Kategori arşivi: Hikayeler

Hikayeler

Yaşanacak Yer

Ücra bir köyde yaşayan adamın biri, çektiği zahmetlerden bıkıp usanmış. Ve büyük bir şehre, fazla bir masraf yapmadan yerleşmek için, Allah’a dua etmiş. ”Amin!.” deyip ellerini indirdiğinde, bir ses ilham suretinde kalbine yansıyarak:

— Duan, eşref saate rast geldiğinden, Allah tarafından kabul edildi, demiş. Adam, sanki bayram yapmış bu müjde karşısında. Fakat hemen şımarıp:

— Madem ki eşref saate denk geldi, göç edeceğim şehri, oturacağım semti, bana nasip edilecek yerin ve komşularımın özelliğini ben seçeceğim!. diye ısrar etmiş. Kalbinde duyduğu ses, Allah’ın takdirine karışmakla hata ettiğini, Rabbinin neylerse güzel eylediğini söylemiş ama, adam ha bire diretmiş: ”Seçimi ben yapacağım!.” diye mızıldanarak. Ses, bunun üzerine:

2006_Istanbul_Eyupsultan_Piyerloti yasanacak yer— Şartlarını söyle bakalım, demiş. Ama dikkat et!. Gideceğin yer, sözlerine göre belirlenecek. Yanlış bir şey söylersen, bu işten dönemezsin.

— Anlaşıldı!. diye atılmış bizimkisi. İstanbul’u seçiyorum, tamam mı?

— Tamam!. demiş ses. Zor bir istek sayılmaz.

— Deniz de görülsün!. demiş, bu sefer adam. Her tarafta bol bol ağaç bulunsun, bu köydekiler gibi. Bir de büyük veli olsun yakınlarında. Yine aynı ses:

— Biraz zor da olsa çözüm var!. demiş. Eyüp Sultan civarı, senin için uygundur.

— Son şartım da şudur!. diye atılmış adam. Sağımdaki, solumdaki, altımdaki, üstümdeki, hiç bir komşum beni rahatsız etmeyecek. Karı-koca kavgası olmayacak. Ne kapıdan ne de pencerelerden, içki ve sigara kokusu sızmayacak. Komşularımız, televizyon ya da teyplerinin sesini, değil bangır bangır açmak, yüksek sesle bile konuşmayacak, bahçeme bir çöp bile atmayacak, üstümüze balkondan bir şey dökmeyecekler. Bu şartları sağlayan bir yer istiyorum.

Kalbine yansıyan ses, o an kesilmiş, fişinden çekilen bir radyo gibi. Adam, zor bir şart ileri sürdüğünden eminmiş, bu yüzden de heyecanla bekliyormuş kararı. Bir saat kadar sonra, cevap verilmiş:

— İstediğin şartlar doğrultusunda, yerin belirlenmiştir!. Hemen yarından sonra, Eyüp Sultan Mezarlığı’na gidiyorsun!.

Cüneyd Suavi / Zafer Dergisi

Hocalık Vazifesi

 Çok yakın bir arkadaşım telefonla arayıp: “Sevgili hocam!.” diyor. “Kadınlara uygulanan şiddeti biliyorsun. Eşlerinden dayak yiyip duruyor zavallılar. Bu durumu gözler önüne sermek ve şiddeti biraz olsun azaltmak amacıyla, yoğun bir çalışma içine girdik. Bu arada ülkenin her yerine, bir çok afiş asmaya karar verdik.” Masum kızcağızları, bazen birkaç kuruş başlık parası verip ailesinin yanından ayıran, en zor ve en mukaddes görev olan ‘çocuk yetiştirme işi’ yetmezmiş gibi, onları boğaz tokluğuna çalıştıran, üstelik de azarlayıp dövmek gibi bir cinayet işleyen zâlimlere duyduğum nefret yüzünden, kendisini tebrik ediyorum tabi ki.
Bu arkadaşım, grafik sanatçısı. İsmi de Murat. Bürosu da evime çok yakın bir yerde. Sohbet sırasında bir istekte bulunup:
“Hocam, siz Güzel Sanatlar Akademisi’nden mezun olduğunuz için, bu işleri çok iyi bilirsiniz.” diyor. “Yaptığımız çalışmayı görmenizi isterim. Fikirleriniz, inanın ki bizler için çok değerlidir.” ‘Hoca’ olmak kolay değil elbette. Kalkıp hemen büroya gidiyorum. Ne yazık ki arkadaşım dışarı çıkmış. Belli ki yarışıp duruyor zavallıcık. Murat Bey’in sekreteri beni tanıyor. Konudan da haberi varmış zaten. Hazırlanan çalışmanın taslağını çıkartıp: “Böyle bir şey düşündüler efendim.” diyor. “Bana göre orijinal bir çalışma ama, mühim olan sizin görüşünüzdür.” Anlaşılan sekreter de biliyor kıymetimi. İşi ne kadar önemsediğimi göstermek için, gözlüğümü takıp bakıyorum taslağa. Afiş, bir kadın resminden ibaret görünüyor. Seçilen tip Anadolu kadını. Yediği dayak yüzünden üstü başı dağınık bir vaziyette çizilmiş, elbisesi yakasından yırtılmış. Kaşlarından biri de, acemî boksörler gibi açıldığından, kanlar içinde kalmış. Çalışma elbette bu kadar değil. Resmin hemen üstüne, kan renginde bir tonla: “Yapıştırın gözünün tam üstüne!.” yazılmış. Bu ifade her halde, dikkat uyandırsın diye seçilmiş. “Yapıştırma” tekniğini öğrenmek isteyenler resme yaklaştığında, bu sefer de fosforlu bir “Yara bandı” yazısını fark ediyorlar. İlk bakışta görülmeyen bu iki kelimeyle, yazının anlamı bir anda değişiyor ve: “Yara bandı yapıştırın, gözünün tam üstüne!.” şeklini alıyor. Böylelikle güzel bir mesaj veriliyor: “Hanımlara şiddet değil tedavi uygulayın!.”, “Onlara şefkat gösterin!.” falan diyerek.
Afişe bir kez daha bakıyorum: Seçilen kadın tipi, çok başarılı. Gerçekten de orijinal bir çalışma ama, anlaşılan Murat Bey, dayak yiyen bir hanıma hiç rastlamamış. Bir komşumuzda, bu duruma sık sık şahit olduğumuzdan, edindiğim tecrübeyi ona aktarmam lazım. Bu yüzden de sekreterden bir kağıt alıp, eksik kalan hususları belirtiyorum. Afişteki espri, benim satırlarıma da yansıyor elbet. Şaka yollu bir üslupla şunları yazıyorum:
“Değerli kardeşim. Çok güzel bir kadın tipi seçmişsin. Bu bakımdan seni tebrik ederim. Fakat toplum tarafından takdir edilmek ve dikkati çekmek için, kadının gözünü iyice morartmalı, hatta birkaç dişini kırmalısın. Bu taktirde çalışman, herkese örnek olur. Sevgilerimle… Cüneyd Suavi.”
Yazıyı hemen bir zarfa koyuyor ve sekretere vererek, Murat Bey’e iletmek istiyorum. Ama öğle tatiline girildiğinden, sekreter de ayrılmış masasından. “Nasıl olsa yolumun üzeri.” diyerek, tekrar gelmek niyetiyle dışarı çıkıyorum. Akşam üstü evime döndüğümde, eşim karşılıyor beni kapıda.
“Biraz önce aklıma geldi.” diyor. “Necati’nin düğünü bu geceydi. Nasıl unuttuk onu? Üstelik de bir hediye bile almadık.” Çarşı-pazar gezme işi, âdeta işkence gibi geliyor bana. Bu yüzden de kararlı bir tavırla: “Ben bu işte yokum hanım.” diyorum. “Bir yüz dolar verdik mi, bu iş hallolur. Zaten Anadolu’da ‘para takma’ işi yaygın değil mi?” Hanımın da aklı yatıyor buna. Boyun büküyor hemen. O akşam düğüne gittiğimizde, Necati’yi hararetle tebrik ediyor ve eşimin evden ayrılmadan önce bir zarf içine koyduğu yüz doları, sessizce tutuşturuyorum eline. Necati, benim hem akrabam hem de hayranım. Yazdığım her kitabı, âdeta ezberlemiş. Sağ olsun, çok fazla değer verir bana. Üç-dört gün sonra, Murat Bey’in bürosuna bir daha uğruyorum. Ama yok ortalarda. Belli ki hâlâ yarışıp duruyor. Daha önce yazmış olduğum notu, sekretere verip çıkıyorum bürodan, görevimi yapmanın mutluluğuyla. Arkadaşım Murat Bey, akşam üstü telefonla arayıp: “Muhterem hocam!.”diyor. ”Bu gün gelmişsiniz ama görüşemedik. İşler öyle yoğun ki. Bir teşekkür etmek için aradım sizi. Yaptığımız çalışmaya, çok değerli bir bağışta bulunmuşsunuz. Sizin gibi herkes yüz dolar verse, bu iş çok kolaylaşır, kadınlar da dövülmekten biraz olsun kurtulur.” Bu işte bir yanlışlık var mutlaka. Biraz düşündükten sora: “Muratçığım!.” diyorum. “Canım kardeşim. Bu yüz dolar nereden çıktı yahu?” “Sekretere bıraktığınız zarftan çıktı tabi ki hocam.” diyor. “Allah sizden bin kere razı olsun.” Bir anda ter basıyor vücudumu. Sanki ölecek gibi oluyorum. “Necâti’nin zarfı Murat Bey’e gitmişse, Murat Bey’in zarfı da, Necati’ye gitmiştir elbette.” diyerek. Âcilen Necâti’yi arayarak: “Necaticim!.” diyorum. “Düğünde verdiğim zarfı açtın mı?” “Nasıl açmam sevgili hocam?” diyor. “Açtım tabi ki. En kıymetli hediyeyi o akşam siz verdiniz. Eşim için yazdığınız her öneriyi, emin olun ‘harfiyyen’ uyguladım. Kendisini daha önceden tanırdınız. Nişanlıyken biraz şımarıyordu. Fakat şimdi görseniz, süt dökmüş kedi gibi oturuyor. Zaten dün de afişlerde rastladım: ‘Yapıştırın gözünün tam üstüne!.’ yazıyordu.”
Cüneyd Suavi / Zafer Dergisi

Çilekçi

Nisan ayı gelmişti. O gün kurulan pazar, bir öncesine göre çok renkliydi. Kış ve yaz sebzeleri, aynı tezgaha yan yana konulmuş, küçüklerin gözleri, yeni çıkan meyvelere kilitlenmişti. Bir çok insan, eski ağza yeni tad peşindeydi. Pazarın önünden geçmekte iken, o renk cümbüşüne dayanamadım. Sonunda ben de katıldım kalabalığa. Sağa sola bakarak dolaşırken, Adapazarı’ndan tanıdığım bir pazarcıya rastladım. Önündeki tezgahta, dağ gibi yığılmış çilekler vardı. Her biri bir yumruk gibiydi sanki. Çocukların ağzına sığması mümkün değildi. Renkleri de bayraktan kırmızıydı. Adam, sigaradan ötürü çatlak çıkan sesiyle:

Yaklaşıp selam verdim. Uzun zamandan bu yana görüşmüyorduk. Beni hemen tanıdı. İzmit’te ne aradığımı, neler yaptığımı ve çocukların okul durumlarını sordu. Hemen yanında duran bir çocuğu, çay söylemesi için gönderirken:

” Bu da benim oğlan!. “dedi. Okumayı bırakınca tam bir serseri oldu. Hiç olmazsa pazarcılık öğren diyorum ama, aklı fikri sadece şeytanlıkta… Çocuğun arkasından tekrar bakıp:

” Çok efendi görünüyor!.. diye itiraz ettim. Öyle değil mi? “

” Uzaktan bakınca öyle görünür!.. dedi. Ama içi, ne yazık ki çok bozuk. Bir babanın oğlu için söylediği bu sözler, ağırıma gitmişti. “Acaba suç kimde?” diye düşünmekteyken, tezgaha yaşlı bir kadın yanaştı ve elindeki poşeti adama uzatarak:

” Bu çilekleri biraz önce sizden almıştım!.. dedi. Eve gittiğim zaman, hepsinin ham olduğunu fark ettim. Üstelik de zeytin gibi küçücük. Tezgaha koyduğunuz çilek yığını, uzaktan bakınca çok güzel görünüyor. Ama içi, ne yazık ki çok bozuk.

Adamın yanında fazla kalmadım. Ayrılırken yine bas bas bağırıyordu: ” Her yerde var, vallahi böylesi yok!..”

Cüneyd Suavi / Zafer Dergisi

Tarikat ehli son şahitler – Şeyh Seyyid Muhammed USTA Hoca Efendi Hz

Şeyh Melek alim bir kimse idi. Talebe iken babasından okumuş, amcalarının medresesi varmış, ocaktan yetişmiş, çok edep erkan sahibi bir kimse idi. Kırk yaşlarında var idi. Elinde kitapla gezer, kimi zaman yanımıza gelir, ders dinlerdi. Bana çokça hürmet gösterir “Sen beni hayata bağladın içimdeki kötülükleri temizledin derdi” Aramızda samimi bir dostluk peydâ olmuş idi. Bana gelerek “Molla Muhammed seninle Said-i Nursî’ye gidelim” diyerek rica ediyordu. O zamanlarda maddi manevî çok sıkıntıda idik. Fakat Peygamber (s.a.v) Efendimizin telkini bizleri bu seyahate çıkmaya mecbur etti. Birlikte bahar vakti yola çıktık.

Köylerde vaaz ede ede Isparta’ya geldik. Said-i Nursî (rh.a) hazretlerini bulduk. Bize de bir oda gösterdiler. Yanımıza da birkaç arkadaş verdiler. Onun yanında toplam 15-16 kişiydik. İçimizden bize göre yaşça kamil  Hüsrev gibi beş altı kişi muharrir idi. Said-i Nursî (rh.a) hazretleri gelir –kitaplara bağlı kalmaksızın- irticalen ders işler muharrirler de sözlerini hemen kaleme alırlardı. Biz de yazılanları tashih eder, noktalar, harekeler ve işaretlerdik.

 

Said-i Nursî (rh.a) değişik bir mizaca sahip idi. Ondan da bir kap ilim aldık. Yanına vardığımız zaman Şeyh Melek kardeşimiz, bizi Said-i Nursî (rh.a)’e “Benim kardeşimdir.” diyerek takdim etti. Said-i Nursî (rh.a) Şeyh Melek’i çok severdi. Bazen Kürtçe ona laf atardı.

Isparta’da Said-i Nursî (rh.a)’in yanında 2 ay kaldık, sonra 5 ay da mahkeme için gittiği Afyon-Barla’da yanında bulunduk. Zira onu takip eden talebeleri vardı. Bizler de ardı sıra gittik. Bu zaman zarfında risalelerin tashihi kimi zaman yazımı ve mütalaası ile meşgul olduk. Bazen öyle bir hal vuku bulurdu ki mütalaa esnasında evliyalar gelir yanlışları düzeltirlerdi. Ben mi böyleydim, yoksa herkeste de bu haller vuku buluyor muydu bilmiyorum. Sanki bu yedi ayı evliyalar ile birlikte geçirdik.

Said-i Nursî (rh.a) evliyaların himmetlerine nail olmuş, kimi ehlullahın meclislerinde bulunmuş onlardan el hayrı almış bir zat idi. Tasavvufî yönü vardı. Velilerin hallerine, yüce mevlanın ilhamına mazhar olmuş bir hali vardı. Kendisi veliyullahtı. Yanında iken bazı kerametlerine şahit olduk. Bir gün Said-i Nursî “Oğlum kaldığınız yerden ayrılın bu gece orası baskına uğrayacaktır” diye haber verdi. Biz de evden çıktık o gece ikamet ettiğimiz ev jandarmalar tarafından basılmış, başka yerden birkaç talebeyi götürmüşler ise de bizleri bulamadılar.

Bir gün ders okutuyordu “Ben İstanbul’a gideceğim sizden ayrılacağım, sizi seviyorum” diye konuşuyordu. O an ağlamışım, cezbeye kapılıp kendimden geçmişim, Bana seslendi “Gel” dedi. Elimden tuttu. Elini öptürmezdi. Bana dua etti. Arapça dua ederdi. Duasını “Yâ Rab bu kardeşime Mevlevi kolundan el hayrı veriyorum sen kabul eyle” diyerek bitirdi. Bana “Senin mizacın tasavvuf, Neslin tasavvufçudur. Ben Rusya’dan esaret dönüşü İstanbul Yenikapı Mevlevihânesi’nde kaldım oradan el aldım, bu el hayrını sana aktarıyorum, ileride lazım olacak bu kapıdan ilham alacaksın.” diye söyledi. Halbuki ben kendisine tasavvufî bir meşrebimin olduğunu söylememiştim fakat onun insanların hallerini ve gönüllerini gözetlediği bir hali vardı.

Said-i Nursî (rh.a) hazretleri Rusya esareti akabinde İstanbul’a gelmiş Mevlevihane’de misafir kalmış, kendisi bekar idi, çeşitli zamanlarda tekkelerde kalmış. Bizlere el hayrı verirken Hüsrev ve Şeyh Melek dahil yedi sekiz kişi vardı.

Bu olaydan kısa bir müddet sonra Said-i Nursî (rh.a) hazretlerini İstanbul’a götürdüler. Biz de manevî bir işaret akabinde Kayseri’ye geri döndük.

Said-i Nursî (rh.a)’in yanında bulunduğumuz sıralarda bana içinde cifrî hesaplarının bulunduğu, gelecekle ilgili kimi çıkarımlarını anlattığı ve nice hadiselere değindiği altın yaldızlı bir kitabını hediye etmişti.

1968 yılı başlarında hakkımızda tekke kurmak, şeriat kanunlarını geriye getirmeye çalışmak, anayasayı ve yasaları zorla tebdil ve tagayyür etmeye teşebbüs etmek ayrıca  Risâle-i Nur’un hizmetinde bulunarak bu eserlerin tedrisatını yapma suçlaması ile Kayseri 1. Ağır Ceza Mahkemesinde hakkımızda dava açıldı. 163. maddeden 24 yıl ağır ceza istemiyle yargılanıyorduk. İstanbul Barosu başkanı Av. Bekir Berk de mahkememize müdahil olarak bizleri savundu.

Mahkememiz bir yılı geçkin devam etti. Bizler bu müddet zarfında Kayseri’de Risale-i Nur okutuyorduk. 1969 senesinin ocak ayında mahkememiz beraat ile sonuçlandı. Mahkeme ardından Ankara’ya gitmem hususunda manevî bir işaret geldi. Orada bir medrese vardı. Bir müddet burada Risâle-i Nur okuttuk, çeşitli ilmî tedrisât ile meşgul olduk…

Kaynak: Tarihce-i Hayat – “Tasavvuf Tarikatlar ve Silsileleri”

Şeyh Seyyid Muhammed Hoca Efendi Hz. kimdir?

Şeyh Seyyid Muhammed USTA Hoca Efendi

 

Evlad-ı resul olan ve medrese usulü ders gören Seyyid Muhammed (k.s.) Efendi Çorakçızade Hacı Hüseyin (k.s.) Efendi`den eperye, sarf, aruz, kessaf, müntakayi, kelam; Ömer Nasuhu Bilmen`den kelam ve felsefe; Hacı Yusuf Eken`den ilm-i meani, Camii Kebir imamı Ahmet Efendi’den de farsça dersleri aldı.

 

Yurdun birçok yöresinde imanlık ve vaizlik görevlerinde bulundu. Birçok alimin ve tasavvuf ehli kimsenin sohbet halkalarına katıldı. Barla’da Said Nursi hazretlerinin altı ay kadar sohbetlerine devam etti. Vaazlarında sisteme muhalefet ettiği gerekçesiyle 1968 yılında 163. maddeden dava açılıp, Kayseri 1. Ağır ceza Mahkemesinde 24 yıl ceza istemiyle yargılandı. Av. Bekir Berk’in yaptığı savunma ile beraat etti.Seyyid Muhammed Efendi, talebelik yıllarında İslami tedrisin yasak olması nedeni ile saklılık içerisinde alimlerin meclislerine gelebiliyordu.

Başta Hunad ve Cami-i Kebir olmak üzere ilim tahisilinde bulundukları camilerin en üçra ve saklı odalarında sayıları on beşi geçmeyen bazen de birkaç öğrenciye kadar inen kimseler ile ders işleyebiliyordu.

Uzun yıllar ilim tahsiline devam eden Seyyid Muhammed Efendi dedelerinden gelen Kadiri, babasından intikal eden Halidî-Nakşi, Çorakçızade Hacı Hüseyin Efendi’den el hayrını aldığı Ebheri ve Said Nursi’den aldığı Mevlevi kollarının müşidliğinde bulunmaktadır.

Seyyid Muhammed Efendi Hazretlerinin Tevazu ve alçak gönüllülüğünün tarifini yapmak mümkün değildir. İnsanlar arasında ayırım yapmamalarına rağmen ilim sahiplerine, hafızlara, fakirlere ve edepli insanlara daha fazla zaman ayırırlar.

Yanında sükut ve edep sahibi kişilerin ayrı bir önemi vardır. Kimseye kızmaz ve kimseden incinmezler. Davete mutlaka icabet ederler, gelenlere iadei ziyarette bulunduğu gibi gelmeyene de giderler. Gerek müridlerinden, gerekse müridi olmayanlardan misafiri hiç eksik olmaz. Kimse ile münakaşaya girmez, sevenlerini üzüntüye garketmez, tam tersine kurtuluşu müjdelerler. İslamın bütün şartlarına uyduğu gibi, tebliğ emri ilahisine de mümkün olduğu kadar uyarlar. Müridlerine, her zaman Allah´ü Tealayı zikretmenin üstünlüğünün tebliğ edilmesini tavsiye eder.

Bugün İstanbul/Zeytinburnunda ikamet eden Seyyid Muhammed Hoca Efendi, her yıl geleneksel haline gelmiş “Gavs-ül Azaman Seyyid Abdülkadir Geylani Anma Günü” düzenlemekte ve programa ev sahipliği yapmaktadır. Neredeyse tüm Dünya ülkelerinden Kadiri Şeyhleri programa iştirak etmektedir. Bugün 85 yaşında olmasına rağmen bir sürü kıymetli eserler yazmıştır. En son çıkan eserleri “Seyri-i Dil” ve “Hikem-i Aşk” hayli bir ilgi görmektedir.

Ayrıca Orjinal Osmanlı Belgeleriyle düzenlenmiş olan ve 4 ciltli eseri “Tasavvuf Tarikatlar ve Silsileleri”  ise bugün hem Türkiye’de hem değişik dünya ülkelerinde kaynak olarak kullanılmaktadır.

Seyyid Muhammed Hoca Efendi’nin “Askın Miracı” adlı kitabından bir alıntı.

Evliyaullah Allah’ın elinde bir kalemdir:

Kalem kâtibin elinde hareket eder. Ehlullah da Allah’ın hükmü ve hikmeti ile hareket eder. Kalemden  yazı zuhura geldiği gibi evliyâdan da hikmetler ve hayırlar meydana çıkmaktadır.

 

Allah´ü Taala himmet ve dualarını üzerimizden eksik etmesin.(Amin)

Daha ayrıntılı bilgi icin www.muhammediye.net sayfasını ziyaret edebilirsiniz.

 

Arif Ağırbaş

https://www.facebook.com/arif.agirbas

https://twitter.com/Arif_Agirbas

arif.agirbas@hotmail.de

Korkma Anne Ben Senin Yanındayım!

Nehrin kıyısında çamaşır yıkayacak ve etrafa sererek kurutacaktı. Güzel bir bahar günü idi. Güneş ufuktan yeryüzünü aydınlatıyor, bulutlar hareketli hareketli dağılıp toplanıyorlardı. Nuriye Ana oğlu Said’i kolundan tutmuş , kolunda çamaşır sepeti patikadan yürüyerek nehrin kıyısına doğru gidiyordu. Nehre vardılar. Said nehre dikkatle bakıyor , bir bilim gözlemcisi gibi mütalaa ediyordu sanki. Arada bir balıklar hızlı akan nehirde görünüyor, taşlara çarpıyorlar. Said onların halini görünce hem gülüyor hem de bu hareketli nehri ve güneşli semayı düşünüyordu.Çocuğun halinde garip bir hal vardı. Beş yaşında bir çocuktan beklenmeyen bir mefküre adamı gibi kainatı tabiatı olayları nehri, koyunları, kuşları , inekleri gözlüyor , içten içten mülahazalar yapıyordu.

Anne taşların üstünde sabunladığı çamaşırları yıkıyor ve onları nehrin kenarına götürüp kuruması için yayıyordu. Said ona yardım ediyor, çamaşırları taşıyor birlikte çamaşırları yayıyorlardı. O sırada Nuriye Ana, ikindi namazının vaktinin girdiğini güneşin ışınlarından anladı ve Said’e “namazımızı kılalım Said” dedi. “Haydi abdest alalım” dediler. Birlikte akar suda abdest aldılar. İki kişi nehrin kıyısında yeşil otların üstünde kıbleye döndüler. Anne namaz kılarken Said onun yanında, sanki cemaat gibi birlikte namaz kılıyordu. “Allahuekber” diyor, Allah’ın azameti karşısında tabiatı seyrederek secdeye kapanıyorlar, gittikçe artan bir hızla Allahuekber’in azamet perdeleri arasında dolaşıyorlardı. Said kendini sanki bulutlar arasında dolaşan biri gibi hayal ediyor, secdeye bakarken gökyüzünde görüyor gibi secdeye kapanıyor , ve ruhunda oluşan büyüklük ve azamet örtüsünün altında sacdeye kapanıyor ve sen büyüksün Allah’ım biz ise küçüğüz diyordu. Dehalar erken inkişaf ederler, bütün dehalar beş yaşında elli yaşındaki büyükler kadar derin düşünürler. Düşünce tarihi bunun büyük örnekleri ile doludur. Hz. İbrahim küçük yaşında semanın hareketlerinden güneşin gidiş gelişinden hareketle Allah’ı arıyor , batan güneşten sonra batan bir şeyin ilah olmayacağını düşünüyor. Babasının arkadaşlarının puthanesinde putları kırarken onların ilah olmaya hakları olmadığını düşünüyor ve aniden gelen babası ve arkadaşlarına bu işi büyük putun yaptığını söylüyor ve onlarda o yapamaz deyince; ” hiçbir iş yapmaya ikdidarı olmayan, bir ilah olamaz” diyerek, onların sahte mabutları ve sahte inançları ile alay ediyordu.

Said, namazın hakikatlerini daha sonraki yıllarda izah ederken bugün aynı şeyi yaşıyordu. Yine bir gün annesinin kucağında camdan dışarıyı seyrederken hissettiklerini , yıllar sonra ileri yaşlarda “Ben annemin kucağında beş yaşında iken, bu seyir hakikatını düşünüyordum” diyor.

Namaz bittikten sonra nehrin kenarında bir bez yayarlar yere ve Said ile annesi birazcık nevale, biraz lor ile biraz ekmeği birlikte yerler. Said her lokmada içten içten “Bismillah” der, yemekleri bittikten sonra nehrin kenarındaki gözeden su içerler. Anne köydeki hiçbir çocukta olmayan bu değişik yaratılıştaki oğlunu süzerek seyrediyor, “Acayip bir çocuk. Allah bakalım ne gösterecek” diyor ve kafasında daha sonra açılacak soruları biriktiriyordu. Birden gökyüzünde bir gürültü koptu, bir baktılar ki bulutlar toplanmış, ordular gibi gri yüzlerini gösteriyorlar. Yağmur hafif hafif çiselemeye başlar. Anne yağmurun geleceğini müjdeleyen gök gürültüsünden sonra çamaşırları toplar, bir kuytu yere yığar. Yağmur birden şiddetlenir. Anne telaşlı telaşlı çocuğu nehrin büyüyen sularından kenara taşır. Sular kabarır. Anne “hasbinallah” diyerek Allah’a sığınır. Oğlunu yanına alır, bir ağacın altına sığınırlar ve tabiatı suyun artışını seyrederler. Anne endişelidir, “ya bir şey olursa” diye. Heyecanla dualar eder. “Allah’ım beni ve küçük Said’imi koru” der. “Allah’ım bu hüseyni ve haseni yavruya hürmeden bizi koru. Kader ne söyler bilinmez ama , sana sığınmışız” der. Said birden annesinin yüzüne bakar, endişeli anneye emniyet telkini için hiç istifini bozmadan bakar.  Anne, oğlunun bu sükunetini yine onun büyüklüğüne verir ve “keşke ben de bu çocuk gibi hiçbir heyecan ve helecan duymasam” der ama , olmaz ana yüreği, sular kabarmış onun da yüreği kabarmıştır, suların dinmesini bekler, sürekli dua eder.

Said birden ayağı kalkar ve annesine dönerek, “Anne korkma ben senin yanındayım , Said senin yanında , merak etme!” der. Nuriye Hanım bu acayip çocuğun bu sözlerini duyar, ve bir noktaya takılarak “Allah Allah ne garip çocuk. Ben onun himayesindeyim gibi bakıyor hayata. Halbuki bana göre o benim himayemde.”

Birazdan yağmur diner. Annenin elinde çamaşır sepeti, birlikte yürürler. Şu söz annenin kulaklarında çınlar. “Anne merak etme ben senin yanındayım.” Tıpkı idamla yargılandığı zaman, tesbihini kırıp savcının iddialarını dert etmediğini, ayak ayak üstüne atarak tesbihini dizmeye çalıştığı andaki durumu gibi. “Hak bildiğim yolda korku elimi tutamadı” demiştir.

Ahmet Nebil Soyer