Kategori arşivi: Röportajlar

Amerika’da Nur Hadimlerine Çok İhtiyaç Var

amerika.hadimBir dünya devi, her yönüyle süper güç olan, teknolojik harikaların en yaygın kullanıldığı, hürriyetlerin oldukça yaygın olduğu, hem bir devletler, eyaletler topluluğu, hem de koca bir kıt’a olan Amerika’ya gitmek dünyadaki birçok insanın rüya ve hayalidir.
New York’ta bir hafta beraber olduğumuz Said Duranoğlu’yla, özellikle Amerika’ya dil ve üniversite eğitimi için gitmek isteyen genç kardeşlerimize yardımcı olmak ve bilgi vermek için bir röportaj yaptık.
Kısa süreli bir eğitim için geldiği bu ülkede beş yıl yaşamak durumunda kalan Said Duranoğlu’nun bu açıklamalarının, gençlerimize ve özellikle iman-Kur’an davası için bu ülkeye gitmek isteyenlere rehberlik etmesi ve orada bulunan Nur Talebeleriyle kurulacak irtibat ve kardeşliğin öneminin vurgulanması bakımından bu açıklamaların son derece faydalı olacağını düşünüyoruz.
Kendinizi tanıtır mısınız? ABD’ye nasıl geldiniz?
Aslen Kırşehirliyim, fakat doğma büyüme Ankaralıyım. Türkiye’de üniversitede İngilizce hazırlık okuduktan sonra değişim programı vasıtasıyla beş sene evvel ABD’nin New York şehrine geldim. Aslında üç aylık yaz tatili için gelmiştim. Fakat kader-i İlahi işte beş yılı aşkın bir süredir New York şehrinde yaşıyorum. Ve New York dershanesinde kalıyorum. Şu anda New York Üniversitesinde işletme okuyorum. Nasipse, inşallah seneye mezun olacağım. Aynı zamanda okul masrafları ve günlük ihtiyaçlarımı, harçlığımı kazanarak kendi imkanlarımla hayatımı sürdürüyorum.
 Şu anda hizmet olarak neler yapıyorsunuz?
İlk geldiğimde New York’ta dershane yoktu, dolayısıyla en yakın eyalet olan New Jersey’deki dershanede kaldım, fakat mesafe uzak olunca, New York’ta bir dershaneye ihtiyaç duyuldu. Elhamdülillah 2008’te ilk dershanemizi, Brooklyn olarak bilinen New York’un beş belediyesinden birinde açmış olduk. O günden beri haftalık derslerimiz çok şükür devam etmektedir. Şu anda dershanemiz Manhattan’da gayet merkezi bir muhitte haftalık mahalli ders ve aylık eyaletler arası derslerle devam etmektedir.
Türkiye’den bu ülkeye eğitim için gelmek isteyen gençlerin veya çeşitli amaçlarla gelmek isteyenlerden istekleriniz var mı? Türkiye’deki Nur Talebelerinden beklentileriniz nelerdir?
New York eğitim ve sosyal imkanların en geniş olduğu eyaletlerin başında geliyor. Dolayısıyla buraya master ve doktora başta olmak üzere araştırma görevlisi, ziyaretçi araştırmacı ve benzeri görevler dahilinde gelinebilir. Bu gelişler sırasında cemaatimizden, yurt dışına çıkacak ağabeyve kardeşlerimize bizimle irtibat kurmalarını teşvik etmelerinin yararlı olacağına inanıyorum. Özellikle Türkiye’den Risale-i Nur’un meslek ve meşrebini iyi bilen ehl-i hizmet Nur hadimlerine burada çok ihtiyaç var. Eğer baştan irtibat sağlanırsa bizim de buradan gerekli yönlendirmeleri yapmamız kolaylaşır. Ekseriyetle buraya geldikten ve kültür şokunu yaşadıktan sonra bir dershane arayışı oluyor ki, o aşamadan sonra yardım edilmesi zorlaşıyor. Amerika’yı bir ülkeden çok kıt’a olarak değerlendirmek gerekiyor. Çok çok büyük bir alana yayılmış, bu yüzden şimdilik dershane bulunan şehir ve eyalet sayısı sınırlı.
Lise ve üniversite okuyan gençlerimiz için buradaki eğitim imkanları hakkında Türkiye’den geleceklere bilgi ve tavsiyeleriniz nelerdir?
Bilinmesi gereken en önemli konu Amerika’da devlet yahut vakıf farkı yok. Eğitim ücrete tabidir. Maddi destek yahut burs imkanı yoksa burada eğitim gayet müşkülleşiyor. Dolayısıyla gelecek olacaklara Risale-i Nurlara vukufiyetten sonra en birince tavsiyemiz finansal destekli olarak gelmeleri. Sadece Türkiye’den değil, Ortadoğu ve Asya’daki birçok ülkeden buraya eğitim amaçlı gelenler bir çeşit burs aracılığıyla geliyorlar. Ailesinin ekonomik desteğiyle okuyanlar da az değil.  Türkiye’de verilen bursları, özellikle master ve doktora için Milli Eğitim Bakanlığınca yahut belediye, müsteşarlık ve bakanlıklar tarafından verilen bursları iyi araştırıp ona göre hareket etmek en iyisi olacaktır.
Amerika’da bir öğrencinin aylık asgari masrafı ne olur? Okuldan okula, şehirden şehre bu rakam değiştiğini söyleyebiliriz sanırım. Ortalama dil kursları için master ve doktora talebeleri için fiyatlar nedir?
Dediğiniz gibi, masraflar eyaletten eyalete çok değiştiği gibi şehirden şehre de çok değişim gösteriyor. Fakat New York muhtemelen en fazla dil okulunun olduğu şehir olduğundan rekabetin getirdiği bir fiyat cazibesi olabiliyor. Fakat özel dil okullarından ziyade biz daha çok burada Community College denilen iki yıllık “Toplum Kolejleri” diye tercüme edebileceğimiz okulların dil eğitim programları var. Kayıttan sonra oralardan alınacak belgeler, vize başvurusu sırasında daha etkili oluyor.Buraya gelindiğinde daha uygun fiyatlara daha kaliteli eğitim imkanı sağlıyor. Bu kolejlerden New York ta dört-beş tane var. Hepsi CUNY denilen New York Şehir Üniversitesine bağlıdırlar. Bu dil okullarının fiyatları verdikleri programların yoğunluğuna göre değişip genellikle aylık 500 ila 1000 dolar civarında seyretmektedir. Günlük masraflara gelince, normalde Manhattan ev kiralarının en yüksek olduğu belediye, fakat dershane sayesinde bulunduğumuz muhite nazaran çok uygun bir şekilde barınma sorununu hallediyoruz çok şükür. Aylık masraflar ortalama 1000 dolar civarındadır.
Kalma ve barınma şartları nasıldır? Bu konuda yardımcı olunabilir mi?
Şimdilik sınırlı sayıda müsait yer olduğundan kalacak olanların dershane, meslek ve meşrep kültüründen istifade etmiş olmaları göz önünde bulunduruluyor. Fakat bunun dışında diğer gruplar vasıtasıyla gelmek isteyenlere yardımcı olunabilir.
Hem çalışıp, hem okuma imkanı var mıdır? Bu şekilde masraflarını çıkarmak mümkün müdür?
Öğrenci vizesiyle gelenlerin ilk etapta sadece kampüs içerisinde genelde part-time olarak çalışmasına izin veriliyor. Burada bulunan ve diğer öğrencilerin yaptığı gibi hem çalışıp hem okuma bir şekilde mümkün, fakat bu kesinlikle tavsiye ettiğimiz bir yöntem değildir. Zira, göründüğünden çok daha zor. Onun için bu yönteme odaklanılmadan bir yol haritası çizilirse daha uygun olacağı kanaatindeyiz. Mesela Milli Eğitim Bakanlığı ne kadar olursa olsun bütün okul masraflarını karşıladığı gibi, aylık 1250-1500 dolar arası bir miktar burs veriyor. Bunun gibi imkanlara odaklanılmasını tavsiye ediyoruz.
Amerikalıların ve ABD’ye dışardan gelen insanların ve Müslümanların Risale-i Nur konusuna bakışları ve hizmet metotları hakkında neler söyleyebilirsiniz?
ABD, özellikle New York din, dil, ırk ayrımı yapılmayan özgürlükler ülkesi olarak bilinir. Burada fikir beyanı imkanları çok ilerlemiş durumda. Bu ülkede, ilkokuldan itibaren sorgulayan ve ezberden ziyade anlamaya yönelik insan yetiştiren eğitim sistemi var. Toplu fikir paylaşımına açık olarak şekillendirmiş. Dolayısıyla burada özgür bir şekilde irşad ve hizmet yapma imkanı bulunmaktadır. Daha geçen hafta üniversite mescidine Cuma namazı için gelen Yahudi öğrenciler bizlerle beraber namaz kıldılar. Burada da Türkiye’de uygulanan hizmet metotları aynen uygulanıyor ve Risale Nur’un üslubu insanları cezb ediyor. Anlatıldığında heyecanla dinliyorlar.  Zaten şu anda Risale-i Nurların Amerikan İngilizcesine tercümesi devam etmektedir.
Sizi çok etkileyen, anlatmak istediğiniz bir hatıranız var mı?
Çok şükür güzel hizmetler yapılmaya çalışılıyor, New York’ta mescid ve camiler her geçen gün çoğalıyor. İnsanlar grup grup İslam’a akın ediyorlar. Risale-i Nurlara muhatap olan ve tanıyan insanlar olarak ne kadar bahtiyar ve kısmetli olduğumuzu buralarda daha iyi idrak ediyoruz. Kısa bir hatıramı aktarayım:
Gece vakti çalışırken Kur’an-ı Kerim dinliyordum. Yolcu binince sesini biraz kıstım. Fakat yolcu tekrar açmamı istedi. Ve ben taksiyi sürmeye devam ederken arkadan ağlama sesi duydum. Sesi biraz daha açtım. Okunan kısım Tekvir Suresi’nin ayetleriydi. Sonra ağlamalar kendisini derin hıçkırıklara bıraktı. Ben o sırada kadıncağızın Müslüman asıllı olduğunu, burada biraz özünden uzaklaşmış olduğundan Kur’an’ı duyunca özünü hatırladığını, aslını hatırladığını düşünmüştüm. Kadın ağlamasından dolayı güçlükle anlayabileceğim şu soruyu sordu. “Bu nedir?” Ne olduğu bilinmeden ilk defa dinlenilen bir Kur’an okunmasının etkisinden dolayı ben o anda Kur’an’ın i’cazına şahitlik etmiş oldum. Anladım ki bize hizmet ettiriliyor, bildiklerimiz istikametinde yaşama gayreti içinde olmamız gerekiyor.
Son olarak ne söylemek isterseniz?
Dua mü’minin silahıdır, biz de bir cephaneliğimiz olan Türkiye’den dua bekliyoruz, selametle… Bizimle irtibat kurmak isteyen olursa iletişim bilgilerini sizden alabilirler. Bana böyle bir fırsat verdiğiniz için teşekkür ediyorum. İnşallah manevi bir amaçla gelip bu ülkede okumak veya çalışmak isteyen herkese yardımcı olmak saadet kaynağımız ve görevimizdir.
Nejet Eren
19.12.2012
SaidNursi.de

Stephan Hawking inkar ederken aslında Allah’ı ispatlıyor!

Hawking, kitabında ‘Tanrı, evrenin nasıl var olduğunu anlayamayanların uydurduğu mitolojik bir kahraman. Modern bilim evrenin bir yaratıcıya ihtiyaç olmadan var olabileceğini açıklıyor. O halde Tanrı’ya gerek yok.’ tezini savunuyor. Hawking kitabının tamamını bu tezi ispat etmek için yazmasına rağmen, farkına varmadan, birçok yerde tezini çürütüyor aslında.”

Zamanımızın Einstein’i olarak da bilinen meşhur fizikçi Stephan Hawking’in Tanrı’nın varlığına ihtiyaç olmadığını iddia eden son kitabı dünya genelinde çok tartışılmıştı. Yazılı ve görüntülü medyada haftalarca kitaptaki bazı argümanlar konuşulmuştu. Türkçe’ye “Büyük Tasarım” olarak çevrilen kitapla ilgili ilginç bir tartışmayı da Dr.Furkan Aydıner son kitabına taşıdı.

Etkileşim Yayınları arasında çıkan “Seküler Bilimin Tanrıları” isimli kitabında, Dr. Aydıner, Stephan Hawking’in son kitabında kendini ayağından vurduğunu ve yanlışlıkla Tanrı’nın varlığını birçok yerde ispat ettiğini yazıyor.

Hawking’in son kitabını genel olarak nasıl buldunuz?

Bildiğiniz gibi, bu kitap Hawking’in ilk kitabı değil. Hawking, çok genç yaşta felç geçirmesine rağmen bilimsel çalışmalarını büyük bir özveriyle devam ettirip alanında zirve yapması herkesin takdirini topladı. Tıpkı bir pop sanatçısı kadar küresel boyutta şöhrete kavuştu. Hawking, bu ilgiyi paraya çevirmek için şimdiye kadar birkaç kitap yazdı. Kitapları milyonlarca insana ulaştı. Beni rahatsız eden, Hawking’in önceki kitaplarında kendini inanan biri olarak takdim etmesidir. Oysa, medyadan öğrendiğimize göre, bir önceki eşi onun eskiden beri ateist olduğunu söylüyor. Demek ki, daha geniş kitleye ulaşmak için inançsızlığını gizlemekle kalmamış, kendini inançlı gibi lanse etmiş. Hatta “Zaman’ın Kısa Tarihi” kitabında eğer dört çekim kuvvetini açıklayacak tek bir model geliştirilirse kozmolojik sırlar çözülür ve “Tanrı’nın ne düşündüğünü” sormaya başlarız diye yazmıştı. Aynı Hawking bu son kitabında inançsızlığını ilan etmekle kalmıyor, inançsızların peygamberliğine soyunuyor.

Hawking’in son kitabındaki temel argümanı nedir sizce?

Hawking, kitabında kısaca şu tezi savunuyor: Tanrı, evrenin nasıl var olduğunu anlayamayanların uydurduğu mitolojik bir kahraman. Modern bilim evrenin bir yaratıcıya ihtiyaç olmadan var olabileceğini açıklıyor. O halde Tanrı’ya gerek yok.

İlginçtir, Hawking kitabının tamamını bu tezi ispat etmek için yazmasına rağmen, farkına varmadan, birçok yerde tezini çürütüyor aslında. Hawking gibi zeki birinin bu kadar basit hataları farketmemesi bile Tanrı’nın varlığına delil olarak zikredilebilir.

Nasıl yani?

Demek ki, Tanrı var ki, Hawking’i şaşırtmış. Yoksa bu kadar zeki birinin kendini ayağından vurmasını baska nasıl izah edeceğiz. Hawking’le beraber kitaba katkıda bulunan ikinci bir isim daha var. Anlaşılan ikisi de bu hataları fark etmemiş. Kitabı okuyan editör de fark etmemiş. Demek ki, Tanrı var ki, onların hepsini şaşırtmış.

Bu çok ilginç bir nokta.  Hangi yanlışlarla Tanrı’nın varlığını ispat ediyor kitap? Bir misal verebilir misiniz?

Birçok misal verebilirim. Evvela kitabın ismi “Grand Design” (Büyük Tasarım) çok büyük hata. Hawking, çok açık olarak kainatın büyük bir tasarım eseri olduğunu kabul ediyor. Ancak, her tasarım, onu yapan tasarımcıya delildir. Dünyadaki en basit bir tasarım bile akıl ve ilim sahibi bir tasarımcının elinden çıkmıştır. Çok muhteşem bir sarayın tasarımını görüp takdir edip onu çizen mimarı görmemek körlüktür. Aynen öyle de, Hawking hem kitabın başında hem içerisinde kainatın çok muhteşem bir tasarım eseri olduğunu kabul ediyor. Bunun birçok misallerini sunuyor. Hatta, kitabın önsözünde muhteşem kainatın akılları hayrette bıraktığını, bilim kurguları geride bıraktığını yazıyor. “Felsefe ölü artık” diyerek felsefecilerin hayallerinin bile hakikatı anlamada yetersiz kıldığını anlatıyor. Azıcık tahkik ehli olan biri böyle muhteşem bir sarayın ustasız olabileceğini nasıl kabul edebilir?

İlginç bir tespit. Başka ne tür misaller var.

Hawking kitabının birçok yerinde “şans” olmadan bugünkü evrenin olamayacağını yazıyor.  “Bizim güneş sisteminin şanslı bazı özellikleri var. Onlar olmasaydı yeryüzünde hayat mümkün olmayacaktı.” diyor. Hawking örnek olarak Kepler’in dünyanın yörüngesiyle ilgili ölçümünü zikrediyor. Kepler, dünyanın güneş etrafındaki yörüngesinin tam daire olacağını öngürüyor. Ancak, yaptığı ölçümler yörüngenin tam daire değil yüzde 2 sapma ile eklips olduğunu gösteriyor. Kepler bunu bir türlü kabullenemiyor. Bir yerde hata yapmış olmalıyım diye tekrar tekrar hesaplar yapıyor. Ancak hep aynı sonuç çıkıyor. Oysa, yörüngenin eklips olması hata değil, Hawking’in tabiriyle, bizim için “büyük bir talih” olduğu sonradan anlaşılıyor. Yörüngesi mükemmel daireden yüzde 20 sapan gezegenler var. Orada sıcaklık 200 derecenin üzerinde. Yazları aşırı sıcak, kışlar ise aşırı soğuk. Bu durumda, Hawking’e göre, sular ya sürekli buz kalacak ya da tamamen buharlaşıp uçacaktı. Mükemmel daire olsaydı dört mevsim olmayacaktı. Hawking’e göre, birçok konuda olduğu gibi bunda da şansımız yaver gitmiş. Hedefi tam 12’den vurmuşuz. Yörüngedeki yüzde 2’lik tesadüfi sapmayla bugünkü evimize kavuşmuşuz. Ne güzel bir misal! Kulağa hoş geliyor ancak akıl kabul etmekte zorlanıyor. Bence, aklını birazcık kullanıp Hawking’in verdiği bu misaller üzerinde düşünen, kainatta çok hassas dengeler üzerine kurulu birbirine bağımlı binlerce sistemin tesadüfün değil sonsuz kudret sahibi bir ilahın eseri olduğunu kolaylıkla anlayacaktır.

Hawking gibi zeki biri nasıl bunları düşünememiş?

Doğrusu ben de anlamadım. Bunun gibi birçok örnek var kitabında. Bar bar Allah’ı anlatıyor. Kitabın sonuna gelince okuduğum teşekkür notu sözkonusu hataların bile tesadüfi olmadığı konusunda bana kesin kanaat verdi. Bence Hawking kendine en büyük darbeyi bu“teşekkür” notuyla vurmuştu: “Tıpkı evren gibi kitap da bir dizayn eseri. Ancak, evrenin aksine, kitap kendiliğinden yoktan var olamaz. Kitap bir yazarı gerekli kılar. Ancak yazara yardımcı olanlar onun yükünü azaltıyorlar. Ben de bu kitabın yazılmasında katkısı olanlara çok teşşekkür ederim.” Hawking, bu notuyla hem kainat kitabının Katibi’nin varlığını hem de O’na teşekkür edilmesi gerektiğini gösteriyor akıl sahiplerine.

Nasıl yani?

Hawking’e göre Latin alfabesinin 26 harfi rastgele bir araya gelip bir kitap şeklinde dizilemez. Bunun için zeki bir değil birkaç dizayncıya ihtiyaç var. Peki o halde, içiçe farklı alfabelerle yazılı kainattaki hadsiz kitaplar kendi kendine dizayn edilmiş olabilir mi?

Kainat ve kitabı temel unsurlarının dizilişi noktasında birbirine benzetebiliriz. Örneğin, Hawking’in kitabı 26 harfin dizilişinden ibarettir. Bu harflerin çok sayıda tekrarı var kitapta. Muhtemelen Hawking’in son kitabı 400 bin karakterden (harften) oluşuyor. Yani 26 harf toplamda 400 bin defa kullanılarak bir dizilim yapılmış, neticede Grand Design isimli kitap ortaya çıkmış. Dijital kitap yerine lego şeklinde olan harflerin dizimiyle kitap yazdığımızı düşünelim. Elimizde 400 bin harf kalıbındaki lego parçası olsa onları belirli şekilde dizerek Grand Design kitabını oluşturabiliriz. Şimdi böyle bir dizilim akıl, şuur ve ilim sahibi olmayan bir tarafından yapılabilir mi? Elbette yapılamaz.

Hawking, teşekkür notunda diyor ki, sakın ha bu dizilim kendi kendine oldu diye düşünme. Birçok zeki insanın emeği var bunda. Peki kainat dediğimiz nedir? Element alfabesi, kristal alfabesi, molekül alfabesi, hücre alfabesi gibi farklı alfabelerin dizilimleriyle yazılan şaheserler bütünüdür. O halde, bu kadar sayısız harikulade kitaplar kendi kendine dizilmiş olabilir mi?

İlginç tespitler. Başka neler var Hawking’in kitabında.

Kitaptaki argümanlardan biri de 11 parallel evrenin olduğuyla ilgili. Hawking, bu konudaki bilimsel iddiaları hayli kuvvetli buluyor. Bizim dört boyutlu evrenimiz diğer evrenlerin bir nevi gölgesi konumunda diyor. Malum paralel evrenler düşüncesi hayli popüler modern fizikçiler arasında. Bence Hawking bu konuda da topu kendi kalesine atıyor. Çünkü, paralel evrenler fikri Tanrı’nın varlığını çürütmediği gibi daha da zorunlu kılıyor. Kaldı ki, bütün Müslümanlar 1400 yıldır “âlemlerin Rabbi” diye namazlarında okuduğu Fatiha suresiyle âlemlerin birden fazla olduğunu söyleye gelmiş. Dolayısıyla paralel evrenler olması İslam’ın öğretilerle çelişmediği gibi belki destekliyor denilebilir. Daha da ilginci, Hawking, bizim âlem dediğimize bir nevi izdüşümü/gölgesi diyor. Ontolojik olarak bizim evrenin varlığını diğer evrenlere dayandırıyor.

“Gölge” tabirini kullanıyor mu Hawking?

Evet. Biliyorsun bazı Müslüman âlimler asırlardır varlıkların bir nevi “gölge” olduğunu söylüyor. Eşyanın hakikatı Allah’ın isimlerine dayanır ve oradan gelir. Yani varlıklar İlahi isimlerin tecellileri veya gölgeleri hükmünde. Bence daha da ilginç olanı Hawking’in sicim teorisi çerçevesinde ortaya atılan “görünüveren parçacık” (emergent particle) kavramını kullanarak evrenin kendi kendine olabileceğini söylemesidir. Kitaptan anladığım kadarıyla Hawking, Tanrısız evren argümanına en güçlü delil olarak bu parçacıkları gösteriyor. Doğrusu bunu okurken çok hayret ettim. Bu kadar zeki biri bu kadar bariz bir hatayı nasıl yapabilir diye sordum kendime.

Neymiş hatası?

Hawking diyor ki biz eskiden 13.6 milyar sene önce yoktan var olup sonra bir kısım doğa kanunlarıyla işleyen bir evren anlayışına sahiptik. Oysa, Kuantum fiziği yoktan var olmanın atom altında devamlı gerçekleştiğini söylüyor. O halde, diyebiliriz ki, şu anda olduğu gibi 13.6 milyar önce de evren yoktan kendi kendine var olmuştur. Evrenin ustasını aramaya gerek yok diyor.

Siz ne diyorsun bu argümana karşı?

Saçmalardan seçmeler diyorum. Hawking’in bu görüşünün saçmalığını bir örnekle açıklayayım müsaade ederseniz. New York şehrinde binlerce senedir var olan ancak nasıl var olduğu bilinmeyen binlerce taklidi imkansız saraylar olduğunu varsayalım. İnsanlar binlerce yıl bu sarayları inceleyip nasıl var olduklarını merak ederken acayip bir gelişme oluyor. Birisi bu sarayların göründüğü gibi sabit olmadığını, gözle farkedilmeyecek süratte her an yeniden inşa olduklarını keşfediyor. Daha da ilginci New York gibi milyarlarca başka şehirlerde benzer sarayların aynı şekilde var olduğu anlaşılıyor. Bunun üzerine akıllı geçinen birisi ortaya atılıp sarayların ustasını merak edenlere şunu söylüyor: “Şu anda kendiliğinden yoktan var oldukları gibi bundan 5000 sene önce de kendiliğinden yoktan var olmuştur”. Sence bu iddia sahibinin dahi olması söylediğinin doğru olma ihtimalini artırır mı? Kesinlikle hayır! Her insan kendi tecrübe ve gözlemiyle bilir ki, bir iğne bile ustasız olmaz. Taşlar yığını basit bir kulubecik bile ustasız vucut bulmaz. O halde her an yenilenen ve taklidi imkansız harikulade saraylar nasıl ustasız olsun ki? Sarayların sürekli yoktan icatları ustasız olduklarına değil, ustasının tek ve sonsuz kudret sahibi olduğuna şehadet eder. Çünkü, bu derece hadsiz sarayları hadsiz süratle yenilemek kudretin nihayetsizliğine delildir. Mantıken nihayetsiz kudret tek Bir ustada olabilir. O halde, sonsuz kudret ve ilim sahibi her an herşeyi var edip varlıklarını devam ettiriyor.

İlginç ve güzel bir sohbet oldu. Verdiğiniz bilgiler için teşekkür ederim.

Asıl ben teşekkür ederim…

Yusuf Levent’in Moral Dünyası dergisinde Dr. Furkan Aydıner ile yaptığı röportaj

Hekimoğlu İsmail (Ömer Okçu) İle “Said Nursi”den “Necip Fazıl”a…

TAKDİM

Hekimoğlu İsmail (Ömer Okçu), 1932 yılında Erzincan’da, okuma yazma bilmeyen bir anne babanın çocuğu olarak, kitab bulunmayan bir evde dünyaya gelir. Yıllar sonra dedesinin ismi olan Hekimoğlu İsmail mahlasıyla yazdığı “Minyeli Abdullah” adlı eseri satış rekorları kıracak, eserin sinema uyarlaması ise kapalı gişe oynayacaktır.

İlkokulu bitirdiğinde, ileride geçim sıkıntısı çekmemek arzusuyla memur olmak ister ve bunun için, maddî sıkıntılar içinde ortaokula gider; bir yandan okurken, diğer yandan da fizikî güç gerektiren işlerde çalışmaktadır. Ortaokulu bitirdiği dönemde, gördüğü bir ilân üzerine astsubay olmaya karar verir. Olur da.

Yıl 1950. Bir ikindi vakti Süleymaniye Camii’ne girer. Cemaat iki kişidir. Biri o, diğeri imam. Hoca efendi “haydi kametle” der. Peki kamet nasıl getirilir? Hayatının işte bu safhasında, okumaya ve her şeyi araştırmaya başlar. “Serdengeçti“, derken “Büyük Doğu” ile tanışır. İlk yazılarını Babaeski’de tek odalı bir evde yazar ve mesleğinin nezaketine nazaran, büyük bir cesaretle Üstad Necib Fazıl’a yollar. Görev yaptığı dönemde füze eğitimi için Amerika’ya gönderilir. Türk Hava Kuvvetleri’nden 1972 yılında emekli olur.

1967 yılında yazdığı “Minyeli Abdullah” adlı romanı sebebiyle defalarca gözaltına alınır ve bir bölümü gönüldaşlarımızla birlikte aynı koğuşta olmak üzere bir müddet de hapis yatar. Pek çok gazete ve dergide yazılar yazmış, yurtiçi ve yurtdışında sayısız konferanslar vermiş, bu süreçte 40’dan fazla esere imzasını atmıştır. Hâlen Zaman gazetesindeki köşesinde yazmaktadır.

Ömer Okçu ağabey, beynine giden damarlarda yaşanan tıkanıklık sebebiyle geçtiğimiz yıllarda felç geçirmiş olup, uzunca bir süredir de tedavi görmekte. Bu kıymetli röportaj için teşekkür etmek, duyduğumuz şükran hissini ifade etmekte âciz kalacaktır. Kendilerine âcil şifalar ve hayırlı uzun ömürler diliyoruz.

Röportaj: Hayreddin Soykan

***

Ömer ağabey, geçirdiğiniz ve hâlen de süren ağır rahatsızlığınıza rağmen, dâvânın ve müminlerin istifadesi söz konusu olan yerde, üstelik son haddiyle mazur olduğunuz hâlde bile nefse bahane tanımayıcı bir vazife aşkıyla röportaj teklifimizi kabul etmeniz, bizleri ziyadesiyle mütehassis ve mahcub etti. Bu heyecanınız, “20’lik ihtiyarlar ve 70’lik delikanlılar” tesbitinin ne derece isabet arzettiğine dair canlı bir şahitlik kıymeti teşkil etti bizim için. Dilerseniz, sohbetimize bu noktadan başlayalım. Bir müslümanın sahib olması gereken “vazife aşkı” hasletiyle ilgili olarak bizlere neler söyleyebilirsiniz?

Bediüzzaman şöyle buyuruyor: “Der tarık-ı acz-i mendi lazım amed çar çiz; acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak ey aziz!..”

Yani, “Ben aciz, siz acizlere yolumu şöyle çizerim; acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, Allah’a karşı aczinizi fakrınızı bilin. Şevk-i mutlak, her durumda çalışın. Şükr-ü mutlak, her halinize şükredin.”

Bediüzzaman 80 yaşındayken, dağın tepesinde ağacın üstüne çıkmış, oturmuş, Risale-i Nurları okuyor, tashih ediyordu. Yani “ihtiyarladım, hastalandım, çalışamam” yok!..

Ömer Nasuhi Bilmen Hazretleri hastalanmıştı. Onu ziyarete gittim. Yere serili bir yatağın üzerinde yorganı sırtına almış, hocam oturuyor… Klasik bir soru, “nasılsınız” diye sordum. Buyurdu ki, “Şu tefsiri bitirip ölmeyi diliyorum Allah’tan...” Gerçekten Allah onun duasını kabul etti. On ciltlik tefsirini tamamladı ve vefat etti.

Mehmet Zahit Kotku Hazretleri, Zeyrek’te otururdu, biz akın akın oraya giderdik. Onun huzurunda oturmak bize şevk verirdi. “Tövbe edin, ‘Allah’ deyin.” derdi. Acayip bir şeydi onun hayatı… Günahların sel gibi aktığı bir devirde o, büyük bir kaya gibi, günah selinin önüne geçti, gelen çöplükler o kayada yeşerdi… Gezmek yok, tozmak yok, maaş yok, para yok. Kapıdan çıkınca hemen öldürülebilirdi amma o onlarla alâkadar olmazdı. Teslim olmuştu, ne olursa olsun…

Rahmetli Hulusi Yahyagil ağabey… 1928 Dersim hareketinde bölük komutanıydı. Demek ki yaşı 91, 92’ydi ben gördüğümde. Yürüyemiyordu. Onu kucaklar derse götürürlerdi. Ders bitince yine kucaklar eve getirirlerdi. Sorulan sorulara cevap verir, ilmi konuları açıklardı. Hulusi ağabey, içimizde bir abide gibi dururdu.

Yaşar Tunagür hocam; Allah rahmet eylesin, ömrünün sonuna kadar aklını ve kültürünü İslam’a hizmette kullandı. Kısacası hayatını İslam’a vakfetti.

Necip Fazıl, benim şeyhimdi… “Geceler bizim!” diye haykırır, sabahlara kadar vazifesi uğruna çalışırdı.

Yıllarca gezdirdim hoyrat başımı,

Aradım bir ömür, arkadaşımı.

Ölsem dikecek yok mezar taşımı;

Halime ben bile hayret ederim.

Yarış atı besleyecek kadar zenginken, öldüğünde mezar taşı diktirecekleri bir parası yoktu. Malını, mülkünü, canını Allah için harcadı…

Biz böyle mübarek insanların yaşayışına hayran olduk…

Onlardan öğrendiğimiz şuydu: Yılgınlık, ümitsizlik ve bahaneler, Müslüman’ın semtine uğrayamaz.

Genç bilebilse, ihtiyar yapabilse” hikmeti, malûmunuz. Bu bahiste sizlerin tecrübe ve değerlendirmeleri bizler için son derece kıymetli. Genel bir çerçeve dâhilinde, nelere dikkat etmemizi tavsiye edersiniz?

İsterseniz Asr-ı Saadet’e gidelim. Sahabenin az olduğu devirleri düşünelim. Her tarafı müşrikler doldurmuşken, bir avuç sahabenin durumunu hayal edelim. Bunlardan biri diyebilir ki: “Ben bir insanım. Benim cürmüm ne ki hükmüm ne olsun? Koskoca dünyada İslamiyet’i yayma dâvâsını nasıl güdebilirim?” Ama böyle dememişler. Onlar, “mademki ben Müslüman’ım, öyleyse İslamiyet’i öğrenmeliyim ve yaşamalıyım” diyerek, tek başlarına da kalsalar, İslamiyet’i öğrenmek ve anlamak gayesiyle yaşamışlar. Allah’ın rızasını bunda aramışlar, bu gaye onların hayatını doldurmuş.

Her genç ben ne olacağım demelidir. Ve bir hedef tayin etmelidir. Futbol oyununda gol kelimesinin mânâsı, hedeftir. Yani o oyunda hedef olduğu için oyuncular koşuyor. Hedef olmasa hiçbiri koşmaz. İşte insanın da hayatında hedefler olmalıdır. Mesela gençlik yıllarımda “ben sefil perişan olmayacağım” diye kendi kendime konuşurdum. Bu sebeple gençler kahveye giderken ben derse gittim. Amacım oraya gidenlerden farklı olmaktı. Kendi kendime İngilizce, Osmanlıca öğrendim. Kitaplar okudum, kitapları anlamaya çalıştım. Çünkü benim bir hedefim vardı.

Gençlere tavsiyem, gelecekteki hayatlarını daha iyi şartlarda yaşamak istiyorlarsa bugünden hazırlansınlar. Maddî güç olmadan, hizmet de olmaz. Önce eğitim veya sanat üzerinde durmalı ki ekonomik bir sıkıntı yaşamasın. Ayrıca ilim ve irfan için eğitim almalı…

80 Yıllık ömrümde neler gördüm, neler geçirdim… Bir gence ilk tavsiyem şu: Mutlaka alimlerin yanında, yakınında ol. Onların derslerine, sohbetlerine katıl. Bugünün gençleri alimlerin dizinin dibinde oturacak, başka türlü olmaz.

Mevlana Şemseddin Muhammed Rucî Hazretlerine atfen, hepimizin kulağına küpe bir hikmet şöyle: “Şu halk ne garip şeydir! Yarın olsa da bir iş işlesem diye bir lâf eder. Bilmez ki, bugün, dünün yarınıdır. Bugün ne işlemiştir ki, yarın bir şey işleyebilsin“. Aynı şekilde, “Erteleyenler, yarıncılar helâk oldu” meâlindeki hadis-i şerîf de malûmumuz. Maddî-manevî kabiliyetlerimizi daha fazla ertelemeden geliştirmemiz ve vazifelerimizi tam vaktinde aşk ve şevkle yapabilmemiz noktasında bizlere neler söyleyebilirsiniz?

Mesela elimizde bir fidan var. “Ya hu yarın dikerim ben bunu.” diyor adam… Yarına kadar da fidanın kökleri hava alır, kurur. Adam “yarın” fidanı dikince de fidan yeşermiyor. Aynen öyle de, “yarın ben iyi insan olacağım diyen, bugün kötü adamdır.” Niye bugün değil de yarın? “Yarın iyi olacağım” diyoruz; bu emri veren benim! Hayatımızı Kur’an ölçüsünde yaşamaya bugünden başlayacağız. Tren zamanında kalkar, uçak zamanında havalanır, geç kalan yetişemez… Güneş mesaisine bir dakika bile gecikmiyor. Fırtınalar, takvimin söylediği zamanda kopuyor, çiçekler, vakti gelir gelmez açıyor… Bu ilahî nizamın dışına çıkıp, “ vazifeyi sonra yaparım” diyen, gemiyi kaçırır…

Hayat bir imtihan, malûmunuz. Türlü dertle, belâyla ve hastalıkla beraber, muhtelif imkânsızlıklarla da boğuşmak durumunda kalıyoruz. Bir günümüz bollukla geçerken diğer günümüz darlıkla, bir günümüz sıhhatle geçerken diğer günümüz rahatsızlıkla, bir günümüz izzetle geçerken diğer günümüz zilletle, bir günümüz gönül ferahlığıyla geçerken diğer günümüz üzüntüyle geçiyor. Böyle olunca, gönlümüzce bir şeyler yapabileceğimiz o saat bir türlü gelmiyor sanki. Peki, bu dert ve mazeretleri ileri sürmekte hakikaten mazur muyuz sizce?

1950 yılında bir rüya gördüm. Trende gidiyorum. Dediler ki: “Bediüzzaman Said Nursi de, bu trende seyahat ediyor.”

Hemen fırladım, Bediüzzaman’ın yanına gitmeye koyuldum. Üçüncü mevki bir kompartımanda sekiz kişi oturmuş, pencerenin dibinde de Bediüzzaman Hazretleri vardı. Ben içeri girip, Üstad’ın elini öpmek istedim. Fakat kapının önündeki adam hemen ayağa kalktı, beni göğüsleyerek dışarı çıkardı:

Sen kimsin?” dedi. Ben de,

Risale-i Nur dağıtıyorum” diye cevap verdim.

Bu sözümü duyan Bediüzzaman, dışarı çıktı. Koridorda onunla karşı karşıya geldik. Bediüzzaman’ın elini tuttum, öpmeye başladım. İki defa öptüm. Bu sırada Bediüzzaman gayet sinirli bir şekilde bağırdı:

Elimi öp, şekeri öpme!”

Dikkat ettim, Bediüzzaman’ın avucunun içi şeker doluydu. Ben de iki defa bu şekerleri öpmüşüm. Üçüncüsünde Bediüzzaman’ın elini öptüm ve uyandım…

Rüyayı kendim tabir ettim: Şimdi ben bu hizmetin şekerleme tarafındayım fakat çileli zamanlar da gelecek

Nitekim öyle oldu…

Mahkemelerde, hapishanelerde, karakollarda dolaştırıldım. Allah’ın lütfuyla tahkikî iman derslerinden geri kalmadım.

Şu anda hasta yatıyorum. Ameliyat oldum. Hastalık, Allah’ın gönderdiği bir hediyedir. Çünkü hastalığı veren Allah’tır. Allah’ın yarattıklarında kötülük yoktur.

Hastanede yatarken dedim ki, “hani insan Ankara’ya gider gelir ya, ben de ahirete gittim geldim. Ahirete gidip gelmenin yorgunluğunu hissediyorum…”

Türlü derde deva buldum ben elimle çok zaman,

Kimse bilmez bir tabibe ben de muhtacım şimdi.

Durgun sular, akıntı olmadığında bulanır, rüzgâr esmese hava kirlenir. Hayat bir bütündür. Sağlık hastalıkla, iyilikler musibetlerle çalkalanır. İnsan bazen dünya hayatına o kadar dalıyor ki, ölüm aklına bile gelmiyor. Çevresindeki insanlara ölümü yakıştırıyor fakat ölümün bir gün kendi kapısını çalacağını düşünmüyor. Hastalıklar, musibetler burada devreye giriyor, “Ey insan, ölüm var, ahiret var, aklını başına al” diyor. Geçen zaman geri gelmiyor. Ömrünün sınırlı olduğu gerçeğini unutuyor insan. Şimdi ben dönüp maziye bakıyorum, ömrüm bir kuş tüyü gibi uçup gitmiş. Sanki bir gün bile yaşamamışım…

Üstad Necip Fazıl diyor ki,

Bir fikir ki, sıcak yarada kezzap,

Bir fikir ki, beyin zarında sülük.

Selâm, selâm sana haşmetli azap;

Yandıkça gelişen tılsımlı kütük…

İnsan böyle… Yandıkça gelişir.

Bir sırrımı ifşa edeyim… Ne zaman ki Amerika’dan getirdiğim buzdolabını ve teybi hizmete verdim, ondan sonra bende inkişaf başladı… Yani müridi demiş “Şeyhim himmet.” Şeyh demiş “Evladım hizmet…”

Eskiler der ki, “Yok olmayan var olamaz.” Seksen yıllık ömrümde, çeşit çeşit dertler gördüm, sonuç: Minyeli Abdullah…

Koca bir ömrü İslam dâvâsını tebliğe vakfeden, her vesileyle yazan ve gerek sohbet gerek konferans dairesinde insanımızla fikir ve tecrübelerini paylaşan, hatta bu uğurda bir bölümünü gönüldaşlarımızla birlikte geçirmek üzere cezaevinde de yatan bir büyüğümüz olarak, bir dâvâ, bir ideal adamının tesirli olması bakımından en başta dikkat etmesi gereken husus, sizce söyledikleri veya yazdıkları mıdır, yoksa başka bazı hasletleri mi?

Osman Yüksel Serdengeçti, dâvâ adamını şöyle açıklamıştı:

Sofraya yürür gibi, sehpaya gitmeyenler dâvâ adamı değildir.” Hanımı, hapis yattığı yıllarda, çocuğunu tedavi ettirecek para bulamadığı için depresyona girip ayrıldı. Ankara’da Denizciler Caddesi’ndeki dükkânını şöyle tarif ediyor: “Kömürlüğü ömürlük yaptık, yeryüzünden iki buçuk metre aşağıdayız. Ölüm bile bizim için yükseliş olacaktır.” Küçücük bir dükkânda yaşıyordu. Tuvalet ihtiyacı için, caminin tuvaletine giderdi.

İnsan hayatına sığmayacak işler yapan insanlar var… Eski bir binanın taş duvarında, taşların arasından bir filiz çıkıyor ve çiçek açıyor. Bu çiçek, içinde bulunduğu şartları hiçe sayıyor. “Bu duvarda toprak yok, su yok, güneş, rüzgâr beni hırpalar” demiyor. Çiçek, şartlara meydan okuyarak yeşeriyor. Lisan-ı hâl ile diyor ki: “Allah bana ‘yeşer’ dedi, ben de yeşerdim. Sonuç ve şartlar ne olursa olsun…” İşte dâvâ adamı budur!

Yazı yazmak kolay, tesir etmek zordur.

İslamiyet, ölçü ve ahenk dinidir. Ölçü ve ahenk ise “güzel“i ortaya koyar. Güzel yaşanmış bir hayat, aynı zamanda bir eserdir. Hiçbir nazım ve nesir, güzel yaşanan bir hayat kadar güzel ve tesirli değildir.

Peygamber Efendimiz’in hayatı en üstün ve en tesirli bir eserdir. Öyle ki; O’nun biyografisi bile yaşadığı hayatın gölgesidir. Sahabe, “anam babam sana feda olsun” diyor, o kadar hayran bırakmış kendine…

Bir arkadaşım, Amerikalıya demişti ki; “Size İslamiyet’i anlatayım mı?” Amerikalı da dedi ki; “Ben senin hayatını beğenmiyorum ki dinini anlatasın! Bu konuda seni dinlemek istemiyorum. Sen, bira içmeyen Amerikalılara benziyorsun!” Gerçekten o arkadaşın ahlâkı çok bozuktu. Şaka yapacağım, milleti güldüreceğim diye kötü şeyler anlatırdı.

Sonuçta bir Hıristiyan, Müslüman’ı beğenmedi.

İnandığı gibi yaşamak, belagatin en tesirlisidir. Dikkat edin, İslam büyükleri, susabildikleri kadar susmuşlar, sadece İslamiyet’i yaşamışlar.

Harf inkılâbından sonra Kur’an yazısını okuyamaz olduk. Risale-i Nur’lar da eskimez yazıyla yazılıyordu. Kitapları aldım, okuyamadım. Okuyanları dinleyemedim. Anlayamıyordum Risale-i Nur’ları… Fakat Bediüzzaman’ı ziyarete gittim, onun fakir yaşayışını gördüm, çok hoşuma gitti. Hayatını anlatan ağabeyleri dinledim, kitaplar okudum, O’nu çok beğendim. Yani ben Risale-i Nur’ları okuyarak değil, Bediüzzaman’ın yaşayışının tesirinde kalarak Nur talebesi oldum. ALLAH demenin yasak olduğu devirlerde ALLAH deyişine, elinde zengin olma imkânları varken, fakirane yaşamasına hayran kalarak bağlandım ona…

Zübeyir ağabeyi, Bayram ağabeyi, Hüsrev ağabeyi, Tahir ağabeyi düşündükçe diyorum ki; “Bu hayatlara nasıl hayran olmazsın!”

Onlar, dünyaya önem vermedikleri için önemli oldular!

Allah razı olsun Ömer ağabey, size çok teşekkür ediyor, tekrar geçmiş olsun diyor, Allah’tan hayırlı, sıhhatli, bereketli uzun ömürler diliyoruz.

 

‘Dünyadaki açlığın sebebi manevi duyarsızlıktır’

Paşayeva, en büyük sorunun maneviyatsızlığın neticesinde oluşan açlığa duyarsızlık problemi olduğunu ifade etti.

Diyalog Avrasya Platformu(DAP) ve Azerbaycan Bilimler Akademisi İktisat Enstitüsü’nün(ABAİE) ortaklaşa düzenledikleri ‘’Dünyada Açlık Problemi ve Çözüm Yolları’’ konulu konferansta konuşan Paşayeva, dünyanın belirli bölgelerinde yaşanan açlık sorunlarına olan duyarsızlığın maneviyatsızlığın bir neticesi olduğunu söyledi.

BEN AÇLIĞI DA İNSANLIĞI DA SOMALİ’DE GÖRDÜM

Ganire Paşayeva geçtiğimiz yaz Somali’ye yaptığı seyahat ve orada gördüklerinden sonra açlığı daha iyi anlayabildiğini söyledi. Paşayeva ’’Açlık insanın neyi yemek isteyip neyi yemek istememesi değil veya kalorisi az şeyleri yemek değil sadece yiyecek hiçbir şey bulamamaktır. Somali’de açlıktan dolayı ölümle burun buruna gelmiş 100 binlerle insan gördüm’’dedi.

Somali’de Türk gönüllülerin yaptıkları çalışmalardan da övgüyle bahseden Paşayeva ’’İnsanlık adına orada yapılanları görünce milletim adına Türk milleti adına çok sevindim’’ dedi. Somali’de insanların bütün ümitlerinin oradaki Türk gönüllülerinin desteğine bağladığını belirten Paşayeva, Türk gönüllülerin hiçbir menfaat beklemeyen ve çok zor şartlar altında tamamen insanlık adına faaliyet gösterdiklerini söyledi. Azerbaycanlı vekil ‘’Her türlü imkanlara sahip, okumuş olmalarına rağmen, rahatlıklarını geride bırakarak hizmet için oralara gitmişler ve inanılmaz güzel işler yapıyorlar’’ dedi.

Milletvekili orada gördüklerinden sonra dünyada insanlığın hala ölmediğine dair inancının daha da arttığını ifade etti. Türkiye adına milleti adına gurur duyduğunu ifade eden Paşayeva en çok da bu hareketi kuranlar adına sevindiğini bildirdi. Paşayeva ‘’Bence bu hareketin adı manevi buhrandan kurtulma hareketi olmalı çünkü, manevi problemleri çözmeden biz insanlık adına istediğimiz manzarayı göremeyeceğiz’’ dedi.

BU KONFERANS BİZİM İNSANLIK BORCUMUZDUR

ABAİE Müdürü Prof İsa Aliyev ise basına yaptığı açıklamada dünyada yaşanan açlık problemi gibi global bir meseleyi DAP ile beraber gündeme getirmeyi ve çözüm yolları adına çalışmalar yapmayı, insanlık adına bir borç olarak kabul ettiklerini ifade etti. Konferans süresince açlık probleminin sosyal, iktisadi ve manevi taraflarının ele alınacağını ayrıca ülke olarak bu konuda yapılabilecek işlerle ilgili fikir alışverişinde bulunulacağını bildirdi.

DAP Azerbaycan Koordinatörü Mustafa Saatçi de dünyada bir milyar insanın aç, 2 milyar insanın da yoksulluk sınırında olduğunu söyledi. Saatçi ’’Dünyadaki her 7 insandan biri açken, tok olan 6 insanın kendini güvende hissetmesi mümkün değil’’ dedi.

Cihan

Sosyal Medyanın En Güzel Faaliyeti GIYBET ORUCU

Nesil Yayın Grubu, Editör-Yazarı Ömer Faruk Paksu herhalde bu zamana kadar hiç yapılmamış güzel bir eyleme imza atmış ve “GIYBET ORUCU” diye bir oruç tutmaya başlamış ve bunu da başka insanlarada teşvik olsun diye twitter sayfasından ( Twitter Adresi @ofpaksu ) gıybet ile alakalı twitler atarak takipçilerini zinde tutmayı başarmış ve birçok kişinin “GIYBET ORUCU” tutmasına da vesile olmuştur.
Bizde sosyal medyada ki bu güzel faaliyetten Araştırmacı Uğur Akkafa ( Twitter Adresi @ugurakkafa ) vasıtası ile haberdar olduk ve sizlerle paylaşmak ve sizleri de bu güzel eylemden haberdar etmek istedik. Olur ya belki sizlerden de bu güzel ORUCA niyet etmek isteyen olur.
Ömer Faruk Paksu’nun “GIYBET ORUCU” serüveni twitter adresinden anladığımız kadarı ile şöyle başlamış ve devam etmiş o twitlerden bazılarını biz aşağıya kaydediyoruz.Sizler diğerlerini okumak ve yeni twitleri takip etmek için ( Twitter Adresi @ofpaksu ) takibe alabilir bu güzel faaliyete eşlik edebilirsiniz.
Kendilerini de tebrik ederiz, bu zamana kadar duyduğumuz en orijinal ve faydalı sosyal medya faaliyeti olmuş.
GIYBET ORUCU BAŞLANGICI VE İLK TWEETLER ! 
20 Nisan 2012 – Bugün itibariyle “gıybet orucu”na başlayacağım inşaallah. Yaşadıklarımı paylaşacağım.
İLK 3 GÜN
21 Nisan 2012 – En zor şey, gıybet eden birine gıybet ediyorsun, lütfen sus diyememek.
21 Nisan 2012 – Bir anda kendimi birinin aleyhinde konuşurken buldum. Ve hemen sustum. İlk başarım.
21 Nisan 2012 – Bir tanıdık Allah yardımcın olsun. Zor bir şeye girişmişsin dedi. 🙂
21 Nisan 2012 – “Rabbim bu orucun iftarı olmasın!”
22 Nisan 2012 – “Ya hayır konuş ya da sus!”
22 Nisan 2012 – Birisinin aleyhinde konuşarak kötülediği biriyle karşılaştığımda adama düşman gibi baktım. Oysa hiç de öyle değilmiş.
23 Nisan 2012 – Kendisi yokken hakkında konuştuğum kişiyle yüzyüze görüştüğümde aynı şeyleri konuşabilirim ve hiç kırılmaz. 🙂
23 Nisan 2012 – Allah, “Namaz kılın” emri kesinliğinde, “Gıybet etmeyin” diyor. Ama biz Müslümanlar bunu hiç umursamıyoruz.
23 Nisan 2012 – Eğer ben birilerinin hakkında kötü konuşmazsam, Allah da başkalarını benim hakkımda kötü konuşturmaz. Buna inanıyorum.
30. GÜN
20 Mayıs 2012 – Orucumun ilk ayını doldurdum şükürler olsun. İftarı son nefeste Allah lafzıyla olsun inşaallah.
20 Mayıs 2012 – Gıybet zift gibidir. Yapıştığı yerden bir daha çıkmaz.
20 Mayıs 2012 – Gıybetçi insanın ruh dünyası karanlıktır. Güzellikleri görmez.
60. GÜN
19 Haziran 2012 – Niyet okuyuculuğu en sinsi ve en tehlikeli gıybet şeklidir.
19 Haziran 2012 – Her kim gıyabında kardeşinin kusurlarını söyletmezse, kıyamet gününde Allah da onun kusurlarını örtmeyi tekeffül eder.
19 Haziran 2012 – Gıybet, zayıf ve zelil ve aşağıların silahıdır. (Bediüzzaman)
90. GÜN
21 Temmuz 2012 – Gıybetten uzak durmak, insanı diğer kötü duygulardan da arındırır.
21 Temmuz 2012 – Gıybetle çözeceğini düşündüğün bir meseleyi, Allah’a havale et. O senin yerine güzel bir şekilde çözer.
21 Temmuz 2012 – Zor olan gıybet etmemek değil, yanınızda gıybet eden insanlara mani olmak
122. GÜN
21 Temmuz 2012 – Şeytan vesveseyle insanların arasını açar ama dedikoducu insanın yüzüne baka baka fitne fesat çıkarır.(Eşrefoğlu Rumi)
Kaynak: Risale Ajans