Kategori arşivi: Seçtiklerimiz

Bediüzzaman Said Nursi’nin hangi sıfatları ve faaliyetleri vatan hainliğine hizmet ediyor?

Üstad’a “vatan haini” diyenler var. Bediüzzaman Said Nursi’nin hangi sıfatları ve faaliyetleri vatan hainliğine hizmet ediyor?

Değerli Kardeşimiz;

Bedîüzzaman’ın hangi sıfatları ve hizmetleri vatan hainliğidir?!. Sebr ve taksim yoluyla; yani hepsini değil, sadece bazılarını teker teker sayarak beraber görelim, karar verelim:

– Bedîüzzaman; Seyyid Arvasi ve Molla Muhammed Celâl’den, hem aklî ve hem de naklî ilimler için ilmî icâzet almıştır. Bu mu vatan hainliğidir?

– Bedîüzzaman’ın kelâmda müceddid, muasırları arasında mümtâz bir yeri olan müfessir, yüzlerce hadisi, senedleriyle birlikte nakledecek kadar muhaddis ve kısaca akranlarının fevkınde bir İslam âlimi ve dahi olduğunda, dost ve düşmanları ittifak halindedirler.

Gerçekten Bedîüzzaman’ın, İslamî ilimlerin temelini teşkil eden ve içlerinde “Mirkât” gibi İslam nazarî hukukuna ait usul-ü fıkıh metni; İslam felsefesi ve kelâm hakkında Adududdin El-Îcî tarafından kaleme alınmış müstesna bir eser olan “Mevâkıf”; mantık ilminin özeti demek olan “Süllem” ve benzeri doksan çeşit kitabı hâfızasına aldığı, bunları üç ayda bir evrad gibi tekrar ettiği ve Arap Dilinin en mükemmel lügati olan “Kamus”u “Sin” harfine kadar kelimesi kelimesine ezberlediği, çok iyi bilinen ilmî cihetlerindendir. Bu kesbî gayrete bir de Allah’ın ihsânı demek olan muhâkeme, zekâ ve vehbî diğer vasıflar ek­lenince, muasırları tarafından “Bedîüzzaman”, yani za­manın eşsiz bir allâmesi ünvanıyla vasıflandırılmaması için hiçbir sebep kalmamıştır. Bu mu vatan hainliğidir?

– Asrımızın mümtaz âlim ve müfessirlerinden olan Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın “Hak Dini Kur’an Dili” adlı eserini mütâlaa ettim. O büyük allâmenin, bütün ilmî vukufuna ve aklî dirayetine rağmen, yirmi bir meselede son sözü söyleyemediğini ve söylese dahi ancak İslamî ilimler alanında belli bir mertebeye ulaşmış insanların ona mu­hatap olabileceğini gördüm. Bu meselelerin, ruhun ma­hiyeti ve isbatı, kader meselesi, haşrin isbatı, mi’racın cesedle mi ruhla mı gerçekleştiği meselesi, Allah’ın is­batı ve benzeri itikada ait meseleler olduğunu sadece hatırlatmakla yetiniyorum.

Halbuki Bedîüzzaman, ölümden sonra tekrar dirilmek demek olan haşir meselesini, İbn-i Sina gibi bir dahinin “Haşir aklî metodlarla anlaşılabilecek bir mesele değildir; nasıl nakledildiyse öyle iman ederiz.” demesine rağmen, Onuncu Söz adını verdiği eserde öylesine izah ve isbat etmiştir ki, neticede “Bu eserimi idrâk ve iz’anla iki defa mütâla’a et; eğer haşir meselesini iki kere iki dört eder derecesinde anlamazsan, gel iki parmağını gözüme sok.” hükmünü, okuyanın vicdanı tefessüh etmemek şartıyla, bir tahdis-i nimet olarak ilan etmektedir. Bu mu vatan hainliğidir?

– Eski kelamcıların ancak büyük âlimleri muhatap ala­rak müstakil kitaplarda halletmeye çalıştığı; mesela Sa’deddin Taftezânî’nin “Telvîhât” başlığı altında kırk küsur sayfada izah edebildiği “Kader ve Cüz’î irade” meselesini, beş-on sayfa içinde ve hem de herkesin anlayabildiği şekilde izah edebilmesi, zikredilmesi gereken mühim yönlerindendir. Hatta bir zamanlar Pakistan Maarif Nazırlığı yapan Ali Ekber Şah, kader meselesi ile alakalı bir meselesini, kırk sene dolaştığı İslam âleminde halledemediği halde, Bedîüzzaman’la yaptığı kırk dakikalık sohbet neticesinde hallettiğini, Türkiye’den ayrıldıkdan sonra uğradığı Mısır’da Cumhuriyet Gazetesinde bir ma­kale halinde neşretmiştir. Bu mu vatan hainliğidir?

– Bedîüzzaman, kendisine sorulan soruya karşılık Ezher Şeyhi Şeyh Muhammed Bahit’e şu cevabı verdi: “Osmanlı hükûmeti Avrupa ile hâmiledir; Avrupa gibi bir hükûmeti doğuracak. Avrupa da İslâmiyet’e hâmiledir; o da bir İslâm devleti doğuracak.” Bu cevap karşısında hayranlığını gizlemeyen Şeyh Muhammed Bahit, kendisiyle aynı kanaatte olduğunu bildirdi. Kendisi de aynı düşünceye sahip olmakla beraber, Bedîüzzaman’ın bu kadar veciz ve keskin beyan tarzına hayran olduğunu belirtti. “Bu gençle münâzara edilmez.”, dedi. Akabinde, bu kadar veciz ve beliğane bir tarzda ifade etmenin ancak Bedîüzzaman’a has olduğunu ifadelerine ekledi.(1) Bu mu vatan hainliğidir?

– Dîvân-ı Harb-i Örfînin 10 Mayıs 1325/23 Mayıs 1909 tarihinde Birinci Şube’ye bağlı İkinci Hey’et-i Tahkikiye, Bedîüzzaman Sa’îd el-Kürdî’yi soruşturma kapsamına almıştır. Bedîüzzaman’a sorulan bir önemli soru bulunmaktadır: “Sen de Şeri’at’ı istemişsin?” Buna cevabı gayet açıktır: “Şerî’atin bir hakikatine, bin ruhum olsa feda etmeğe hazırım! Zîrâ Şerî’at, sebeb-i sa’âdet ve adâlet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilâlcile­rin isteyişi gibi değil…”(2) Bu mu vatan hainliğidir?

– Şark’ta Kürtleri hem İslamiyet’ten ve hem de Osmanlı Devletinden koparmamak için Abdülhamid’e mektup yazmış ve Sultan Abdülhamid de ona tahsisat verilmesini emretmiştir. Bu mu vatan hainliğidir?

– Mehmed Reşad’ın Cülûs‑i Hümâyûnu’nun (tahta geçiş) ikinci yıl dönümü merasimine Bedîüzzaman’ın da katıldığını ve herkesin el‑etek, saçak öpmek için eğile eğile gidip, öpüp, geri gerisine el pençe dönenler arasında yer alırken, onun dik ve vakur adımlarla Padişah’ın tahtının hizasına gelince, “Esselamü aleyküm” deyip yürüdüğünü biliyoruz. Bu merasimden sonra Padişah’ın dikkatlerini çekmiş, takdir ve hürmetine mazhar olmuştur. Çünki bu merasimi takiben Rumeli’ye seyahat eden Padişah Mehmed Reşad’ın refakatinde Bedîüzzamanı da görüyoruz. Bu mu vatan hainliğidir?

– Bunun üzerine Sultân Reşad’ın Şark Vilâyetlerinin ihyâsı için Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehrâ projesini tasdik edip tahsisat ayırmıştır. Bu mu vatan hainliğidir?

– Ermeniler, ecnebi devletlerin tahrikleriyle komiteler ve çeteler kurarak, bir Ermenistan vücuda getirme hevesiyle harekete geçmişlerdi. Özellikle Doğu’da bu hareketleri çok açıktı. Bedîüzzaman Hazretleri de kendi talebelerine mavzer tüfeklerini temin ederek bir nevi silahlanmış durumdaydı. Medresesi bir askerî kışlayı andırıyordu. Erek dağına veya kır gezilerine talebeleriyle çıktıkları zaman, silâhlarıyla çıkıyorlardı. Bu mu vatan hainliğidir?

– Bedîüzzaman 1916 Bitlis savunmasına Gönüllü Alay Komutanı olarak katılır; vatanı uğrunda birçok talebesini şehit verir ve kendisi de yaralanarak Ruslara esir düşer. Bu mu vatan hainliğidir?

– Rusya’da Esir Kampında iken ziyarete gelen Rus Komutana ayağa kalkmamıştır. Komutanın “Beni tanımadı mı?” sorusu üzerine Bedîüzzaman, vaziyetini bozmadan oturduğu yerden: “Hayır tanıdım, Nikola‑Nikolaviç’tir. Çar’ın dayısıdır ve Kafkas Cephesi Başkumandanı’dır.” Kumandan: “O halde Rus ordusuna, dolayısıyla Rus Çarı’na hakaret ediyorlar.” Bedîüzzaman: “Hayır, hakaret için yapmadım. Ben bir Müslüman âlimiyim, imânlı bir kimse, Cenab‑ı Hakk’ı tanımıyan bir adamdan üstündür. Mukaddesatım bunu böyle emreder. Onun için ben ona kıyam edemem.” demiştir. (3) Bu mu vatan hainliğidir?

– 5 Mart 1334/1918’de kurulan Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye üyeliğine Osmanlı Genelkurmay Başkanlığının adayı ve Şeyh’ü-l İslamlığın teklifiyle Bediüzzaman tayin edilmiş ve kendisine öncesinde Mahrec Mevleviyeti denilen ilmî paye verilmiştir. Bu mu vatan hainliğidir?

– Bedîüzzaman bir idam fermanı hükmündeki Sevr Antlaşmasını, Avrupa zâlimlerinin Osmanlı Devleti’ni ve İslâmiyet’i yok etme planı olarak görür ve bunun karşısında Cumhuriyetin kurulup Sevr’e karşı çıkılmasını takdir eder. Bu mu vatan hainliğidir?

– Osmanlı’nın en müstesna alimlerinin görev yaptığı Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’de üye olan Bedîüzzaman, Kuvâ-yı Milliye aleyhindeki fetvâyı Şerî’at ve din ilmi ölçüleri içerisinde tahlil etmiş ve fetvânın geçersiz olduğunu şahsı adına ilan etmiştir. Bu mu vatan hainliğidir?

– Bedîüzzaman İngilizlerin Cerbezeli Siyasetine Karşı Çıkmış, Tulû’ât [1339/1920] adlı eserini İngilizlerin hain siyasetlerine cevap olarak kaleme almış ve ayrıca İslâmiyet’in aleyhine ileri sürülen bazı soruları bu eserde cevaplandırmıştır. Bu mu vatan hainliğidir?

– Anadolu hareketini destekleyen Bedîüzzaman, Kuvâ-yı Milliyenin kazandığı her bir zaferi büyük bir zafer olarak görüyor ve bunu yazılarına yansıtarak halkı şevklendirmek istiyordu. Bunun için 21 Nisan 1921’de gerçekleşen Eskişehir zaferi üzerine kaleme alıp aynı yıl Lemeât adlı eseri içinde yayımladığı yazısında çok önemli hakikatleri haykırır. Bu mu vatan hainliğidir?

– Büyük Millet Meclisinin daveti üzerine Bedîüzzaman Hazretlerinin İstanbul’dan Ankara’ya gitmek üzere yola çıktığını ve 7 Kasım 1922 tarihinde Ankara’ya ulaştığını belgelerden anlıyoruz. Bu davet edenler arasında Mustafa Kemal’in de olduğunu biliyoruz.(4) Bu mu vatan hainliğidir?

– Bedîüzzaman Hazretleri, Ankara’daki dehşetli şahsiyeti ve gizli zındıka komitesini keşfettikten sonra, bunlarla siyaset yoluyla başa çıkılamayacağını anlar ve Van’a gitmek üzere Ankara’dan ayrılır.

Fakat bu zındıka komitesi Bedîüzzaman’dan korkmaktadır. Elleri bağlı bir ihtiyarın arkasından ordular sevkedilmektedir. Sebebi gayet açıktır; zira diğer âlimlerden ve mütefekkirlerden farklı olarak, Bedîüzzaman bu gizli dinsizlik komitesininin reislerini ve metotlarını keşfetmiş ve bunlara nasıl karşı çıkılacağını iyice tesbit eylemiştir. Bunun için uzlete çekilecek ve maddî bombalar yerine manevî atom bombaları üretme hazırlığına, yani Risâle-i Nur Külliyâtını telife başlayacaktır. İstiklâl Mahkemeleri, Ali Haydar, Ömer Nasuhi, İskilipli Atıf, Gönenli Mehmed Efendi ve benzeri alimleri ya tevkif yahut idam ettiği halde, Bediüzzaman’ı gözaltına alacak bir sebep dahi bulamadığı devletin belgelerinden anlaşılmaktadır.

– Bu saydıklarımız (Bediüzzaman’ın vatan haini değil, gerçek bir vatansever olduğunu gösteren) binlerce hakikatten sadece bazılarıdır. Bütün bu hizmetler ve vasıflara vatan hainliği diyenler; asıl vatan hainleridir. Ayrıca bu hainler, Sultan Abdülhamidlere, Sultan Reşadlara, Mustafa Sabri, Mehmed Akif, Enver Paşa, Seyyid Fehim Arvasi ve benzeri şahsiyetlere de vatan haini demiş olmuyorlar mı?..

Prof. Dr. Ahmet AKGÜNDÜZ

Dipnotlar:

(1) bk. Tarihçe-i Hayat, İlk Hayatı.

(2) bk. Divan-ı Harb-i Örfi.

(3) bk. Tarihçe-i Hayat, İlk Hayatı.

(4) bk. age.

Selam ve dua ile…
Sorularla Risale Editörü

 

www.NurNet.org

Hiç adam yok mu piyasada?

Hiç adam yok mu piyasada?

Toplum hayatından bahsedebilmek için insandan bahsetmek gereklidir. Toplumsal hayatın temel öğesi insandır. İnsan ve insanlık tarihinde her hadise insanı maddi ve manevi olarak etkilemektedir. İnsanın istidat ve kabiliyetlerine bakıldığında farklı fıtratlar ve anlayışlar karşımıza çıkmaktadır.

Manevi hizmetlerde, siyasette, gündelik hayatın içinde çok defa karşılaşırız “o adam sıkıntılı, o da adam mı” vb lafı güzaflarla. Her insanın farklı mizaç ve efkarı olması sebebiyle kendisi gibi düşünmeyen kimse/stk’ler hakkında çok çabuk karalama ve tahkir yoluna gidilmektedir.

“Sen, mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit; “Mesleğim haktır veya daha güzeldir” demeye hakkın var. Fakat, yalnız hak benim mesleğimdir, demeye hakkın yoktur…

Adavet etmek istersen, kalbindeki adavete adavet et; onun ref’ine çalış. Hem en ziyade sana zarar veren nefs-i emmarene ve heva-i nefsine adavet et, ıslahına çalış. O muzır nefsin hatırı için, mü’minlere adavet etme. Eğer düşmanlık etmek istersen; kâfirler, zındıklar çoktur; onlara adavet et. Evet, nasılki muhabbet sıfatı, muhabbete lâyıktır; öyle de adavet hasleti, her şeyden evvel kendisi adavete lâyıktır…”[1]

Kendi bilgisinin mutlak doğruluğuna inanan insan, “benim bilgim, düşüncem ve harekatım tek yoldur” gibi anlayış hem insanın özel hayatında hem de toplum hayatında güvensizlik, öfke, kin, kırgınlık ve bunların ortak neticesi olarak yalnızlık kaçınılmaz sonuçtur.

Kimsenin kimseyi (kendisi gibi düşünmeyeler hariç) beğenmediği ve toplumda/piyasada hiç adamın olmadığı ileri sürülen bir zaman dilimini yudumluyoruz. Kendimiz gibi düşünen insanların yalanlarını avuç avuç içerken, bizim gibi düşünmeyen kimselerin doğrularına müstağni kalıp yok gibi tutum sergilemekteyiz. Halbuki doğru her yerde doğrudur. Altın çamura düşmekle değer kaybetmez, malum. Böyle bir ortamda bir kısım insanlar diğer kısmı, diğer kısımlar başka kısmı tezyif, tekfir, tecrid ederek toplumda/piyasada hiç adam/insan yok gibi bir mana veriyor. Bu zamana kadar bunu çok gördüm. Aynı stk içinde farklı hizmet dallarında içinde aktif hizmet edenler “Haa o mu evet, ama o çok sakat birisi, bırak onu” vb gibi çok defa duydum, duymaktayım ve duyacağım da.

Neden mi? İşte 4 temel sebebi şunlar;

1- Adavete muhabbet.

2- Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları bilmemek.

3- Çeşit çeşit sâri hastalıklar gibi intişar eden istibdad.

4- Menfaat-ı şahsiyesine himmeti hasretmek.”[2]

İnsanlar, hakikatten, lübden, manadan, enfüsten uzaklaştıkça zahirle alakadar olur ve enfüsü terk etmesi sebebiyle muhabbet yerine adavet sahibi olur. Kendisince bahaneler, sebepler türeterek adavete muhabbet destanı yazar bir hale gelir.

Mezkur sebepler müvacehesinde hassaten ehl-i imanla hangi hususlarda ittifak edeceğini bilmez bir hale gelir ve sadece kendisi gibi düşünenlere muhabbet besler.

Kendi efkar ve efalinin mutlak ve kesin doğru olduğunu düşünmesi sebebiyle ben merkezli hareket tarzını ortaya çıkartarak başkalarına istibdat uygular. İstibadın en beteri, şirredi de manevi istibdattır. Manevi müstebidler ise, “istibdad-ı manevîleri altında eziyorlar.”[3]

“Bu sırra binaen pek çok adam meyl-ül ağalık ve meyl-ül âmiriyet ve meyl-üt tefevvuk ile mütehakkim geçinmek istediğinden, ilmin şanında olan teşvik ve irşad ve nasihat ve lütfu terkedip kendi istibdad ve tefevvukuna vesile-i cebr ve ta’nif eder. İlme hizmete bedel, ilmi istihdam eder.[4]

Piyasada adamın olmamasının sebeplerinden birisi de her şeyi kendi menfaatine göre değerlendirmesidir insanın. Aslında çok adam var piyasada/toplumda ama kendi değer ölçülerine uymayanı insanın tezyif etmesi, başka taraflarında aynı şekilde tezyifi sebebiyle o onun aleyhine bu onun aleyhine çalışması sebebiyle hiç kimse yok gibi bir algı yönetimi yapılıyor ve manevi sahalarda hizmet iddia edenler kendi ayaklarına sıkıyorlar. Bade harabil basra bu dediğimi anlayacaklardır.

İhlas ve Uhuvvet Risalelerini adeta yalamış yutmuş insanların farklı gruplarda hizmet eden ağabey ve kardeşleriyle hatta kendi grubunda farklı düşünenlerle bile aynı yerde diz kırıp oturamaması çay içememesi bu vb. sebeplerdendir.

Çare-i necat:

-Adavete muhabbetten vazgeçilmeli.

-Ehl-i iman ile muhabbet vesilelerini öğrenmeli ve ortak paydayı genişletmenin yolları öğrenilmeli, araştırılmalı.

-Ben bilirim tarzında ki düşünce ve hareketlerden sakınılmalı, kaçınılmalı.

-Şahsi kemalat ve menfaat yerine toplumsal menfaatler göz önüne alınarak hareket edilmeli. Bu sayede hem müstakim insanlar çoğalır hem de toplumdaki manevi seviye yükselir.

“Eyvah, eyvah! El’aman, el’aman! Ya Erhamerrâhimîn meded! Bizi muhafaza eyle, bizi cinn ve insî şeytanların şerrinden kurtar, kardeşlerimin kalblerini birbirine tam sadakat ve muhabbet ve uhuvvet ve şefkatle doldur.” diye hem ruhum, hem kalbim, hem aklım feryad edip ağladılar.

Ey demir gibi sarsılmaz kardeşlerim! Bana yardım ediniz. Mes’elemiz çok naziktir.”[5]

Bahtiyar o kimsedir ki, hakkı hak bilir ve intisap eder, batılı batıl bilip içtinab eder. Hak ve hakikatı hasmının elinde de görse taktir eder hakikati ketmetmez, taktir eder.

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

 

1)Hizmet Rehberi (90)
2)Hutbe-i Şamiye (20)
3)Hutbe-i Şamiye (88)
4)Muhakemat (53)
5)Şualar (498)

 

Kaynak: RisaleHaber

 

www.NurNet.org

Ruhlara vurulan pranga Ayasofya

Ruhlara vurulan pranga Ayasofya

Ayasofya, yüce bilgi manasına gelmektedir. Tarih boyunca siyasi idarelerce el üstünde tutulmuştur. 1453’te Sultan Mehmet Han, İstanbul’u fethettiğinde kendi parasıyla burayı satın aldı, cami olarak vakfetti ve vakfiyesini yazdı miras olarak.

Asırlarca tilavet-i Kur’an ve Münacaat-ı Rahmanlara ev sahibi oldu. 1934 tarihinde bu vazifesine pranga vuruldu.

Ayasofya, Müslümanların hak ve hakikati tebliğ ve yaşamasının mücessem bir abidesidir. Kapılarının ibadete kapanıp, turizme açılmasıyla Müslümanların cihat ve say u gayret ruhuna pranga vuruldu. Adeta onlarca sene boyunca sesi soluğu, tebliğ enerjisi inkıtaa uğradı.

Ayasofya Camii Kebiri’nin ibadete açılması, Müslümanlar arasında ittihad, ittifak ruhunun dirildiği, Ayasofya’ya her yerden akın etdilmesi bile isbat etmektedir. 350.000 Müslümanın ilk Cuma namazında orada namaz için hazır olması da başka bir isbatıdır.

Müslümanlar adeta tekbirlerle tarihi yarım adaya çıkartma yaptı ve yeni bir fetih oldu. Müsbet insanların gönülleri ittihad ile kalbleri toplu vurdu ve Ayasofya’nın prangalarını kırdı.

Ayasofya elbette ki, manevi mimarlarımızın içinde kalan bir uktedir. Hiç şüphesiz ki, Ayasofya’yı bir dava haline getiren mimarlarımız arasında Bediüzzaman Said Nursi gelmektedir. Ayasofya edebiyatı değil manevi bir mesuliyet olarak eserlerinde zikretmiş, hükümetlere de Ayasofya ruhunu aşılamıştır.

Nasıl ezan-ı Muhammediyenin (asm) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi öyle de Ayasofya’yı da beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmektir. Ve âlem-i İslâm’da çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i İslâm’ın hüsn-ü teveccühünü kazandıran, bu yirmi sene mahkemeler bir muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraetine karar verdikleri Risale-i Nur’un resmen serbestiyetini dindar Demokratlar ilan etmelidirler. Tâ bu yaraya bir merhem vurmalı. O vakit âlem-i İslâm’ın teveccühünü kazandıkları gibi başkalarının zalimane kabahati de onlara yüklenmez fikrindeyim.” [1]

“Hem Demokrat’a ezan-ı Muhammedî gibi çok kuvvet vermek ve Risale-i Nur’un neşrine müsaadesi gibi çok taraftar olmak ve âlem-i İslâm’ı, hattâ bir kısım Hristiyan devletlerini de memnun etmek için Ayasofya’yı muzahrefattan temizleyip ibadet mahalli yapmaktır.”[2]

1 – Ezan-ı Muhammedî gibi çok kuvvet vermek

2 – Risale-i Nur’un neşrine müsaadesi gibi çok taraftar olmak

3 – Âlem-i İslâm’ı, hattâ bir kısım Hristiyan devletlerini de memnun etmek için Ayasofya’yı muzahrefattan temizleyip ibadet mahalli yapmak.

Ezan-ı Muhammedi’yi aslına çevirmek Üstâd Bediüzzaman Hazretleri döneminde gerçekleştirildi. Ama diğer 2 madde sonraki döneme kalmış vazifelerdendir. Kısmen Diyanet eliyle Risale-i Nurun neşri de yapıldı ama inkıtaa uğradı.

Avrupa ikidir sözüne istinaden, Ayasofya’nın müze yerine ibadethane olmasını bazı Avrupalı devletler, hükümetler destekledi ve Ayasofya’nın asli haline dönmesinden memnun oldular diye tahmin ediyorum.

Dr. Tahsin Tola’nın Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin ‘Ayasofya’nın camiye çevrilmesi’ ile ilgili bir hatırası şöyledir;

Üstâd çok telaşlı idi. Gelen bir musibeti, bir felâketi önlemek istiyordu. Daha sonra şu haberi gönderdi;
“Ayasofya’yı tekrar camiye çeviriniz! Risale-i Nur’un serbestiyetini resmen ilân ediniz! Eğer bunları yaparsanız, biz de sizlere ismen dua etmeye karar vereceğiz.”[3]

Hatıralara baktığımızda ise,

“Üstad’ı ziyaretimin birinde Ayasofya hakkında düşüncelerini sormuştum. ‘Keçeli, keçeli’ diye güldü. Sonra birden ciddileşerek ‘Ayasofya, Hristiyanlığın, İslâmiyete devir ve tesliminin bir âbidesidir. Bunun için kilise iken cami olmuştur. Elbette tekrar camiye çevrilecektir.’ dedi.” [4]

“Üstâdımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Zübeyir Gündüzalp Ağabey ve diğer Ağabeylere bir gün şöyle demişti; ‘Ayasofya mutlaka açılacak inşaallah. Onun açıldığı gün Masonların Türkiye’de mağlub olduklarını anlayacaksınız.’”[5]

Ayasofya sadece taştan bir bina olsa elbetteki manevi mimarlarımız üzerine bu kadar düşmezdi bu konunun sadece edebiyatını yapar veya gerek bile görmezlerdi.

Ayasofya açılışı ile inşallah maddi ve manevi fereçler olacaktır.

Cihat ruhunun kırılmasını, tebliğ faaliyetlerinin inkişafı ile rahmet-i ilahiyeyi celbedebilmek duasıyla

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası 2, s. 163-164

[2] Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası 2, s. 235

[3] Abdülkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat 3, s. 2007; Son Şahitler, c. 4, Dr. Tahsin Tola Hatıralarından

[4] Son Şahitler, c. 2, Selahaddin Çelebi Hatıralarından

[5] Hatırayı 1990’da Rüştü Tafralı Ağabey’den bizzat Ali Kemal Pekkendir Ağabey dinlemiştir.

Kaynak: RisaleHaber

 

www.NurNet.org

Avukat Bekir Berk’le alakalı bir sual

Hatıralarda ve cemaat içinde nakledilen beyanlarda Avukat Bekir BERK Ağabeyin ismi çok geçmekte olmasına rağmen,

Üstad’dan kendisi hakkında bir beyan var mı? Şayet yoksa Üstadımızın böyle bir şahsiyete karşı ketum kalmasının hikmeti ne olabilir?

1926 OR­DU do­ğum­lu olan Av. Be­kir Berk Ağa­bey, 1951’de İs­tan­bul Hu­kuk Fa­kül­te­si’ni bi­tir­di. 1973 se­ne­si­ne ka­dar İs­tan­bul Ba­ro­su’na ka­yıt­lı ola­rak avu­kat­lık yap­tı. 1958’de Is­par­ta mil­let­ve­ki­li Dr. Tah­sin To­la’nın tek­li­fiy­le ilk de­fa bir Nur da­va­sı­nın ve­kâ­le­ti­ni al­dı. Hem de “Zü­be­yir, Sun­gur, Ta­hi­ri, Bay­ram, Cey­lan…” gi­bi 12 ağa­be­yin maz­nun ol­du­ğu An­ka­ra da­va­sını…

Daha son­ra­la­rı Üs­tad Haz­ret­le­ri­ni zi­ya­ret eden Be­kir Ağa­bey, Üs­tad’dan bü­yük il­ti­fat­lar gör­dü.

O gün­den son­ra, Be­kir Ağa­bey dün­ya­da eşi ben­ze­ri gö­rül­me­yen re­kor­la­ra im­za at­tı, meş­hur “163. mad­de”nin tam bir uz­ma­nı ol­muş, bin­ler­ce Nur da­va­sın­da bin­ler­ce maz­lu­mun im­da­dı­na ye­tiş­miş­ti. He­men hep­sin­de de be­ra­at­lar al­dı. Be­kir Ağa­bey gir­di­ği da­va­lar­dan kat’iyen mad­dî bir men­fa­at gör­me­di.

“Bel­ki sus­tu­ru­ruz” di­ye, meş­hur “1971 İz­mir Sı­kıy­ö­ne­tim Mah­ke­me­si”nde onu da tu­tukla­mış­lar­dı. Fa­kat ya­nıl­mış­lar­dı… O sus­ma­dı, bi­lâ­kis mah­ke­me­nin sey­ri­ni de­ğiş­tir­di. Ora­da da be­ra­at al­dı.

Ka­de­rin sev­kiy­le 1974 yı­lın­dan iti­ba­ren “Cid­de Rad­yo­su”n­da pro­gram­cı ve spi­ker ola­rak hiz­met et­ti. 1989 yı­lın­da yaş had­din­den emek­li ol­du. 14 Ha­zi­ran 1992’de ter­his tez­kere­si­ni alıp ebe­dî âle­me in­ti­kal et­ti. Al­lah rah­met et­sin!

Maz­lum­la­rın ve Ma­sum­la­rın Avu­ka­tı Be­kir Berk

Maz­lum­la­rın ve ma­sum­la­rın avu­ka­tı Be­kir Berk Ağa­bey, An­ka­ra’da kal­dı­ğı­mız ders­hane­ye sık sık ge­li­yor­du. Bu gün­ler­de, onun ça­lış­ma tar­zı­na ve iş di­sip­li­ni­ne ya­ki­nen şa­hit oluyor­duk.

Ken­di­si­ne bir oda tah­sis eder­dik. Sa­at­ler­ce dak­ti­lo­suy­la ça­lış­tı­ğı­nı ha­tır­lı­yo­rum. Er­te­si gün gi­re­ce­ği mah­ke­me­le­re ha­zır­la­nı­yor­du. Çok ti­tiz, çok dü­zen­li ve en kü­çük ay­rın­tı­la­rı bi­le ih­mal et­me­den ha­zır­la­nı­yor­du.

Ka­tıl­dı­ğı mah­ke­me­le­re te­miz kı­ya­fet­ler­le din­le­yi­ci ola­rak bi­zim de iş­ti­rak et­me­mi­zi ister­di; biz de ka­tı­lır­dık… Sa­de­ce “Al­lah’ı ve iman ha­ki­kat­le­ri”ni an­la­tan “Nur Ri­sa­le­le­ri”ni oku­duk­la­rı için hap­se atı­lan, cep­le­rin­de ça­kı bi­le ta­şı­ma­yan, asa­yi­şi bo­zu­cu hiç­bir ey­lem­le­ri ol­ma­yan, saf, ma­sum ve va­tan­la­rı­nı çok se­ven bu in­san­la­rı mah­ke­me­le­rin so­ğuk ve so­luk salon­la­rın­da gö­rün­ce çok üzü­lür ve ses­siz­ce ağ­lar­dık.

Fa­kat! Bu sa­hip­siz, hâ­mi­siz gi­bi gö­rü­nen ve bu ka­sa­vet­li mah­ke­me sa­lon­la­rı­na ge­ti­ri­len ga­rip in­san­la­rın ya­nın­da bir­den cüb­be­li bir zat be­li­ri­ve­rir; ra­hat ve ne­ti­ce­den emin ha­re­ket­ler­le çan­ta­sı­nı açar, dos­ya, bel­ge ve do­kü­man­la­rı­nı ma­sa­sı­na yer­leş­ti­rir; san­ki ken­di evin­dey­miş de mah­ke­me he­ye­ti mi­sa­fir­miş gi­bi sa­lo­na bir­den hâ­kim olu­ve­rir; müt­hiş bir vu­ku­fi­yet, bil­gi ve hi­ta­bet ile ka­sa­ve­ti tam ter­si­ne çe­vi­ri­ve­rir­di…

Ço­ğu za­man yu­mu­şak bir dil­le, öğ­re­ti­ci-eği­ti­ci bir tarzda, Ri­sa­le-i Nur­la­rın mak­sat ve ma­hi­ye­ti­ni açık­lar ma­hi­yet­te, ba­zen de eğer sav­cı za­lim­ce it­ham­lar­da bu­lu­nu­yor­sa ye­ri gö­ğü in­le­te­rek, şid­det­li ve hid­det­li ih­tar­lar ya­pa­rak sa­vun­ma­sı­nı ya­par­dı. Biz­ler de bu se­fer se­vinçten ağ­lar­dık… Mah­ke­me­yi daha mu­nis gör­me­ye baş­lar­dık, ra­hat­lar­dık. Böy­le bir ağa­be­yi­miz bu­lun­du­ğun­dan do­la­yı if­ti­har eder, san­ki ken­di­miz sa­vun­ma yap­mı­şız gi­bi me­s’ud olur­duk…

Mah­ke­me­ye Mut­la­ka Ye­ti­şi­yor­du

Be­kir Ağa­bey bu şe­kil­de yüz­ler­ce bin­ler­ce mah­ke­me­ye ye­ti­şi­yor­du. Ta­bir caiz­se ef­sa­ne­vî bir avu­kat­tı. Her tür­lü zah­met ve zor­luk­la­ra rağ­men Tür­ki­ye’nin her ye­ri­ne, her Nur da­va­sı­na ye­ti­şi­yor­du. Kar yağ­dı­ğın­da kı­zak­la, yol ka­pan­dı­ğın­da eşek­le, bi­sik­let­le git­ti­ği­ni du­yu­yor­duk. Ama son an­da, ne­fes ne­fe­se bi­le ol­sa mah­ke­me sa­lon­la­rın­da be­li­ri­ve­ri­yor, Al­lah’ın lüt­fuy­la mu­hak­kak da­va­ya ye­ti­şi­yor­du. 60’lı ve 70’li yıl­lar­da o ka­dar çok Nur da­va­sı açı­lı­yor­du ki, Bekir Ağa­bey ba­zen sa­at far­kıy­la bi­rin­den öbü­rü­ne ye­ti­şi­yor­du…

Mü­da­fa­a­la­rı­nı, hiç ta­viz verme­den, “Oku­mu­yo­ruz, oku­ma­ya­ca­ğız” de­me­den, de­dirt­me­den, bi­lâ­kis “Âhi­ret ha­ya­tı­mı­zı kurta­ran Nur Ri­sa­le­le­ri­ni oku­yo­ruz ve oku­ya­ca­ğız” di­ye sa­vu­na­rak hep be­ra­at­lar alı­yor­du. Binler­ce ke­re be­ra­at al­dı. Âde­ta Üs­tad’ımı­zın “Se­ni ba­na Al­lah gön­der­di!” il­ti­fa­tı­na maz­har oluyor­du.(1)

Bekir Berk Ağabeyle ilgili herhangi bir ağabeyimizin menfi manada bahsettiğine bu kadar yıllık hizmet hayatımızda şahit olmadık. Bekir Ağabeyin ismi herhangi bir mecliste veya sohbette geçtiğinde, kadim ağabeylerin hepsi muhabbetle ve güzellikle yad ederlerdi. Bu noktadan isminin ağabeylerin hatıralarında geçtiği halde risalelerde geçmemesinin bazı hikmetleri olabilir. Şöyle ki;

1. Risaleler bu haliyle 1956 yılında tamamlanmış olmasına rağmen, Bekir Ağabey, 1958 yılında hizmetlerle tanışmıştır.

2. Üstadımızın vefat yıllarına yakın tanıştığı için fazla birliktelik veya yazışma olmamıştır.

3. İsmi Risalelerde geçmemesine rağmen, hatıralarda hemen hemen bütün kadim ağabeylerin ifadelerinde yer almış bir kahramandır.

4. Üstadımızın -Risalede geçmediği halde- “Se­ni ba­na Al­lah gön­der­di!” il­ti­fa­tı­na maz­har oluyor­du. Ki bu iltifat ve hitap herkese yapılmamıştır.

Durum ve hâl böyleyken Bekir Berk Ağabeyin isminin Risalelerde geçmemesinin arkasında farklı manalar ve mülahazalar aramak, iyi niyetle bağdaşmaz.

(1) bk. Ömer ÖZCAN, Ağabeyler Anlatıyor-I, BEKİR BERK (AVUKAT).

Selam ve dua ile…
Sorularla Risale Editörü

Kur’an-ı Kerimin Kimliği

Kur’an-ı Kerimin Kimliği

Kuran’ı kerimi bu tarz bir tanıtımla görmemiş olabilirsiniz! Onun için aşağıdaki metni dikkatlice okuyunuz;

Adı: Kuranı Kerim
Lakabı: Mecid
Lisanı: Arapça
Nüzul zamanı: 27 Ramazan , Fil senesinin kırkıncı yılı
Nüzul mekanı: Mekke, Medine, Hira mağarası
Nazil eden: Allah’u Teala
Vahiy meleği: Hz. Cebrail
Vahyi alan: Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve alihi vesellem
Vahiy sayısı: 24 bin defa
Nazil olma müddeti: 23 yıl
İlk nazil olan ayet: “Yaratan Rabbinin adı ile oku.”
İlk nazil olan süre: Alak
Son nazil olan süre: Nasr
Son nazil olan ayet: “Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim.” (Maide,3)
Cüz sayısı: 30
Süre sayısı: 114
En azametli ayet: Ayet’el Kürsi
En uzun süre: Bakara
En kısa süre: Kevser
En uzun ayet: Bakara süresinin 282. ayeti
En kısa ayet: Taha süresinde “Taha” ayeti
Mekki sürelerin sayısı: 82
Medeni sürelerin sayısı: 20
Mekki ve Medeni sürelerin sayısı: 12
Kuran’ı kerimin yarısındaki süre: Kehf süresi
Kuran’ı kerimin anası: Fatiha süresi
Kuran’ı kerimin kalbi: Yasin
Kuran’ın gelini: Rahman süresi
İki besmele olan süre: Neml süresi
Besmele olmayan süre: Tevbe süresi
Hizb sayısı: 120 hizb
Bütün ayetlerinde Allah ismi olan süre: Mücadele süresi
Ayet sayısı: 6236 ayet
Kelime sayısı: 77439 kelime
Harf sayısı: 330733 harf
Nokta sayısı: 105684 nokta
Kuranı kerim üç bölümden ibarettir: Allah’ın vahdaniyeti, Kıssalar, Ahkâm
Üç defa okunduğunda Kuran’ın hatim sevabını teşkil eden süre: İhlas süresi

Kuran’ı kerimde erkek ve kadın eşit oranda, eşit kelimelerle zikrolunmuştur. Yani Kuran’ı kerimde erkek 24 defa kadın da 24 defa zikrolunmuştur. Bu nokta insanı hayrete düşüren ve insanın üzerinde tefekkür etmesi gereken bir noktadır.
Bu nokta Kuran’ı kerimde her konunun eşit olarak beyan olunduğunu göstermektedir.

Kuran’ı kerimde dünya 115 defa
ahiret de 115 defa,
Melekler 88 defa
şeytan da 88 defa,
Yaşamak 145 defa
ölüm de 145 defa,
Fayda 50 defa zarar da
50 defa,
Millet (halk) 50 defa Peygamberler de 50 defa,
İblis 11 defa İblis’in şerrinden Allah’a sığınmak da 11 defa,
Musibet 75 defa,
şükür de 75 defa,
Sadaka 73 defa
razılık da 73 defa,
Aldatılanlar (delalete düşenler) 17 defa ölüler de (ölü insanlar da) 17 defa,
Müslümanlar 41 defa
cihad da 41 defa,
Altın 8 defa güzel ve
rahat yaşam da 8 defa,
Büyü 60 defa fitne de 60 defa,
Zekat 32 defa
bereket de 32 defa,
Zihin 49 defa
nur da 49 defa,
Dil 25 defa
nasihat da 25 defa,
Arzu 8 defa
korku da 8 defa,
Aşikâr konuşmak 18 defa
tebliğ etmek de 18 defa,
Zorluk 114 defa
sabır da 114 defa,
Muhammed sallallahu aleyhi ve alihi vesellem 4 defa Şeriat da (Hz. Peygamberin öğretileri de)
4 defa zikrolunmuştur.

Kuran’ kerimde tekrar olan kelimeler de insanın dikkatini Kuran’ı kerime celbetmekte ve tefekküre sevk etmektedir;

Namaz 5 defa,
ay 12 defa,
gün 365 defa zikrolunmuştur.

Acaba bunların tamamı tesadüf üzere olabilirmi!

Kamer süresinden Kuran’ı kerimin sonuna kadar 1389 ayet vardır. Kameri takvimine göre miladi 1969 senesine tekabül etmektedir. Aya gidilme tarihi 1389 senesinde gerçekleşmiştir.

Kuran’ı kerimin 19. süresinin (Meryem) 57. ayeti Hz. İdris hakkında şöyle buyurmuştur; ” Ve onu, yüce bir mekâna yükselttik.” İnsan uzaya ilk olarak 1957 senesinde gitmiştir.

Bütün erkek ve dişi hayvanlarda bulunan kromozomlar eşittir. Bal arısı kromozom açısından diğer hayvanlardan farklı olan tek hayvandır. Zira bal arısının on altı çift kromozomu vardır ama erkek arının on altı tek kromozomu vardır. Kuran’ı kerimin on altıncı süresi ise Nahl (bal arısı) süresidir.

Kuran’ı kerimin bir kaç yerinde merkeb(eşek) kelimesi diğer hayvanlarla beraber zikrolunmuştur. Ancak sadece Kuran’ı kerimin iki ayeti kerimesinde bu hayvanın adı tek başına zikrolunmuştur. “Seslerin en çirkini, şüphesiz merkeblerin sesidir.” (Lokman, 19) ” Tevrat’la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerle kitap taşıyan merkebin durumu gibidir.” (Cuma, 5) Bu hayvanın 31 çift yani 62 kromozomu vardır. Bu iki süre (Lokman, Cuma) Kuran’ın 31. ve 62. süreleridir.

“Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Rad, 28)
Selam, Sevgi ve dua eder dualarınızı beklerim.

 

www.NurNet.org