Kategori arşivi: Yazılar

Münacat (Şiir)

munacatEy ebediyet sahibi

Ey ikramların sahibi

Ey yücelikler sahibi

Ey sonsuz vefa sahibi

 

Ey sönmeyen nur sahibi

Ey Beytüllah’ın sahibi

Ey Harem-i Şerif’in sahibi

Ey gariplerin sahibi

 

Ey sahipsizlerin sahibi

Ey mutlak adalet sahibi

Ey en güzel misaller sahibi

Ey en yüce sıfatlar sahibi

 

Ey dünya ve ahiretin sahibi

Ey Cennet’ül Me’va’nın sahibi

Ey Cehennem ve ateşin sahibi

Ey en güzel isimler sahibi

 

Ey hüküm ve kaza sahibi

Ey yüksek göklerin sahibi

Ey Arş’ın ve yerin sahibi

Ey azamet ve saltanat sahibi

 

Ey cömertlik ve nimetler sahibi

Ey fazl ve kerem sahibi

Ey af ve mağfiret sahibi

Ey şiddet ve intikam sahibi

 

Ey Levh-i Mahfuz ve kudret kalemi sahibi

Ey dosdoğru söz sahibi

Ey va’d ve tehdit sahibi

Ey hesap gününün sahibi

 

Ey sonsuz medh-ü senalar sahibi

Ey değişmez sıfatlar sahibi

Ey yıkılmaz saltanat sahibi

Ey mahiyeti idrak edilemeyen celâl sahibi

 

Ey hakkıyla idrak edilemeyen kemal sahibi

Ey başlangıcı olmayan

Ey ortağı bulunmayan

Ey yardımcısı olmayan

 

Ey devamlı hatırlanan

Ey dilediğini yapan

Ey belaları kaldıran

Ey mülkü devamlı olan

 

Ey lütfü devamlı olan

Ey şükre en layık olan

Ey zikre en layık olan

Ey her şeyden yüce olan

 

Ey nimetleri bol olan

Ey belaları kaldıran

Ey ortağı bulunmayan

Ey sığınanı koruyan

 

Ey mahlûkatı yaratan

Ey sıkıntıları gideren

Ey bol nimetleri veren

Ey sabredenleri seven

 

Ey her şeye hayat veren

Ey her şeye karar veren

Ey her şeye gücü yeten

Ey ölüleri dirilten

 

Ey ayıplarımı örten

Ey yaratıp düzenleyen

Ey gizlilikleri bilen

Ey cansızlara can veren

 

Ey dirilten ve öldüren

Ey ağlatan ve güldüren

Ey en güzel yaratıcı

Ey hikmeti kuşatıcı

 

Ey en güzel şefaatçi

Ey saltanatı devamlı

Ey herkesten merhametli

Ey her şeyden faziletli

 

Ey azabı çok şiddetli

Ey en iyi can yoldaşı

Ey dertlerimin dermanı

Ey kâinatın sultanı

 

Ey kimsesizler kimsesi

Ey kalplerin sevgilisi

Ey uzak olmayan yakın

Ey her şeyin sanatkârı

 

Ey fazl-u keremi daim

Ey Arş-ı A’lası Azim

 

Bize dünyada ve ahirette iyilik ver ve bizi Cehennem azabından koru!

Bizi ilimle zenginleştir, yumuşak huylulukla ahlakımızı güzelleştir, bize takvayı ihsan et!

Bizi bu dünyadan şahadet ve iman ile çıkar!

Bize hakkı hak olarak göster ve ona uymayı nasip et! Batılı da batıl olarak göster ve bizi ondan sakınmaya muvaffak eyle!

Allah’ım! Dinimizi selamette kıl, imanımızı kalbimizden alma, merhameti olmayanları üzerimize salma!

İlmimizi çoğalt, hidayet verdikten sonra kalbimizi batıl inançlara kaydırma Allah’ım!

Âmin!

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

Dünyayı En Az Zararla Geçmek

Ahiretin varlığı bizleri dünyada aldığımız her zevk ve lezzetten daha bir saadete, mutluluğa ve huzura kavuşturur. Dünyada ahiretin faidelerine ve varlığına yaşayarak, duyarak, hissederek ulaşmamızın en marifetli sebebi ahiretin varlığıdır.

Her zevkin, lezzetin, saadetin bir zahmet kapısından geçtiğini bilerek; ahiretin varlığının da dünya kapısından geçtiğini bilmeliyiz. Eğer ahiretin faide ve güzelliklerine bilerek, inanarak dünyada çalışabiliyor, gayret gösterebiliyorsak; hiçbir dünya zahmeti, meşakkati bizi yolumuzdan alıkoyamaz.

Allah’ın rızası dairesinde dünyanın her müşkiline eyvallah diyerek yürümeye çalıştığımız bu kudsî yolda kimse bizi engelleyemez.

Yalçın ve sert kayaları andıran dünyanın musibetleri, belaları ise bize allı pullu, cafcaflı, süslü dünyanın mahiyetini izah eder, açıklar ve ispat eder: Bir zorluk ve kolaylık; bir iyilik ve kötülük girdabında fânî, geçici imtihan dünyasını, anlatırlar bizlere…

Eğer dünya her türlü sıkıntısı, belası, musibeti, meşakkati, zahmetine rağmen bizlere ebedî, saadetli ve lezzetli bir ahiretin bâkî hayatını kazanmamızda vesile olabiliyorsa bizim için makbul ve masumdur diyebiliriz. Her zaman kendimizi akıllı kabul ederek kâr ve zarar hesabı yaparız ya…İşte hesap, işte aklımız buyurun!..

İnancımız ve itikadımız bizi dünyada karşılaştığımız fırtınalar, engeller ve zorluklara takılmaya, devamlı onları dile getirmeye değil; bizlere ahireti, ahiret getirilerini, kazandırdıklarını anlattırmalı, söylettirmelidir. Açılmış bir kapının özellikleriyle değil açık kapının gösterdiği şeylerle alâkadar olmayı, akıl ve fikir edebilmeyi yine inancımız, itikadımız, imanımız bizlere ders verebilmelidir…

Bizler için en büyük hesap ve hayatımızda en büyük gaye dünya, ahiret muvazenesini en iyi bir şekilde yapabilmek olabilmelidir.

En büyük faidenin geleceğini bildiğimiz ahireti ve ahiretin işlerini; en büyük zararın geleceği dünya ve dünya işlerine hiçbir zaman değişmemeliyiz. Eğer bizim gayemiz, hedefimiz ebedî bir âlemde, ebedî bir hayat vaad eden Cenab-ı Hakkın rızasını kazanmaksa bizler hem dünyaya, hem ahirete Onun emir ve yasakları doğrultusunda bakabilmeli ve yaklaşabilmeliyiz. Elbette bu yolda göstereğimiz sabır, gayretle Cenab-ı Hakkın inayet ve keremine mazhar olabilir, ahiretin mezraası dünyayı en az zararla geçebiliriz. Tevfik ve hidayet Allah’tan…

Rıfat Okyayın / Nur Postası

Kabir Karanlığını Aydınlatan Bir Nur: Teheccüd Namazı

Abdullah bin Ömer (r.a.) gençlik yıllarında geceyi mescitte geçirir ve orada uyurdu. Bir gece rüyasında iki melek onu yakalayarak Cehenneme götürdüler. Cehennem kuyu duvarı gibi taşla örülmüş olarak görünüyordu. İki boynuz gibi iki yanı vardı. Burada kendilerini yakından tanıdığı kimseleri de görmüştü. O anda:

— Cehennemden Allah’a sığınırım, demeye başladı. O sırada yanına başka bir melek gelerek ona:
— Korkma, sen buraya atılmayacaksın. Senin için tasa ve endişe yoktur, dedi.

Abdullah bu rüyasını Resulüllahın (s.a.v.) hanımı olan ablası Hz. Hafsa’ya (r.a.) anlattı. Hafsa Validemiz de Resulüllaha (s.a.v.) aktarınca Efendimiz şöyle buyurdu:

— Abdullah ne iyi adamdır. Keşke gecenin bir kısmında kalkıp da ibadet etmeyi âdet edinseydi.

Peygamber Efendimizin (s.a.v.) burada kast ettiği ibadet teheccüd namazıydı. Abdullah b. Ömer bunu öğrenince gecenin pek azında uyuyup kalan zamanını ibadetle geçirmeye başlamıştı.

Ömrünün büyük bir kısmı mescitte, namazda ve secdede geçen İki Cihan Serveri (s.a.v.), geceleri ayakları şişinceye kadar namaz kılardı. Zaten ümmetine sünnet olan teheccüd namazı, Rabbimiz tarafından ona özel bir farz olarak emredilmişti:
Gecenin bir kısmında sana mahsus bir nafile olan teheccüd namazı kılmak üzere uyan, böylece Rabbin seni övülmüş bir makam olan en büyük şefaat makamına ulaştırır.” (İsra Suresi: 79)

Peygamberimiz (s.a.v.) bu emri öylesine bir aşk ve şevkle yerine getiriyordu ki, onun namaza olan sevgisi, değerli hanımı Hz. Aişe Validemizi bile hayrete düşürüyordu. Onun anlattığına göre, Efendimiz (s.a.v.) bir gece namazında ayakta ve rükûda sakalı ıslanıncaya kadar ağlamıştı. Secdede de ağlamayı sürdürmüş, gözyaşıyla yer ıslanmıştı. Bu hâli gören Aişe Validemiz:

— Ya Resulallah, Allah sizin geçmiş ve gelecek günahlarınızı bağışladığı halde niçin ibadet konusunda kendini bu kadar zorluyorsun, diye sorunca şu cevabı almıştı:
Ben Allah’ın bu mağfiretine karşı şükreden bir kul olmayayım mı?

Teheccüd nimetlere karşı büyük bir şükür, kabir ve Cehennem azabına karşı bir zırhtır. Gece namazı, Allah’ın sevgisini kazandırır, insanı faziletli kılar, manevî zevklerin kaynağıdır, acı ve felâketlerden korur, bedenin şifasıdır, ruhî ve kalbî terakkiye vesiledir. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, “kabir gecesinde ve berzah karanlığında ne kadar lüzumlu bir ışık”tır.

Peygamber Efendimizin (s.a.v.) ibadet hayatını kendilerine rehber edinen sahabeler gece namazına da büyük önem verirlerdi. O kadar ki gece namazını, yolculuk, hastalık, savaş gibi ağır ve sıkıntılı durumlarda bile terk etmezlerdi. Bunu gösteren şöyle muhteşem bir hadise yaşanmıştı:

Zâtü’r-Rikâ” Savaşı’nda, ordu istirahata çekilince Peygamberimiz (s.a.v.),  Ammar bin Yasir (r.a) ile Abbâd bin Bişr’i (r.a.) nöbetle görevlendirdi.

İkisi aralarında anlaşarak ilk bölümde Abbâd’ın nöbet tutmasına karar verdiler. Bunun üzerine Ammar, kendi nöbeti gelinceye kadar arkadaşının yanında uyumaya başladı. Nöbete duran Abbâd da, çevrenin sakin olduğunu görünce vaktini değerlendirmek için gece namazına durdu.

Abbâd bin Bişr, gecenin sessizliğinin verdiği huzurla namaza kendini vermiş, bütün benliğiyle Allah’a ibadet etmenin hazzını yaşıyordu.

Bu sırada bir müşrik, çok uzak mesafedeki karaltıyı görünce, yayına bir ok yerleştirdi ve bıraktı. Ok eliyle koymuş gibi, Hz. Abbad’ın vücuduna saplandı. Bu sırada Abbad, on bir sayfalık Kehf Sûresi’nin ortalarına gelmişti. Eliyle oku çıkardı ve namaz kılmaya devam etti.

Biraz bekleyen müşrik, önceki okun yerini bulmadığını sanarak Abbâd’a ikinci okunu da fırlattı. İkinci ok da eliyle koymuş gibi namazda olan Abbâd bin Bişr’e saplanmıştı.

Bu oka da aldırmadan çıkardı ve namazına devam etti. Sanki atılan oklar onun vücuduna saplanmamış gibi huşû içinde namaz kılıyordu.

Büyük bir öfkeye kapılan müşrik, bu okun da isabet etmediğini düşünerek üçüncü bir ok fırlattı. Üçüncü okun da eliyle koymuş gibi isabet ettiği Abbâd bu oku da çıkardı. Bir müddet sonra arkadaşı uyandı. Müşrik, onların iki kişi olduklarını görünce kaçtı.

Ammar, saplanan üç oku ve arkadaşından akan kanları görünce şaşkına dönmüştü:

— Sübhânallah! Sana ilk oku atınca beni niye uyandırmadın, diye sordu. Hz. Abbâd, yaptığından gayet memnun ve huzur dolu bir sesle şu ibretli cevabı verdi:
— Öyle bir sûre okuyordum ki kesmek istemedim. Eğer Resulullah’ın verdiği görevin aksamasından korkmasaydım, ölünceye kadar namaz kılmaya devam ederdim, dedi.

Hz. Abbâd’ın tavrı öyle bir namaz aşkıydı ki, saplanan oklara bir diken kadar bile değer vermemişti. İşte onlar namazdan böylesine zevk alır, haz duyarlardı.

Gece İbadeti Bir Yıl Farz Kılınmıştı

Cenab-ı Hak, Müzzemmil Suresiyle Peygamber Efendimize (s.a.v.) ve bütün müminlere gece ibadetini bir yıl boyunca farz kılmıştı. Çünkü gece, sükûneti ve bir meşguliyetin olmayışı sebebiyle ruhî eğitim ve yükseliş için daha uygundu. Müminler müşriklerin tepkilerine ve işkencelerine, ancak gece ibadetindeki namaz ve dualarla karşı koyabiliyorlardı. Yine Bedir Savaşının gecesinde sabaha kadar namaz kılıp dua eden Peygamberimiz (s.a.v.), bu benzersiz namazın mahiyeti sorulunca şu cevabı vermişti:

—    Bu namaz, ümit korku ve yalvarma namazıdır.

Demek ki, başta İslâm davetçileri olmak üzere, zor imtihanlardan geçenler, olağanüstü sıkıntısı olanlar her şeyden önce geceleri teheccüd kılarak Allah’ın sonsuz hazinesinden istemeli, yardım ve desteğini talep etmelidir.

Teheccüd âdeta sevenin ezelî ve ebedî Sevgilisiyle buluştuğu, Onu tesbih ve tazim ettiği, derdini döktüğü, yardım istediği özel dakikalardır. Teheccüd namazı, maddî ve manevî sayısız dertlerle mahzun, birçok arzusu ve emeli bulunan, nihayetsiz ihtiyacı olan insana sunulan eşsiz bir hazinedir. Rabbimizin hazinesinden istifade etmenin tek şartı, bir zahmet kalkıp abdest alıp o yüce dergâha yönelmektir.

Ne Zaman Kalkmalı?

Teheccüd namazı, geceleyin bir müddet uyuduktan sonra kalkıp kılınır. Çünkü gece rahmet, mağfiret, feyiz ve bereketin coştuğu bir zaman dilimidir. Bir hadiste şöyle buyrulmuştur:

“Gecenin (üçte ikisi geçip de) son üçte biri kaldığında Rabbimiz dünya semasına inerek (rahmetiyle tecelli ederek) buyurur ki: Hani bana kim dua eder ki, duasını kabul edeyim! Benden kim istekte bulunur ki, dileğini vereyim! Benden kim mağfiret diler ki, onu bağışlayayım!” (Buharî, Teheccüd: 14)

İşte teheccüde kalkmak, Rabbimizin bu sorularına karşı, “Ya Rabbi, ben dua ediyorum. Ben istekte bulunuyorum. Ben mağfiret istiyorum” diyebilmektir. Bu hadisten anlıyoruz ki, teheccüd namazı kılarak kim ne isterse Rabbimiz onu verecektir. Dünya ve ahiret saadeti için tüm isteklerimizi sıralayabilir ve inşallah onlara kavuşabiliriz. Bütün bu hazineler için yapacağımız tek şey, “istemek”tir.

Teheccüdün vakti biraz uyuyup uyandıktan sonra başlayıp imsak vaktine kadar devam eder. En faziletlisi, gecenin son üçte biridir. Söz gelişi, sabah namazının vaktinin girdiği imsaktan bir müddet önce kalkıp teheccüdü kılmak, sonra bir müddet daha uyuyup güneş doğmadan sabah namazını kılmaya kalkmak mümkündür.

Sahabeler ve Allah dostlarının gece ibadeti uygulamaları çok farklıdır. Gecenin tümünü, yarısını veya son üçte birini ibadetle geçiren olmuştur. Bunlar içinde her gece yüz rekâttan bin rekâta kadar namaz kılanlar vardır.

Gecenin feyizli anlarından birkaç dakika bile olsa yararlanmak büyük bir nimettir. Bunun için herhangi bir vakitte uyanıp iki rekât namaz kılmak bile güzeldir.

Kaç Rekât Kılmalı?

Peygamberimizin (s.a.v.) teheccüd namazını ne kadar kıldığı konusunda farklı rivayetler bulunsa da, en kuvvetlisi sekiz rekât kıldığı şeklindedir. Efendimiz (s.a.v.) gecenin sonuna doğru, imsaktan önce, sekizi teheccüd, üçü de vitir olmak üzere 11 rekât namaz kılardı.

Herkes yaşı, işi, zamanı ve şartlarına göre bir miktar belirlemeli, her gün ona titizlikle uymalıdır.Allah’a en sevimli olan amel, az da olsa devamlı olandır hadis-i şerifini esas alırsak, zor şartlarda bile bunu uygulamak gerekir. Meselâ, yolculukta, misafirlikte, aşırı sıcak ve soğukta, dar zamanda, uykusuzluk, yorgunluk, hastalık gibi hallerde bile teheccüdü terk etmemek büyük bir fazilet ve muhteşem bir kârdır.

Bu tür olumsuzluklar teheccüdü terk etmeye değil, belki bazen rekâtını azaltmaya, sure ve dualarını kısaltmaya sebep olabilir. Bu şekilde teheccüd kılan bir kimse, “Ya Rabbi, her şeye rağmen Senin huzuruna bu gece de çıktım. Belki hakkıyla kılamadım. Ama Seni ve Seninle birlikte olmayı, huzuruna gelmeyi unutmadım, ihmal etmedim” demiş olmaktadır. Cenab-ı Hak Kendisini unutmayan bu kimseye öyle yardımlar eder ki, belki yıllarını harcasa onları elde edemez. Bu yüzden teheccüd kılan kimsenin, yüzü nurlu, hal ve tavrı sempatik, işleri hayırlı ve başarılı olur. Çünkü kendisine yapılan hayırlı bir amele, en güzel karşılık verenlerin en hayırlısı ve cömerdi Cenab-ı Allah’tır.

Neler Okumalı?

Teheccüd namazı kılarken en kısasından en uzununa kadar bütün sureler okunabilir. Herkes kendi durumuna göre bir seçim yapmalıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bazen çok uzun okuyuşlarda bulunurdu.

Onun arkasında bir gece namazı kılan Hz. Huzeyfe (r.a.) anlatıyor:

Bir gece Peygamber (s.a.v.) ile birlikte namaz kıldım. Bakara suresini okumaya başladı. Ben yüz âyeti bitirince rükûya varacak dedim, sonra devam etti. Ben Bakara sûresini bir rekâtte bitirecek dedim, devam etti. Ben sureyi bitirince rükû edecek derken, Nisa suresine başladı, onu okudu. Sonra Al-i İmran suresine başladı, onu okudu… Sonra rükûya gitti. Rükûda ayaktaki kadar kaldı. Secdede rükûdaki kadar durdu.

Tabiî ki bu ona mahsus muhteşem bir namazdır. Belki de Rabbimiz Miraç’ta olduğu gibi zaman içinde zaman yaratarak onu bast-ı zamana mazhar etmişti. Sahabeden ve onlardan sonra gelen salih kimselerden çok uzun kıraatleri olanlar çıkmıştır. Bunlar yerine göre, bir rekâtta bir, beş, on, yirmi… sayfa okumuşlardır.

Burada da ölçü şu olmalıdır: Her zaman uygulayabileceğimiz, zamanımıza ve imkânımıza uygun bir okuyuş seçmeliyiz. Ama her zaman yapamasak bile çok müsait olduğumuz zamanlarda uzun sureler okuyabiliriz. Meselâ, her rekâtta kısa bir sure veya birkaç ayet okunabileceği gibi, müsait olunduğunda her rekâtta bir sayfa ya da Yasin, Fetih, Rahman, Tebâreke, Amme gibi sureler okunabilir.

Teheccüde Nasıl Başlamalı?

Bugün beş vakit namaz gibi kesin farz olan bir ibadet bile büyük bir ihmale uğramaktadır. Bu yüzden nafile namazlardan önce farz namazları tavizsiz bir şekilde uygulamak gerekir. Ancak beş vakit namazını kılanlardan müsait olanların da teheccüde sarılmaları çok önemlidir.

Ne var ki, bir web sitesinde yapılan ankete göre, ülkemizde teheccüd kılanların oranı sadece yüzde 4’tür. (www.namazladirilis.com) Demek ki, ferdî, ailevî, millî ve dinî hayatımızda muhtaç olduğumuz İlâhî destek ve yardıma karşı gerektiği gibi istekli ve gayretli olamıyoruz.

Eğer henüz teheccüd namazı kılmıyorsanız, nasıl başlamak gerekir?

Hiç şüphesiz namaz kılanların yüzde 70’inin sabah namazına bile kalkamadığı bir ülkede teheccüde kalkmak kolay değildir. Çünkü her şey, geç yatmaya ve geç kalkmaya göre ayarlanmıştır. Ne yazık ki, geç vakitlere kadar süren boş sohbetler ve misafirlikler, TV dizileri ve tartışma programlarına bol bol zaman ayırtan nefis, teheccüd için 15 dakikayı çok görür.

Her şeye rağmen şartlara teslim olmamak, şartları teslim almak gerekir. Eğer teheccüdün sonsuz feyiz ve bereketinden faydalanmak isterseniz şu hususlara dikkat edin:

1.    Teheccüde başladığınız zaman mümkün mertebe erken yatmaya gayret edin. Normalden bir sat önce yatmanız size kalkmada kolaylık kazandıracaktır.

2.    Eğer öğleden biraz önce başlayıp ikindi öncesine kadar devam eden vakitte kaylûle denen uykuyu alışkanlık haline getirebilirseniz gece uyanmanız daha kolaydır. Çünkü yarım saatlik öğle uykusu iki saatlik gece uykusuna bedeldir.

3.    İlk günlerde iki veya dört rekâtla başlayın. Alıştıkça arttırabilirsiniz.

4.   Eğer aile fertleri veya arkadaş grubundan birkaç kişiyle birlikte başlarsanız, teşvik, dua ve uyarma imkânı olacağından daha iyi olur. Mesela, bu hususta sözleşen dört kişilik bir arkadaş grubundan her gün bir kişi uyarma görevini üstlenebilir. Her ne kadar saat veya telefon alârmıyla kendi başınıza uyanabilirseniz de, arkadaşınızın sizi uyarması daha etkileyici olur.

5.   Teheccüde başlamak için özellikle imsakın geç olduğu kış ayları ve Ramazan ayı önemlidir. Zaten sahura kalkacağınız için birkaç dakikanızı teheccüde ayırır, arkasından yemeğinizi yersiniz. Bayramdan sonra da devam etmeniz mümkündür.

6.    Uykusuzluk, yorgunluk, hastalık, yolculuk, zaman darlığı gibi durumlarda, eğer teheccüdün tehlikeye gireceğini tahmin etmişseniz, yatmadan önce veya imsaktan biraz önce kılıp arkasından sabah namazını kılabilirsiniz. Böylece âdet hâline getirdiğiniz bir ibadeti terk etmeyip sürdürmüş olursunuz. Eğer terk ederseniz nefsin eline büyük bir fırsat vermiş olursunuz ki, nefis her fırsatta, “” diyerek her gün bir bahane bulur.

7.    Teheccüde kalkmak, sabah namazını asla engellememeli. Ne kadar faziletli olsa da hiçbir sünnet, farzın yerini tutamaz.

8.    Her ne kadar namaz eşsiz dualarla süslenmiş muhteşem bir ibadet olsa da, teheccüdün arkasından mutlaka dua edin. Çünkü namazın peşinden yapılan dualar kabul edilir.

Cemil Tokpınar / Moral Haber

Kur’an, “Hizmet Edenleri” Alkışlar!

Kur’an’da yaş ve kuru her şeyin bulunduğu hemen hepimizin iman ettiği bir hakikattir. O halde Kur’an’ın her asırda dine hizmet eden büyük şahıslara ve onların hizmet cereyanlarına da işaret buyurabileceğini kabul etmek gerekir.

Nitekim Kur’an, asr-ı saadetteki pek çok örneğe bazen doğrudan bazen de işareten temas eder.

Mesela Suheyb-i Rûmî Hazretleri; kendisi Rum diyarından göç ettiği için Rûmî lakabıyla meşhurdur. Mekke’ye Anadolu’dan geldiğinden bazı tarihçiler onun Türk olduğunu da iddia ederler. Eğer hakikaten Süheyb-i Rûmî Türk ise bu da milletimiz için ayrıca bir iftihar vesilesidir. Çünkü o, hakikat adına kalkmış uzak diyarlara yürümüş, bulmuş, “ol”muş ve bulduğu hakikatte sonuna kadar sadakat içinde kalmıştır.

İşte bu zat, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine’ye hicret buyurduktan sonra, bir yolunu bulup tek başına Mekke’den Medine’ye doğru hareket eder. Kureyş’ten bir genç grubu, durumu haber alır almaz peşine takılır ve bir yerde yolunu keserler. Hazreti Süheyb hemen bineğinden iner, sadağından oklarını çıkarır ve müşriklere şöyle seslenir: “Ey Kureyşliler! Bilirsiniz ki ben sizin en iyi atıcılarınızdanım. Allah’a yemin olsun ki, sadağımdaki bütün okları atıp bitirmeden size bir ok attırmam. Oklarım bitince de sizinle kılıcımla mücadele ederim. Bundan sonra siz istediğinizi yaparsınız.

Gelin sizinle anlaşalım. İsterseniz malımı-mülkümü, Mekke’de falan yere gömdüğüm şeylerin hepsini alın fakat beni rahat bırakın; ben Resûl-i Ekrem’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) gidiyorum.” Onun ok atmadaki maharetini ve cesaretini yakından bilen Kureyşli gençler bu teklifi kabul ederler. Hazreti Süheyb de Medine’ye doğru yeniden yola koyulur.

O böyle samimiyetle hicret yolunda ilerlerken kendisini bekleyen iltifattan habersizdir. Medine’ye vardığında, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) ayağa kalkar, onu karşılar ve şöyle der: “Ey Süheyb! Allah, senin hakkında şu ayeti indirdi: “İnsanlardan öyleleri vardır ki Allah’ın rızasını kazanmak için kendini feda eder. Allah işte böyle kullarına pek merhametlidir.” (Bakara Sûresi, 2/207) Süheyb-i Rumî (radıyallâhu anh) Allah rızası için malını feda etmiş, müşriklere, “Siz benim malımı alın, fakat benimle Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) arasına girmeyin.” demişti. Sonra da hakkında bu ayet nâzil olmuştu. Bu fedakârlık tablosu semâvî bir iltifatla alkışlanmış ve Kur’an’da bahis mevzuu olmuştu.

Kur’an’da doğrudan bahse konu olmasa bile Übeyy İbn-i Ka’b’ın (radıyallâhu anh) yaşadığı şu hadise de kayda değerdir: “Bir gün Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Übeyy İbn-i Ka’b’ın yanına geldi ve ona; “Ya Übeyy! Rabb’im bana ‘Übeyy’e git, sana Kur’an’ın şu şu ayetlerini okusun, buyurdu.” dedi. Hazreti Übeyy büyük bir mutluluk ve heyecan içinde “Rabb’im benim adımı andı mı Ya Resûlallah?” diye sordu. “Evet” cevabını alınca gözyaşlarını tutamadı ve hıçkırıklara boğuldu.

Bazı sahabe-i kiram Kur’an’da hususi konumlarıyla bazıları da şahs-ı manevi olarak destanlaştırılmaktadır. Mesela İlahi Beyan, bir yerde Şehitler Seyyidi Hazreti Hamza’nın, Şâh-ı Merdan Haydar-ı Kerrar Hazreti Ali’nin ve yine o kıymetli oymaktan gelen Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) amcazâdesi Ubeyde İbn-i Hârise’nin mücadelelerini anlatır. Hak ile batıl, iman ile küfür arasındaki bu kavgayı tasvir ederken, bu iki düşüncenin temsilcilerinin âkıbetlerini de haber verir. Buna göre, bir grup katrandan elbiseler giyecek, başlarına kaynar sular dökülecektir. Diğer grup da altın bilezikler ve incilerle bezenecek, giyim kuşamları da ipekten olacaktır. Bu ifadeleriyle Kur’an, o kahramanlar topluluğunu göklere çıkarır. (Bkz: Hac Sûresi, 22/19)

Görüldüğü gibi Kur’an, onun hakikatlerine omuz veren ve Nebi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) uğrunda hırz-ı can eden herkesi alkışlamış ve senâ etmiştir. Bu bir âdet-i İlâhî ise kıyamete kadar da alkışlamaya devam edecektir. Malını, mülkünü, yurdunu, yuvasını terk edip dünyanın dört bir yanına elinde bavuluyla hicret eden binlerce fedakârı Kur’an da Sahib-i Kur’an da mutlaka alkışlıyordur/alkışlayacaktır. Elde edilen muvaffakiyetleri kendinden bilmeyen, aczinin, fakrının idrakinde olan ve şevk ü şükürle gerilmiş irade kahramanları mele-i a’lânın sakinlerinin sohbet konusudur. Adanmışlığı, beklentisizliği, istiğnayı meslek edinmiş er oğlu erler her zaman en pak defterlere kaydedilecek ve en muteber listelerin üst sıralarında yerlerini alacaklardır.

Süleyman Sargın / Zaman

Risale-i Nur’daki incelikleri keşfetmeye çalışın!

Risale-i Nur’u okuma ve anlama teknikleri-19

Risale-i Nur’u anlamaya çalışırken dikkat edilecek mühim noktalar vardır.  Diyebiliriz ki, “bu eserlerde fazladan ve gereksiz hiçbir kelime, cümle, tabir, terim ve misal yoktur.” Her şey yerli yerinde, bir maksat için ve genel mânânın bir unsuru olarak zikredilmiştir.  Bu bakımdan hiçbir kelimeyi atlamamak, anlamadan geçmemek gerekir.

Sözgelişi; Yirmi Üçüncü Sözün Birinci Noktasının sonunda, “İşte, küfür böyle mahiyet-i insaniyeyi yıkar, elmastan kömüre kalb eder” cümlesindeki elmas-kömür benzetmesi rast gele söylenmemiştir.  Bununla çok uzun bir hakikat özetlenmiştir.  Çünkü, elmas ve kömürün ana maddesi karbondur.  Ancak tonlarca kömür, bir gram elmas etmez.

İşte mü’minle kâfir madde itibarıyla et ve kemikten meydana gelir.  Ancak iman, mü’mine Allah katında öyle bir değer kazandırır ki, hiçbir şeyle mukayese edilmez.

Yine aynı sözün üçüncü nüktesinde insanla hayvanın farkının anlatıldığı misaldeki, insafsız dükkâncının en çürüğünden bir kat elbise vermesi çok geniş bir mânâyı hatıra getirmektedir.  Demek ki insan, bin altınla ifade edilen harikulâde kabiliyetlerini sadece dünya hayatına sarf ederse, mutsuzlukla dolu bir dünya hayatı geçirir.

Risaledeki simetrilere dikkat etmek gerekir

Özellikle temsilî hikâyeciklerde ve misallerde çok güzel simetriler vardır.  O kadar ki, misalde ne varsa, en ince ayrıntısına kadar hakikatte de vardır.

Simetriyi, “misalle hakikat arasındaki benzerlik, cümlelerde arka arkaya gelen kelimelerin seçilişindeki ahenk” olarak kullanıyoruz.

Meselâ, Yirmi Birinci Sözün İkinci İkazında peş peşe gelen kelimeleri gruplandırırsak şöyle bir ahenk ortaya çıkıyor:

Ekmek, kalp, gıda, kapı, niyaz, elde etmek.

Su, ruh, âb-ı hayat, çeşme-i rahmet, namaz, içmek.

Hava, lâtife-i Rabbaniye, hava-i nesîm, teneffüs, pencere, nefes almak.

Görüldüğü gibi, maddî hayat için zarurî üç önemli ihtiyaç olan ekmek, su, hava ile üç manevî varlığımız kalp, ruh, lâtife-i Rabbaniye ve bunların fonksiyonları arasında irtibat kuruluyor, mukayese yapılıyor.  Bedene ekmek, su, hava nasıl gerekliyse, kalp, ruh ve lâtife-i Rabbaniye için de namazın o derece gerekli olduğu ispatlanıyor.  Ayrıca namazın manevî bir gıda, bir âb-ı hayat, bir hava-i nesim olduğu vurgulanıyor.

Daha burada çok mânâ cevherleri var.  Eğer imkân olsa, sayfalarca bu bölümün üzerinde durulabilir.  Bu kadarla yetiniyoruz.

Yine Münazarat’ın 46.  sayfasındaki ulema, meşayih ve hutebanın zikredildiği bölümde ahenkli bir şekilde dizilen sadef, mağara, kehf benzetmeleri, dimağ, kalp, fem ifadeleri ne kadar mükemmel bir şekilde uyumlu zikredilmiş… Misalle gerçek arasında tam bir benzeyiş var.

Sık geçen kelimeler iyi bilinmeli

Risale-i Nur’da çok sık kullanılan kelime ve terimlerin mânâlarını çok iyi bilmek gerekir; çünkü onlar, mânâların anahtarlarıdır.  Belki yüzlerce, binlerce defa karşımıza çıkacaktır.

Bu meyanda isim ve sıfat farkını bilerek okumak gerekir.  Meselâ, kerem, lütuf, ihsan, cemal, celâl sıfattır.  Bunların isimleri, Kerîm, Lâtîf, Muhsîn, Cemîl, Celîl kelimeleridir.

Vahidiyyet, Ehadiyyet, mânâ-yı harfî, mânâ-yı ismî, tesbih, vahdet, İsm-i Azam, arş, cüz, küll ve bunlar gibi daha sayabileceğimiz yüzlerce terim çok sık zikredilmektedir. Bunların anlamını biraz genişçe öğrenmek gerekir.  Maalesef, lügatlarda çok kısa olduğu için yetersiz kalıyor. Bu terimlerin, kavramların mânâlarını genişçe öğrenmek için Söz Basım Yayın tarafından hazırlanan külliyata başvurmak gerekir. Çünkü, bu ciltlerin sonunda kavramlar sözlüğü bulunmaktadır.

Kelime anlamları verilmiş

Risale-i Nur’un birçok yerinde Arapça veya Farsça bir kelimenin mânâsı aynı satırda verilmiştir.  Bunun için biraz dikkatli olmak yetecektir.

İşte, Sözler’de yaptığımız araştırmada bulduğumuz bazı örnekler ve sayfa numaraları:

O Sultana muhâtab ve halil ve dost ol! (10)

O rahmetin kuvvetidir ki, zîşuurun nazarlarını celb eder, kendine çeker. (12)

Nihayet ihtilât içinde ve karışmış oldukları halde, nihayet derecede imtiyaz ve farkla birbirinden ayrılıyor. (55)

…Sâni-i Zülcelâl, onun mukàbilinde zîşuurdan marziyyatı ve arzuları ne olduğunu bir elçi vasıtasıyla bildirmesin. (55)

Hakikî istib’ad, hakîkî muhaliyet ve akıldan uzaklık. (59)

Her şeyde maslahat ve fâidelere riâyet etmesidir. (61)

…Iztırar lisaniyle sual edilen ve istenilen her şeye dâimî cevap vermek… (60

…Vazifedar mevcûdâtın gelmesine yer hazırlamaktır ve ihzarattır. (69)

Mahşer ise bir beyderdir, harmandır. (75)

…Bütün kat’iyetle açtıkları âhiret yolunu ve küşad ettikleri Cennet kapısını… (80)

Onu bütün hakàikına temel taşı ve üssü’l-esas yapıyor. (96)

…Yani mâzi, müstakbel, yani geçmiş ve gelecek mahlûkatın… (100)

Hem kendi mârifetinin garîbelerini izhar edip göstersin. (108)

Akıl alâkadarlığı ile ona zulmetler, karanlıklar veriyor. (131)

…Dükkân, şeksiz bir fevkâlâde iâşe ve erzak mâlikini ve sahibini ve memurunu bildirir. (142)

Levh-i mahv ve isbat namında yazar bozar tahtası hükmündedir.

(148)

Merdane kabre bak, dinle ne talep eder.  Erkekçesine ölümün yüzüne gül; bak ne ister. (155)

Cemil Tokpınar / moralhaber.net