdi önemli mevkilere gelmişler hizmet ediyorlar Elhamdulillah.

“RİSALE-İ NUR’U GÜN GELECEK DÜNYA OKUYACAK”

Peki o döneme kıyasla zor şartlarda yaptığınız hizmetlere binaen şimdi dünyanın çeşitli ülkelerinde dershaneler açılmış, ne hissediyorsunuz?

Biz onu düşünmekten ziyade Üstadımızın yaşantısına baktığımız zaman talebeleri yazarken üç-beş kişi varmış etrafında. Talebelerine “siz merak etmeyiniz gün gelecek bunu bütün dünya okuyacak” diyormuş. Bayram ağabeyin aklından geçmiş “biz beş kişiyiz burada, altıncı kişi yok nasıl dünya okuyacak?” Üstad şakadan ensesine vurmuş, “Keçeli kıyamete kadar gelecek nur talebelerini sayabilirim ve bir gün gelecek bütün kainat okuyacak” demiş. Biz bunları Bayram ağabeyden dinleyince zaten zerre kadar kalbimize şüphe gelmedi. Nitekim de Elhamdulillah bugün her tarafa gitti.

“KUR’AN SEVDASI BAYRAK YARIŞI GİBİDİR, BAYRAK KİMDE İSE ONU BIRAKMADAN İLERİYE KOŞACAK”

Şimdiki gençlerden beklentiniz nedir? O kadar zor günler geçirerek hizmeti bu noktaya getirdiniz, onlara ne tavsiye ediyorsunuz ve ne bekliyorsunuz?

Genç kardeşlerimiz önceden çekilen sıkıntıları görmedikleri için, hizmetin buraya kadar nasıl geldiğini çoğu bilmiyor ama inşallah öğrenecekler. Çok zor şartlarda ölmekler pahasına buraya geldi. Risale-i Nurlar insan için temel gıda gibidir. Risale-i Nurları okuyan insanlar bunu yaşıyorlar ve ifade ediyorlar. Yani maddi manevi hayatlarındaki terakkiye medar oluyor. Bunun için bu eserlere sahip çıkıp, hayatlarını onların ekseninde birleştirip büyük başarılara ulaşacaklarına inanıyorum. Kur’an sevdası bir bayrak yarışı gibidir, bayrak kimin elinde ise onu bırakmadan ileriye koşacak. Gençlerden de gelecekte bu hizmete talip olmalarını ruh-u canımızla bekliyoruz.

Röportaj: Ömer Çelebi-RisaleHaber

Beynel Milel Bir Okul: “Bir Bediüzzaman Projesi”

Said Nursi “Medresetüzzehra” projesiyle, Osmanlının son döneminde üç ayrı eğitim kanalı olarak yürüyen mektep-medrese-tekke üçlüsünün ortak bir potada buluşturulmasını öngörerek, tevhid-i tedrisatı ilk gündeme getiren kişi olmuştu.

Ama cumhuriyet döneminde öğretim birliği ilkesi, medrese ve tekkelerin kapısına kilit vurup, okullarda da din eğitimini tamamen kaldıran bir anlayışla uygulandı.

Bu durumun, günümüzdeki ilerici-gerici, laik-anti laik gibi ikilem ve gerilimlerdeki rolünü değerlendirir misiniz?

 Said Nursi’nin dinle bilimi kaynaştıran yaklaşımı esas alınsaydı bu gerilimler yaşanır mıydı?

Medreselerin, İslam’ın ilk asırlarında son derece dinamik kurumlar iken giderek durağanlaştığı, dogmatik ve içine kapalı bir yapıya büründüğü malumdur.

Özellikle Osmanlı’nın son dönemine gelindiğinde, medreseler modern bilimlerden tümüyle izole, tekrar ve ezbere dayalı tutucu kurumlar halindeydi. Bediüzzaman, bu problemi gördü ve çözümü de medreseleri reforme etmekte, onları modern bilimle tanıştırmakta gördü.

                                  Dini İlimleri ve Pozitif  Bilimleri Okutmak

 Medresetüzzehra projesi ile yapmak istediği, hem dini ilimleri hem de pozitif bilimleri bir arada okutacak (ve dolayısıyla sentezleyecek) yeni bir medrese tipi idi. Oysa Kemalist Cumhuriyet, diğer pek çok alanda olduğu gibi bu alanda da geleneği yenilemek yerine tümden yok etmeyi seçti.

 Böylece dini bilgi, kültür ve ahlâktan tümüyle soyutlanmış bir zorunlu eğitim sistemi kurdu ki, böylesi bir dayatma Batılı demokrasilerde değil ancak Sovyetler Birliği ve benzeri totaliter rejimlerde görülür.

 (Batı’nın en koyu laik devleti olan Fransa’da dahi Katolik okulları varlığını sürdürmüştür.) Eğer Bediüzzaman’ın hayal ettiği Medresetüzzehra hayata geçse, bu dindarlık ile modern bilim arasında vehmedilen çelişkileri çok önceden çözebilir ve İslam dünyasına da iyi bir örnek teşkil edebilirdi diye düşünüyorum.

Günümüzde “Medeniyetler çatışması” ile “Medeniyetler ittifakı” tezlerinin çokça dillendirildiği göz önüne alındığında,

Said Nursî’nin Medresetüzzehra ile “Avrupa medeniyetini İslâmın hakikatleriyle, felsefeyi Kur’ân’la barıştırmayı” amaçlamış olmasını nasıl yorumlarsınız?

                                  Bediüzzaman Tek Boyutlu Düşünmemişti

Bediüzzaman’ın Avrupa’ya ve genel olarak Batı medeniyetine bakışı nüanslı ve anlamlıdır. Batı’nın sadece emperyalist yüzünü görenler gibi tek boyutlu düşünmemiş, Müslümanların oradan edinebilecekleri perspektifler de olduğunu fark etmiştir.

“Avrupa medeniyetini İslâm’ın hakikatleriyle barıştırma” fikri de, Bediüzzaman’ın Batı’yı mutlak bir düşman olarak görmediğini, aksine kendisine hitap edilmesi, el uzatılması gereken bir medeniyet olarak gördüğünün ifadesidir.

İslam’ın  Hakikatına Sarsılmaz Bir İman Bu yaklaşımın temelinde ise Bediüzzaman’ın İslam’ın hakikatine duyduğu sarsılmaz iman ve güvenin yattığını düşünüyorum.

“Batı’yla veya Batı düşüncesi ile herhangi bir temas bizi ifsad eder” diye düşünen ve bu yüzden içe kapanan defansif Müslüman tutumundan çok daha özgüvenli bir tutumdur bu. Anlaşılmasına da bence hâlâ çok ihtiyaç vardır.

İslâm dünyasının siyasî ve toplumsal krizlerden kurtulması, Ortadoğu barışının temini, dolayısıyla dünya barışına da katkı sağlanması noktasında,

Said Nursî’nin Ortadoğu’dan Orta Asya’ya,

Hint yarımadasından Kafkasya ve İran’a uzanan geniş coğrafyada uluslararası bir bölge üniversitesi olarak tasarladığı

Medresetüzzehra’nın etnik ayrımları reddederek “din kardeşliğini” esas alan ve “bölge halklarının birlikte ve huzur içinde yaşamasını” sağlamaya yönelik bir eğitim müfredatı hedeflemiş olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bediüzzaman bir “Osmanlı aydını” idi.

 Osmanlı olması hasebiyle de etnik milliyetçiliğe kapalıydı. Kürtlük yahut Türklük adına etnik milliyetçilik yapan insanları görünce üzülmesi, onları bundan vazgeçirmeye çalışması da bu açıdan kayda değerdir.

Tabii ki Bediüzzaman’ın bir “millet” fikri vardı; bu da İslam milletine karşılık geliyordu.

Medresetüzzehra’yı Hint yarımadasından Kafkasya’ya Müslümanları bir araya getirecek beynelmilel bir Müslüman Okulu olarak görmesi de bunun ifadesidir.

Umarım ki, Arap Baharı’yla birlikte demokratikleşen Ortadoğu’da hakikaten böyle bir üniversite yükselir.

Burada bir noktayı belirtmek isterim: Bediüzzaman’ın “millet” fikri İslam’la tanımlansa da, bu gayrimüslimleri ötekileştiren ve dışlayan bir telakki değildir.

Bugün böyle yapan, yani Müslümanlığı salt bir “kimlik” sayıp bunun üzerinden gayrimüslimlere husumet besleyenler var.

 Oysa Bediüzzaman’ın Müslümanlığı, evvela imana ve şeriata dayandığı için, gayrimüslimlerin hukukuna da hürmetkârdır.

Said Nursi’nin Medresetüzzehra’nın eğitim diliyle ilgili olarak söylediği

“Arapça vacip, Türkçe lâzım, Kürtçe caiz” yaklaşımını, günümüzdeki Kürtçe yasağı ve anadilde eğitim tartışmaları bağlamında nasıl yorumluyorsunuz?

Kürtçe’nin yasaklanması, Türkiye Cumhuriyeti’nin en büyük ayıplarından biridir. Bunun sorumlusu da, tam da Bediüzzaman’ın eleştirdiği ve karşı durduğu zihniyettir.

Eğer Bediüzzaman’ın değerleri resmi politikaları etkileseydi, böyle akıl almaz bir baskı hiç yaşanmazdı. “Arapça vacip, Türkçe lâzım, Kürtçe caiz” sözündeki bir nüans, Kürtçe’nin mutlaka serbest olması ve dileyen herkesçe konuşulmasını savunurken,

Türkçe’yi bir adım öne alarak “lazım” sayması. Çünkü Türkçe, tarihsel akış sonucu, Türkiye coğrafyasında ortak dil olmuştur. Dolayısıyla Bediüzzaman gözüyle bugün için şöyle denebilir: Herkes Türkçe öğrenmelidir; Kürtçe öğrenimi ve kullanımı ise tümüyle serbest olmalıdır.

Said Nursi, Medresetüzzehra’nın hedeflerinden birini de “meşrutiyetin (demokrasinin) güzelliklerini neşir için bir kapı açmak” şeklinde ifade ediyor.

Demokrasinin topluma mal edilmesi noktasında eğitimin önemini vurgulayan bu yaklaşım için ne diyorsunuz?

Çok önemli bir yaklaşım.

Çünkü Türkiye’de resmi eğitim, “devletin kutsallığı”, “milli birlik” gibi otoriter kavramları çok önemser, ama demokrasiyi pek önemsemez.

 Bediüzzaman’ın daha 20. Yüzyıl başında bu vurguyu yapması önemli.

Bazı radikal İslamcı grupların hâlâ dahi demokrasiyi reddettiğini de hatırlarsak, Bediüzzaman’ın bugün İslam dünyasına gerekli temel açılımları bir asır önceden öngördüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz.

İsmail Tezer’in Mustafa Akyol ile yaptığı ropörtaj..

Yeni Asya

Risale-i Nur’u Anlamak İstiyorum

Geçtiğimiz günlerde Risale Ajans’ı ziyaret eden Mustafa Sungur ağabey ile beraber uzun yıllar hizmet eden Sabri Okur ile merhum Mustafa Sungur ağabey başta olmak üzere Risale-i Nur hizmetleri konularında röportaj yaptık.
Bu görüşmemizin üçüncü bölümünü sizlerle paylaşalım:

Risale-i Nur’u anlayamıyorum veya anlaşılmıyor diyenlere ne diyorsunuz?

Bizzat Hüsnü Bayram abi ve Sungur abiden dinledim ortak hatırasıdır:
Ahmet Feyzi abi Gençlik Rehberini getirmiş ve Üstadım demiş bu Gençlik Rehberini bugünkü gençler anlamakta zorlanıyor. Bakın o zaman da aynı problem yani bazı kelimeleri tam anlayamayabiliyorlar bunun altına bir lugat veya az bir şey yapsak böyle izah gibi falan diyince..
Üstad öyle hemen dememiş birden yok.. Yani Üstad önce bir dinliyor adamı muhatabını.
Demiş “Olur.” Hemen ardından “Fakat Risale-i Nur yüksek İmani tefekküri dersi verdiği için onu okuyan talebe o anda nazarını hakikatten kaldırıp alttaki lugata bakar mana bozulur. Onun için ben izin vermiyorum” demiş. Bak alta lugat yazmaya izin vermemiş Üstad.
Bir de Ahmet Feyzi abinin Üstadım hani Gençlik Rehberini biraz izah etsek azda olsa sözüne.
Üstad demiş “ O zaman kardeşim kendi ismini yazarsın kitabın üstüne.” Yani benim ismimi değil de kendi ismini yazarsın o benim kitabım olmaz o zaman demiş.
Risale-i Nur’da şöyle bir sır var onu herkesin bilmesi lazım.
Risale-i Nur Kur’an-ı Hakim’in bu asrın fehmine uygun bir dersi olduğu için Risale-i Nur’da Üstad tecelli ediyor.
Yani o kitap öyle normal bir kitap değil ki.. Akla, kalbe, ruha ve sırra letaife hitap eden bir kitap..
Bir insan Risale-i Nur okuduğu zaman karşısında Üstadı görüyor. Onu artık Üstadla baş başa bırakıyor. Onun kalbini Üstad ikna ediyor. Sen boşuna uğraşmayacaksın. Sen Risale-i Nur’u perdesiz o zata vermeye gayret edeceksin.
Hizmet mi etmek istiyorsun? Risale-i Nur ver..
Hizmet mi etmek istiyorsun? Nur dersaneleri aç..
Hizmet mi etmek istiyorsun? Üç derse gidiyorsan beş derse git..
Hizmet mi etmek istiyorsun? Yirmi sayfa okuyorsan günde 100 sayfa oku.
Yani hizmetin sınırı yok ki..
Ama hizmet deyip mukaddes hizmeti böyle başka şeyleri içine dahil ederek kendi kasır fehmimizi noksan fikrimizi efendim istikbali hatta yarını görmeyecek basiretimizi işin içine koyduğumuz zaman ne olur Allah muhafaza o hizmete güya fayda veriyoruz iyilik yapıyoruz sanırız aslında zarar veririz.
Hani bir tabir var halk arasında ne diyorlar “gölge etme başka ihsan istemez” yani bu Nur dairesinde herkes bunu bilsin ki Risale-i Nurlarla şerefleniliyor. Hiç kimse Risale-i Nur’u şereflendirmiyor.
Kimse gölge yapmasın. Bilsin ki biz burada sadece bu hakikati eğer kardeşlerimize perdesiz ulaştırabilirsek bizim için en büyük bahtiyarlıktır ve en bunu büyük bir bahtiyarlık addetsinler. İşte ağabeylerin bir özelliği varsa belki de en mühim özelliği budur.
Kendi akıllarını kalplerini ruhlarını hepsini Üstada kilitlemişler. Kardeşim Üstad böyle demiş vesselam. Sungur abiden öyle gördük. Biri gelse dese abi şöyle yapsak böyle hizmet olur mu? “Kardeşim biz Üstadtan böyle bir şey görmedik” der keser atar. Ve Üstadtan görmüşse “Üstad bize böyle derdi” der. Yani tamamen Üstad ve Risale-i Nur eksenli.
Ha vesselam eğer böyle yapabileceksek buyurun yapalım. Ama böyle yapamayacaksak hiç boşuna böyle bu hizmetin içine başka şeyler girdirip de hizmetin şeklini mecrasını değiştirmeyelim.
29.12.2012
Risale Ajans