Kategori arşivi: Yazılar

22 Aralık En kısa Gün! En Kısa Günlerden En Büyük Kazanç Nasıl Sağlanır?

Dünya ticareti bakımından, kısa günler az kazanç getirir.

Acaba âhiret ticareti bakımından da ayni midir? Ayni değilse, nasıl?

Günler gittikçe kısaldı. Dünyanın güneş etrafındaki dönüş yörüngesinde iki inkılap noktası vardır: 22 Haziran ve 22 Aralık. Bu iki günde, gündüz ve gecenin uzunluk farkları azamîye ulaşır. Bunlara “Yaz inkılap noktası” ve “Kış inkılab noktası” adları verilir.

“-Niçin kısalır ki, şu günler? Hep bir kararda gitse ne olurdu?

Havanın çabucak karardığını gören veya namaz vakitleri her gün, bir öncekinden farklı olduğu için, takvimdeki vakitleri her gün yeniden kontrol eden insanın aklından bunlar geçebiliyor.

Bir temenni değil; fakat bir sual olarak tekrarlasak:

“–Acaba, günlerin uzunluğu, artıp eksilmeden bir yılın her gününde aynı kalsa ne olurdu?

Günlerin uzayıp kısalması, mevsimlerin değişmesiyle birlikte meydana gelir. Mevsimlerin değişmesinin ise, dünyanın kendi etrafındaki dönüş ekseninin 23 derece 27 dakikalık eğimiyle ilgili olduğu, coğrafya kitaplarında tafsilatıyla izah edilmektedir.

dünya eğik eksenDemek ki, günlerin uzayıp kısalması olmasaydı, mevsimler de olmazdı. Zira iki hadise de, dünyanın kendi etrafındaki dönüş ekseninin 23 derece 27 dakika eğik oluşu sebebine bağlıdır.

Bu eğiklik olmasaydı meydana gelebilecek diğer bir hadise de, denizlerden çıkan buharın sadece kuzey ve güneye gitmesi ve bunun neticesinde de, her iki kutupta muazzam buz kıtalarının teşekkülü olabilecekti.

Dünyanın dönüş eksenine bu eğimi veren, bu eğimi muhafaza ettiren ve buna bağlı olarak da mevsimleri, günlerin uzayıp kısalmasını husule getiren Müsebbibü’l-esbâb (Bütün sebebleri meydana getiren) Allah’ın (c.c.) yüce kitabı Kur’an-ı Kerim’de, günlerin uzayıp kısalması hadisesi üzerinde de insanları düşünüp ibret almağa teşvik eden âyetler vardır.

Şüphesiz ki, göklerin ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün (büyüyüp küçülerek) ihtilâfında (ard arda gelmesinde, istikametli) akıl sahipleri için elbette deliller vardır.” (Âl-İmrân, 6)

(O,) geceyi gündüze katar (böylece gündüz uzar), gündüzü de geceye katar (da gece uzar). Ve O, sinelerin içinde olanı hakkiyle bilendir.” (Hadîd Sûresi, 6)

Gece ile gündüzün ihtilâfında, (aydınlık ve karanlık, kısa ve uzun vaziyetlerle ard arda gelmesinde), Allah’ın gökten bir rızık (yağmur) indirip de onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltmesinde ve rüzgarları (değişik yönlerden) estirmesinde de akıl erdirecek bir topluluk için deliller vardır.” (Câsiye Suresi, 5)

İlim ve fenlerin en önemli faydası, yukarıda mealleri verilmiş olanlar gibi Kur’an âyetlerinin işaret ettiği deliller olan malumat vermesidir, denilebilir.

Bir Hadis-i Şerifte: “Tefekkür gibi nafile ibadet yoktur” diğer bir Hadis-i Şerifte ise: “Yazık o kimseye ki, böyle âyetleri okur da, bunlarda tefekküre dalmaz” buyrulmuştur.

Gece ile gündüzün, büyüyüp küçülerek, arka arkaya değişip durmasındaki ve Allah’ın (c.c.) göklerde ve yerde yarattığı bütün varlıklardaki büyük deliller, fenlerin verdiği malumat ibret nazarıyla tetkik edildiğinde daha iyi görülebilir. Bunlardan bazıları misal olarak verilse de, bu delil ve ibretler, verilen misallerin sayısıyla tahdid edilemez.

Günlerin kısalması ve havanın erken kararmasıyla güneşin ısı ve ışığından daha az istifade edebildiğimiz kış mevsimi her yıl tekrarlanır.

Günlerin kısalması, gecelerin uzaması demektir. Bu uzun maddî gecelerimizde manevî güneşlerden aydınlanabilirsek, vicdanımızı dinî ilimlerle ziyalandırır; aklımızı da fennî ilimlerle nurlandırarak, bu ikisinin imtizacıyla hakikatin tecellîsine ayna olabilirsek, kısalan günlerin ardındaki maddî karanlıklı uzun gecelerimiz ebedî ve nurlu gündüzleri semere verebilir.

(Prof.Dr.Mustafa NUTKU)

Başroldeyim! Bu Benim Cenazem.. Cenazeme Gelir misiniz Dostlarım?

Cenazeme gelir misiniz dostlarım? Biliyorum, hiç beklemiyordunuz bu daveti. Ansızın geliverdi değil mi? Ansızın vurdu şakağınıza; saçaktan düşen buzdan kılıçlar gibi. Şaşırdınız!

Huzurunun göbeğine irice bir taş savruldu; halka halka titremede gönlünün düştüğü göl şimdi. Neşesi kaçtı vaktin; sevinçlerini pervane ettiğin mumlar titredi, bitti. Akrep ve yelkovanın ayakları dolandı; beklediğin “az sonra”lar havada asılı kaldı. Hüznün ölü kelebekleri kıpırdadı, sızılandı. Aşinâlığın tadı bozuldu; acının ketum, kekre sütunları devrildi göğsüne.

Başını yasladığın uzun saatler, uzanıp uyuduğun bitmez günler vaadlerini yerine getiremeyeceklerini söylediler; yüzleri yerde, mahçup. Oyala(n)dığın ağaç gölgeleri çekildi üzerinden. Avunduğun/avuttuğun haz perdeleri parelendi.

Gözlerini ıslatamadan giden yağmurlar elindeki şemsiyeyi uçurdu. Konforunu bozmamak için parmak uçlarına basa basa odana gören, kalbini kanatmadan usulca gidiveren uzak acılar yakana dolandı şimdi. “Daha dün konuşmuştuk ama…” diyorsun. “Ama nasıl olur!”lar çekip çekiştiriyor iki yakanı. “Hiç beklenmedik bir ölüm!” “Vakitsiz” “Erken!” “Sürpriz!” İşine ara vereceksin bugün…

Kocaman bir pürüz olup çıkıverdim karşına. Hızını kestim hayatının. Üzerine saldım kaygılarını. Köşe bucak kaçtığın korkulara sobelettim seni. Ölümle arana koyduğun duvarı yıktım.

Ölüm bize de yaklaşırmış/yakışırmış” dedin. “Ölmesi kanıksanmış, ölünesi bir yaştayız artık.” “Rahmetli…” sıfatını ismimin üzerine yumuşak bir şal gibi atıvereceksin. İki yakasında da eksiğim İstanbul’un. Vapurların hiçbiri beklemiyor beni iskelede. Ben öldüm diye şeritleri eksilmedi otoyolların. Şimdiye kadar hep başkalarıydı ölen.

Hayret! Ben öldüm bu defa…

Şimdilerimin hiçbirine dokundurmadığım, yarından sonrasına bile yaklaştırmadığım ölüm şimdi/m oluverdi.

Oysa, oysa…Gitsen de bir gitmesen de bir; bir cenaze olurdu camilerden birinin avlusunda. Belki bir kalabalık çıkagelirdi önüne… Bir sokağın başında. Yol kenarında, gözünü sakındığın mezarlığın giriş kapısında. “Nasılsa, ölen biri çıkar bu şehirde her gün!” diye kanıksadığın. Adını bile sormaya zahmet etmediğin. Eksilenin kim olduğuna aldırış etmediğin. Gitti diye üzülmediğin birinin cenazesi işte.

Aynı manzara, aynı tabut, aynı üzgün yüzler. Aynı güneş gözlükleri. Ağladığı mı, yoksa ağlayamadığı mı anlaşılmasın diye saklanan gözler. Sanki hayatın ortasında duran ölümü inkâr etmek için göz göze gelmemeler. Sıradan bir cenaze yani. Seni bilmem ama ben bu cenazeye mutlaka gitmeliyim. Ayıp olur, çok ayıp… Davetlilerin yüzüne bakamam sonra. Dediği gibi şairin, bir musallâlık saltanatım bu benim.

Başroldeyim.

Toprağa konulacak adam rolü benim. Ardından ağlanılacak adamı ben oynayacağım. Hiç itirazsız karanlığa uzanmak bana düştü bu defa.

Üzerine toprak atılan adamı…

Unutulmuşluklar altında yüzü erimeye bırakılan adamı…

Hüzünlerin münasebetsiz müsebbibi olacak adamı…

Ayakkabısı kendisini beklerken bağları çözülecek adamı….

Elbiseleri evden çıkarılacak adamı…Ben oynayacağım.

Yatağı soğuk kalacak adamı…

Akşam eve dönmeyecek adamı…

Kapıyı çalması beklenmeyecek adamı…

Sofrada yeri olmayacak adamı…

Adı telefon rehberinden silinecek adamı…

Şehrin dudaklarından yarım ağız çıkmış bir hece gibi önemsizleşecek adamı…. Ben oynayacağım.

Sevinçlerin ortasına en fazla bir hıçkırık gibi sokulsa bile hatıraların eşiğinden yüz geri edilecek adamı…

Resmine bakıp bakıp da ağlanacak (yoksa ağlanılmayacak mı?) adamı… .

“Adı neydi…. Hani….!” diye yokluğu kanıksanacak adamı….

Soluk bir resimde mahzun bir tebessümün ardında aşklarını saklayan, susturan adamı…

Ben oynuyorum bugün…

Sahnedeyim. Beklerim.

En öndeki olmalısın ayakta duranların. En dik duranı.

İşte davetiyen: Canını çok seven, her günün sabahında burada sonsuzca yaşayacağına yeniden kanan, her lezzetin tükenişinde ölümün yanına uğradığını unutan, her hazzın zirvesinde yakasındaki ölümlü etiketini isteyerek düşüren, her yaz sıcağında içi dünyaya iyiden iyiye ısınan, doğduğu yılın rakamının büyüklüğünün kendisini kabirden uzak tuttuğunu sanarak avunan, kalbinin her atışında ölümlerden döndüğünün farkında olmayan, damarlarının bir köşesinde ansızın geliverecek pıhtılardan yapılmış veda haberleri saklayan, ayrılıkların çatlaklarından giren hüzünleri ölümün nefesi gibi yudumlayan, sevenlerinin gözlerinin ışığına sığınarak ısınan, unutulmayı, yok sayılmayı en ürkütücü uçurum bilen, güzelliğini aynaların kırıklarında arayan, toprağa girmeye üşenen, uzun süredir aramızda yaşayan dostumuz, arkadaşımız, sırdaşımız, kardeşimiz, babamız, evladımız, şimdilik unutmayacağımızı umduğumuz, bir süre unutmaktan utanacağımız, sonra unutacağımız, en sonunda unuttuğumuzu da unutacağımız Senai Demirci doğduğu gün yakalandığı fanilik hastalığından, uzun süredir yatalak olmasına yol açan “her nefis ölümü tadacaktır!” yarasından, ömür boyu sancısını çektiği amansız yaşama rahatsızlığından kurtulup aramızdan ayrıl[maya ayarlan]mıştır.

Cenazesi -umulur ki- en uzak zamanda, sızılarının köşe başlarında kılınan cenaze namazını takiben kaldırılacak, gözünden (belki gönlünden) uzak bir yerde unutuluş toprağına gömülecektir.

Dr. Senai DEMİRCİ

Sen Bediüzzaman’ı Türkiye’de Bırakıp, Buraya Nasıl Gelirsin?

Sungur ağabey’den bizzat dinlediğim, sayın İhsan Atasoy’un da  Mustafa Sungur adlı kitabında çok güzel özetlediği mühim bir hatırası da şöyledir:

 “Üstadın hizmetinde kalbî vartalardan kurtulmak kolay değil. Sadece bu yönü bile büyük bir imtihandır. Çünkü kalbinizden geçenleri bilip sizi onunla muâheze ediyor (azarlıyor). Bir gün Üstadın hizmetinde beraber olduğumuz bir kardeşle aramızda kalbî bir gerginlik olmuştu. Üstad bizi gezmeye götürecekti. Gerginliği hissetti ki, tam arabaya bineceğimiz sırada:

‘Sungur, sen geri dön, Patnos’tan gelen mektuba cevap yaz’ dedi. Zahiren ‘peki efendim’ dedim, efeliğe toz konduramadım ama gelin içimdeki fırtınayı bana sorun. O kardeşin Üstad’la gidip benim geride kalmam, gerginliğimi arttırdıkça arttırdı. Neredeyse isyan edecektim. Onu bana tercih etti diye düşünüyor, içim içime sığmıyordu. Büyük vartalara yuvarlanıyordum.

Hatta bir ara içimden oraları terk edip gitmek geçti. Zihnimden önce Eflâni, sonra Ankara ve İstanbul’a gitmek geçti. Sonra en iyisi Ravza-i Mutahhara’ya varıp Resulullah’a türbedar olurum dedim. Böyle düşünürken bir hal oldu, sanki sema yarıldı, Ravzay-ı Mutahhara ortaya çıktı, içinden Peygamber Efendimiz göründü, ‘Sen Bediüzzaman’ı Türkiye’de bırakıp, buraya nasıl gelirsin? Doğru onun hizmetine geri dön!’ diye beni şiddetle azarlamaya başladı! Hayal değildi, sesini duyuyor ve zatını görüyordum.

O hal gözümün önünden gittikten sonra içimdeki o gerginlik birden boşalıverdi. Kalbim kadife gibi yumuşak hal aldı. O kardeşime karşı menfi en küçük bir şey hissetmediğim gibi, o an gelse ayakkabısını silecek kadar ona karşı hürmet ve muhabbetle doldum.

Hele üstadımız dönüp geldiğinde, arabanın korna sesini işitip karşıladığımda, koluna girip merdivenlerden çıkarken, ‘Ooo benim Sungur’um!’ diye iltifat etmesi üzerine, içimde en küçük bir şey kalmaz, tam tedavi olurduk..”

Dr. NİYAZİ BEKİ / cevaplar.org

Yazıklar olsun o namaz kılanlara!

Mâûn Suresi

Mâûn, zekât vermek yahut bir şeyi geçici olarak kullanması için birine vermek şeklinde yardım demektir.

Dini yalanlayan, iyilikten uzak duran kimseler hakkında inmiştir. 7 (yedi) âyettir

Rahmân ve Rahîm (olan) Allah’ın adıyla
1
Dini yalanlayanı gördün mü?
2
İşte o, yetimi itip kakar;
3
Yoksulu doyurmaya teşvik etmez;
4
Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki,
5
Onlar namazlarını ciddiye almazlar (Kıldıkları namazdan gafildirler)
6
Onlar gösteriş yapanlardır,
7
Ve hayra da mâni olurlar

Her okuyanı irkilten bir suredir Maun. Özellikle dört ve beşinci ayetlerde geçen “yazıklar olsun şöyle namaz kılanlara ki, kıldıkları namazdan gafildirler” bölümüne gelince, inançlı kimseler dahi hemen kendi içlerine dönüp şunu sorma ihtiyacı hissederler:

“Acaba bu azarlama ve ikaza benim namazım da dahil mi?”

Hakikaten, bir çok Müslüman, namaz kılarken insanî bir gaflet hali yaşayabiliyor ve her an huşu içinde olamayabiliyor. Öyleyse, acaba ayetteki dehşetli azarlama ifadesine muhatap olmamak için gafletle namaz kılmaktansa kılmamak daha mı iyi? Derin vicdanî bir sorgulamayla karşı karşıyayız. İsterseniz, bu vicdanî sorgulamaya yardımcı olabilecek bazı bilgileri hep beraber değerlendirelim. Bu âyetlerde tam olarak ne anlatılmak isteniyor?

Öncelikle beşinci âyette geçen “Onlar kıldıkları namazdan gâfildirler” kısmına bir bakalım. Bu ifadede “namazda” yerine “namazdan” şeklinde bir kullanımda bulunulması, dikkate değer bir noktadır. Bu ikisi arasında anlam bakımından çok ciddi bir fark oluşmasına rağmen, bazen okurken bu fark gözlerden kaçabiliyor. Meallerde geçen “namazdan” tabiri “namazda” ifadesinden çok farklı olmakla beraber, genel olarak insanlar tarafından bu fark algılanamamaktadır. Tedirginlik ve endişelerin önemli bir sebebi buradan kaynaklanıyor. Dilerseniz, baştan başlayalım.

Bu sure, baştan sona kadar inkârcılardan söz etmektedir. Dördüncü ayet ise, ilk üç ayetin son üç ayetle bağlantısını temin eden bir konumdadır. Ancak, bu konumuna göre, ayette “Yazıklar olsun şöyle namaz kılanlara” yerine, “Yazıklar olsun onlara” yani; “yukarıda vasıfları belirtilen kimselere” demek icap ederdi. Burada “onlar” zamiri yerine “namaz kılanlar” sözcüğünün kullanılması, bazı hikmetlerden dolayıdır. Bir defa, ayette böylelikle bir namaz vurgusu yapılmakta, onun dindeki yeri, imanla ilişkisi gösterilmektedir. Gerçekten İslam’da namaz, imandan sonra gelir. Böyle olduğu içindir ki, ahirete imanın zayıflığı nispetinde namaza rağbet azalır. Elbette her namaz kılmayan hesap gününe inanmaz denemez. Ama her hesap gününe inanmayan namaz kılmaz. Buradan hareketle dördüncü âyeti şöyle anlamak mümkündür:

“Yazıklar olsun o hesap gününe inanmayanlara! Namaz kılan kimseler konumunda, namaz kılmakla mükellef oldukları halde, hesap gününe inanmadıkları için namazı kılmayanlara yazıklar olsun! Hesap günü geldiğinde vay onların haline!” Bu âyette namazdan söz edilmesinin bir başka nedeni, münafıkların da namaz kılabileceklerine işaret etmek içindir. Ancak onları ele veren bir özellikleri vardır; namaz kılmakta titizlik göstermezler. Namaza üşene üşene gelirler. Namaza kalkarken de insanlara gösteriş yaparlar. Nisa Suresi 142-143 ve Tevbe 54’te münafıkların bu durumuna değinilmiştir.

Görüldüğü gibi, münafıkların ahiretten bir beklentileri olmadığı için namaza önem vermezler. Onun için “namazda” değil, “namazdan” gaflet etmektedirler. Bazı alimlere göre Maun Suresi’nin ilk üç ayeti Mekke’de, son dört ayeti ise Medine’de inmiştir. Buradan hareketle, ilk üç ayetin müşriklere baktığı, kalan dört ayetin ise münafıklara baktığı yönünde bir kanaat ortaya konmuştur. Bazılarına göre ise ilk üç ayet, Mekke’de Ebu Cehil hakkında inmiştir. Ahiret hayatını inkâr eden odur. Son dört ayet de Medine’de Abdullan b. Ubey b. Selul ve arkadaşları hakkında inmiştir. Namazı gösteriş için kılanlar onlardır.

Kur’an’ın harika üslubuna bakın ki, inişleri itibariyle aralarında seneler bulunan bu iki kısım ayetleri okurken, hiçbir ayrılık-gayrılık söz konusu değildir. Bu husus, yalnız lafzî üslup için değil, manevî üslubu ifade eden nazm-ı maanî için de geçerlidir. Mesela; her iki grup ayetin bahsettiği müşrik ve münafıkların ortak özelliği, hesap gününe inanmamaktır. Bu her iki grup insan da, gerçek anlamda samimi olarak namaz kılmazlar. Müşrikler hiç kılmaz. Münafıklar da gösteriş için kılarlar. Çünkü saadet asrında, münafıklar genellikle Medine’de bulunmaktaydı. Medine’de namaz kılmalarının sebebi ise Allah için değil, toplumda belli bir konumda görünmek ya da konumunu korumaktı.

Bütün bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, söz konusu ayette, normal namaz kılan müminlerin, namaz kılarken gösterdiği sehiv ve gafletten değil, münafıkların gösteriş için kıldıkları namazlarından bahsedilmektedir. Nitekim, bu dördüncü ayetten önce geçen üç ayette, münafıkların, inkârcıların üç özelliğine işaret edilmiş, bu ayetten sonra gelen üç ayette ise, diğer üç özelliklerine dikkat çekilmiştir. İlk üç ayetteki özellikler;

  • Hesap gününü yalan saymak
  • Yetimi şiddetle itip kakmak
  • Yoksulu ve muhtacı doyurmayı hiç teşvik etmemektir.

Son üç ayetteki özellikler ise şöyledir:

  • Namazdan gaflet etmek,
  • Gösteriş meraklısı olmak,
  • En ufak bir yardımdan bile kaçınmak.

Bu altı ayetteki altı özelliği üst üste koyduğumuzda, hesap gününe inanmayan münafıkların inançsızlığı görülecektir. Bu noktada akla şöyle bir soru gelebilir:

Peki Kur’an’da neden Müslümanlara da ucu dokunan böyle bir üslup tercih edilmiştir?

Bu tercihin asıl nedeni, Müslümanların da kıssadan hisse çıkarmalarına imkân tanımaktır. Ta ki; samimi müminler, münafıkların vasıflarını taşımaktan çekinsinler, hesap gününe olan imanlarını her an pekiştirmeye çalışsınlar, hesap vereceklerini unutmasınlar. Özellikle namazı terk etmesinler, vaktinden tehir etmesinler, namazda iken mümkün oldukça zihinlerini dünyevî meşguliyetten uzak tutsunlar. Mevlana’nın ifadesiyle “baş yerde kuyruk havada, iki yatış bir kıntış bakıştan ibaret bir gösteri haline getirmesinler!”

Allah hepimize namazlarımızı en güzel ve en kabule layık şekliyle kılmayı nasip etsin.

İstifade Edilen Kaynaklar: Taberî, Zemahşerî, Semarkandî, Râzî, Kurtubî, Saalibî, İbn Kesir, Ebu Suud, ed’Dürrü’l-Mensur, Beydavî, Nesefî, fienkîtî; fievkânî, Alusî, İbn Aşur, Fi Zilal, Elmalılı, tefsirleri.

Doç. Dr. Niyazi Beki / Zafer Dergisi

Ben yanmayacağım, sen yanmayacaksın, o yanmayacak. Peki kim aydınlatacak?

Bir Nur Talebesi manen cemiyetin üstüne, yani cemiyetin geleneklerinin ve örfünün üstüne çıkacak. Bu ancak idealist bir düşünce ile mümkün olur. Dava ruhu, ruha ruh olacak. Sokağa zevk ve sefa prensibi ile baksan helak olursun. Şehvet nazarıyla baksan erirsin. Nur Talebesi dava ruhu ve idealist dünya gözü ile bakacak. İşte o zaman bütün dünya nazarında zibil gibi olur. La itibareleh.

Bir Nur Talebesi kasden bizzat cemaatin ruhu olan tesanüdü bozsa, melekût aleminden manen tard edilir. Onun cürmü dünyaya sığmaz, seyyiesini ancak mizan-ı kübra tartar. Bir Nur Talebesinin şahsi kusuru olabilir, bu onun şahsını ilgilendirir ve affa mazhar olabilir. Bundan daha dehşetlisi şahs-ı maneviye karşı olanıdır ki, bu ise cinayet-i azimedir. Cenabı Hak bu tür kusurlardan bizleri muhafaza etsin. Amin.

Nur Talebesinin; çapası şefkat, makası hikmet, gıdası hakaik, güneşi ise hilm ve mülayemet olacak. Nur Talebesi çerağ-ı hakaik olacak, hakikat meş’alesi… Bir Nur Talebesi nefsini kabza-i kahrına almadıkça, tebliğatta müessir olamaz. Tenvir edenin nurani olması lazımdır. Nur, zulmeti mekan ittihaz etmez.

Avam-ı nasın imanını kurtarma vazifesini şefkatkarane yükleneceğiz. Risale-i Nurla ilgili herşeye (eserlere, dershanelere ve kardeşlere) sahip çıkacağız. Nur Talebesinin bu zamanda şefkatinin hikmetinden fazla olması lazım gelir.

Ben yanmayacağım, sen yanmayacaksın, o yanmayacak. Peki kim aydınlatacak?