Kategori arşivi: Hatıralar

İdamlıklar Nerede İse Orasını İstiyorum!

Gönenli Mehmet efendi l905’de Gönen’de dünyaya geldi. Hafız, hoca, ehl-i Kur’ân, büyük bir İslâm âlimi ve hizmetkârıdır. Sultanahmed Camii Baş imamlığı yaptı. Süleymaniye, Eyüp Sultan, Kadıköy ve Üsküdar camilerinde ve pek çok camilerde vaazlar ve dersler vermiştir….

Bediüzzaman’la ilgili hatıralarını şöyle anlatır:

Üstad baştan aşağıya fevkalâde bir insandı. Baştan aşağı mükemmel, mine’l-bâb ilel-mihrâb.

Hareketleri, kıyafeti, garib ve misilsizdi. Eskidenberi bu zata fevkalâde hürmetim vardı. Eserlerini okuyor, vecizelerini ezberlemeye çalışıyordum. Gittikçe iştiyakım artıyordu…

l943’deki Denizli hapsinin arefesinde bir rüya gördüm. İşte polislerin gelmesi bu rüyanın akabinde idi. ‘Emir böyle. Fakat yanlış anlamayın. Benim dine karşı saygım var. İki gün size müsaade. Sonra gelip teslim olun‘ dediler. Denizli Hapishanesine gidişim böyle oldu…

Üstadın yanına gidince, bana ‘Hoş geldin Muhammed Efendi, hoş geldin. Sen burada lâzımdın. Korkma! Korkma! dedi. ‘Korkum yok efendim‘ dedim.

Hapishaneye girenlere sorarlar mı bilmiyorum. Bana ‘Neresini istiyorsun?’ diye sordular. İdamlıklar nerede ise, orasını diye cevap verdim. Katillerin arasında yaşadık. Üstadla görüştük. Mahkemeye gidip geldik, beraber kelepçelendik. Bazen Üstada Kur’an okudum. İşte böyle, elhamdülillâh…

Mahkemede ifade verirken, müddeimûmî ‘Sus! Edebiyat yapma!‘ dedi. Ben de cevaben, Konuşma selâhiyeti verdiniz ya! Ben de konuşuyorum. Bizim âdetimiz, Müslümanların âdeti budur dedim…

Denizli Hapishanesinden tahliye olduktan sonra, içimde Üstadla beraber bir namaz kılma arzusu belirdi. Bir müddet sonra Üstad, kalbi arzuma muvafık olarak, ‘Beraber namaz kılalım‘ diye beni çağırttı. Otelin önündede, kalabalık bir cemaat, İstanbullu hoca vaaz verecekmiş diye bekliyordu. Ben o sırada gerçekten mütereddit kalmıştım. Sonra Üstad’dan beni rahatlatan haber geldi: Vazifesini yapsın. Sonra gelsin, namaz kılarız…

Tahliyeden sonra Denizli’de bir hafta kadar kalmıştım. Müftü ‘Sen hangi camii istersen orada vaaz ver, hutbe oku‘ diyerek bana müsaade vermişti…

Aradan yıllar geçti. İstanbul’a geldiğini haber aldım. Fatih Camiine davet ettim. ‘Başkalarına haber vermez ve beni halka göstermezse gelirim‘ demiş. Derhal Hünkâr mahfilini hazırlattım. Sonra camiye geldi. Hünkâr mahfilinde, imamlığında namaz kıldık. Allah’a şükür, arkasında namaz kılmak da nasip oldu…

Üstad bendeki kısmetini almaya geldi

Bir husus daha vardı. Yâ Rabbi! Bu zâtın bende hiç kısmeti yok mu? diye düşünürdüm. Evime davet ediyordum, gelmiyordu. Devamlı olarak ‘Söyleyin Hafız Mehmed’e, Sakın sakın yanıma gelmesin‘ diye hocalarla haber gönderiyordu…

Bir Kurban bayramındaydı. Sabah namazından sonra kapı çalındı. ‘Muhammed kardaşım! Muhammed kardaşım!‘ diye bir ses çağırıyordu. Kapıya çıktım. Baktım ki Üstad. Boynuma sarıldı ve ‘Sen Kur’ân’a çok hizmet ediyorsun. Benim yanıma gelenleri çok tâciz ediyorlar. Seni tâciz etmemeleri için, benim yanıma gelmesin, diye haber gönderdim‘ dedi. Yanında talebeleri de vardı. ‘İstanbul’da hiçbir kimsenin evine gitmemeye karar vermiştim‘ dedi. Yanındaki talebeye işaret etti. ‘Ver kabımı, kısmetimi versin‘ dedi. Keramete bakınız. Daha önce ‘Bu zatın kısmeti yok mu?’ demiştim ya. Kısmetini almaya gelmişti. Evde yumurta tatlısı vardı. Ondan verdim…

Orada dedi ki: ‘Bir Müslüman bir beldede bulunduğu sırada bayram olsa, oranın din büyüğünü ziyaret etmek ona vâcibdir. Madem ki bu kardaşımız Hazret-i Kur’ân’a hizmet için ortaya çıkmış. Ben de onu bu beldenin şeyhülislâmı kabul ederek ziyarete geldim‘ dedi. İşte böyle geçti aramızdaki konuşmalar. Elhamdülillâh. Allah şefaatine nail eylesin. Ona çok şey borçluyum. Cesaret ve kuvveti kendisinden aldım…

Biz Kur’an’ın mânâsına çalışıyoruz, Gönenli Mehmet Efendi ise lâfzına çalışıyor. Onun talebelerini kendi talebelerim gibi Nur talebesi kabul ediyorum’ diyordu…

Hatta Üstad bunu söylediği vakit bir talebesi içinden, “Üstadım onlar Risale-i Nur okumuyor” deyince. “Cidden talebem olarak kabul ediyorum” diyordu…

Bizim eskiden edebiyat, Arabiye hocamız İhsan Bey vardı. O zata ‘Nasıl bir zattır?‘ diye Üstadı sormuştum. ‘Vallahi kardeşim, benim anlayabildiğim kadarıyla bu zat İbnü’l-vakittir’ dedi. Allah şefaatine nail eylesin. Hayatımın kıymetli yâdigârı olarak saklıyorum onunla görüşebildiğim zamanları…”

Ben hapisteyken, Üstad ise avludan beni dinlerdi. Muhammed Efendi Kur’ân okusun der, benim Kur’ân okumamı arzu ederdi…

Denizli hapsinden tahliyeden sonra ben başka bir otelde kalıyordum. Ama Üstadın kaldığı otele gidip geliyordum. Orada bir vak’aya şâhit oldum. Oranın dinden uzak bir doktoru, Üstadın karşısında diz çökmüş, kuzu gibi nasihatlarını dinliyordu. Ben orada iken Belediye reisinden selâm getirdiler.İsterse para verelim. İsterse lokantadan ne istersen gönderelim diye Üstada haber gönderdiler. Üstad, Yirmi kuruşluk bir ekmek bana dört gün yeter diye cevap verdi…

Paylaşım: Edip

Rüştü Tafral Ağabeyin Üstada Yazdığı Mektup

Rüştü Tafral Ağabeyin Üstada Yazdığı Mektup
Çok aziz müşfik Üstadım Hazretleri !
Evvelen: Şuhuru-u Selase;Leyle-i Kadir ve bayramlarınızı ruh-u canımla tebrik eder eşrat-ı makbuleye mazhar dualarınıza amin der Zülfikar-ı maneviyeyi kullanan ellerinizden hurmetle öperim.Arz ediyorum.
Kur’an-ı Hakim’in ayinedarlığında bulunup o envar-ı muazzamadan alem-i insaniyete aksettirdiğiniz nur ehl-i iman için muzmer hakaik-ı kevniyenin vuzuhan görülmesine ziya ve hakaik-ı gaybiyenin bakiyane müşahedesine dürbün;insanlık mertebelerinin a’la-yı iliyyin derecelerine sür’atle nurdan bir zat buyuruyor ve bid’alar zulumatı içinde ve istilası anında cadde-i Kur’aniyeyi gösteren ve güneş altında birer projektör olmuştur. Ve tadadla bitmez.
Tavsifinden bizzarure aciz kaldığımız meziyetleri havi külliyatından bizi ayıracak beşeri kuvvet yoktur.Allah ebediyyen siz Üstadımızdan razı olsun.
Evet, Üstadım Hazretleri! Nur külliyatı kainatın manasını;hilkatın gayesini ve marziyatı ilahiyeyi Kur’an hazinesinden öğretiyor.Bu külliyat canımız;cananımız;ona hizmet etmek en büyük gayemizdir.
Duanıza çok muhtaç ve müştak talebeniz
Rüşdü Tafral
Bütün udebaların tavsifinden aciz kalacakları Nur külliyatı hakkında söz söylemekten çekiniriz. Siz üstadım Hazretlerine dersimden bir nebze arz ederim.
Üstadın cevabı mektubu ;
Aziz kardeşimiz Rüşdü,
Güzel mektubunuzu hasta olan Üstadımıza okuduk.Size çok selam ve dua ediyor. Siz de Üstadımıza dua ediniz.Elhamdülillah, nurların futuhatı hertarafta fevkalededir.Hatta Mısır’da Hutbe-i Şamiye yirmibeşbin nüsha olarak basılmış.Şam radyosu da bayramın birinci günü yirmi dakika kadar Risale-i Nur’dan ve Üstadımızdan bahs etmiş.Bunları müjde olarak yazıyoruz.
Orada bulunan cümle kardeşlerimize pek çok selam ederiz.
Kardeşiniz
Tahiri, Zübeyr,Ceylan
Kaynak: Yozgatnur66
www.NurNet.Org

Said Efendi’nin Cenâzesini Urfa’dan Nakledeceğiz

Said Nursî’nin naaşının
nakli
27 Mayıs inkılâbı ile Demokrat Parti hükûmeti devrilerek milletvekilleri ve yöneticileri Yassıada’ya doldurulur.

“Millî Birlik Komitesi” idaresi altında, Reisicumhur Cemal Gürsel, Alparslan Türkeş Başbakanlık Müsteşarı, M. İhsan Kızılordu ise İçişleri Bakanlığı koltuğuna oturur.

Ve Bediüzzaman’ın vefatından 3 ay 18 gün sonra 11 Temmuz 1960 Pazartesi günü dönemin Urfa Valisi Necdet Yalçın ile Doğu Bölgesi Kolordu Kumandanı askerî bir uçakla Konya’ya giderler. Konya İmam Hatip Okulunda meslek dersleri öğretmenliği yapmakta olan Said Nursî’nin kardeşi Abdülmecid Ünlükul bir memurla vilâyete çağrılır.

Kendisine, “Kardeşin Said Efendi’nin cenâzesini Urfa’dan nakledeceğiz” derler. “Siz istemiş olacaksınız; şu kâğıdı imza edin!” diye önüne bir belge koyup dayatırlar.
Abdülmecid Ünlükul’un,
Benim böyle bir isteğim yok” itirazına karşı:
Hadi çok uzatma, burayı imza et!” diye açıkça baskıda bulunurlar. (Eşref Edip. “Merhum Bediüzzaman’ın Kabri Hâlâ Gizli mi Kalacak” , Bugün, 22 Aralık 1967)

Abdülmecid Ünlükul’un Muzaffer Arslan’a anlattığına göre:
General Cemal Tural ile Abdülmecid Ünlükul askerî bir uçakla Urfa askerî birliğine gelirler.

Cemal Tural kendilerini karşılayan bir albaya “Bu zat Said Nursî’nin kardeşidir, istirahatını temin edin, namazlarını rahatlıkla kılsın. Şayet diğer subay ve erlerden soran olursa subaylardan birinin babasıdır, dersiniz.” diye emreder.

Aynı gün bir diğer subay da Urfa’dan Diyarbakır’a giderek galvanizli bir tabut yaptırıp getirir.

Ertesi gün yani 12 Temmuz 1960 Salı günü, gece yarısı 00.30’da takviye askerî birliklerle Urfa’ya geldiler. Şehirde derin bir sessizlik vardır. Ortalıkta hiç kimse görünmüyordü, herkes uykudaydı. O gün bekçilere vazife verilmemiş, onların yerine askerler ve jandarmalar almıştı.
Şehrin bütün mühim yerleri askerler ve zırhlı vasıtalar tarafından tutulmuştu. Saat 01.00’de de Halilürrahman Camii sıkı bir kordon altına alınmıştı.

Askerler kendilerine verilen emirle
Bediüzzaman Said Nursî’nin kabrinin bulunduğu iki kubbeli yerin üst pencerelerini, demir parmaklıkları kırarak içeri girerler. Ellerinde demir aletler, balyozlarla mermer mezarı parçalamaya başlarlar. (Yılmaz Büyükerşen. “Said Kürdî’nin Cesedi Nasıl Nakledildi?” , Dünya, 20 Temmuz 1960)

Er, Muşlu Boksör Yusuf’un anlattığına göre, parçalanan mezardan Bediüzzaman’ın naaşı bozulmamış olarak çıkınca, oradaki erler: “Bu zat şehitmiş; mezarını açmak günâhtır” diye aralarında konuşurlar.

Abdülmecid Ünlükul ise gözyaşları içinde ağabeyi ve Üstadı Bediüzzaman Said Nursî’nin yüzüne bakıyor… Yüz on bir gün sonra açılan kabirde merhumun naaşı hiç bozulmamış, yalnız kefeni biraz sararmıştır.

Galvaniz tabutun kapağı lehimlendikten sonra hazırlanan uçağa koymak isterler. Fakat uçak dar gelir. Bunun üzerine Diyarbakır’dan ikinci bir askerî uçak getirilir. Tabut o uçağa yerleştirilir. Kardeşi Abdülmecid’i de uçağa bindirirler. (Eşref Edip. “Bediüzzaman’ın Kabri Hâlâ Gizli mi Kalacak” , Bugün, 22 Aralık 1967)

Emekli Pilot Astsubay Ali Demirel’in anlattığına göre, Pilot-Astsubay Ahmed Kırlay’ın kullandığı C 47 askerî uçağı Afyon havaalanına iner. Tabut askerî bir vasıta ile Abdülmecid Ünlükul ile beraber Dinar-Baladız üzerinden Isparta istikametine götürülür.

Bugün bilinmeyen kabrine yerleştirilir. Ortalık ağarmadan, kendi isteği üzerine, aynı gecenin içinde tekrar Abdülmecid Ünlükul’u Konya’ya götürür bırakırlar.

Üstad’ın fevkalâde takdir ve tasvibine mazhar olmuş bir Risale-i Nur medhiyesi ve bir müdafaadır.

199/70

 (Gayr-i Münteşirdir!)

(İlk küçük müdafaanın tevsi’ edilmiş ve Üstad’ın fevkalâde takdir ve tasvibine mazhar olmuş bir Risale-i Nur medhiyesi ve bir müdafaadır.)

 

Bize tevcih edilen ithamların en başta geleni “Risale-i Nur’a ne için bu kadar kıymet veriyorsunuz?” veya “Onun müellifine ne için bu derece ta’zim ediyor ve müşarün ileyhi tekrim ve tevkir ile karşılıyorsunuz?” ithamıdır. İddianame ve kararnamenin ruhuna hâkim olan mes’ele budur.

 

Savcılık makamı bir cürüm gibi bu ithamı bize tevcih ederken, vatandaşın vicdan hürriyetini hiç hesaba katmamakta ve bunun bir cürüm değil, buna müdahalenin bir cürüm ve haksızlık olduğunu aslâ nazara almamaktadır. Biz bu vatanda istediğimizi istediğimiz kadar sevmeğe veya istediğimiz şeye dilediğimiz kadar değer vermeğe haklı ve salahiyetli değil isek, eğer vicdanlar bazı insanların arzu ettiği fikir ve kanaatlarla çerçevelenmek ve onlara ittiba’ ve intibak etmek zaruretinde ise veya bazı insanların keyf ü arzularını kabul etmek bir mecburiyet ise, iddia edilen düşünce ve vicdan hürriyetinin manası nedir? Siyasî garazların ve memuriyet îcablarının zebunu olan ve hakikatları muayyen kalıplara sokmağa ve örtmeğe çalışan savcılık makamı Risale-i Nur’un kemalât-ı ilmiyesini ve hakaik-ı bahiresini bil’iltizam görmeyebilir, aklı sıra tenkid de edebilir, bizim hürriyet-i vicdanımıza müdahale edemez.

 

Herhangi kıymeti dilediğimize vermemize ve rağbetimize karışamaz. Ve müellifine istediğimiz makam ve şerefi takmamıza ve dilediğimiz manevî tevcihi yapmamıza mani’ olamaz.

 

Evet, biz Risale-i Nur’un hakikî kıymetlerini takdir ediyoruz ve onun bu milletin ihtiyacına tam mutabık ve ruhuna tam tercüman bir Kur’an tefsiri olduğunu kabul ediyoruz. Kıymet hükümleri vicdanî bir takdir mes’elesidir. Risale-i Nur’un mezayası ancak fikirleri ifsad edilmemiş, vicdanları bozulmamış, enaniyetleri şişirilmemiş, garaz ve menfaat endişeleri gözlerini bürümemiş insanlar ve bilhassa safvet-i ruh ve incizab-ı tamla ve şevk-i imanla hakaik-ı âliye ve ezeliye peşinde koşan, garazsız ivazsız hakikat âşıkları bilir ve anlar ve takdir ederler.

 

Onu anlamak için ulûm-u mevruse-i diniyenin bütün şuubatından, vechelerinden hakikî surette haberdar olmak, ruh-u diyaneti kavramak ve mesail-i hazıra-i İslâmiyenin bütün şuubat ve îcablarına hakkıyla vâkıf olmak, muhtelefün fih mesail hakkında mesaî sarfetmiş olmak ve netaic-i âliye-i ilmiye ve fenniyeden dahi sahihan behredar bulunmak ve felsefenin dünkü ve bugünkü cereyanlarına ve son inkişaflarına âgâh olmak lâzımdır.

 

Yarım yamalak malûmatlar ve menfî ve tek taraflı düşüncelerle ve düşmanane telkinlerin tesiri altında ve bilhassa siyasî garazlarla ve menfaat mülahazalarıyla ma’lul zihniyetler, onun hâmil bulunduğu maâlîyi göremezler ve mâlik olduğu ulviyet ve kemalâtı ve mezaya-yı satıasını, ruh-u asaleti takdir edemezler.

 

Risale-i Nur’un ulviyet ve mezayasını ve parlak hakikatlarını ve eşsiz mükemmeliyetini ve pâyansız bir feyze mazhar olduğunu, ancak hakikatlara gözlerini kapamış olanlar görmeyebilir. Bu da koyu bir taassub ve mülhidane bir tarafgirlik neticesidir.

 

Arzu edenler ve anlamak isteyenler Risale-i Nur’da en münteha mesail-i ilmiyenin en âlî şekillerini, en tatminkâr ve şifabahş izahlarını bulurlar. Ve keza onda en yüksek efkâr-ı felsefeye tefevvuk eden hâkim fikirler ve efkâr-ı mütezaddeyi tar u mar eden emsalsiz ve kudretli mantık ve üstünlüğü bulurlar.

 

Onda tasavvufun ve İlahiyatın en yüksek mesailinin en veciz ve hem de şimdiye kadar emsaline rastlanmamış bir makuliyet ve kat’iyyetle izahı ve isbatı vardır. Ve bu itibarla o ruh-u Kur’anın en parlak bir tersimidir ve hikmet-i ezeliyenin bütün dünya efkârına tefevvuk eden ve hikmet-i Kur’aniyeyi bütün ihtişamı ile belirten bir ifadesi ve envâr-ı Kur’anın inkişaf etmiş bir manzarasıdır.

 

Risale-i Nur nur-u risalet-i Muhammediyenin (A.S.M.) âhirzaman karanlıklarını dağıtmak için zamanımıza aksetmiş bir inşiaından başka bir şey değildir. Risale-i Nur’dan aldığımız pâyansız feyz ve nihayetsiz ilhamdır ki, bize bu samimi ve hasbî kanaatlara sevkediyor.

 

Bizim bu kanaatımız belki yanlış görülebilir, hattâ mübalağaya da hamledilebilir. Fakat samimidir. Onun için buna kimsenin karışmağa hakkı yoktur. Müellifinin Türk şivesine ve tarz-ı tekellümüne yabancı olması ve risalelerin muhtelif istinsah merhalelerinden geçmesi sebebiyle bazı mahallerinde rastlanan ufak tefek bazı kaide hataları ve ehemmiyetsiz bazı siyak u rabt noksanları, ancak satıhbîn olanları aldatabilir. Fakat hakikat arayıcılarına onun ruh-u ulviyet ve asaleti emsalsiz ve şeffaf bir pırlanta gibi kendini göstermekte ve elmas gibi lemaan etmektedir.

 

Sayın savcının bize kütübhanelerdeki kitabları tavsiye zahmetinde bulunması gerçi şükrana sezadır. Biz ancak bu neslin yalnız mazinin hamule-i irfanını nakleden eserlerde değil, bugünün ihtiyacına cevab verecek olan ve bugünün netaic-i irfanını hâmil bulunan ve o netaice göre efkâr inşa ve tesis etmiş bulunan eserlere ihtiyacı vardır. İşte biz bu esbabdan dolayı Risale-i Nur’a kıymet veriyoruz. Ve bilhassa taşıdığı emsalsiz hararet ve feyz-i manevî-i iman dolayısıyla ona inanıyoruz ve tebcil ediyoruz. Yoksa ona inanışımız safdilane ve körükörüne bir hayranlığın veya umumî bir cereyanın sürüklemesiyle hasıl olan bir şuursuzluğun sebebiyle değil.

 

Risale-i Nur müellif-i muhteremine verdiğimiz kıymet ise, bu samimi görüşten ve bu şeffaf, garazsız anlayış ve duyuştan neş’et etmektedir. Evet biz müşarün ileyhe çok üstün bir kıymet-i ilmiye ve yüksek bir makam-ı manevî tanıyoruz ve onu hakikî ve üstün kemalâta mâlik bir fazilet ve hakikat kahramanı biliyoruz. Hattâ müşarün ileyhin a’zamî bir şekilde feyz-i Muhammediyeye nail olduğunu ve bu feyzin tam mazharı ve vârisi bulunduğunu ve İlahî bir memuriyetin hâmili olarak vazife gördüğüne inanıyoruz. Kendisinin bu tevcihatı hüsn-ü zan diye karşılaması ve şahsına mal etmemesi ve kendine kıymet verilmesini kat’iyyen istememesi, bizim bu garazsız ilme ve bürhana dayanan kanaatımızı sarsmıyor.

 

Zira vazife-i tebliğ ve hizmet-i davette bu derece şiddetle ısrar ve neşr-i hakikat ve emr-i hidayette bu derece kat’î ve sarsılmaz bir ikdam ve emr-i İlahîye ittiba’ ve feraiz-i Rabbaniyeye temessük ve ikbalde bu derece yüksek bir azim ve sünen-i Muhammediyeye (A.S.M.) harfiyen riayette ve hakka teslimiyet ve tefviz-i umûrda bu derece âlî bir himmet ve i’tisam ve i’zaz-ı din ve i’lâ-i kelimetullah’ta bu derece yüksek bir şecaat ve azm-i hâlis ve davasında bu kadar kat’î bir sebat ve metanet ve mesail-i ilmiyeyi izahta bu kadar keskin bir vuzuh ve kat’iyyet ve bu derece pervasız bir tamamiyet ve vecazet ve câmiiyet ve mevzulara tasarrufta bu kadar kat’î bir hâkimiyet ve nüfuz başka türlü izah edilemez.

 

Lâkin bizim müşarün ileyhte kabul ettiğimiz bu üstün mazhariyet kevnî kerametlere ve âlî kemalât ve Rabbanî ihsanat ve onun tasarruf ve havarik-i velayete mâlik olmasından değil, bilhassa Risale-i Nur ile izhar ettiği emsalsiz mertebe-i irfaniyetten ve müşa’şa’ tezahüratına şahid olduğumuz hârika kemalât-ı ilmiyesinden dolayıdır. Zira kemalât-ı kevniyenin hakaik-ı ilmiyeye ve inkişafat-ı imaniyeye nazaran nazar-ı hakikatta kıymetleri daha yüksek değildir. Bilakis ehl-i hakikat nazarında bir mes’ele-i imaniyenin inkişafı, bin kerametten evlâdır. Nitekim Peygamber-i Zîşan (A.S.M) Efendimizin de en âlî mazhariyeti, onun en büyük ve daimî mu’cizesi olan ve ukûl ve ezhana en hâkimane bir kudret, erişilmez bir belâgat ve üstünlükle hitab eden ve beşerin karihası ve ilmi ilerledikçe azamet ve şaşaası artan ve hakaik-ı ulviyesi tezayüd eden bir inkişaf ile tezahür eden ve hakaik-ı mekşufe ve müsbete ile ahenk ve tetabuku ziyadeleşen ve beşerin henüz vâsıl olduğu hakaik-ı külliye ve netaic-i ilmiyeyi vaktinden asırlarca evvel haber vermiş olduğu meydana çıkan Hazret-i Kur’an sebebiyledir. Peygamberimizin diğer kevnî mu’cizatı, azamet-i Kur’ana nisbet ile çok küçük kalır.

 

Ve onlar şems-i Kur’andan ve onun envâr ve hakaikinden intişar etmiş lem’alar hükmündedir. O en ziyade hakaik-ı ulviye ve desatir-i ma’kuleyi insanın vicdan-ı tefekkürîsine arz u tebliğ-i Peygamberî olmuştur. O getirdiği yüksek hakikat itibariyle insanların hürriyet-i tefekkürünü aslâ lekelemeyen, iradesini ibtal etmeyen ve hiçbir meslek-i ilmînin ve cereyan-ı felsefînin kudret ve nüfuz ve şaşaasından aslâ ürkmeyen ve perva etmeyen ve bütün menfî tehacümat-ı fikriyeye karşı kemal-i sekinet ve vakar ve kemal-i emniyet ve hâkimiyetle meydan okuyan ve en küçük bir saklılık tanımayan bir hürriyet-i vicdan-ı Peygamberîdir.

 

Bu tavsifat hâşâ diğer Peygamberan-ı İzam bu evsaf-ı âliyeyi haiz olmadıkları manasına gelmez. Zira enbiya-i salife hazeratının zamanları mesail-i âliye ve tefekkürat-ı nihaiyenin hazm u idrakini mümkün kılacak derecede henüz kâfi bir olgunluğa ve kariha zenginliğine erişmemişlerdi.

 

Bu sebeble akvam-ı salifeyi nimet-i hidayetten mahrum etmemek için, daha fazla mu’cizelere yer verilmişti. Peygamberimiz ba’s buyurulduğu zaman ise ezhan-ı beşeriyenin kusva-yı tefekküre irtika edecekleri ilâ yevm-il kıyam bütün zamanları içine alan medeniyet-i kâmile zamanıdır. Bu itibarla zaman insaniyet rehber-i beşeriyet olan Zât-ı Ahmediyenin (A.S.M.) insanlığı tam bir tefekkür ve iz’an serbestliği ile içinde daire-i hidayete irşad etmesi yegâne tarîk-i savabdır. Ve acz-i insanî bakımından Rahmeten lil’âlemîn sıfatının îcabatındandır.

 

İşte bu sebebden dolayı müslümanlığın en esaslı düsturlarından biri de ve tarîk-ı hidayetin en sahih ve salim şekli hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikir düsturudur. Peygamberimizin kevnî mu’cizeleri ancak mesalih-i cüz’iye ve muvakkata için vârid olmuşlardır.

 

Rehber-i insaniyet ve maden-i kemalât hazretlerinin asıl hakikî ve ebedî mu’cizesi, beşerî iz’anı muhatab yapan ve ezhan-ı hakkaniyeyi, ukûl-ü munsıfeyi teshir eden Hazret-i Kur’andır. İnsanlığı rahmet-i İlahiyeye kavuşturmak ve zulmet ve şekavetten kurtarmak için ba’s buyurulan Zât-ı Pâk-i Risalet, insanlığı istila eden küfr ü dalalet zulümatını, şenaat ve şekavet karanlıklarını ancak Hazret-i Kur’an ile ve o neyyir-i saadet, nur-u hidayetle o irade-i galiye-i ezeliyenin feyz ü nuraniyetidir ki, her türlü denaet ve şenaatin kökünü kesmeğe imkân verdi. Şimdi dahi aynı tecelli-i rahmetin, yümn ü tezahür-ü rububiyetin tekerrürünü görüyoruz. Bugün dahi aynı sünnet-i Muhammediye (A.S.M.) cereyan ediyor.

 

Zât-ı Ahmediye (A.S.M.) nasıl beşerin en muzdarib ve felâketli zamanında, en zulmetli ve şekavetli anında işrak-i envâr eyledi. Zavallı beşerin imdadına yetişti ise, her türlü şenaat ve hıyanetin mahşeri olan ve her türlü ifsad ve dalaletin mecmaı bu devr-i zulmette rezailin ve her türlü zulüm ve her türlü levsiyat ve hunharlığın ayyuka çıktığı bu şeamet ve mefsedet asrında ve her türlü esbab-ı helâkin, şenaat-ı beşeriyenin azgınlaştığı devirde ilhad ve irtidadın a’zamî haddini bulduğu, ukubet ve felâket beşer üzerine çöktüğü ve insanlık mukadderat-ı beşeriyeyi kararttığı felâketzede ve bîçarelerin âhlarının semaları deldiği, melce’siz ve himayesizlerin feryad ü figanlarının arş-ı a’zama yükseldiği bir zamanda o Nebiyy-i Âlîşan’ın (A.S.M.) veraset-i ulyâ ve emanet-i kübrasını kemal-i şecaat ve ehliyetle telebbüs ederek merdane ve hudapesendane bir asaletle deruhde ederek ve liva-i Kur’anı omuzlarına alarak arslanlar gibi küfr ü dalalet putlarına, zulm ü ceberut tagutlarına saldıran ve bir melek-i rahmet gibi imdada yetişerek insanlığa rahmet-i İlahiyeyi müjdeleyen ve iman ışıklarını ve teselli nurlarını muzdarib ve me’yus ve bedbaht beşeriyete getiren, ulaştıran, fazilet ve necabet elmaslarını harab ve perişan gönüllere ulaştıran büyük kahraman Bediüzzaman’dır (Radıyallahü Anh).

 

Üstad’ın tevcihini Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsinde görüyoruz ve aynı inayet-i İlahiyenin ve aynı füyuzat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) temadîsini müşahede ediyoruz. Yüce kahraman o Peygamberini canını feda ederek ve o yüksek şems-i hidayetin şan-ı bülendini izhar ve i’lâ ederek o Zât-ı Muhammedî’nin (A.S.M.) uhde-i emanetine tevdi’ ettiği liva-i İslâm olan meş’ale-i Kur’an ile cihan-ı zulm ü inkâr ve âlem-i dalalet ve şekavete meydan okuyor. Bu kadar ihtiyaçlı ve felâketli bir devirde hudapesendane bir gayret ve hamasetle ve İlahî bir azm ü himmetle âbide-i İlahî ve ferman-ı İlahî olan Hazret-i Kur’anın azamet ve şaşaasını izhar etmek ve vaz’-ı İlahî olan din-i celilin şanını i’lâ etmek ve dâr-üs selâm diyarının letafet ve ulviyetini ve ihtişam ve ciyadetini belirtmek için çalışan ve savaşan ve bu uğurda en küçük bir karşılık beklemeyen bu yüce kahramanını, bu hakikat ve fazilet gazanferini ve iman fedaisini siyasî zecirlerle te’dibe çalışmak veya onun değerini ve îfa ettiği vazifenin kıymet ve ulviyetini kirletmek istemek, çok nâmerdane ve şerefsiz bir harekettir.

 

Bütün füyuzat ve envârımız İlahî memuriyetin bütün delailini üzerinde taşıyan böyle bir zâta ihanet etmek, doğrudan doğruya onu o vazifeye tayin eden Allah ve Resulüne ihanet olmaz mı? Ve onların fermanlarına mücadele manasına olan tâgiyane ve iblispesendane bir muamele hükmünde değil mi? Eğer onunla uğraşmak isteniyorsa, darbe-i silâh-ı irfan ile çıkmak îcab eder. Merdane ve medenî bir mukabele ve mücadele ancak böyle olur.

 

Zamanın ilim şefliği makamını işgal ettiklerini zanneden ve böbürlenen bir takım ilim bezirgânları, onun isbat-ı tevcih sahasında gösterdiği şâyan-ı hayret ve kudretli mantık ve izah parlaklığını sadece inkâr ve hakaik-ı me’sureyi redd yolu ile körletmek istiyorlar. Halbuki inkâr çok kolay bir iştir ve tarîk-i ilim değildir.

 

Cehle dayandığı ve acz ve inadın mahsulü olduğu için aslâ bir ilmî değeri yoktur. Bu zevat-ı muhtereme hiç düşünmüyorlar ki, bu kadar âsâr-ı eslaf meydanda iken hakaik-ı hadîsiyeyi ceff-el kalem inkâr etmek ve garaz-ı siyasî uğrunda ve tevatür-ü manevî halindeki ihbarat-ı Nebeviyeyi bir cür’et-i cahilane ile reddetmek ne derece büyük bir hamakat ve ne derece vebal ve hatarlı ve mes’uliyet-i maneviyeyi mûcib bir harekettir.

 

Onlar bu halleriyle erbab-ı dalaletin yardımcıları ve yardakçıları oldukları ve o menzile düştüklerini ve küfr ü dalale giden yolları desteklediklerini acaba bilmiyorlar mı?

 

Şübhe edilemez ki, âsâr-ı eslafta bir alay ihbarat-ı hadîsiyenin muhakkak bir hakikat tarafları vardır. Bunların bazılarının müteşabih olması ve lihikmetin remzî ve âsârî perdelere bürünmesi, bunların kâffesinin hâşâ uydurma olmasına imkân olmaz. Bunlardan bir kısmının senedlerinin zaîf olmaları, onların tamamen uydurma ve yalan olmalarını îcab ettirmez.

 

Hele inkârlarına aslâ vesile teşkil etmez. Eğer bu inkârcıların zanları hilafına bu rivayetin bir hakikat tarafları varsa ki muhakkak vardır, mahiyet ve şekilleri ve manalarındaki garabet itibariyle bunların siyasî maksadlardan dolayı erbab-ı fesad tarafından uydurulmuş olmalarına da imkân yoktur.

 

Meselâ: يكون فى امتى رجلان hadîsinin uydurulmasına hiçbir siyasî sebeb yoktur. Manasındaki garabet, beşer hayalinin bunu tasni’ etmesine de imkân vermemektedir. Binaen aleyh bunların inkârı dolayısıyla hakaik-ı hadîsiyeye vaki’ tecavüzün ve bu inkârı yegâne ilim addetmek suretiyle gösterilen cür’etin derecesi ne derece büyüktür ve bu inkârı nişane-i kudret göstermek suretiyle mevki-i siyasîlerimiz ve memuriyet ve mensablarını kurtarmağa çalışan bu ülema-i muhteremenin ne derece mes’uliyet-i maneviyeye ve vebal-i elîme düştükleri vâreste-i iştibahtır.

 

Hârika-i ilmiyesi ve kemalât-ı ahlâkiyesi ve ekmel mertebe-i fazileti aşikâr ve zahir olan ve mücahede-i kübrasının delaletiyle ve şekliyle Rabbanî bir memuriyete ve veraset-i Muhammediyeye (A.S.M.) mâlik ve mazhar olduğu meydanda bulunan bir zât-ı mükerremin beyanlarında ve tevcihlerinde ise bir hakikat aramak ve onlara değer vermemek, hayli cür’etkârane ve gafilane bir enaniyet ve inad tezahüründen başka bir şey değildir. İşte bizim Bediüzzaman’a (Radıyallahü Anh) verdiğimiz kıymet bu hakikatlar dolayısıyladır.

 

Sayın hâkimler! Acaba müşarün ileyhe sırf kıymet-i ilmiye ve kemalât-ı ahlâkiyesi sebebiyle vaki’ olan bu tekrimimizin bir siyaset mes’elesi addedilmesine imkân var mıdır? Hakaik-ı diniyeden ve îcabat-ı imaniyeden dinin ilme verdiği yüksek paye ve şerafet ve kemalât-ı ahlâkiye tanıdığı üstün itibar meydanda değil midir? Ve ruh-u faziletten ilham alan ve nebean eden bu tavr-ı mü’minanemizi bu asil ve necib temayülatımızı, bu hakkanî ve İlahî tavrımızı bir siyaset çirkâbına nisbet etmek ne derece garazkârane bir haksızlıktır? Bizi bu yüzden mes’ul etmek, dinî temayüllerimiz ve imanî ve ilmî cehdlerimiz sebebiyle tecziye etmek ancak imanı ve ilmi cezalandırmaktır.

 

Bu da ancak komünizm diyarında rastlanan bir tedhiş ve cebbarlık sistemidir. Ehl-i imanı senelerden beri tazyik eden ve nazarî formüller ve vakıa gayr-ı mutabık bahanelerle bîgünah ve masum müslümanları hapishane dolduran, koca bir milletin dinini öğrenmeyi 25 seneden beri çok zalimane ve cebbarane bir insafsızlıkla men’ eden hakikî mücrim ve cebbarlara huzur-u adalette soruyoruz:

 

Bu imanını her şereften üstün tutan ve dini ile iftihar eden ve onun için her fedakârlığı göze alan bu asil ve necib müslüman millet, bu İslâmiyetin şerefine asırlarca alemdarlık yapmış ve onun kemalâtını temsil etmiş ve onunla hal olmuş ve haşr ü neşrolmuş ve onun fezaili ile şereflenmiş ve onu canından aziz bilmiş bu dindar ve vefakâr millet, bu göğsü iman dolu temiz Türk çocuğu kendi manevî varlığını teşkil eden iman ve mukaddesatına vaki’ tecavüzler ve ruh-u iffet ü namusuna ve mekârim-i ahlâkiyesine karşı irtikâb edilen şeni’ sû’-i kasdlar ve denaetkârane ihanetlere mukabele etmek hakkına mâlik değil midir?

 

Müslüman dinine karşı vaki’ olan bu mühinane savletleri karşılamak ve onlara müdafaa etmek için ehl-i imanın hakkı yok mudur? Bu hakk-ı hürriyetten, bu kudsî ve aslî hakk-ı müdafaadan mahrum mudur? Bu müslüman ülkesinde, bu şerefli milletin dinini ve fezail-i ahlâkiyesini tezyif eden ve onu dinsizliğe ve ilhada davet eden ve rezail-i sefihaneye teşvik eden ve esasat-ı diniyeyi yıkmağa uğraşan mel’unane ihanetlere göz yumuluyor.

 

Ses çıkarılmazken ve hattâ onu yapanlar teşvik ve himayeye mazhar olur ve alkışlanırken ve milletin mukaddesatına vaki’ tecavüzlere karşı âmmenin hukukunu sıyanete memur adlî makamlar zerre kadar bir eser-i merhamet göstermezken, bilakis dini yıkmak, dine vaki’ ihanetleri desteklemek ve körüklemek için her nev’ cür’eti pervasızca irtikâb edenleri himaye etmek bir vatanperverlik şiarı ve fikr-i milliyete hizmet addedilirken ve bu vicdangüzar ve vicdan-ı milliyetle alay eden denaetkârane şımarıklıklar, kanun şöyle dursun bilakis her nev’ himaye ve taltife mazhar edilirken; vatanın unsur-u hâkimi olan bu faziletli milletin kendi vicdan ve imanına ve canından fazla sevdiği mukaddesatına karşı vaki’ bu alçakça ihanetlere mukabelesi ve hukukunu müdafaası ne için bir suç sayılıyor?

 

Ruh-u İslâmla 1000 seneden beri imtizaç etmiş ve onu yegâne rehber-i hayat ve saadet tanımış ve âbide-i hakikat kabul etmiş ve onunla yekpare bir vücud olmuş ve kendi dinini kendinden nez’etmek ve yıkmak için kimseye hak ve salahiyet vermemiş olan bu necib milletin ve bu vatanın unsur-u hâkiminden bu müdafaa hakkını kim ve hangi kuvvet men’ ediyor. Vatanın hakikî sahibi olan bu asil milletin vicdanını hiçe sayarak, aslî ve cibillî hukukuna karşı vaki’ olan haksız tecavüzleri ve kanunsuz müdahaleleri mazur görmeye imkân var mıdır? Bunları âdeta meşru’ ve haklı göstermek ve setretmek için onun pâk ve afîf nasiyesine her fırsat düştükçe bir siyaset damgası yapıştırarak onu tenkil etmeğe ve onu mürteci’ ve inkılab düşmanı diye vatandaşı imanından dolayı tezyif etmek hangi kanun ve adaletin îcabıdır?

 

Mahkemelerde ve hapishanelerde çürütmek, hangi insaf ve adaletle kabil-i te’liftir? Eğer irtica’ dinsizlikten dönmek, televvüsat-ı ahlâkiyeden mekârim-i ahlâka suud etmek ise, bu vatandaşın hakkıdır.

 

Eğer irtica’ müslüman dininin ulvî hakikatlarını izhar ve isbat etmek ise, onun metin ve kudsî ahkâmının isabet ve ulviyetini, hakkaniyet ve makuliyetini belirtmek ise, keza bu onun en kudsî ve şerefli bir vazifesidir ve buna imanen mecburdur. Bundan dolayı tahkir ve tazyik ve bîhuzur edenlerin gaye-i maksadları, göğüslerdeki imanı kökleyip çıkarmak için kazmalarla 25 seneden beri bilâ-ârâm çalışanlar bizzât kendileri mücrim değil midirler? Ruhen ve cismen İslâm olan ve samimi ruhunda İslâm heyecanı yaşayan ve kalbi nur-u imanla dolu olan bu asil ve necib millet hakikî bir fazilete müteveccih bir inkılaba, nura ve i’tilâya yönelmiş terakkiye, saadete …… kemale münteha bir teceddüde aslâ düşman değildir.

 

Eğer inkılab dinsizlerin, habaset-i ahlâkiye naşirlerinin arzuları vechile milleti dinsizleştirmek ve onu iman ve itikadından soymak ise, eğer terakki bütün müsbet ve küllî faziletleri redd ü inkâr etmek ve bütün iffet ü namus kaygılarından sıyrılmak ve her türlü şenaat ve sefahet-i ahlâkiyeye kapıları açmak ve bütün rezail-i içtimaiyeyi medeniyet ve meziyet diye millete mal etmek ise ve asrî îcab ve ilmî meziyet ve medenî zaruret diye dinsizliği en mergub bir hareket ve şâyan-ı imtisal bir lâzıme-i şeref ve bir medeniyet ve dûrendişlik zihniyeti ve ileri görüşlülük alâmeti ve hurafattan tecerrüd üstünlüğü kabul etmek ise ve hakaik-ı diniyeyi hurafat adıyla redd ü tezyif etmek ise, böyle bir inkılab ve terakkiye bu milletten vefa beklemek ve böyle bir teceddüde karşı bu müslüman halktan hayırhahlık istemek, hattâ hürmet ve muhabbet taleb etmek cidden abes bir teklif ve beyhude bir gayrettir.

 

Eğer inkılab şerleri, şerefsizlikleri, denaetleri, habasetleri, atalet ve cehaleti bırakmak, ilme ve hakikata kapıları açmak, fazilete ve ……… koşmak, eğer terakki milletin hayra ve hakikî ve faziletkâr refaha müteveccih bir hamlesi demek ise, eğer teceddüd mülevvesat-ı ahlâkiye ve efkâr-ı bâtıla ve muzırradan temizlenip hayata ve saadete doğru i’tilâ ise, kemal-i şerefe doğru bir ilerleyiş azmi ise, bu bizim baş tacımız ve en büyük emelimizdir. İnkılab beş-on kişinin şahsî arzusu değildir. İndî kanaatlar ve efkâr-ı felsefiyesi ve zümrenin indî telakkisi veya keyfî arzusu olamaz.

 

Buna hamle-i millî denemez. Dinsizleştirmeğe matuf şahsî ve keyfî arzuları olamaz. İrtidadın adına inkılab demek, bu milleti tanımamak ve hakikatlara karşı küfranda bulunmak demektir. Bu asil millet dinsizliği ve dinsizleşmeyi bir inkılab olarak hiçbir zaman kabul etmiş ve bu bâbda kimseye salahiyet de vermiş değildir. Böyle düşünenler, bu milleti tanımayan ve bu milletin ruhuna yabancı olan kozmopolit seciyeli bedbahtlardır. Bunlar kendi keyiflerini ve meramlarını milletin iradesi gibi göstermek ile, milleti hiçe sayan ve onun re’yine ve iradesine ve şuur ve iz’anına aslâ kıymet ve ehemmiyet vermeyen mütecavizlerdir. Bunlar millette hayr u şerri tefrik kabiliyeti tanımayan ve milletin başında fuzulî rehberlik iddiasında bulunan ve onun ruhuna ve hissiyatına kıymet vermeyen, aslî haklarına tecavüzde be’s görmeyen küstahlardır. İstibdadı ve maziyi yıkmak iddiasıyla, bin misli istibdad tesisini halas ve refah yolu diye ve milletin istediği diye vasıflandıran hodgâmlardır.

 

İnkılab muayyen eşhasın keyfî arzusu olmadığı gibi ve alelâde başıboş kaideler de değildir. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu inkılabın hududunu çerçevelemiş ve mahiyetini tesbit etmiştir. Teşkilat-ı Esasiye’de dindarı en çok alâkadar eden inkılab kaidesi lâikliktir. Bu kaide gerçi dinî esasatı tanımamak ve onunla vatandaşın ruhunda meknuz ve ruh-u İslâmiyette mündemiç bulunan hakikî bir tesamuh ruhuyla kendi hakikatının üstünlüğüne olan itimadı sebebiyle bu millet bu kaide ile muaraza haline düşmeğe lüzum ve hacet görmemiştir ve mücadele etmemektedir. Elverir ki o resmî formalitelerdeki tarifi vechile hürriyet-i vicdan ve bîtaraflık ve medeniyet düsturu olarak ve Teşkilat-ı Esasiye’nin tanıdığı haklar dâhilinde tatbik edilsin.

 

Dinsizlerin ve farmasonların bu vatanda soysuzluk, kozmopolitlik ve iffet düşmanlığı mikroplarını yayan sefihlerin elinde dindara çekilmiş bir dinsizlik kılıncı olarak kullanılmasın. Vatandaşın imanına saldıran, vicdanına tahakküm eden, ruhunu rencide eden, aslî haklarını çiğneyen ve gasbeden bir taarruz silâhı olmasın. Acaba bu vatandaki azlıklar her nev’ hürriyet-i diniyeye mazhar ve dinlerini istedikleri gibi tahsil ve tedris ve icra ve dinî cemaat teşkilatları kurmak salahiyet ve imkânlarına mâlik iken, bu vatanın unsur-u hâkiminden bu haklar ne için esirgeniyor? Acaba ne için bu unsur-u aslî senelerden beri dinini ve faziletinin menba’larını öğrenmek hakkından mahrum olmuştur? Ve ne için kendi imanını ve dinî tecessüslerini olgunlaştırmak ve vicdanının sesine ve emirlerini uygun bir şekilde ruhî ihtiyaçlarına cevab bulmak için bir dinî cemaat vücuda getirmek hakkına mâlik değildir?

 

Lâik bir sistemin en bariz vasfı, vatandaşın dinine karışmamak, vicdan hürriyetine müdahale etmemek değil midir? Bu esas ana kanunla bağlanmış iken, bir milletin topyekûn imanını yıkmağa savaşmak, vicdanlarını tazyik etmek ve dinin medar-ı bekası ve zıman-ı mevcudiyeti olan tedrisat-ı diniyeyi men’ etmek, ne ile kabil-i te’liftir? Bunların lâiklikle uyuşabilen tarafı neresidir? Dinî hürriyetin yegâne teminatı ve hissiyat-ı diniyenin zıman-ı bekası olan din tedrisinin men’ edilmesi, lâiklik perdesi altında dinin inkırazını ve imhasını hedef tutan bir kasd-ı iblisanenin eseri değilse nedir? Anayasa Kanunu vatandaşın aslî haklarını ayak altına alan ve adına inkılab ve temeddün hareketi diye ad konan ve o namla maskelenen bu mütecavizane hareket, dini kökünden kazımak maksadıyla girişilen bir faaliyet-i mülhidanenin tam kendisi değil midir?

 

Bunun başka ne suretle tevili mümkündür? Dinimizden dolayı bizi mücrim sandalyesine oturtanlar, din tedrisatını men’ etmek ve bu milleti dinsizleştirmek ve milletin vicdanına ve imanına saldırmak ve faziletini çürütmek ve yok etmek salahiyetini nereden aldılar? Bu müslüman millet kendi vicdan ve imanına saldırmak ve onu kendisinden nez’ etmek için kimseye hak ve salahiyet vermiş değildir. Asıl inkılab düşmanlığı ve kanuna ihanet, vatandaşın hukuk-u asliyesine tecavüz ve dindara bu vatanda hakk-ı hayat tanımayan ve ana kanunu bir korkuluk mahiyetine tenzil eden, kanun ve adalet ve insaf düşmanlarına teveccüh eden bir cürümdür.

 

Yoksa müslümanlık hürriyet-i vicdan düsturunu ve akl-ı selimin nazarını esasatında en kuvvetli düsturlarından addettiği için, hürriyet-i vicdan manasına olan lâiklikle muaraza vaziyetine girmiş değildir. Müslümanlık kendi esasatını zorla kabul ettirmek için kimseye minnet etmez ve kimseyi zorlamaz. Müslümanlıktan kendini müstağni kılanlar ve ahkâmını tatbike kıymet vermeyenler, ancak İslâmiyetin füyuzat ve nimetlerinden kendilerini mahrum kılmaktan başka bir netice elde etmezler.

 

Bunun avakibi de kendilerine raci’ ve müteveccihtir. Yoksa müslümanlığın kimseye minneti ve ihtiyacı yoktur. Cebirden müstağni ve münezzehtir. Ruh-u İslâmiyet bir kısım insanların adem-i icabetinden bir şey kaybetmez. Zira onun mevki-i muallâsı emin ve mahfuzdur. Binaen aleyh madem ki dindar, lâikliği kendisi için bir mücadele mevzuu yapmamaktadır. İmanı îcabı İslâmî kavaide aykırı olan şeylere muhalif olsa bile, İslâmiyetin verdiği istiğna sebebiyle bu mevzuda ikraha ve mücadeleye düşmemektedir. Bu itibarla onun fiilen inkılab düşmanlığı mevzu-u bahis olamaz. Ancak fikren muhalefet mevzu-u bahistir ki bu da iman îcabıdır ve aslâ cürüm addedilemez.

 

Buna rağmen acaba ne için lâik olan ve hürriyet-i vicdan düsturunu kabul eden bir idare, dindarlarla uğraşıyor? Hürriyet ve vicdanlarına ikide bir müdahale ediyor, ibadetlerine karışıyor. Onlara yeniden nizam ve şekil vermeğe yelteniyor. Çeşitli vesilelerle onları tazib ve rencide ediyor. Acaba ne için insanları soysuzlaştıran, anarşiliğe sevkeden ve çeşitli ceraimin îkaına sebeb olan, devlet ve milletin emniyetini ve câmianın refah ve huzurunu temin eden ve cem’iyeti sayısız fedakârlıklara sevk u icbar eden ve insanı manevî murakabeden mahrum ve hayvanî ihtiraslarıyla ve onun îcabları ile başbaşa bırakan, dinsiz ve imansız telkinatı ve şenaat-ı ahlâkiye ifsadatı devletin emniyetini ihlâl âmili sayılmıyor da; insanların vicdanına manevî bir yasakçı, fedakârlıkların ve faziletlerin îfasına manevî bir müşevvik ve hattâ âmir-i mücbir ve ef’al ü harekât-ı beşeriyeyi kontrol eden ve hayra ve insaniyete, nizam ve huzura tevcih eden bir manevî müfettiş ve murakıb bırakan ve şuur-u insanîyi ezeliyet ve ebediyet iz’anı ile terbiye edip küllîleştiren ve zenginleştiren ve onu cüz’î ve fâni ve muvakkat mahiyetten kurtaran ve ruh-u insanîyi ahlâk ve fezailin kudsiyet ve asliyetine inandıran ve mes’uliyet-i hakikiye iksiriyle techiz eden ve onu fâni beşeriyet ve behimî hayvanat derekesinden alarak necaib-i âliye ve kemal-i ahlâkî ve feragat-ı hakikiye şahikasına çıkaran, fâni muvakkat akîm ve meyyit gayeler ve mefkûreler vartasından kurtarıp daimî ve ezelî hakikat ve saadet ve hakikî nuraniyet ve inşirah fezasına yükselten ve verdiği misilsiz medeniyet ve hakikî insaniyet telkinleriyle câmianın ve hattâ bütün zîhayatın emniyetlerini ve hakikî huzur ve inşirahlarını ve içtimaî nizamını koruyan ve sağlayan ruh-u diyanet ve iman, devletin emniyetini ihlâl sayılıyor? İnsan bu hal karşısında ve haklı olarak acaba lâik idarenin vasf-ı fârıkı dinsizlerin ve dinsizliğin hâkimiyeti midir, diyeceği gelir.

 

Çeşitli tarihî ve gayr-ı dinî inhitat, muhtelif inkıraz âmillerini görmeyerek ve cehaletin dinimize sokmak istediği bir takım ebâtılı, hâşâ din zannederek dinimizi kötülemek isteyenler, ancak cehaletlerini izhar etmektedirler. Kendisini fıtrat ve hakikat dini diye ilân eden ve ilm ü hakikatın penahı, müşevviki ve baş hâmisi olduğunu dava eden ve beşerin muhtelif mümkün saadet ve refahı için ilme ve hakikata müstenid, hayra ve fazilete ve i’tilâya saik her nev’ terakkiyatı emreden bir dini itham etmek ve onu medenî ve insanî inkişaflara engel tanımak ancak koyu garaz ve cehaletin neticesidir.

 

   Müslümanlığı itham edenlerin dinimiz hakkındaki bilgileri Avrupa hristiyanlığının dinimize karşı beslediği garaz, düşmanlık ve kin duygularından mülhemdir ve Avrupa dinsizlerinin hristiyanlık hakkındaki menfî telakkilerinden muktebestir ve onların aynen taklididir.

İslâmiyet aleyhinde hristiyanlığın beslediği gayz u nefret hisleriyle meşbu’dur. Farmason ruh-u meş’umunun hakikat-ı diyanete karşı beslediği yıkıcı ve bozguncu telkinatının ve denaetkârane ihanetinin mahsulüdür. Onlar İslâmiyeti aslâ bilmiyorlar ve bilmeğe de nahvetleri ve cahilane gururları mani’dir.

 

Onlar Avrupa ve garb inkişaf-ı ilmîsinin şaşaasından gözleri kamaşmış, hayr u şerri tefrik kabiliyetleri azalmış ve iz’an ve insafları tek taraflı olmuş ve dumura uğramış kimselerdir.

Onlar nur-u ezelîyi görmeyecek derecede kör, İlahî hakikatları ve hakikî insaniyet düsturlarını ve kudsî telkinatları işitmeyecek derecede sağır ve hayvanî ihtirasların ve dünyevî ve muvakkat duygu hatırı için necaib-i kudsiyeyi ve hakaik-ı âliyeyi söyleyemeyecek derecede dilsizdirler.

Onlar nur-u hidayete kapılarını kapamış bedbahtlardır. Hristiyanlık kininin ve farmasonluk iblisiyetinin ruhlarına ektiği zehirli tesirler ve İslâmiyet aleyhindeki şiddetli adavet ve taassubları, onların insafa gelmelerine aslâ müsaade etmemektedir.

 

Garb inkişaf-ı ilmîsinin ve teknik terakkiyatının ilk üstadı İslâm medeniyeti olduğunu bizzât Avrupalı fikir ve ilim dâhîleri dava ettikleri halde, medeniyet-i İslâmiye üzerine çeşitli felâketlerin ve ihanetlerin çökmesi yüzünden vukua gelmiş olan şark inhitatını müslümanlığa atfederler. Baş müsebbib ve hakikî âmil telakki ederler.

 

Ve müslümanlığın gerilik ve inkıraz âmillerini ihtiva ettiğini dava ederler. En metin ahkâm ve esasata ve en yüksek desatire mâlik olduğu, düşmanları tarafından teslim edilen İslâmiyete topyekûn hurafat ve ebâtıl tesmiye ederler. Onlara göre müslümanlık kurûn-u vustâ ve barbarlık kaideleridir. Akvam-ı ibtidaiye ve vahşiyenin düsturlarıdır.

 

Bugünkü medenî tekâmül kaidelerinin yanında kıymet ifade etmezler ve başlıca terakki engelleri ve teâlî ve inkişaf maniaları halindedirler. “Din terakkiye mani’dir” sözü, onların en kat’î düsturudur.

 

Halbuki İslâmiyet bugünkü ulûm-u müsbete inkişafları müvacehesinde hakkaniyet ve isabeti tamamıyla tezahür etmiş bir nizam-ı ekmeliyettir. Ve beşerin yegâne zıman-ı halas ve kâfil-i saadeti olan bir şehrah-ı selâmettir. Ve insanlığın arayıp özlediği hakikat ve bir hazine-i hidayettir.

 

Ruh-u İslâmiyetin fışkırttığı misilsiz enerji ve vücuda getirdiği hârika ve muazzam inkılab ve tatbik ve tahakkuk ettirdiği eşsiz nizam-ı medeniyet ve bünyan-ı adalet ve ebedî fazilet tarih sahifelerinde eşsiz ve nazirsiz yatmaktadır. İslâmiyeti bilmeyenler ve her nev’ dinî telakkilere ve manevî inançlara sahib olmayı mahz-ı cehalet ve belâhet sayanların iman sahiblerine ve maneviyata inananlara hücumu ve onların hakkını tanımamak hususundaki gaddarlıkları, onların nazarında cehalet ve hurafe ile mücadele ve mücahededen ma’duddur. Bunların ilmî iz’anlarına ve eğer varsa insaflarına hitab ediyoruz:

 

Acaba kâinatın bize arzettiği hakikata yüzleri sadece münkirlere hak verecek bir mahiyette midir? İman tarafdarlarını te’kid ve tasdik edecek vücuh-u hakaik yok mudur? Fikir ve ilim dünyasının pehlivanları yalnız münkirler midir? İlimde ve felsefede metbu’ ve üstad tanınan yüksek mütefekkirler arasında dindarlar ve iman vechesini isbat edenler ve kâinatın hârikalar cihanı olduğunu ve bunların ancak en yüksek akıl ve iz’anın teşkil ü tertibi ile mümkün olabileceğini söyleyenler az mıdır? İnsanlar hududsuz masnuat-ı fikriyeye (fıtriyeye) ve sayısız ma’kulat-ı hilkate bir fâil bulmak cehdiyle ârâmgüzar değiller midir?

 

Acaba ilim ve fikir sahasındaki yegâne ve müberhen ve vakıa mutabık bu hakikat 17 ve 18’inci asırların mecruh ve pürşeamet ve akîm ve kasvetli dar yüzleri yetmiyor mu? Felsefede isbatiyecilik ve tabiat kanunlarından başka bir şey tanımayan ve inkâra dayanan bir meslek ve kör sağır tabiatçılık, katı ve uğursuz maddîcilik midir?

 

Acaba yegâne tarîk-i hayat ve saadet maddî ve sonsuz sistemlere bağlanmak ve kasvetengiz ve yeis verici ve birbirini hırpalayan mütezad nazariye içinde boğulup kalmak ve yolunu şaşırmak ve bilmiyeceğimize inanarak hakaik-ı âliyeyi inkâr etmek ve İlahî ebediyet tesellilerinden mahrum yaşamak ve necaib-i ulviyeye müstenid olacak desatir-i ezeliyeyi taharriden sarf-ı nazar etmek midir? Acaba beşerin gaye-i tesellisi ve inşirah-ı saadeti, kendisini bu karanlıklar ve ümidsizlikler cehennemi içinde hapsetmek midir?

 

Acaba vatanı teâlîye ve milleti refah u saadete kavuşturmak, terakki ve medeniyete ulaştırmak, ümid ve teselli-i insanînin yegâne menbaı, ezeliyet ve ebediyete dayanan hakikî insaniyet ve beşerî saadet mefkûresinin yegâne kaynağı ve bu mefkûreye göre ayarlanan hakikî ve müstekar ve müemmen fazilet ruhunun yegâne zımanı ve vazife aşkının ve cehd-i gayret heyecanının yegâne mevlidi ve bina-yı ahlâkînin rakibsiz mesnedi ve huzur-u insanînin yegâne müessiri ve baş âmili olan ruh-u diyanetten sıyrılmakla ve insanı hayvaniyeti ile ve behimî ihtiraslarıyla başbaşa bırakmakla mı mümkün olacak?

 

Acaba hayattan istenilen matlab, sadece hayvanî ihtirasların tatmininden mi ibarettir? Acaba insanın hayvaniyet fevkinde hiçbir vechesi ve matlabı ve gayesi yok mudur?

 

Acaba ruh-u insanîye aslâ şifa vermeyen, onların ebediyete ve daimî hayata teşne gönüllerini aslâ teskin ve teselli etmeyen fâni ve akîm gayeler ve o cansız mefkûreler mi insanı ruh-u fazileti aşılayarak onları hayatı istihkar bahasına en yüksek fedakârlıklara kahramanlık ve necaib-i ahlâkiyeye ve her hal ü kârda istikamet ve sadakata sevkedecek?

 

Acaba hayat-ı dünyeviyeden fedakârlıkta bulunabilmek ve feragata razı olabilmek için muahhar bir hayat-ı bâkiyeye, bu âlemden daha gerçek, daha vefalı bir saadet zeminine inanmaktan başka yol ve çare var mıdır? Tesis-i ahlâkın ancak böyle bir inanışa vabeste bulunmasından başka bir tarîk mevcud mudur? Hodgâm insan fedakârlıklarının karşılığını göreceği bir hayat-ı diğere inanmayınca, fena sıfatlarından ve nefsanî arzularından ve şahsî isteklerinden kolay kolay feragat edebilir mi?

 

İleride bir ümid ve ışık görmeyince fedakârlıkta bulunabilir mi?

 

Ahlâk şahsın kendi aleyhine ve diğeri lehine ve cem’iyet hesabına ferdî matlablarından ve ihtiyaçlarından feragatta bulunmasından başka nedir?

 

Amelî hayat bakımından ahlâk başka ne suretle tarif edilebilir?

 

Acaba müessese-i diyanetin hiç tecrübe ve istikraî ve müşahedeye dayanan bir sahası yok mudur? Yahut bina-i iman isbatî ve tahkikî mahiyetten mahrum ve hakikat-ı hariciyesi gayr-ı mevcud bir hayal ve efsane midir?

 

Acaba zümre-i enbiya ve evliyanın mesnedleri hâşâ sümme hâşâ evham ve hayalât mıdır?

 

Acaba hakikat-ı imana aid böyle bir tahkikî sahaya herkesin yükselmemesi, onun inkârı için kâfi bir sebeb midir? İlmî netaic-i âliyeyi herkesin bizzât tecrübe etmeğe liyakat-ı ilmiyesi kifayet etmediği gibi, ruh-u fazilet olan ihlasın ve bâtınî safvetine, derece-i iktisabına muallak olan bu şuhudî ve îkanî sahaya herkesin yükselmemesi, tarîk-i ilimde herkes için açık olmayan bir istisnaiyet kapısı manasına mı gelir?

 

Yahud bu İlahî ve hakkanî merhaleye herkesin ulaşmaması, onun tahakkuku imkânsız bir faraziye olmasına mı delalet eder? İnsana ümidsizlik ve nevmidî mikropları zerkeden ve adem ve kasvet zehirleri aşılayan ve onu behimî ihtiraslara yönelten, koyu ve katı maddecilik ve bunaltıcı ve sert çehreli isbatiyecilik yerine; güya hakikat-ı hariciyeden mahrum kabul edilen iman esasatı yani bu mefruzu hayal-i insanın ferdî ve ma’şerî ihtiyaçlarına ve pratik hayatına daha uygun değil midir? Seviye-i fikriyeleri vasatın fevkine yükselmeyen halk kitleleri hesabına daha faideli değil midir?

 

Şimdi soruyorum: Bu efkâr ve hakaik ve hakaikâlûd bulunan ve ebediyet gayeleri peşinde koşan insanların siyaset gibi fâni ve muvakkat, hatarlı ve mes’uliyetli ve hukuk-u ibadîyi dâî bir dünya canbazlığına rağbet etmeleri ve onun peşine düşmeleri nasıl vârid olabilir? Bu mülahazat bizim endişe-i imaniyeden ve cehd-i ilmîden başka veche ve çehremiz olmadığı ve aslâ fâni maksadlar zebunu olmadığımızı isbat eder ve gösterir.

 

Ve keza senelerden beri bir nizam ve fazilet unsuru olmak vasfımıza devam ve sadakatta her nev’ zulümden sakınmak şiddet-i ihtiyacımızın mana ve hikmetini izah eder. Bizi dinî bağlılığımızdan dolayı mes’ul etmek, beyhude bir gayrettir. Tazyikler, tehdidler, hapisler ve işkenceler ancak maddeye kadar uzanabilir. Bunların tesirleri ancak kişver-i imanın harîm-i muallâsına yükselemez ve aslâ müntehası ebediyet ve uluhiyet olan yollarından ve azimetlerinden ve imanlarının îcabatını icradan döndüremez.

***

 

            İktibas 12 Mayıs 1949 tarihli Hürriyet Gazetesi’nden:

İhtiras……… nam roman yazan……

 

Konuşma: Eğer iffeti düşünüyor isen bil ki o aslında hiçbir şeydir. Ve çirkin kadınlar tarafından her şeymiş gibi gösterilmekle birçok büyük kusurlar kapatılır.

 

Bazı arkadaşların hapis sıkıntısından müteessir olarak bir nev’ iştikâ tavrı takınmalarına ve bazı kardeşlerin ef’al ü harekâtını hapse sebebiyet gibi telakki etmelerine binaen yazılmış bir hasbihal ve Afyon mücahedesinin bir tasviridir.

 

Muhterem kardeşlerim! Afyon müdafaa-i diliranesi فقاتل ولا تخش kudsî fermanının bir tezahürüdür ve nazar-ı hakikatta kıymeti çok yüksektir. Sizler hidemat-ı sâbıkanıza mükâfat olmak üzere bu âlî mücahedenin feyizlerine doğrudan doğruya mazhar olmak için ve onun mücahidleri meyanına girmeniz için ikramen buraya getirildiniz.

 

Bu itibarla tenkid ve şekva değil, şükretmeniz lâzımdır. Yoksa şekva edecek ve evvelce etmekliğimiz lihikmetin vazifeye sevkedilmiş ve bazı ef’alin icrası kendilerinden zuhur etmiş bir kısım kardeşlerinizi müsebbib diye tenkid edecek ve onları rencide edecek ve gönüllerini kıracak ve şevklerini ye’se çevirecek şekilde idare-i kelâm ederseniz, buradan kazanacaklarınız kısmen heder olur. Müsterih olunuz, vaki’ olanların hepsi mukadderdir, behemehal vaki’ olacaktır. İnşâallah bu yüksek mücahedenin neticesi manasız değil, belki pek çok parlaktır. İnşâallah çok yakında pek hayırlı ve pek feyizli neticelerle karşılaşacağız.

 

Yoksa tenkid ettiğimiz bazı aşırı vazifeperver kardeşleriniz vazifelerini gayr-ı müdrik olarak yapmamışlar, bilakis müdrik olarak ve anlayarak ve tam şuurla îfa etmişlerdir. Bizden beklenen, vazifeyi hüsn-ü îfaya gayret etmektir. Gerisi Allah’ın vazifesidir. Netice ve muvaffakiyet, Cenab-ı Hakk’ın ikramatındandır ve ona aiddir. Ona karışmağa hakkımız yoktur. Evet vazife-i hakka mani’ olacak şekilde ifratkârane ve maksadsız, neticesiz alayişperverane hareketler zararlıdır. İhtiyat edip, alayişe kapılmamak lâzımdır.

 

Lâkin ihtiyat vazife görmemek, hizmet terettüb edince vazifeden kaçmak ve hizmet deruhde etmemek ve hattâ nefsini kahramanca ve seve seve Allah (Celle Celalühü) ve Resulü (A.S.M.) ve onun sevgili memuru uğruna kurban etmemek değildir. İhtiyat daha faideli hizmetlere ve daha esaslı ve semeredar neticelerin teminine vakit ve imkân bulabilmek ve hazırlatmak için, kuvvetini neticesiz ve mazarratlı maksadlar uğrunda lüzumsuz yere sarf etmemektir.

 

Evet, şurası muhakkaktır ki, biz bu mahkûmiyeti zarurî ve faideli bulmaktayız. Eğer böyle olmasa idi, Nur’un İlahî ve kudsî sesi daha yüksek mertebelere ve daha ileri ufuklara aksetmezdi. Elbette hak ve hakikat mücadelesinde bu kabil cilveler ve çetin imtihanlar olacaktır. Eğer hak uğruna mücadele ve mücahede o kadar kolay bir şey olsa idi, fazilet ve kudsiyeti o kadar yüksek olmazdı.

 

Ne mutlu böyle çetin imtihanlar kazanan, sarsılmayan, yılmayan kahramanlara! Sizin tenkid ettiğiniz ve manasız zannettiğiniz ef’al ve kahramanlıklar inşâallah pek yakında o kadar büyük fütuhat ve inkişafatın anahtarı ve saiki olacaklardır ki, siz de imrenecek ve iftihar edeceksiniz. Ve bugün burada bulunmanızdan dolayı şükredeceksiniz.

 

Elbette müdhiş savletler ve hakikat-ı kudsiyeyi ve onun dellâlı olan mübarek Üstadımızı tezlil ü tezyif suretiyle yapılan ihanetlere tahammül edemezdik. Elbette dalalet namına meydan okuyan mağrur başların müftehirane ve mutaazzımane tafrafüruşlukları ve hezeyanları müvacehesinde, kadınlar gibi zelilane boyun eğemezdik.

 

Elbette izzet-i İslâmın ve hakikat-ı kudsiyenin ve şeref-i diyanetin ayaklar altında çiğnenmesine sabredemezdik. Elbette Hücumat-ı Sitte’nin şakirdleri, ihanetkâr ve hainane savletlere karşı kahramanca göğüs gerecekler. Boynumuza ayağını basmış insafsızların suratlarına tükürecekler ve şeref-i İslâma yakışır bir asaletle ve ilm ü faziletin gür sesiyle haykıracaklar ve ölümü zillete tercih edeceklerdi.

 

Nitekim Allahımıza hesabsız hamd ü sena olsun, Nur’un kahraman fedaileri vazifelerini arslanca Allah’ın ve Resulünün rıza ve tahsinine ve bütün melaikenin ve ruhaniyyunun sürur ve iftiharına lâyık bir şekilde ve sevgili Üstadlarının şerefiyle mütenasib ve onların şerefini tam ilân edecek bir tarzda îfa etmişlerdir. Tarih ve hakikat onları ebede kadar anacaktır. Onların ettirdiği tarraka-i hakikat, münkirlerin bile hayret ve takdirini ve ceza verenlerin bile tahsinini mûcib olacak derecede ulvî ve parlaktır.

 

Denizli melhamesi yanında, Afyon melhame-i kübradır. Şeref-i İslâm tam ilân edilmiş ve onun alemdar-ı muazzezi tam müdafaa ve tevkir edilmiştir. Kardeşlerim! Üstadımızın beyanıyla ve kudsî delillerin işaretiyle, burası son medrese-i Yusufiyedir ve son meydan-ı imtihandır.

 

Bu itibarla cümlemiz iftihar edelim. Cenab-ı Hak bizim gibi acezeyi ve hattâ günahkârları, Habib-i Zîşan’ının en son ve sevgili halifesine yâr ve hemdem yapmış ve onun hizmet-i kudsiyesine bizleri hizmetçi olarak intihab u ihtiyar buyurmuştur. Bu ne büyük devlettir.

 

Biz bu emsalsiz mazhariyeti, rü’yada görsek bile inanmazdık. Bu yüksek şerefe aslâ lâyık ve müstehak değildik. Cenab-ı Hak bizim kemal-i aczimize şefkaten bu âlî mazhariyetle bizi taltif buyurmuş. Bundan dolayı ne kadar şükretsek yine azdır.

 

Elhamdülillah koca bir umman-ı zulmet ve derya-yı dalalet içinde parlayan bir avuç muhlisîn içindeyiz. Bugün Allah ve Resulünün nazarları Risale-i Nur şakirdleri denilen bu zümre-i ehl-i ihlasa müteveccihtir. Bütün acz ve kusurlarımıza rağmen Rabbimizin bu emsalsiz âtıfetine, bu misilsiz şefkatine, in’amına ve ihtiyarına karşı haşre kadar başımızı secdeden kaldırmasak yeridir. Mübalağa değil, Sultan-ül Enbiya Hazretlerinin birçok ehadîs-i celileleri bugün şem’-i hidayeti taşıyan bu muhlisîn ordusu hakkındadır. Kur’an hizmetkârları denilen bu zümre-i naciye hakkındadır.

 

Hizbullah na’t-ı celili ile tavsif edilen ve ashab-ı Resulullah ile mizan-ı teşbihe konulan ve ümmet-i Muhammed’in (A.S.M.) âhirindeki hayra ma’kes olan bir hizb-i hidayettir. Binaen aleyh şekva değil, şükür edeceğiz ve ebediyen Rabbimizin bu âtıfetine ehil olmağa çalışacağız. (Haşiye)

 

Haşiye:         1) ليدركن الدجال قوما مثلكم بل خيرًا منكم

2) خير امتى اولها او آخرها و فى وسطها نهج اعوج

***

 

İhlas Kahramanı Hafız Ali (R.A) Kimdir?

Barla sıddıklarından Hafız Ali (Ergün), 1898 yılında İslâmköy’de dünyaya geldi.

Risâle-i Nur’la tanışmadan önce üç-dört sene Dinar köylerinde imamlık yaptı. Hafız Ali bir yandan imamlık yaparken, diğer yandan da insanlara Kur’ân okumayı öğretiyordu.

Baskıların en yoğun olduğu dönemlerde bile onun talebeleri hiçbir zaman eksik olmadı. Risâle-i Nur’u tanıdıktan sonra ise, meşguliyetlerine bir de Risâlelerin yazılması ve dağıtılması eklendi.

Hafız Ali, hayatını vakfettiği Risâle-i Nur’u el yazısıyla yazarak çoğaltan ve bu konuda gayret gösteren kahramanlardan biridir. Bediüzzaman, Eskişehir hapsinden çıkıp Kastamonu’ya sürgün edildikten sonra İslâmköy ve çevresi Nur Talebelerinden bir heyet teşkil etmiş ve durmadan çalışmıştır. Bediüzzaman, Nurların en çok yazılıp çoğaltıldığı yerlerden birisi olan İslâmköy’ünü “Nur fabrikası” olarak vasıflandırmış, Hafız Ali’nin de ihlâs ve hizmetlerinden dolayı o fabrikanın sahibi olduğunu belirtmiştir.

İslâmköy’ü kendi köyü olan Nurs’la bir tutan Bediüzzaman, bu beldeye ve Nur Talebelerine çok iltifat etmiş ve ilgi göstermiştir.

Bediüzzaman Kastamonu’ya sürgün edildikten sonra yazdığı risâle, mektup vs. ne varsa adres olarak Bedreli Santral Sabri’ye teslim edilmek üzere Eğirdir’deki Çilingir Ali Efendi adresine gönderilirdi. Sabri Efendi de onları alır, o gece yazar, ertesi gün İslâmköylü Hafız Ali’ye ulaştırırdı. Buradan da diğer yerlerdeki Nur Talebelerine dağıtımı yapılırdı. Santral Sabri bazen geç kaldığında, Hafız Ali Efendi evinin damına çıkıp yüzünü Bedre’ye çevirir ve şöyle seslenirdi: “Keçeli! Keçeli! İndallah(Allah katında) mes’ulsün!

Üstad Bediüzzaman, Hafız Ali’nin ihlâsını örnek olarak gösterdiği mektubunda şunları kaydeder:
Kardeşlerimizden İslâmköylü Hâfız Ali Efendi, kendine rakip olacak diğer bir kardeşimiz hakkında gösterdiği hiss-i uhuvveti, çok kıymettar gördüğüm için size beyan ediyorum:

O zat yanıma geldi; ötekinin hattı, kendisinin hattından iyi olduğunu söyledim. ‘O daha çok hizmet eder’ dedim. Baktım ki, Hâfız Ali kemal-i samimiyet ve ihlâsla, onun tefevvukuyla iftihar etti, telezzüz eyledi. Hem Üstadının nazar-ı muhabbetini celb ettiği için memnun oldu. Onun kalbine dikkat ettim, gösteriş değil, samimî olduğunu hissettim. Cenâb-ı Allah’a şükrettim ki, kardeşlerim içinde bu âlî hissi taşıyanlar var. İnşâallah bu his büyük hizmet görecek. Elhamdülillâh, yavaş yavaş o his bu civarımızdaki kardeşlere sirayet ediyor.” 1

Hafız Ali’nin yaşadığı evi dillere destandır. Dili olsa da o günleri bize anlatsa. Kim bilir neler gördü, neler yaşadı. Onun evi görünüşte eski bir köy evidir. Yani bir kaç merdivenle çıkılan, tahta, çamur karışımı ahşap bir ev… Duvarlarda boşluklar bırakılmış. Duvardaki tahta kaplamaların içinde gizli bölmeler yapılmış. Tabiî buralarda hazine veya para saklamak için değildi. Ya ne vardı, derseniz? Burada Halk Partisi zulmünden saklanan Kur’ân tefsiri Risâle-i Nur eserleri vardı. Pencerenin altında hususî bölmeler yapılmıştı. Hafız Ali’nin vefatından sonra yıllarca el sürülmemişti. Duvarın enine ve derinliğine doğru yayılan kısmına bir bölüm daha eklenmişti. Burada bir hazine daha yer alıyordu. Kâğıt ve kitap hazinesi…

İslâmköylü büyük şehidin evi yıllar sonra didik didik arandı. Duvarları delindi, pencereleri yıkıldı. Devrin şerrinden teneke kutular içinde saklanan Risâle-i Nur eserleri, tozların toprakların arasından çıkarıldı.

1943 yılında Denizli hapsine götürülen Hafız Ali’nin yolda uğradığı hakareti merhum Refet Bey (Barutçu) şöyle anlatmaktadır:

“Bizi karanlık bir hayvan vagonuna doldurdular. Kalabalıktan oturacak yer yoktu. Başımızda iri yarı insafsız bir başçavuş bulunuyordu. Eline aldığı büyük bir dengi Hafız Ali’nin üzerine fırlattı. Hafız Ali az kalsın eziliyordu. İşte Denizli hapsine Hafız Ali böyle gitmişti. Ve oradan şehid olarak çıktı.”2

Hafız Ali’nin Denizli Ağır Ceza Mahkemesinde yaptığı kahramanca savunmasından bir bölüm:

Ben Isparta hâkim ve müddeiumumîliğinde (savcılıkta) hak ve hakikatin bütün bütün aksine olarak Risâle-i Nur’a karşı asılsız bir ittiham gördüğümden Risâle-i Nur’dan kaçmak değil; belki o ittihamdan çekinmek için sordukları suallere ‘Ben değilim’ dedim. Hatta o müddeiumumî kanunsuz bana yemin vererek ‘Risâle-i Nur’da yazılı Hafız Ali sen değil misin?’ dedi. Sükût edip yemin etmediğim halde sorgu hâkimliğinde hamiyet-i İslâmiyeyi taşıyan âlî bir vicdan hissettiğimden adalet ve hakikatın tecelli edeceğini ümit edip ‘Risâle-i Nur’da yazılı Hafız Ali benim’ dedim. Ben Risâle-i Nur’u hakaik-i imaniye ve Kur’âniye ve kevniyeyi kat’î bürhanlarla izah edip insanların yüzünü âhirete çeviren, dünyadan ziyade âhireti sevdiren mukaddes bir eser bulup ondan binlerce menfaat görmüşüm…

“Evet, ben, Risâle-i Nur’un hemen ekser parçalarını anlayarak okuduğum gibi Üstadım Said Nursî’nin de on iki seneye yakındır en gizli ve en ince esrarına kendimi vâkıf biliyorum.

“Ben ne Risâle-i Nur’da ve ne de Üstadımda emniyet ve âsayişe zarar verecek bir emare, bir meyil görmediğim gibi âsayiş ve emniyetin temel taşlarını onlardan öğrenip müddet-i ömrümde mahkeme safahatını ancak bu def’a gördüğüm gibi; şu benim gibi suçlu olarak huzurunuzda bulunan cemaat-i nuraniyenin de ifadelerinden benim gibi olduklarını da anladım.

Her nefesi Allah yolunda harcanmış bir ömür 17 Mart 1944 tarihinde Denizli hapsinde şehitlikle tamamlandı. Vefatıyla Bediüzzaman’ı en çok ağlatan isimlerden biri, belki de birincisiydi Hafız Ali. Said Nursî’nin “benim bedelime şehid oldu” dediği Hafız Ali’nin vefatı şöyledir:

1943 yılında Bediüzzaman’ın bulunduğu Denizli hapsine sevk edilenler arasında Hafız Ali de vardır. Bediüzzaman hapiste gizli düşmanları tarafından zehirlendiği sırada Hafız Ali de aniden rahatsızlanıp hastaneye kaldırılır ve orada vefat eder. Bunun üzerine Said Nursî “Hafız Ali benim bedelime berzah âlemine seyahat eyledi” demiştir.

Risâle-i Nur’da birçok yerde ismi geçen Hafız Ali’nin Barla, Kastamonu ve Emirdağ Lâhikalarında pek çok mektubu bulunmaktadır.

Hafız Ali’nin yarım kalan hizmetini diğer Nur Talebeleri yanında refikası Ümmühan Hanım devam ettirmiştir.

Merhum Hafız Ali’nin Denizli kabristanında bulunan mezar taşında şunlar yazıyor:
“…İman ve Kur’ân hizmetinde manevî mücahedesinde Medrese-i Yusufiye’de şehid olan merhum, kahraman şehid, Ömer oğlu Hafız Ali. Isparta İslâmköy. Tevellüdü: 1313 (1898). Ölümü: 1944

Ruhuna Fatiha..

Dipnotlar:

1- Barla Lâhikası, s. 210.
2- N. Şahiner, Son Şahitler, c. 1, s. 312-313.

Risale-i Nur Enstitüsü