Kategori arşivi: Yazılar

Meşveret Üzerine Notlar

Meşveretleri çeşitli vesilelerle yapmak mümkündür mesela yemekte, çayda beraber bulunulduğunda muhabbet havası içinde meseleleri görüşmek gibi. Meşveret belli bir ölçü ve kaide içinde olması faydalıdır. Bizler bir meseleyi kendi aramızda muhabbet latife vs. gibi bir vaziyette istişare ediyoruz. Fakat mabeynimizdeki bu istişare umumu alakadar ediyorsa ya da külli hizmetle münasebeti varsa usulsüz olduğu için sıhhatli olmayan neticeler çıkabilir.

Sahabelerde meşveret kaidesi fazilet ve kemale göre esas alınır.Hz. Ebubekir Hz. Ömer Hz. Osman Hz. Ali Aşere-i mübaşere vb.

Sonuçta ne olursa olsun meşveretin ve meselelerin ciddiyetle karşılanması ve bunu muhabbet samimiyet içerisinde fakat ciddi bir manada ele almak gerekir o zaman meseleleri tatbik etmek mümkün olacağı gibi bu durum eğitim açısından da terakkimize vesile olur. Eğitimde-meşverette tecrübelerden istifade etmek ve bunun üzerine bir tuğla koyabilmek gerekir.

Meşverette iştirakçilerin katılımını tümüyle beklemek  mümkün değil önce tecrübeli kadim olanların daha sonra diğer kardeşlerin konuşmalarına veya fikirlerini beyan etmelerine yol açmak gerekir. Yeni kardeşler bazı iç dünyasında düşünmüş olduğu problemleri söylemekte çekinebilir. Bu durum meşveretten kendini uzak tutmak manasına gelmemeli. Bunu, kendisine yakın bulduğu abisine anlatarak bu vesileyle umumi meşverete intikal ettirebilir.

Yola çıkıp da yolu yarıladıktan sonra yapılacak meşveretin manası kalmaz meseleleri, hadiseler vuku bulmadan önce görüşmek daha elzemdir. Aksi halde hadiseye maruz kalan kardeşimiz daha büyük sıkıntı içinde kalabilir. Büyük ve ciddi meşveret, mesleğimizi ve bizi fikren muhafazaya götürür meşveretlerin umuma taalluk eden cihetlerini nazara vermek umumi faydayı temin eder. Küçük çaptaki meşveretlerde hususi meselelere girmekte fayda var. Çünki hizmette en küçük meselelerin yekünü hizmetin seyrinde müsbet yada menfi tesiri büyük olabilir. İstişare bir işin üzerine ciddi yürümektir.

Meşveret ise bunu fikren açmak demektir. Meşveret gurubunda kararlar yukarıdan aşağıya doğru olmasında fayda vardır. Üst gurup alt gurubun numunesi veya fikir kaynağı olmak zorundadır. Bununla beraber alt gurupların aldıkları kararlar üst guruba ters düşebilir. Burada esas nokta guruplardaki sıralamaya göre meşveret genelden hususa doğru inmeli. Yani umumi meseleden şahsi meselelere iniş durumu söz konusudur. Bazen şahsın durumu veya problemi hizmetin külliyetine tesir ederse bu da umumi meşverette müzakere edilir.Verilen vazifenin ortada kalmaması için hizmetin selameti noktasından yerine getirmek eksikliğimizle beraber elzemdir. Hizmette muhatap ehliyete göre olmalı. Netice olarak hizmetin köklü bir şekilde tesis edilmesi için meşveretin ehil olanların mabeyninde yapılmasında fayda vardır.

Trakya Meşveret Notları

www.NurNet.Org

Sırr-ı Ehadiyet Nedir?

Allah’ın herbir varlıkta görülen birlik tecellisinin sırrına “sırr-ı ehadiyet denir.” Bediüzzaman, Sırr-ı ehadiyet ile alakalı mes’eleye şöyle açıklık getirmektedir.

İnsan ruhu cesetle ilişkili ve bağlantılıdır. Bütün organ ve azaları birbirlerine yardım ettirir. İrade-i ilahiye tecellisini yani irade gücünü ve kudretini göstererek vücuda vücud-u harici, beden giydirilerek bir kanun-ı emri ve latife-i rabbaniye olan ruh onların idaresinde doğrudan doğruya, onların manevi seslerini hissetmesinde ve ihtiyaçlarını görmesinde birbirlerine mani olmaz; ruh şaşırtmaz. Ruha yakın uzak bir nispetindedir. Birbirine perde olmaz. İsterse çoğunu birinin imdadına yetiştirir, isterse bedeninin her cüz’ü ile bilebilir,  En yüce sıfatlar Allah’ındır.1

Cenab-ı Allah’ın bir kanun-i emri olan ruh küçük bir âlem olan insan cisminde ve azasında bu vaziyeti gösteriyor. Büyük âlem olan kâinata Zat-i vacib’ül vücudun külli iradesine ve mutlak kudretine hadsiz fiiller, hadsiz sesler, hadsiz dualar, hadsiz işler, hiçbir cihette ona ağır gelmez, Cenab-i Allah’ı meşgul etmez, şaşırtmaz, bütünü birden görür, bütün sesleri birden işittir. Yakın uzak birdir. İsterse bütünü birinin imdadına gönderir. Her şey ile her şeyi görebilir, sesleri işitebilir ve her şey ile her şeyi bilir., ve hâkezâ…” 2

Onun için Mühiddin-i Arabî: Allah’tan başka varlık yok, “La mevcude illa hu” demiştir. Yani Her şeyi Allah görmüş,

“Nasıl ki, Allah’ın sıfatları hakikat ise, bu sıfatların aynası olan kâinat ve mevcudat da hakikattir. Aynı şekilde, bu aynada görünen maddi ve kevni nakışlar da aynı hakikattir. Özet olarak; İbn-i Arabî aynayı sıfatlarla aynı görüyor, ayna üstünde tecelli suretinde görünen maddi nakışları da inkâr ediyor. Elma var, elmanın aynada görüntüsü var, bir de aynadaki elma görüntüsünün kâğıda basılmış, yani somutlaşmış fotoğraf şekli var. Elma asıldır, aynadaki elmanın yansıması ise elmanın aynısı olmasa da onun birçok vasfına kuvvetli işaret etmesinden dolayı İbn-i Arabî bu yansımayı elma ile aynı zannetmiş. Aynadaki misali olan bu elmanın kâğıda fotoğraf şeklinde basılmış şeklini ise, İbn-i Arabî inkâr etmiş. Hâlbuki hem elmanın, hem elmanın aynadaki bu misali görüntüsünün hem de bu görüntünün fotoğrafa basılmış halinin varlıkları ve vücutları vardır. Yalnız bu varlıkların kuvvet ve sağlamlık dereceleri farklıdır. En sağlam ve kuvvetli olanı elmadır. İkinci derecede sağlam ve kuvvetli olan elmanın aynadaki yansımasıdır. Üçüncü derecede olanı ise, bu aynadaki yansımanın kâğıda fotoğraf şeklinde basılmış şeklidir.” 3

Rüstem Garzanlı /DİYARBAKIR

KAYNAKLAR

1-Nahl suresi.60

2- Sözler,31.ci pencere.2.ci nota

3-Sorularla Risale

Kürt meselesine Bediüzzaman gibi bakmak!

Kürt meselesine dair daha 100 yıl öncesinden teşhisler ortaya koyan, problemleri büyük bir samimiyet, isabet ve cesaretle tespit eden, tedavi yollarını tam bir vukufla ortaya koyan âlimlerden biri de Bediüzzaman’dır.

Zira Said Nursî o bölgeden çıkmış, meseleleri ve Doğu insanının özellik ve ihtiyaçlarını yakından bilen bir kanaat önderidir. Hayatı boyunca meselenin çözümü ve bölgenin makûs talihini yenmesi için devrin idarecilerine birçok proje, rapor ve mektup sunmuş, hayatî ikaz ve tavsiyelerde bulunmuştur. Irkçılığa, bölücülüğe ve ayrılıkçı cereyanlara karşı müspet hareket edip yatıştırıcı bir rol oynamıştır. Başlattığı iman ve irşat hizmetleriyle Müslüman Kürtlerin devletten kopmalarını engelleyen, bölünmez bütünlüğümüzü ve Türk-Kürt kardeşliğini sağlayan “hakem/kaynaştırıcı” kişilerin başında o gelmiştir. Dolayısıyla gerek Türkiye Cumhuriyeti’nin gerekse üzerinde yaşayanların, Said Nursî’ye şükran borcunun olduğu muhakkaktır.

Şurası bir gerçek ki, Türkler ve Kürtlerin muteber referans kabul ettiği Bediüzzaman’ın, kaynağını dinden ve sosyal realitelerden alan teşhis ve reçeteleri anlaşılmadıkça ve sunduğu toplumsal barış ve kardeşlik projesi hakkıyla keşfedilmedikçe, Doğu’nun müzmin sıkıntılarını çözmesi, Türkiye’nin barış ve istikrara, müreffeh geleceğe kavuşması zordur. Bediüzzaman’ın 20. asrın başından beridir İslam kardeşliği, müspet milliyetçilik, ırkçılık, anarşi ve maarif noktasında dile getirdiği görüş, ikaz, teklif ve fiilî çabaları ciddiyetle anlaşılsaydı ve gereği yerine getirilseydi bugün Türkiye’nin ne Kürt meselesi ne de terör meselesi olmayacaktı. Bu meyanda Bediüzzaman’ın görüşleri, meselenin çözümünde kıymet ve geçerliliğini hâlâ koruyan alternatif bir modeldir.

1990’lı yıllarda konuya ilişkin araştırmalar ve makalelerimi, bölgede yaptığım gezi ve gözlemlerimi içeren yazı dizilerimi ve haber dosyalarımı, bu gazetenin sayfalarında paylaşmıştım. 20 yıllık maziye sahip bu çalışmalarımı, 2009’da Nesil Yayınları’ndan çıkan “Kürt Meselesinin Açılımı” kitabımda toparlama imkânı buldum. Eserde, Bediüzzaman’ın Kürt meselesine bakışına, tahlil ve reçetelerine de genişçe yer verdim. Bu münasebetle, bunca yıllık araştırma, birikim ve müşahedelerime dayanarak söyleyebilirim ki, aşağıdaki tespit ve reçeteleriyle, meselenin çözümünde tarafları makul çizgiye çeken hakem şahsiyetlerin başını Said Nursî çekmektedir/çekmelidir:

1. Bediüzzaman, Doğu meselesi, geri kalmışlık ve anarşinin temel sebepleri olarak cehalet, fakirlik ve ayrılığı adres göstermiştir: “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı sanat, marifet, ittifak silahıyla cihat edeceğiz.” Özellikle cehalet illeti üzerinde durmuş, köklü tedavisinin maariften geçtiğini dile getirmiştir. Doğu’da kurulacak “Medresetü’z-Zehra” üniversitesi projesini, maarif meselesi ve geri kalmışlığın çözümü olarak sunmuştur. Böylece maarif ve medeniyetin güzellikleri yeniden gelecek, kalkınma istidadı güçlenecek ve Doğu dirilecekti. Bugüne kadar bölücü örgüt ve grupların, bölgedeki cehaletten beslenmesi ve bundan toplumun birlik, beraberlik ve huzurunu bozan binlerce teröristin bitmesi, Bediüzzaman’ı defaatle haklı çıkarmıştır.

2. Said Nursî’nin, 1947’­de dönemin İçişleri Bakanı Hilmi Uran’a gönderdiği mektupta yer verdiği, devleti bekleyen anarşi fitnesinin zuhur etmemesi için alınacak tedbirlerle ilgili ihtarları, dinî-içtimaî birliği korumadaki samimiyet ve duyarlılığının çarpıcı bir delilidir: “Doğrudan doğruya hakaik-i Kur’aniye ve imaniyeyi tervice (geçerli kılmaya) çalışmazsanız.. kati hüccetlerle ispat ederim ki.. dehşetli bir nefret ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adavet.. küfr-ü mutlak altındaki anarşiliğe mağlup olup, âlem-i İslâm’ın kal’ası ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimaliden çıkan dehşetli ejderhanın istila etmesine sebebiyet vereceksiniz… Hakaik-i Kur’aniyeyi, terbiye-i medeniye yerine ikame etmek ve düstur-u hareket yapmakla o cereyan durdurur inşallah.”

Konuyla alakalı başka bir tespiti de şudur: “Bu milletin bazılarının.. dinden rabıtaları kopsa, o vakit hayat-ı içtimaiyede bir semm-i katil (öldürücü zehir) hük­münde o dinsizler zarar verecekler. Çünkü mürtedin vicdanı ta­mam bozulduğundan hayat-ı içtimaiyeye zehir olur.”

3. İslâm,toplumun birlik ve beraberliğini bozan, başka topluluklara düşmanlık, zulüm ve hakareti meşru gören ırkçılığı, menfi milliyetçiliği yasaklamıştır. Bunu sıhhatli bir biçimde ortaya koyan âlimlerden biri de Bediüzzaman’dır: “Biz Müslümanlar indimizde din ve milliyet, bizzat müttehiddir… Belki din, milliyetin hayatı ve ruhudur… Hukuk-u umumiye içinde hamiyet-i diniye esas olmalı, hamiyet-i milliye ona hadim ve kuvvet ve kal’ası olmalı…” “Fikr-i milliyet iki kısımdır. Bir kısmı menfidir… Diğerlerine adavetle devam eder… Şu ise muhasemat ve keşmekeşe sebeptir… Müsbet milliyet.. menfaatli bir kuvvet temin eder, uhuvvet-i İslâmiye’yi daha ziyade teyid edecek bir vasıta olur.”

TürklerleKürtleri binlerce yıldır birbirine bağlayan en önemli bağ din kardeşliğidir. Said Nursî “İçtimai Reçeteler”de, iki kardeş topluluğun İslamiyet ortak paydasında ittifak ve uhuvvet bağlarını güçlendirip kader birliği etmekten başka çarelerinin olmadığına şöyle temas etmiştir: “Türkler bizim aklımız, biz de onların kuvveti… İttifakta kuvvet var. İttihadda hayat var. Uhuvvette saadet var. İtaat-i hükümette selamet var.”

5. Bediüz­za­man’a göre ayrılıkçı hareketlerin tesir ve kalıntılarının yok edilmesi için manevî bağların ve dinî değerlerin kuvvetlendirilmesi hayatidir: “Şarkta herhalde; millet, vatan maslahatı namına ulum-i diniye esas olmalıdır. Yoksa Türk olmayan Müslümanlar, Türk’e ha­kiki kardeşliğini hissetmeyecek.”

6. Nursî’nin nazarında ihtilafın giderilmesi için muhabbeti hâkim kılmak zaruridir: “Biz muhabbet kahramanlarıyız, husumete vaktimiz yoktur.” Korku, baskı ve şiddet ile birlik ve dayanışma sağlanamaz: “Maddi tazyikler, ehl-i meslek ve fikre galebe etmediği gibi daha ziyade nifak ve tefrika vermez mi?” Fertlere kanunların tarafsız uygulanması ve imtiyazlı muamele yapılmaması gerekir: “Kuvvet kanunda olmalı.” Partizanlık ve tarafgirlik tehlikelidir: “Birisinin hatasıyla başkası mesul olamaz. Kardeşi de olsa, aşireti ve taifesi de olsa, partisi de olsa o cinayete şerik sayılmaz.”

7. Bediüz­za­manmillî birlik-beraberliği pekiştirmek için din, mefkûre, mukaddesat, ümmet ve vatan birlikteliğinin ön plana çıkarılması gerektiğini savunur: “Heyet-i içtimaiye-i İslâmiye, büyük bir ordudur, kabâil (kabileler) ve tavâife (taifelere) inkisam edilmiş (bölünmüş). Fakat bin­ bir bir birler adedince cihet-i vahdetleri var. Hâlıkları bir, Rezzakları bir, Peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitapları bir, vatanları bir, bir, bir.. binler kadar bir, bir… İşte bu kadar bir birler; uhuvveti, muhabbeti ve vahdeti iktiza ediyorlar… Tenâkür (birbirini tanımamak) için değil, tahâsum (düşmanlık) için değildir!..”

İsmail Çolak / Zaman

Yazının Orjinali İçin : http://www.zaman.com.tr/yorum/kurt-meselesine-bediuzzaman-gibi-bakmak/2009212.html

Risale-i Nur Sistemli ve Yazarak Okunmalı!

Eşsiz bir imanî hakikatler hazinesi” olan Risale-i Nur’u okuyup anlamayı ve hayatınıza rehber yapmayı hedef edinmişseniz, şahsî okumayı en verimli hâle getirmek için geceyi gündüze katarak çırpınmalısınız.

İşte böyle kudsî bir gayenin heyecanıyla yanıp tutuşuyorsanız münferit okumada en üst verimi alabileceğiniz bir formül tavsiye edeceğiz.

Risale-i Nur’u, bir defter kalem alarak, lügat ve diğer yardımcı kaynaklarla birlikte, tıpkı bir okul dersi çalışır gibi okumalısınız.

Hatırlayın: Lisede, üniversitede iken yarınki imtihana nasıl delice çalışıyordunuz! Bazen tek derse günlerce çalışıyor, deftere problemler çözüyor, kitabın kenarına notlar alıyordunuz. Kim bilir kaç geceyi uykusuz geçiriyor, belki ders çalışırken kitabın üzerine uyuyakalıyordunuz. Ama kazanan siz oldunuz ve başardınız.

Risale-i Nur, bir ders kitabının size kazandırdığından çok daha fazlasını vereceği için tıpkı bir okul imtihanı gibi onu okuyup anlamaya çalışmalısınız.

KİTAP, DEFTER VE KALEM

Bunun için hemen bir defter edinin. Mümkünse kaliteli, ciltli ve okuduğunuz kitabın sayfa sayısıyla orantılı bir defter olsun.

Diyelim ki Sözler’i okuyorsunuz. Masanın başına geçtiniz. Şu anda dünyanın en mühim bir işini çalışıyorsunuz. Karşılığında para ve makam kazanmayacaksınız. Ama imanınızı kurtaracak ve Cenneti kazanacaksınız. Meseleyi olabildiğince ciddî tutun ve sıkı sarılın.

Kitabın ilk sayfasını açtınız. Birinci Sözden başladınız. Hemen defterinize de bu başlığı yazınız. Önce normal okuyup, anlamadığınız kelimeleri deftere kaydedin. Sonra lügat yardımıyla kelimelerin karşılığını bulup yerleştirin. Tekrar başa dönüp anlayarak okuyun. Okurken aklınıza gelen güzel mânâları defterinize yazın.

Eğer zaten sayfa altında kelime anlamları olan bir kitaptan okuyorsanız, buna gerek kalmayabilir. Ancak yine de bir kelimenin geniş mânâlarını öğrenmek istiyorsanız not alabilirsiniz.

Tabiî aklınıza gelen soruları ve anlamadığınız noktaları da not edin. Bunları çözmek için başka yardımcı kaynaklara yönelin. Çözemezseniz, daha çok okuyan, bilen birisine sorun. Müsaitseniz hemen o anda telefon açın ve cevabını kaydedin. Bu sırada yeni öğrendiğiniz kelimeleri kartlara yazın ve her gün birini, evinizin görebileceğiniz bir yerine asın. Girip çıkarken okuyun. Böylece her gün yeni bir kelime öğrenmiş olacaksınız.

BİR ÖRNEK: HURUF-U MUKATTAA

Elbette her okuduğunuz yer Birinci Söz gibi olmayacak. Daha ağır ve çetrefilli konulara gireceksiniz.

Sözgelişi; İşârâtü’l-İ’câz’ı okuyorsunuz. Huruf-u mukattaaya dair olan bölümdesiniz. Âdeta her kelime demir leblebi, metin içinden çıkılmaz bir zorlukta… Kim bilir şevkiniz kırılıyor, moraliniz bozuluyor, “İşte burayı anlayamam” diye düşünüyorsunuz.

Hayır! Yanılıyorsunuz. Okuma yazma bilen herkes, orayı anlayabilir. Yapacağınız şeyler şunlardır:

1– Önce Kur’an’ı açıp “Elif-Lâm-Mim, Yâ-Sin, Nun” gibi, mukattaa harflerini tek tek yazın. Kaç yerde ve ne şekilde geçiyor, kaydedin. Bunlar zaten surelerin başında olduğu için bulmak zor değildir. Yüz on dört surenin başına bakın, onları bulursunuz.

2– Anlamadığınız kelimeleri deftere yazın. Burada geçen, mehmuse, mehcure, şedide, rahve gibi harf grupları birer terimdir ve özel anlamları vardır. Bunlar Kur’an harflerinin özelliklerine göre gruplandırılmış hâlidir. Bunların mânâları ve hangi harfler olduğu lügatte açıklanıyor zaten. Oradan not edin.

3– Bundan sonra yapacağınız, risalede verilen hükümleri doğrulamak olacaktır. Yani orada anlatılan yönteme göre siz de harfleri sayacak, gruplandıracak ve Kur’an’ının bir mucizesine şahit olacaksınız.

AT SIRTINDA YAZILDI MASA BAŞINDA OKUYORUZ

Müthiş bir i’caz nüktesini, az bir gayretle keşfedeceksiniz. Belki biraz zamanınızı alacak, olsun! Bediüzzaman, bir bilgisayar yardımıyla yapılabilecek bir hesabı, savaşta, at sırtında yazmışken, bize ne oluyor ki masamızın başında okumayalım?

Günler geçecek ve peş peşe kitaplar bitecek, defterler dolacak. Sakın bu defterleri hor kullanmayın, bir kenara atmayın, iyi koruyun. Çünkü yıllar geçse de bunlara ihtiyacınız olacak ve belki de yararlanmak isteyenlere vereceksiniz. Meselâ, çocuklarınıza veya torunlarınıza… Çektiğiniz zahmete değmez mi?

Bu tür çalışmaya giriştiğinizde yine “kolaydan zora” doğru bir sıralama izleyebilirsiniz. Günler geçtikçe sizi hayran eden bir başarıyla karşılaşacaksınız. Artık bir merdiven çıkar veya tuğlaları üst üste koyar gibi bir gelişme izleyeceksiniz. Meselâ, bir kitap bitirdiğinizde artık bazı kelimeleri deftere hiç yazmayacaksınız; çünkü öğrendiniz! Belki de geçen yıllara yanacaksınız.

“Madem kendim bu kadar derin mânâları anlayabilecekmişim, neden bunca geçen zamanımı tam değerlendiremedim?” diye düşüneceksiniz.

Evet, ne kadar yansanız yeridir. Ama madem geçen geçmiş; siz bugüne ve geleceğe bakın… Hiç değilse bundan sonrasını hakkıyla değerlendirin.

“BİLEN ANLATSIN, ÖĞRENELİM” KOLAYCILIĞI

Genelde hazıra alışan bir yapımız var. Havalecilik, “Başkası düşünsün” anlayışı, sadece dünyevî işlerde değil, burada da geçerli… “Bir bilen anlatsın, biz de anlayalım” diye düşünürüz. Biz bilemeyiz, o daha bilgilidir. İyi de, daha iyi bileni her zaman yanımızda bulabilir miyiz? Kim her gün bize gelip ders verebilir, yardımcı olabilir? Hem daha iyi bilen kişi, bu seviyeye nasıl gelmiş, ne yapmış, nasıl okumuş?

Bazen de ciddî bir okuma anlama faaliyetine girişmek için birinin bizim elimizden tutmasını bekleriz. Belki aylar, yıllar geçer, o birisi gelip bizim elimizden tutmaz ve hakikatler denizine bizi uçurmaz.

Oysa şuna kesin inanın: Yaratıklar içinde size en büyük yardımı yine kendiniz edeceksiniz. En büyük desteği, kendinizden göreceksiniz. Sizin içinize yerleştirilen kabiliyetler öylesine güçlü ve değerlidir ki, onları iyi kullanırsanız, hayal edemediğiniz bir zirveyi zorlarsınız. Yapacağınız tek şey, ihlâsla girişmek; arkası gelir…

Cemil TOKPINAR

cemil@e-namaz.com

İslamiyete göre Kıyafet Seçimi ve Giyim Adabı II

İslam kıyafeti, sadece tesettürün sağlanmasıyla gerçekleşmez, başka esaslar da arar. İşte bunlardan biri dikkat çekici olmamaktır. Aksi takdirde, Allah kıyamet günü, kişinin işlediği suça muvafık bir ceza ile cezalandırıp onu zillete atacaktır.

İbnu’l-Esir bunu, “rengi,  herkesin giydiği elbiselerin  rengine muhalefetle dikkatleri kendine çeken elbisedir, sahibi böylece hâsıl ettiği istiğrabla tekebbür eder” diye açıklar.

Dikkat çekmek her zaman renk farklılığı ile olmaz. Giyilen elbisenin şekli, tarzı da dikkatleri kendine çekebilir. Bir başka ifade ile bölgenin umumi ve mutad modasına ters düştüğü için şu veya bu yönüyle garabet arzederek  dikkatleri üzerine çeken her çeşit elbise bu gruba girmeli  ve yasak olmalıdır. Nitekim bu elbise “şeriate ve örfe uymayan kıyafet” diye de tarif edilmiştir.

Hz.İbnu Ömer(r.a) anlatıyor: Resulullah(a.s.v) buyurdular ki: “Kim şöhret elbisesi giyerse Allah ona zillet elbisesi giydirir.”

Bir rivayette de şöyle denmiştir: “…Kıyamet günü Allah ona onun aynısını giydirir, sonra içinde ateşi tutuşturur.” (Ebu Davud, Libas 5)

Kılık kıyafet, kişinin içtimâî statüsünü de tayin eden bir faktördür. İslam dini, herkesin kendine uygun kıyafeti taşımasını esas kabul etmiştir. Erkek kadına, kadın erkeğe kılık kıyafetiyle, konuşma  tarzıyla, hatta ayakkabı giyişinde dahi benzememelidir.

Buna göre kadınların erkek elbisesi giymesi caiz olmadığı gibi, erkeklerin de kadın kıyafetlerini andıran elbiseler giymesi caiz değildir. Yani erkek erkek gibi, kadın da kadın gibi giyinecektir.

Hz.Ebu Hureyre(r.a) anlatıyor: “Resulullah(a.s.v) kadın elbisesini giyen erkeğe ve erkek elbisesini giyen kadına lanet etti.” (Ebu Davud, Libas 31, 4098)

İbnu Ebi Müleyke anlatıyor: Hz.Aişeye(r.a): “Kadın, erkeğe mahsus ayakkabı giyer mi?” diye sorulmuştu: “Resulullah(a.s.v) kadınlardan erkekleşenlere lanet etti!” diye cevap verdi. (Ebu Davud, Libas 31, 4099)

Kıyafetler kibre sevk edici olmamalıdır. Övünmek için, gösteriş için elbise giymek; elbisenin şeklini kibri hatırlatacak şekilde yapmak caiz değildir.

İbnu Ömer(r.a) anlatıyor: Resulullah(a.s.v): “Kim elbisesini gururla yerde  sürürse, kıyamet günü Allah ona rahmet nazarıyla bakmaz!” buyurdu. (Tirmizî, Libas 9)

Giyilecek elbise temiz olmalıdır.

Hz.Âişe(r.a) Peygamber Efendimizin(s.a.v) şöyle buyurduğunu nakletmektedir: “Yâ Âişe, bu iki elbiseyi yıka. Bilmez misin elbise tesbih eder ve kirlenince tesbihi kesilir.” (Ramûz, c.2/500-4)

Elbise helâl olacaktır. Bu meyanda olarak ipek, erkekler için haram, kadınlar ise helaldir.

Hz.Ali(r.a) anlatıyor: Resulullah(a.s.v) bir miktar ipek alıp sağ avucuna koydu, bir miktar da altın alıp sol eline koydu sonra da: “Şu iki şey ümmetimin erkek kısmına haramdır!” buyurdu. (Ebu Davud, Libas 14)

İbnu Ömer(r.a) anlatıyor:  Resulullah(a.s.v) buyurdular ki: “Dünyada ipeği, ahirette nasibi olmayanlar giyer.” (Buhârî, Libas 25)

Dinimiz, vücud hatlarını gösterecek darlık ve incelikte olan  elbiselerin giyilmesini tecviz etmemiştir. Zira elbise örtünmek ve mahrem yerleri namahremlere göstermemek içindir.

Giyilen dar, vücut hatlarını gösteren, şeffaf, göz alıcı ve dikkat çekici elbiseler erkek veya kadını, giyinik oldukları halde çıplak durumuna düşürmektedir.

Tesettür, Allah(c.c) Hazretlerine hayâ edip, terbiyesiyle itaat eden, âhiret saâdetini de sağlayan, kurtuluşa da sevk eden kendisi için gerekli bir görev, her mü’min hanım ve erkeğin ibadetinin sağlam olması için de şart, farz ve İlâhi bir emirdir.

Buna göre, tesettürün dinen makbul olabilmesi için bazı şartları vardır, onlara dikkat etmek gerekir:

-Elbisenin vücudu gösterecek tarzda ince olmaması,

-Nazar-ı dikkati çekecek kadar süslü ve renkli olmaması,

-Vücudun hatlarını gösterecek şekilde dar olmaması gerekir.

Resûlullah(s.a.v); Hanımların en şerlisi, açılıp saçılan ve böbürlenendir. Onlar münafık sıfatı taşımaktadırlar. Onlardan cennete en azı, çok az sayıda gireceklerdir.” buyurmuştur. (Câmiü’s-Sağir, 3/392, 4092)

Hz. Ümmü Seleme’den(r.a):  Bir gece Resûl-i Ekrem(s.a.v) uyandı ve “Sübhanallah, bu gece ne fitneler indi, ne hazineler açıldı! Dünyada nice giyinik hanımlar var ki âhirette çıplaktırlar.” buyurdu. (Tecrid T. 1/95)

Bir defasında Efendimiz(s.a.v) bir sahabisine şöyle buyurmuştu: “Hanımına söyle, elbisesinin altına bir  astar koysun da bedenini vasfetmesin!” (Ebu Davud, Libas 39)

Elbise giyilirken sağdan başlamak ve yeni elbise giyince dua etmek sünnettir.

Hz.Abdurrahman İbni Ebû Leyla’nın(r.a) rivayetine göre Peygamber Efendimiz(s.a.v) şöyle buyurmuştur: Sizden biri yeni bir elbise giydiğinde: “Bana vücudumu kendisi ile örtebileceğim ve hayatımda onunla güzelleşeceğim elbise ikram eden Allah’a hamd olsun” desin. (Ramûz, c.1/62-2)

Giyilecek elbisede ifrat ve tefrite dikkat ederek israfa gidilmemelidir.

Hadiste, insan haysiyetine yakışmayacak derecede düşük bir kıyafetin yasaklanması yanında, kişiye kibir telkin edecek çok pahalı bir kıyafet de yasaklanmaktadır. Böylece, “Her işin hayırlısı, vasat olanıdır” hadisi kıyafette de cari olmaktadır.

Çok düşük kıyafet kişiyi ruhen sefilleştirip, insanî itibarını da haleldar edeceği gibi, yüksek bir kıyafet de israfa kaçmaktan öte, ruhta mezmum olan tekebbür  hissini doğurabilecek, normal insanların uzaklaşmasına ve kişinin yalnızlaşmasına sebep olabilecektir.

İbnu Ömer(r.a) anlatıyor: Resulullah(a.s.v)  şu iki kıyafeti yasakladı: “Çok yüksek kıyafet,  çok düşük kıyafet.” (Rezin tahriç etmiştir, Kütüb-ü Sitte, 5267)

Resûlullah Efendimiz(sav); giydikleri elbisede herhangi bir renk üzerinde ısrar etmemişlerdir. Öyle ki; beyaz, siyah, sarı, yeşil ve kırmızı renklerden yapılmış elbiseleri çeşitli zamanlarda giymişlerdir.

İklim icabı, beyaz rengi tercih ettikleri gibi Müslümanların da beyaz giymesini tavsiye etmişlerdir. Bunun dışında, renk tercihini zevklere bırakmışlardır. Ancak çok dikkat çekici ve itici renklerin giyilmemesi tavsiye edilmiştir.

İbnu Abbas(r.a) anlatıyor: Resulullah(a.s.v) buyurdular ki: “Elbiselerden beyaz olanları giyin. Çünkü onlar en hayırlı giyeceklerinizdir. Ölülerinizi de beyazla kefenleyin.” (Tirmizî, Cenaiz 18; Ebu Davud, Tıbb 14)

Her işte olduğu gibi ayakkabı giyerken de sağdan başlamalı, çıkarırken ise ilk önce sol teki çıkarmalıdır.

Efendimiz(s.a.v) evden çıkarken önce sağ, sonra sol ayakkabısını giyer, “Allahın adıyla çıkıyorum. Allah’a güveniyorum. Günahlardan korunmaya güç yetirmek, ibadet ve tâate kuvvet bulmak ancak Allah’ın yardımıyladır.” anlamında “Bismillah, tevekkeltü alellah, velâ havle velâ kuvvete illâ billâh.” derdi. (Riyâzü’s-sâlihîn, Peygamberimizden Hayat Ölçüleri, V, 354-356)

Hz.Ebu Hureyre(r.a) anlatıyor: Resulullah(a.s.v) buyurdular ki: “Biriniz ayakkabı giyince sağdan başlasın, çıkarırken de soldan başlasın; ya ikisini birlikte  giysin, ya ikisini birlikte çıkarsın.” (Müslim, Libas 67)

Hasan Tayfur