Kategori arşivi: Yazılar

Günahtan arındıran bir çeşme: Tevbe Namazı

Yıllardır tanıdığım dindar bir genç vardı. Ne zaman görüşsek hep hayırlı, sevinçli ve müjdeli konular üzerinde konuşurduk. Ama bu kez hiç de öyle değildi. İstikamet üzere giden hayatı sarsılmış, ayağı sürçmüş, bir tuzağa düşmüş ve büyük bir günaha girmişti.

Uzun bir telefon görüşmesi yaptık. İçine düştüğü problem, dünyasını ve ahiretini karartacak derecede çıkmaza sokmuştu. Allah’tan başka hiç kimsenin bilmediği sıkıntısını, belki bir çözüm sunarım ümidiyle bana açmıştı. Ancak yaptığı bir hatanın öyle kötü sonuçları vardı ki, aklıma hiçbir çözüm gelmiyordu.

— Allah’ım, Sen bana yardım et. Bana ümit besleyen bu kardeşime bir yol göstereyim, diye içimden dua ettim.

Rabbim hemen aklıma bir çözüm lütfetti ve şöyle dedim:

— Bu akşam bir gusül abdesti al, önce tevbe namazı kıl, arkasından bol bol tevbe ve istiğfar et. Ayrıca hem affedilmen, hem de bu hatanın sıkıntılarından kurtulman için tesbih ve hacet namazları kıl. İnşallah Rabbimiz affeder ve seni bu sıkıntılardan kurtarır.

Ertesi sabah ondan bir mesaj aldım. Şöyle diyordu: “Bu sabah rüyamda Hz. Ömer’i (r.a.) gördüm. Bana, ‘Allah seni affetti’ dedi ve bundan sonra dikkatli olmamı, namazımı sürekli kılmamı söyledi.

Bu muhteşem bir ikramdı.

— Allah’ım, dedim. Af ve mağfiretin bu kadar mı yakındı?

Hemen kardeşimize telefon açtım.

— Bu gece ne yaptın, diye sordum.

— Sabah namazına kadar ağlayarak namaz kıldım ve tevbe ettim, affedilmem için Rabbime yalvardım. Sabah namazını kılıp yatınca da o rüyayı gördüm, dedi.

Rüyasının mübarek ve sadık bir rüya olduğunu, ancak yine de tevbe ve istiğfara devam etmesini söyledim. Bir konuyu merak etmiştim. Acaba bahsettiği günahı işlediği günden beri hiç böyle bir namaz kılmış mıydı? Verdiği cevap tevbe namazının ne muazzam bir kurtuluş vesilesi olduğunu, fakat ondan istifade edebilmek için hakkını vermenin gerektiğini anlatmaya yetiyordu:

— Bırakın o hatadan beri kılmayı, bütün ömrümde böyle ağlayarak sabaha kadar namaz kılmamıştım.

Ümmetine tevbe namazını anlatmak için Peygamberimiz (s.a.v.), “Bir kul günah işler de sonra kalkıp güzelce abdest alıp temizlenir ve iki rekât namaz kılarak Allah’tan bağışlanmak dilerse Allah onu mutlaka affeder” buyurmuş ve arkasından şu mealdeki ayeti okumuştu:

Onlar çirkin bir günah işledikleri veya herhangi bir günaha girerek kendilerine zulmettikleri zaman Allah’ı hatırlarlar ve günahlarını bağışlaması için O’na niyazda bulunurlar. Günahları ise Allah’tan başka affedecek kim vardır? Ve onlar işledikleri günahta bile bile ısrar etmezler. (Âl-i İmran: 135)

Tevbe namazını hakkıyla kılabilmek için bazı hususları bilmek gerekir.

1. İnsan günah işlemeye müsait bir şekilde yaratılmıştır:

İnsan akıl ve kalp ile beraber nefis de taşıdığı için çok farklı imtihanlara, tuzaklara, engellere uğramaktadır. İnsan bazen bu imtihanları başarmakta, bazen de nefis ve duygularına yenik düşerek günaha girmektedir.

Peygamberler dışında bütün insanlar az veya çok, büyük veya küçük günah işleyebilir. Nasıl ki, Rabbimizin Rezzak ismi açlığı, Şafi ismi hastalıkları gerektirir; Tevvâb, Gafur, Afüv gibi isimler de hata ve günahların var olmasını şart kılar. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu gerçeği şöyle ifade eder:

Nefsim kudret elinde olan Zâta yemin ederim ki, eğer siz hiç günah işlemeseniz, Allah sizi toptan helâk eder; sonra günah işleyen, arkadan da istiğfar eden bir kavim yaratır ve onları mağfiret ederdi.” (Müslim, Tevbe: 9)

Çünkü Allah’ı hakkıyla tanımak ve ibadet edebilmek için insanın günahlarla imtihanı gerekiyordu. Önemli olan günaha girmemek için çırpınmak, ama günah işleyince de hemen pişman olup istiğfar etmektir.

2. Tevbe ve istiğfar Allah’ın hoşuna gider:

Günah işleyip hüzünle dolan kalbini rahatlatmak için Rabbine sığınan, Ondan af ümit eden bir kulun hâli Rabbimizin çok hoşuna gider. Bununla ilgili bir kudsî hadiste şöyle buyrulur:

“Bir kul günah işledi ve, ‘Yâ Rabbi günahımı affet!’ dedi.

“Hak Teâlâ da: ‘Kulum bir günah işledi; ardından da bildi ki, günahları affeden veya günah sebebiyle cezalandıran bir Rabbi vardır.’

“Sonra kul dönüp tekrar günah işledi ve ‘Ey Rabbim günahımı affet!’ dedi.

“Allah Teâlâ da, ‘Kulum bir günah işledi ve bildi ki, günahı affeden veya günah sebebiyle cezalandıran bir Rabbi vardır’ dedi.

“Sonra kul dönüp tekrar günah işledi ve ‘Ey Rabbim beni affeyle!’ dedi.

“Allah Teâlâ da, ‘Kulum günah işledi ve bildi ki, günahı affeden veya günah sebebiyle cezalandıran bir Rabbi olduğunu bildi. Ey kulum, dilediğini yap, ben seni affettim’ buyurdu.” (Buharî, Tevhid: 35; Müslim, Tevbe: 29)

Şu hadis ise günah ne kadar büyük ve çok olursa olsun, asla ümitsiz olmadan Allah’a sığınmanın gerektiğini ne güzel anlatıyor:

“Allah Teâlâ: Ey Âdemoğlu! Sen bana dua ettiğin ve benden af umduğun sürece, işlediğin günahlar ne kadar çok olursa olsun onların büyüklüğüne bakmadan seni bağışlarım.

“Ey Âdemoğlu! Günahların gökleri dolduracak kadar olsa, sen Benden bağışlanmanı dilersen, günahlarını affederim.

“Ey Âdemoğlu! Sen yeryüzünü dolduracak kadar günahla huzuruma gelsen, fakat bana hiçbir şeyi ortak koşmamış, şirke bulaşmamış olsan, ben de seni yeryüzü dolusu mağfiretle karşılarım.” (Tirmizî, Daavat: 98)

Rabbimiz, Kendisinden asla ümit kesilmemesini emrederek, şöyle buyurur:

Ey günah işleyerek nefislerine zarar vermede haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin! Allah dilerse bütün günahları bağışlar. Çünkü O çok affedici ve çok merhametlidir.” (Zümer: 53)

Üstelik şu hadisten anlıyoruz ki, Cenab-ı Hak tevbe eden kulundan dolayı Zatına mahsus mukaddes bir sevinç duyar:

Öyle bir kimse ki, çorak, boş ve tehlikeli bir arazide bulunuyor. Beraberinde devesi vardır. Devesinin üzerine de yiyecek ve içeceğini yüklemiş. Derken uyur. Uyandığında bir de bakar ki, devesi gitmiş. Devesini aramaya koyulur. Bir türlü bulamaz. Açlıktan ve susuzluktan perişan bir vaziyette iken kendi kendine şöyle der: ‘Artık ilk bulunduğum yere gideyim de, ölünceye kadar orada uyuyayım.’ Gider, ölmek üzere başını kolunun üzerine koyar. Bir ara uyanır. Bakar ki, devesi yanı başında duruyor. Bütün azığı, yiyeceği ve içeceği de devesinin üzerindedir. İşte Allah mü’min kulunun tevbe ve istiğfarı ile böyle bir durumda olan kimsenin sevincinden daha fazla sevinç ve lezzet alır. (Müslim, Tevbe: 3)

Elbette ki, insanın günah işlemeye eğilimli yaratılması ve Rabbimizin affının genişliği, insanları günaha karşı umursamaz yapmamalıdır. Çünkü, henüz günah işlemeden, bunları düşünüp günaha girilmez. Zira nereden biliyoruz ki, günahtan sonra tevbe ve istiğfara vakit bulacağız? Acaba tevbemiz kabul edilip affedilecek miyiz? Öyle bir imtihana muhatabız ki, gerçek sonuçlar ancak ahirette belli olacak. Bunun için salih kimseler zerre kadar bile olsa günaha girmemek için çırpınmışlardır.

Önemli bir husus da şudur: İyi ve faziletli bir mümin, günahlarını büyük, sevaplarını küçük görür. Çünkü asıl mesele, günah işlememek için olağanüstü bir gayret sarf etmektir. Buna rağmen günaha düşülürse, hemen tevbe ve istiğfarla Allah’a sığınmaktır.

3. Tevbe ve istiğfar bir ibadettir:

Kur’an’ın birçok ayetinde geçtiği gibi, tevbe ve istiğfar etmek Allah’ın bir emridir ve başlı başına bir ibadettir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) günahsız olup geçmiş ve gelecek günahlarının bağışlandığına dair Rabbimizden müjde aldığı halde günde yetmiş, bazen yüz kez tevbe istiğfar ettiğini belirtmiştir.

Rabbimiz günah işleyen kimselere tevbe yolunu göstererek, şöyle müjde verir:

Ancak tevbe eden ve güzel işler yapanlar bundan müstesnadır. Allah onların günahlarını silip yerlerine iyilikler verir. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.” (Furkan: 70)

Çok tevbe etmek, Allah’ın sevgisini kazandırır: “Şüphesiz Allah, tekrar tekrar günah işlediği halde üst üste tevbe eden kulunu sever.” (Bakara: 222)

Mademki Allah tevbe edenleri sever, o halde hiç günahımız olmasa bile sık sık tevbe ve istiğfar etmemiz gerekir. Tevbe, yapılan günahtan pişman olmak, üzülmek, bir daha işlememeye karar vermektir. Tevbe eden kişi, Allah’ın rahmetine ve mağfiretine güvenmeli, Ondan ümit kesmemelidir.

Bir genç işlediği küçük bir günahtan pişman olmuş, ağlayarak telefon etmişti. Her ne kadar Allah’ın Gafur ve Rahim olduğunu, tevbe ve istiğfar etmesini söylemişsem de:

— Ben affedilmem, diye ağlıyordu.

— Peki, abdest al, iki rekât tevbe namazı kıl, tevbe ve istiğfar et, dedim.

Aradan 15 dakika geçti. Sakin ve neşeli bir şekilde şu müjdeyi verdi:

— Abdest alıp namaz kıldım, dua ettim. Sonra Kur’an’ı alıp Besmele çekip rast gele bir yer açtım. Karşıma Hicr Suresinin 49. ayeti çıktı: “Kullarıma haber ver ki, Ben hiç şüphesiz çok bağışlayıcı, çok merhamet ediciyim.

Cenab-ı Hak âdeta onunla konuşur gibi teselli etmişti.

Tevbe namazı ne zaman ve nasıl kılınır?

Tevbe namazı şu durumlarda kılınabilir:

1.    Uzun yıllar günah içinde olduğu halde hepsini bırakıp yepyeni bir dinî hayat yaşamak isteyen kimseler, güzelce gusül abdesti alıp, iki rekât veya istedikleri kadar tevbe namazı kılıp, istiğfar ve dua ederek dünyaya yeni gelmiş gibi pırıl pırıl bir hayata başlayabilirler.

2.    Aslında dinî hayat yaşadığı ve günahlara girmediği halde her nasılsa ayağı sürçüp küçük veya büyük herhangi bir günah işleyen kimseler de, tevbe namazı kılıp af dileyebilirler.

3.    Bir kimse, herhangi bir günah işlemese bile bazı zamanlar tevbe namazı kılıp daha bir yürekten istiğfarla Allah’a sığınabilir.

Tevbe namazı her zaman her yerde kılınabilir. Ancak duaların kabul olduğu vakitlerde, bilhassa mübarek zamanlarda ve mekânlarda kılmak güzeldir. Normal namaz gibi kılınır. Fatiha’dan sonra belirli bir sureyi okuma şartı yoktur. Ama bilenler, dua, tevbe ve istiğfar ayetlerini okuyabilirler. En az iki rekât kılınabileceği gibi, kişinin gönlünün rahatlayıp tatmin olduğu miktar kadar da kılınabilir. Önemli olan günahtan dolayı mahzun olup, kırık bir kalp ve yaşlı bir gözle Allah’a sığınmak ve affedileceğinden ümit beslemektir.

Cemil Tokpınar / Moral Haber

“Ölüm Gerçeği” Karşısında İnsanın Çaresizliği..

Yaşayanları sınırsız övgüye zorlayan şey, sanırım, insanın ölüm karşısında duyduğu derin çaresizlikle ölüye sağken çektirdiklerinin bedelini ödeme arzusudur…

Bir nevi helâlleşme…

Çok büyüktü…

Çok başarılıydı…

Çok müthişti…

Çok çalışkandı…

Çok kararlıydı…

Çok istikrarlıydı…

Çok cesurdu…

Çok muhteşemdi…

Çok becerikliydi…

Çok güzeldi…

Çok yakışıklıydı…

Çok neşeliydi…

Dikkat edin, hepsi “di” ve “dı…

Yani bitti…

Yani öldü!

İnsan ölünce, dünyadaki makam ve mevkiler gibi, sıfatlar da biter…

Dünyevi olan her şey geride kalır…

Değerlendirme kriterleri de doğal olarak farklılaşır…

Meselâ, “iyi insan mıydı?” diye sorgulanır.

Ama bir insanın gerçek anlamda “iyi” mi, “kötü” mü olduğuna, öteki insanlar karar veremez.

Bu kararı ancak ve sadece Allah verir: Allah’ın belirlemesi ise, kendi buyruğunun gereği olarak, dünyevi kriterlere göre değildir…

Yani ne kadar başarılı, ne kadar becerikli, ne kadar istikrarlı, ne kadar ihtişamlı olduğuna bakmaz…

Hükümlerine göre yaşayıp yaşamadığına bakar.

Hükümler belli: En başta “Amentü”nün içinde ne varsa sorgusuz-sualsiz iman…

Bunları tasdik anlamında da “Kelime-i şahadet…”

Sonra namaz…

Oruç…

Hac…

Zekât…

Bir gün bile namaz kılmayan, bir gün bile oruç tutmayan biri şayet “iyi biri” olarak ilân ediliyorsa, bilin ki, kullanılan ölçüler ahrette hiçbir geçerliliği olmayan dünyevi ölçülerdir. Ne yaşayanlara, ne de ölene bir katkı sağlar.

Oysa ölüm en büyük ibrettir! İbret alabilmek açısından, ölçüyü kaçırmamak lâzım…

Övgü yerine “Fatiha” okumanın daha geçerli olduğu bir noktada bulunulduğunu da hatırlamak gerekiyor.

Ölen meşhurları yere-göğe sığdıramamak âdet oldu…

Bir tarafıyla bu yaklaşım güzeldir: Çünkü ölülerimizi iyi sözlerle hatırlamak, Peygamber-i Âlişan’ın tavsiyesidir…

Ayrıca da son derece insancıl bir yaklaşımdır.

İnsanın kıymeti sağken bilinmeli ve kıymetinin bilindiği o insana yansıtılmalıdır.

Bence doğru yaklaşım budur.

Ancak bunu da abarttık: Sağken yüzüne bakmadığımız ya da yüreğine defalarca bastığımız insanlar, ölünce birden “kıymet” haline geliyor…

“Kör ölür, şehlâ gözlü olur” sözünü hatırlatacak değilim, bunun yerine “ölüm gerçeği”ni hatırlatmakla yetineceğim…

Zira bu gerçekle iç içe yaşamak, hatalarımızı bir nebze azaltabilir.

Yavuz Bahadıroğlu / moralhaber.net

Nasıl bir sevgi, kalbi doyurur?

Nakşibendi şeyhlerinden biri, müritleriyle birlikte hacca gitmiş. Kâbe’deyken bir müridine dönerek, “Eline bir çekiç al ve Kâbe’nin duvarını kırmaya başla!” demiş.

Mürit, şaşkın bir halde şeyhine bakarken şeyh efendi, “Mü’min kardeşinin kalbini kırmak, Kâbe’nin duvarını yıkmaktan daha kötüdür. Çünkü Kâbe, Hz. İbrahim’in yaptığı bir binadır, gönül ise evidir. Bu iki ev bir olabilir mi?” demiş.

Bu örnekten de anlaşıldığı üzere mutasavvıflar, “Kalp, Allah’ın evidir.” derler. Bunun için Yunus Emre,

Ararsan Hakk’ı içinde ara. Kudüs’te, Kâbe’de, hacda değildir…” demiştir.

Benim için kalp, zikirden hoşlanan makamdır. Kur’an-ı Kerim’de, “İyi bilin ki, kalpler Allah’ı anmakla mutmain olur.” buyrulmuş. (Rad/28)

Bir şahıs çok güzel bir beldeye tatile gitse, belki orada en güzel yemekleri yer, en güzel yerlerde dolaşır, yüksek mevkiden insanlarla sohbet eder, yer, içer, dolaşır. Amma gece yatağına yattığında bir şeylerin eksikliğini duyar. Çünkü aradığı, bağda bahçede değildir; içinde bir yerlerdedir… Çünkü nefsin doyması ayrı, kalbin mutmain olması apayrıdır… Bunları birbirine karıştırmanın sıkıntısını yaşıyordur…

Fakir, perişan, aç bir insan görsek, “iskelet gibi” deriz. Maddî açlık insanı nasıl perişan ederse, manevî açlık da insanı öyle perişan eder; manen aç olan insanların kalbi de iskeletleşmiştir… Mesela bir ağacı seyrederken, “Aman bana ne, ağaç işte!” diyen adamın durumuyla, o ağacın yapraklarının birbirine benzediğini, bunun bir tesadüf olamayacağını düşünen adamın durumu aynı değildir. Birinin kalbi aç, diğerinin kalbi mutmaindir. Bir portakalı yiyip yutanla, o portakalı yerken, kabuğunu, tadını, kokusu, içindeki vitamini düşünen kişinin kalbi aynı değildir. Dünyayı eğlence yeri gibi görenle, dünyanın yaratılışını düşünüp, göklere bu gözle bakanın kalbi aynı değildir.

Bediüzzaman Hazretleri’nin hayatına bakıyorum… Bir tarafta ömrünün büyük bölümünü sürgün ve hapislerde geçirmiş; tecrit, aleyhte propaganda, yakınlarıyla görüştürülmeme, defalarca zehirlenme gibi her türlü sıkıntıya maruz kalan bir Bediüzzaman var. Diğer tarafta “Bu sayede hakikat-ı imaniye her tarafta yayıldı. Bu sayede Nur mekteb-i irfanının yüz binlerce talebesi yetişti.” diyen mutmain bir Bediüzzaman var…

Mutmain kalp, İslam’dan başka memnun olunacak bir alan aramayanın, “Allah’ın çizdiği sınırlar bana yeter!” diyenin kalbidir. Üstad’ın hayatında bunu açıkça görüyoruz…

Barla Lahikası’nda, Hulusi ve Sabri Ağabey’den bahsedilirken, “Dünya hayatının netice-i hakikiyesinin ve dünyaya gelmekteki vazife-i fıtriyelerinin en mühimmi, hakaik-i imaniyeye hizmet olduğunu telakkileridir.” diyerek tarif ediliyor o mübarek ağabeylerimiz… En büyük hizmet, İslamiyet’i yaşamak olduğuna göre düşündüm ki, ben de İslamiyet’e uyduğum anlar kadar Allah’ı seviyorum… Sevgi, lafla olmaz. Mutlaka uygulama gerektirir. Öyleyse ben Allah’a itaat ettiğim kadar Allah’ı seviyorum.

Bebekler, ağlamakla bir şeyler ister. Annesini bulunca rahatlar, susar… Ruhun da aradığı tek şey, kendi sahibidir… Onu bulmadan, kalp doymaz…

Hekimoğlu İsmail / Zaman Gazetesi

İstanbul Düşünce Okulu’ndan “Yeni Tanzim Sünuhat”

İstanbul Düşünce Okulu, Bediüzzaman Said Nursi’nin eserlerinden Sünuhat’ın üzerinde yaptığı çalışmalar sonucu “Yeni Tanzim Sünuhat”ı okuyuculara sundu.

Bediüzzaman Said Nursi’nin Eski Said Dönemi eserlerinden olan, belirli ayetlerin tefsirinden müteşekkil Sünuhat, orijinal metin muhafaza edilerek yeni bir tanzime tabi tutuldu. Eserde geçen herbir ayetin Risale-i Nur Külliyatı’nın diğer bölümlerinde ele alındığımetinler tespit edilerek ilgili ayetin altına taşındı. Böylelikle Risale-i Nur’u bir bütün olarak ele alma noktasında küçük, fakat model oluşturabilecek bir tanzim çalışması Düşünce Okulu tarafından okuyuculara sunulmuş oldu.

Said Nursi Kastamonu Lahikası’nda yer alan bir mektubunda “(…) Risale-i Nur’un tekmil-i izahı ve haşiyelerle beyanı ve ispatı size tevdi edilmiş,tahmin ediyorum” beyanıyla talebelerini bu tarz çalışmaları yapmalarıkonusunda vazifelendirmiştir.  Nursi, yine aynı mektubun devamında şunları ifade etmektedir: “Zannederim ki, hakaik-i âliye-i imaniyeyi tamamıyla Risale-i Nur ihata etmiş; başka yerlerde aramaya lüzum yok. Yalnız bazan izah ve tafsile muhtaç kalmış. Onun için vazifem bitmiş gibi bana geliyor. Sizin vazifeniz devam ediyor. Ve inşaallah vazifeniz şerh ve izahla ve tekmil ve tahşiye ile ve neşir ve tâlimle, belki Yirmi Beşinci ve Otuz İkinci Mektupları telif ile ve Dokuzuncu Şuânın Dokuz Makamınıtekmille ve Risale-i Nur’u tanzim ve tertip ve tefsir ve tashihle devam edecek.”

Yeni tanzim Sünuhat PDF formatında ücretsiz olarak hizmete sunuldu.

Çalışmayı bilgisayar ya da telefonunuza indirmek için: http://istanbul.dusunceokulu.org/sunuhat-yeni-tanzim.html

İstanbul Düşünce Okulu’nu sosyal medya üzerinden takip etmek için: facebook.com/IstanbulDusunceOkulu twitter.com/dusunceokulu vimeo.com/dusunce

İstanbul Düşünce Okulu dusunceokulu.org iletisim@dusunceokulu.org

Münacat (Şiir)

Ey ebediyet sahibi

Ey ikramların sahibi

Ey yücelikler sahibi

Ey sonsuz vefa sahibi

 

Ey sönmeyen nur sahibi

Ey Beytüllah’ın sahibi

Ey Harem-i Şerif’in sahibi

Ey gariplerin sahibi

 

Ey sahipsizlerin sahibi

Ey mutlak adalet sahibi

Ey en güzel misaller sahibi

Ey en yüce sıfatlar sahibi

 

Ey dünya ve ahiretin sahibi

Ey Cennet’ül Me’va’nın sahibi

Ey Cehennem ve ateşin sahibi

Ey en güzel isimler sahibi

 

Ey hüküm ve kaza sahibi

Ey yüksek göklerin sahibi

Ey Arş’ın ve yerin sahibi

Ey azamet ve saltanat sahibi

 

Ey cömertlik ve nimetler sahibi

Ey fazl ve kerem sahibi

Ey af ve mağfiret sahibi

Ey şiddet ve intikam sahibi

 

Ey Levh-i Mahfuz ve kudret kalemi sahibi

Ey dosdoğru söz sahibi

Ey va’d ve tehdit sahibi

Ey hesap gününün sahibi

 

Ey sonsuz medh-ü senalar sahibi

Ey değişmez sıfatlar sahibi

Ey yıkılmaz saltanat sahibi

Ey mahiyeti idrak edilemeyen celâl sahibi

 

Ey hakkıyla idrak edilemeyen kemal sahibi

Ey başlangıcı olmayan

Ey ortağı bulunmayan

Ey yardımcısı olmayan

 

Ey devamlı hatırlanan

Ey dilediğini yapan

Ey belaları kaldıran

Ey mülkü devamlı olan

 

Ey lütfü devamlı olan

Ey şükre en layık olan

Ey zikre en layık olan

Ey her şeyden yüce olan

 

Ey nimetleri bol olan

Ey belaları kaldıran

Ey ortağı bulunmayan

Ey sığınanı koruyan

 

Ey mahlûkatı yaratan

Ey sıkıntıları gideren

Ey bol nimetleri veren

Ey sabredenleri seven

 

Ey her şeye hayat veren

Ey her şeye karar veren

Ey her şeye gücü yeten

Ey ölüleri dirilten

 

Ey ayıplarımı örten

Ey yaratıp düzenleyen

Ey gizlilikleri bilen

Ey cansızlara can veren

 

Ey dirilten ve öldüren

Ey ağlatan ve güldüren

Ey en güzel yaratıcı

Ey hikmeti kuşatıcı

 

Ey en güzel şefaatçi

Ey saltanatı devamlı

Ey herkesten merhametli

Ey her şeyden faziletli

 

Ey azabı çok şiddetli

Ey en iyi can yoldaşı

Ey dertlerimin dermanı

Ey kâinatın sultanı

 

Ey kimsesizler kimsesi

Ey kalplerin sevgilisi

Ey uzak olmayan yakın

Ey her şeyin sanatkârı

 

Ey fazl-u keremi daim

Ey Arş-ı A’lası Azim

 

Bize dünyada ve ahirette iyilik ver ve bizi Cehennem azabından koru!

Bizi ilimle zenginleştir, yumuşak huylulukla ahlakımızı güzelleştir, bize takvayı ihsan et!

Bizi bu dünyadan şahadet ve iman ile çıkar!

Bize hakkı hak olarak göster ve ona uymayı nasip et! Batılı da batıl olarak göster ve bizi ondan sakınmaya muvaffak eyle!

Allah’ım! Dinimizi selamette kıl, imanımızı kalbimizden alma, merhameti olmayanları üzerimize salma!

İlmimizi çoğalt, hidayet verdikten sonra kalbimizi batıl inançlara kaydırma Allah’ım!

Âmin!

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR