Kategori arşivi: Yazılar

İslamiyete göre Kıyafet Seçimi ve Giyim Adabı

Ey Âdemoğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbiseler indirdik. Takva elbisesi ise daha hayırlıdır. İşte bunlar Allah’ın ayetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar. (A’râf Suresi, 26)

Libas, beşer kültürünün temel unsurlarından biridir. Bir kıyafete bürünmek, bir başka açıdan, Rab Teâla’nın Settar ismine mazhar olmak demektir.

Kıyafet insanoğlunun  hayatında ciddi bir yer işgal eder. Bir yönüyle o tekniktir: Sıcak  ve soğuğa karşı korur, avret yerlerimizi örterek mahremiyetimizi sağlar. Bir başka yönüyle kültürel değer taşır, dinî, millî, mahallî, örfî ve ferdî şahsiyetlerimizi temsil eder.

Her dinin, her kavmin, her bölgenin, her örfün ve hatta her ferdin kendini ifade ettiği, başkasından farklı bir kıyafeti vardır. Taşıdığı kıyafetten insanın dini, milliyeti, bölgesi, maddî ve manevî durumları, hatta halet-i ruhiyesi hakkında bilgi edinmek mümkündür. “Pejmürde”, “pasaklı”, “zevk sahibi”, “kibar giyinişli” gibi tabirler hep kıyafetle ilgilidir. Bazan kıyafetin iyi bir tavsiye mektubu olduğu söylenir.

İslam medeniyetinin kurucusu olan Hz.Peygamber(aleyhissalâtu vesselâm), medenî hayatımızdaki ehemmiyetine muvafık şekilde, kıyafet üzerinde çokça durmuştur.

Kadın ve erkeğin kıyafeti, çocukların kıyafeti,  kıyafetlerin boyu, dar ve geniş oluşu, rengi, kumaşların cinsi, temizlik ve kirlilikleri, cuma  ve bayram kıyafetleri, kıyafetin İslamî olan ve olmayanları vs. hep hadislerde mevzubahis edilmiştir. Bu sebeple bütün hadis kitaplarında Kitabu’l-Libas veya Kitabu’z-Zinet adı altında müstakil bölümler yer alır. Kur’an-ı Kerim’de de kıyafet ve libasla ilgili ayetler mevcuttur. (Bakara 187, 233, 259; Nisa, 5; Maide 89, A’raf 26, 27, 32; Hud 5; İbrahim 50; Nahl 5, 14, 81, 112; Kehf 31; Enbiya 80; Hacc 19, 23; Mü’minun 14; Nur 58, 60; Furkan 47; Ahzab 59; Fatır 12, 33; Duhan 53; Nuh 7; Müddessir 4; İnsan 21; Nebe 10)

İslam’ın kıyafetle ilgili olarak vazettiği esasları anlamada sünnette gelen bazı yasakları şöyle özetleyebiliriz:

İslâmî tesettürü sağlamayan giyecekler: “Kısa olanlar ve Vücut hatlarını ortaya vuracak kadar dar olanlar.”

Dinî kültüre, sünnete zıd düşen kıyafetler: Yabancı kültürü temsil eden kıyafetler, Şekil veya renk yönleriyle mukabil   cinse ait olan giyecekler, Tekebbür(kibir) verecek kıyafetler, Erkekler için ipekten mamul giyecekler, Mevkiine uygun düşmeyen kıyafetler(belli bir sınıfa ait olan  elbiseyi başkalarının giymesi; zenginin fukaraca giyinmesi gibi), Dikkat çekici elbiseler (hadislerde şöhret elbisesi diye geçer ve şarihlerce “cemiyetin umumi modasına uymadığı için dikkat çeken, çok güzel veya çok çirkin olan” diye açıklanır) ve Pejmürde olan kıyafetler.” (Kütüb-ü Sitte, c.15, Libas Bölümü)

İslâm, belli bir giyimi ve kıyafeti emretmez. Mensuplarını belli bir şeklin içine girmeye zorlamaz. Zira giyim mevsime göre değiştiği gibi, muhite göre de değişebilir.

Giyimde, yaşanan iklimin icabı esastır. Ancak burada İslâm’ın emrettiği bir husus hatırdan çıkarılmamalıdır. Hangi renk, moda ve biçimde giyilirse giyilsin, elbise erkekte ve kadında avret yerini mutlaka örtmeli, bakanları tahrik edecek şekilde dar ve kısa olmamalıdır.

Hz.Peygamber(s.a.v)’in hayatına baktığımızda, giyim konusunda şu üç ölçüyü öne çıkardığı görülür: İsraftan sakınmak; Giyinmeyi, kibir, gurur, azamet ve gösteriş vesilesi yapmamak; İçinde bulunduğu sosyal sınıfın imkân ve şartlarına uygun biçimde giyinmek. (Ali Yardım, Peygamberimizin(s.a.v) Şemaili)

Kıyafetin güzelleşmesi, kişiyi vakar ve ihtişama sevkeder, hafifliği, seviyesizliği ve düşük davranışları terke zorlar.

Cenâb-ı Hak insanı bütün esmâsına câmi’ bir âyine ve bütün rahmetinin hazinelerinin müddeharatını tartacak, tanıyacak cihazata mâlik bir mu’cize-i kudret ve bütün esmâsının cilvelerinin ve san’atlarının inceliklerini mizana çekecek âletleri hâvi bir halife-i Arz suretinde halk etmiştir.

İnsanı, bu câmiiyete göre en a’lâ bir mevki olan ahsen-i takvime çıkarmak vasıtası, şükürdür. Şükrün bir gereği olarak ta, güzel giyinmelidir. Zira Allah(c.c) verdiği nimetleri kulunun üzerinde görmeyi sever ve ister. (Mektubat, 28.Mektub, 5.Risale, Şükür Risalesi)

Peygamber Efendimiz(s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “Güzelce giyinip kuşanasınız. Kılık kıyafetinizi düzeltiniz. Ta ki insanlar arasında siyah üzerindeki beyaz gibi seçkin görünesiniz.”

Bediüzzaman hazretlerinin talebelerinden Hamdi Sağlamer ağabey bir hatırasını şöyle anlatıyor: Bir gün Zübeyir Gündüzalp ağabey, Bekir Berk ‘in yazıhanesine geldi. “Birinizin bana olacak düzgün bir ceketi var mı?” dedi. Birinci abi de “Bende var ağabey” dedi. Ceketini getirince şu açıklamayı yaptı. “Ben karşıdaki berbere tıraş olmaya gidiyorum. Orada pardösümü çıkarıp tıraşa oturmam lazım. Ceketimin arkası yamalı. Berber beni tanımıyor. Ceketime göre tıraş yaparsa, kılık kıyafete hevesli olan gençler tıraşıma bakıp “Bir tıraşı dahi beceremeyen bize ne öğretecek.”der. Bu cihetten hizmetimize zarar gelir.” (Yolumuzu Aydınlatan Işık, Zübeyir Gündüzalp, syf.35)

Hamdi Sağlamer ağabey mevzu ile alakalı başka bir hatırasını ise şöyle anlatıyor: Bir gün Zübeyir ağabeyimizi alışık olmadığımız bir tarzda lacivert elbise, kolalı ve manşetli gömlek, kravatlı ve kaliteli bir gözlükle Beyazıt meydanında grand tuvalet görünce hayret etmiştik. O hayretimi anlamış olacak ki, “Kardeşim, bir beyefendi ile randevum var. Nazarlarını kılık kıyafetimle meşgul etmemek için, onun alışık olduğu kılık kıyafetle gitmeyi uygun buldum. dedi. (Yolumuzu Aydınlatan Işık, Zübeyir Gündüzalp, syf.35)

Herbir nimetin iki veçhi vardır.

     Bir veçhi insana aittir ki, insanı tezyin eder, medar-ı lezzeti olur. Halk içinde temayüze sebep olur. Mucib-i fahr olur, sarhoş olur. Mâlik-i Hakikîyi unutur. En nihayet kibir ve gurur kuyusuna düşürtür.

İkinci veçhi ise, in’am edene bakar ki, keremini izhar, derece-i rahmetini ilân, in’âmını ifşa, esmâsına şehadet eder.

Binaenaleyh, tevazu, ancak birinci vecihte tevazu olabilir. Ve illâ küfranı tazammun etmiş olur. Tahdis-i nimet dahi, ikinci vecihle mânevî bir şükür olmakla memduh olur. Yoksa kibir ve gururu tazammun ettiğinden mezmumdur.

Tevazu ile tahdis-i nimet, şöylece bir içtimâları var: Bir adam hediye olarak bir palto birisine veriyor. Paltoyu giyen adama, başka bir adam “Ne kadar güzel oldun” dediğine karşı, “Güzellik paltonundur” dediği zaman, tevazuyla tahdis-i nimeti cem etmiş olur. (Mesnevi-i Nuriye, Onuncu Risale)

Nasılki murassa’ ve müzeyyen bir elbise-i fahireyi biri sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen, halk sana dese: Mâşâallah çok güzelsin, çok güzelleştin.”

Eğer sen tevazukârane desen: Hâşâ!.. Ben neyim, hiç. Bu nedir, nerede güzellik?” O vakit küfran-ı nimet olur ve hulleyi sana giydiren mâhir san’atkâra karşı hürmetsizlik olur.

Eğer müftehirane desen: Evet ben çok güzelim, benim gibi güzel nerede var, benim gibi birini gösteriniz.” O vakit, mağrurane bir fahirdir.

İşte fahirden, küfrandan kurtulmak için demeli ki: Evet ben güzelleştim, fakat güzellik libasındır ve dolayısıyla libası bana giydirenindir, benim değildir. (Mektubat, 28.Mektub, 7.Risale)

İslamiyet, Sünnetin talimi gereği, herkesi geliriyle mütenasib giyinmeye teşvik etmiş, iyi ve kıymetli şeylerin giyilmesinin günah olmadığını belirtmiş ise de, Allah rızası için mütevazı giyinmenin faziletini de belirtmiştir.

Muaz İbnu Enes(r.a) anlatıyor: Resulullah(a.s.v) buyurdular ki: “Kim muktedir olduğu halde tevazu maksadıyla Allah için  kıymetli elbise giymeyi terk ederse, Allah kıyamet günü, onu  mahlûkatın başları üstüne çağırır ve dilediği iman elbisesini giymekte onu muhayyer bırakır.” (Tirmizî, Kıyamet 40)

Dinimiz, her ne kadar mütevazı bir hayat tavsiye ediyorsa da, tevazuda ileri gidip varlık içinde yokluk hayatı yaşamayı hoş görmez.

Ayet-i kerime, dünyadaki nasibin unutulmamasını emreder. (Kasas Suresi 77)

Hadiste de: Allah birinize bir mal verdi mi, onu önce kendine harcasın buyurarak daha açık bir üslupla kişinin kendisi için makul ölçülerle harcaması gereğine dikkat çeker. (Kütüb-ü Sitte, c.15, 5264)

Ebu’l-Ahvas babasından naklen diyor ki: Üzerimde adi bir elbise olduğu halde Resulullahın(a.s.v) yanına gelmiştim. Bana: “Senin malın yok mu?” diye sordu. “Evet var!” cevabıma: “Hangi çeşit maldan?” sorusunu yöneltti. “Her çeşit maldan Allah bana vermiştir; deve, sığır, davar, at, köle, hepsinden var” demem üzerine: Öyleyse Allah Teala hazretleri sana bir mal verdiği vakit Allah’ın verdiği bu nimetin eseri ve fazileti senin üzerinde görülmelidir!  buyurdular. (Nesaî, Zinet 83)

Hasan Tayfur

Ermenilerle Kürtleri birleştirme çabası daha Osmanlı’da başlamıştı!

Daha Osmanlı’nın son dönemlerinde bu tartışmalar başlamış, Ermenilerle Kürtlerinin Osmanlıdan ayrılarak birlikte devlet kurması planlanmıştı. Bu günde aynı gayeye hizmet edildiği görülüyor.

Osmanlı topraklarında yaşayan Müslüman halk, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra (1918-1920 arasında) tarihlerinin en acı ve en hüzünlü günlerini yaşıyordu.

İşte bu acı ve hüzünlü günlerde bir haber, Müslüman yüreklerdeki acı ve hüznü daha da katmerleştirmişti. Bu habere göre; “Sevr’de Osmanlı Parlamenterleri olan Seyyid Abdülkadir ve Şerif Paşa, Ermeni delegesi Bogos Nubar Paşa ile anlaşmışlar. Türkiye topraklarında bir Ermenistan, bir de Kürdistan kurulmasını Sevr’deki düşman delegelerine kabul ettirmişlerdi.”

İşte bu haber, Beyazıt (Ağrı) Mebusu Dursun Ağazade Mehmet Şefik Bey’in (Şefik Baydar’ın), o zamanki Osmanlı Meclisinde kürsüye çıkarak şu haykırışına neden olmuştur. Bu haykırışın tamamı, Yeni gün Gazetesi’nin 4 Mart 1920 tarih ve 349 no’lu nüshasında yayınlanmıştır. Orijinali orada mevcuttur. Aşağıda günümüzdeki Türkçeye çevrilerek ve kısaltılarak verilmiştir.

İşte Osmanlı Meclisinde bir haykırış (Bu haykırışın nerdeyse her cümlesi o zamanki Meclis’te yüksek bir destek ve alkış almıştır. Bu destek ve alkış Meclis Tutanaklarından belli olmaktadır) :

“1-Kürtler, Osmanlı Devletinin kuruluşundan itibaren bütün mevcudiyeti ile Türk kardeşleri ile el ele vermiş ve bu güne kadar yekdiğerinden ayrılmamak suretiyle yaşamışlardır. Bizler dinimizin bağları ile birbirimize bağlıyız. Doğu Vilayetlerinin nüfusunun yüzde doksan beşini çoğunluğunu oluşturan bu muazzam Müslüman kitle içinde Türk ve Kürt’ün hiçbir farkı yoktur. Aralarında ayrı gayrı yoktur.

2-İslamiyet, kavmiyet ve milliyetin çok çok üzerindedir. (İslamiyet’te hiçbir kavmin diğerinden üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvadadır)

3- Şerif Paşa nereden ve kimden izin almıştır? Hangi bir Kürt’ün vekâletine sahiptir? Şerif Paşa, Ermenilerle Kürt’lerin bir kavim olduğu iddiasında bulunuyor. Hiçbir Kürt, Ermeni olamaz, hiçbir Ermeni de, Kürt olamaz. Her ikisinin de ayrı ayrı milletler olduğu tarihlerden beri bilinir.

4-Şerif Paşa emin olmalıdır ki, kendisinin verdiği bu kararı her Kürt, lanetle ve nefretle yüzüne çarpacaktır. Şerif Paşa sırf kendi namı ve hesabına bir anlaşma düşünüyor. Fakat bendeniz, Kürtler namına söz söylüyorum. Temsilci ve vekilleri olduğum Beyazıt sancağında meskun bulunan Celali, Ademan’lı, Zilan’lı, Sıpkan’lı, Hayderan’lı, Serah’lı, Cibran’lı, Camedan’lı aşiretleri ve bunlara mensup binlerce kabile ve yüz binlerce Kürdün temsilcisi sıfatı ile söylüyorum ki, Şerif Paşa’nın bu kararını kabul edecek hiçbir Kürt yoktur.

5- Şerif Paşa’nın bu kararı, haysiyet ve din duyguları dağlar kadar muazzam olan Kürt’lerin, lanetle red edecekleri bir karardır. Yine bu asil kavme izafeten söylüyorum ki, Kürt aşiretlerinin hilafet ve saltanattan ayrılmaya katiyen iltifat etmeyeceklerini, böyle bir şeyin hatır ve hayallerine bile getirmeyeceklerini beyan ile temin ediyorum. Bu asil kavim ki, Rus Çarlığı’nın Dünyayı dehşetle korkuttuğu zamanlarda dahi her türlü fedakârlık göstererek İslami Camia’dan ve saltanat ve hilafetten ayrılmadılar. O yiğit cengaverler ki, son harpte Rusların her türlü iltifat ve kandırmacasına kapılmayarak vatanlarını adım adım savunarak destan olacak kahramanlıklar göstererek ve toprakları üzerine kanlarını akıtarak, milyarlarla mal ve servetlerini feda ederek, dâhili Osmani’ye ye hicrete mecbur ve bin türlü sefaletle zarurete düştüler. Yine o Aslanlardır ki, Ağrı Dağı’nı ve Zilan deresini tutarak Ruslar’ın yenilgisine kadar Ruslar’a teslim olmadılar, savunmada sebat ettiler.

6-Evet, Kürt aşiret ve kavimlerinin bazı talepleri vardır. Kürtler ne ister? Kürtler; bulundukları yerde Türk kardeşleri ile birlikte medrese ve mektep ister. Yol ister. Adalet ve mali yardım ister. Bu da hakkıdır. Fakat bunu başka taraftan değil, makam-ı Devlet’ten ve Yüksek Meclis’inizden ister. Bu taleplerin de zamanını bilir.

7- Kürtlerin bugün ve gelecekte yegâne istediği şey, bütün varlığı ile saltanat ve hilafete bağlı kalmaktır. Bu bağlılığı da hiçbir tesir ve kuvvet bozamayacaktır.”

4 Mart 1920 tarihli “Yeni gün Gazetesi’nde” yayınlanan bu mektupta olduğu gibi İngilizlerin dağılan Osmanlı İmparatorluğu’nun külleri üzerinde bir Ermenistan ve Kürdistan kurulması planı; Büyük İslam âlimi Bediüzzaman Said Nursi’nin (Ki, aynı minvalde 7 Mart 1920’de ‘Kürtler ve Osmanlılık’ başlığıyla ‘İkdam’ gazetesinde, ve 17 Mart 1920 de ‘Sebil-ür Reşad” gazetesinde ‘Kürtler ve İslamiyet’ başlıklı makalesi ile Kürt Şerif Paşa’ya gereken cevabı makaleleriyle vermiştir. (Bkn: Asar-ı Bediiyye/ 16-17. Makale) önderliğindeki din adamlarının, Osmanlı meclisindeki Kürt mebusların, Kürt aşiret reislerinin ve Kürt halkının büyük tepkisi (makaleler, nümayişler, telgraflarla protesto edilmiştir) üzerine bu İngiliz planı akim kalmıştır.

Yukarıda tarihi bir belgeden, bir alıntı mevcuttur. Bir Milletvekilinin Osmanlı Meclis kürsüsünden dile getirdiği haykırışının bazı bölümlerini dikkatlerinize sunduk. Yorum ve değerlendirme sizindir. Bu yedi maddede ifade edilen hakikatleri, Türk, Kürt, aklı başında herkes ibretle düşünmeli ve dikkatle değerlendirmelidir.

Ayrıca yine Bediüzzaman hazretlerinin; asrın başında şarkta ahali içinde dolaşarak, Kürt aşiretleri ve Kürt halkı ile bire bir yaptığı görüşmeler sonucunda doğudaki hastalığı teşhis ve tedavi reçetesini de ‘Münazarat’ adıyla 1911 tarihinde telif ettiği eseriyle ortaya koyduğunu görüyoruz. Bu hususta çözüm arayan etkili ve yetkili kişilerin mutlaka bu esere müracaatları Müslüman milletimizin geleceği açısından elzem olduğu kanaatindeyiz.

Üstad bu kitabı için yetkililere şöyle sesleniyor:

Ey kendini havas zanneden ehl-i siyaset ve ehl-i hükümet! Yeisi kırmak için avama ders ve hitap olan şu kitabı senet tutup teselli etmeyiniz. Zira, sizin su-i istimaliniz, onların su-i tefehhümünden daha ziyade su-i tesir eder. Size bir ders vermek için zamanı tevkil eyledim; dersini dinlemediniz, dehşetli tokadını yediniz.” (Münazarat sh:133)

Görüldüğü gibi, tokat yemeye devam ediyoruz. Hazretin ifade ettiği gibi “Münazarat”ta tesbit edilen hakikatlerin acilen siyasiler ve hükümet tarafından fiiliyata konması zamanı (yüzyıllık bir geçikmeyle) artık gelmiştir. Bu hususta hükümetlerin söyleyecek sözleri ve filleri kalmamıştır. Zira, her yol denenmiş ve her hükümet eteğindekini boşaltmıştır. Ama ne çare ki; dert, bela, musibet ve tokatlar da bu memleket üstünde bitmemiştir.

Çözüm noktasında; Ülkemizde akl-ı selimin hakim olacağını, sonunda hazretin belirlediği rotanın takip edileceğine olan inancımızı ve bilhassa kürtlerin çoğunluğunun bu ümid ve temenni içinde beklediklerini de ifade etmek istiyorum.

Recai ALBAY

Zübeyr Bin Avvam (R.A.) Kimdir?

Zübeyir bin Avvam (r.a.) 586 yılında Mekke’de doğmuştur.Annesi Safiyye binti Abdulmuttalib, Peygamber Efendimizin (asm) halası; babası Avvam’da Hazreti Hatice (ra)’ın kardeşidir.

O’nu annesi yetiştirdi. Hz. Safiy­ye, oğlunun terbiyesinde çok titiz davranıyordu.Annesiyle beraberliği uzun sürmedi Hazreti Zübeyr (r.a.) küçük yaşta yetim kaldı.

On beş yaşındayken Hazreti Ebubekir’in (ra) daveti ile Müslüman oldu müslüman olanların dördüncüsü veya beşincisidir.

İslamla şereflendiğinde diğer müslüman olan sahabeler gibi Hazreti Zübeyr(ra)’de müşrikler tarafından muhtelif işkence ve eziyetlere maruz kaldı. Bizzat amcası kendisini ateşe sokup çıkartarak ona iş­kenceler ediyor dininden dönmesi için zorluyordu,her türlü işkenceye rağmen Hazreti Zübeyr(ra) “ebediyen küfre girmem”diye sebat etmiş, Resul-i Ekrem (asm)’in yanından hiçbir zaman ayrılmamıştır. Zaten Peygamber Efendimize (asm) tabi olurken, ölümüne kadar sadık kalacağı şeklinde vaatte bulunmuştu.

Hazret Zübeyr(ra) boylu poslu, güçlü kuvvetli fedakâr, azimli, son derece temiz kalpli,temiz ahlaklı, muttaki, zahid, hak­kı takip eden bir hakperest, cömert, alicenap, merhametli, yumuşak kalpli, çok yüksek kıymetli mert bir zat idi.

Emanete riayetiyle meşhurdu. Sahabiler en kıymetli şeylerini Hazret Zübeyr(ra)’e emanet ederlerdi.

Hazreti Zübeyr(ra)’in annesinden aldığı çekirdek mahiyetindeki terbi­ye, haya­tına aksetmiştir. O ne emirlik yapmış nede cizye toplamıştır. O sadece Allah yolunda savaşmıştır.

Hazreti Zübeyr(ra) cesareti ve kahramanlığı ile tanınmıştır. Kahramanlığı sebebiyle “Eşca’u’n nas yani insanların en şecaatlisi en cesuru” diye ün yapmıştır. Peygamberimiz(sav) Hazreti Talha(ra) ile Hazreti Zübeyr arasında din kadeşliği tesis etmiş,”Talha ile Zübeyr cennette komşularımdır” buyurarak kıymetlerini ortaya koymuştur.

İslam tarihinde küffara karşı ilk kılıç çeken, Hazreti Zübeyr(ra)’dir. Hazreti Ali (ra) Hazreti Zübeyr (ra) kılıcı için “Öyle bir kılıç ki, vallahi sahibi daima onunla Resuullah(sav) den tehlikeleri uzaklaştırmıştır ” buyurmuştur.

Geçimini ticaretle sağlayan Hazreti Zübeyr(ra) zengin sahabi­ler­­dendi. Bununla birlikte, son derece cömert ve eli açık, kerem sahibiydi. Birçok fakir Müs­lüman’ın geçimini üzerine almıştı. Onların her türlü ihtiyacını görürdü. Borç isteyenlere yardım eder, mücahitleri cihada hazırlar, teçhiz ederdi.

O kadar bol serveti ve malı olmasına rağmen son derece sade yaşar, mütevazi giyinirdi. Zaten bütün davranış ve yaşayışında Peygamberimiz(sav)’i örnek almıştı.

Allah ondan razı olsun malı ve canını mukaddes için sebil etmiştir. Şahadeti çok arzulayan, Allah yolunda ölmeye sevdalı olan birisiydi, şehid olmaları ümidiyle çocuklarına şehid olan sahabelerin isimlerini koymuştur. Münzir, Urve, Hamza, Cafer, Musab, Halid.

Uhud’da dayısı Hazreti Hamza(ra)’nın cesedini zalimce parçaladıklarını görünce kılıcının kabzasını sımsıkı kavradı dişlerini birbirine kenetledi, fakat aklından geçenleri gerçekleştiremedi, çünkü Allah Resulu(sav)’e müslümanları sadece intikamı düşünmekten alı koyan ayet nazil olmuştu.

Resul-i Ekrem (a.s.m.) onun için: “Her peygamberin bir havârisi (yardımcısı) vardır. Benim de havârim Zübeyir’dir” buyurmuştur. Resul-i Ekremin (a.s.m.) katıldığı tüm savaşlarda bulundu.

Hazreti Zübeyir (r.a.) “Re­sû­lul­lah ile beraber katıldığım savaşlarda yara almayan hiçbir yerim yok­tur”buyurmuştur. Hattâ bu yaralanmaların edep yerine kadar vardığı da kaydedilmekte­dir

Bedir Savaşı’nda sadece iki at vardı. İki süvariden birisi de Hazreti Zübeyr(ra)’di, başına sarı bir sarık sarmıştı. Hazreti Muhammed(sav) “Meleklerin, sarı başlıklarla Zübeyr’in suretinde indiklerini görüyordum” buyurmuştur.

Hazreti Zübeyr(ra) hisli birisi idi “Muhakkak sen de öleceksin, muhakkak onlarda ölecekler, sonra hepinizin kıyamet günü davalarınız görülür“(zümer:30) ayeti kerimesi indiği zaman Hz Zübeyr (ra) Resulu Ekrem (sav) efendimize;

– Ya Resulullah! (sav) bu dünyada görülen dava ve husumetlerimiz de tekrar kıyamette ruyet olunacakmı?

Allah Resulu(sav) efendimiz

– Evet bunlar kıyamette tekrar görülecektir, ta ki her hak sahibine hakkı verile, demiştir.

Hazreti Zübeyr(ra);

– Allah’ın emri ne kadar şiddetli imiş, diyerek haşyetullahı bütün kuvvetiyle duymuştur.

Hazreti Zübeyr (ra) Peygamberimiz (sav) efendimizin”Kim benden yalan bir söz naklederse, cehenemde yerini hazırlasın” sözü üzerine O’nun yanından hiç ayrılmamasına rağmen kendisinden çok az hadis-i şerif rivayet etmiştir.

Uhud’da şehid olan Hazreti Hamza(ra)’yı kefenlemek için annesi Safiyye tarafından getirilen kefenin biri büyük biri küçük olduğunu görünce kura çekerek bir başka şehidi kefenleyecek kadar eşitlik esasına bağlı idi .

Fustat muhasarasında hayatının tehlikeye düşmesinden bir an bile tereddüt etmeden kale duvarına tırmanıp kapıyı açmış ve orduyu içeri alarak aylardan beri süren kuşatmanın zaferle sonuçlandırmasına vesile olmuştur. Diğer gazve ve kuşatmalardada bundan aşağı kalmayacak kadar kahramanlıklar göstermiştir.

Hazreti Zübeyr(ra) ailesine ve çocuklarına olan muhabetiylede tanınırdı.

Mekke’nin fethi sırasında İslam ordusunun sancaktarlığını yaptı. Mekke halkının bir kısmı toplanmış, İslam mücahitlerine tazimde bulunuyorlardı. Bu sırada Hazreti Zübeyr(ra) at üzerinde geldiler. Sevgili Peygam­berimiz(sav) elbisesinin ucuyla yüzündeki tozu sildi.

On bin kişilik bir ordunun başında Mısır’a, Mısır’ın fethi için gönderildi.

Suriye ve Mısır topraklarının İslam beldesi hâline gelmesinde Hazreti Zübeyr(ra) gi­bi müm­taz sahabilerin büyük payı vardır.

Serveti çok büyüktü fakat islam için tümünü harcadı ve borçlu olarak öldü, can verirken oğlu Abdullah’a borçlarını ödemesi için vasiyet etti, şöyle dedi; “Borçlar sana ağır gelirse sahibimden yardım iste “Abdullah sordu;

 – Sahibin kim?

– Allah… O sahiplerin ve yardım edenlerin en iyisidir!

Sonraları Abdullah şöyle diyordu “vallahi borcunu ödemekten dolayı bir zorlukla karşılaşmadım

Hazreti Zübeyr(ra)’in kullandığı gümüşle süslü kılıç tarihi bir kıymet kazanmıştır.

Hazreti Osman(ra) devrinde devlet işlerine karışmayıp sükûnet içinde yaşayan Hazreti Zübeyr(ra), Mısır’dan gelen isyancılara karşı halifenin korunması maksadıyla oğlu Abdullah’ı görevlendirdi. Halifenin şehit edilmesinden sonra Hazreti Ali'(ra)ye biat etti.

Hazreti Ali(ra)’nin halife olmasından sonra, Hazreti Talha(ra) ile birlikte müracaat ederek, Hazreti Osman(ra)’ın katillerinin cezalandırılmasını istedi. Daha sonra meyda­na gelen Cemel Vakası’nda Hazreti Âişe tarafında yer aldılar.

Hazreti Ali(ra) niçin kendisine karşı çıktığı­nı sordu ve Peygamberimiz(sav)’in bir hadisini hatırlattı:

Hatırlar mısın, bir gün Resûl-i Ekrem’le (a.s.m.) birlikte gidiyorduk. Sana rastladık. Resûl-i Ekrem sana, ‘Sen bir gün Ali’yle haksız yere savaşacaksın.’ de­mişti.

Bu ikazı duyan Hazreti Zübeyr(ra) hakperestlik gösterdi. Ve şöyle dedi:

Evet, hatırladım. Bunu daha önce hatırlamış olsaydım, yerimden kımıldamazdım. Ye­­min ederim ki, ben seninle savaşmam!” diyerek oradan ayrıldı. Da­ha sonra Hazreti Âişe’nin yanına gitti, savaştan vazgeçtiğini söyledi.

Hazreti Zübeyr(ra) oradan ayrılırken peşine “Amr bin Cürmüz” adında bir adam düştü. Yanına yaklaştı. Bir-iki soru sormak istedi. Adam silahlıydı. Hazreti Zübeyr(ra) bir ara namaza durdu. Bunu fırsat bilen Amr bin Cürmüz, Hazreti Zübeyr(ra) tam secdeye va­rınca kılıcını çıkardı. Büyük sahabiyi şehit etti.Cürmüz, Hazreti zübeyr(ra)’i şehit ettiği haberini Hazreti Ali (ra) haber verdiğinde Hazreti Ali(ra) “Safiyyenin oğlunu öldürene cehennemi müjdeleyin“demiş.

Cenaze namazını bizzat hazreti Ali (ra) kıldırmıştır.

658 yılında vaad olunduğu gibi Peygamber Efendimiz(sav)’e komşu olmak üzere cennetteki makamına varan Hazreti Zübeyr (ra)’dan şefaat diliyor onun gibi bir kul olabilmemiz için Yüce Mevlamamıza niyaz ediyoruz.

Çetin Kılıç/LÜLEBURGAZ

www.NurNet.Org

Kaynaklar:

1)Kütübü Sitte

2)Sevgi kutupları

3)Ümmetin Yıldızları

4)Hayattüs Sahabe

Ben Dindar Bir Cumhuriyetçiyim

Orada benden sordular ki: “Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?

Ben de dedim: “Eskişehir mahkeme reisinden başka daha sizler dünyaya gelmeden ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder. Hülâsası şudur ki: O zaman şimdiki gibi, hâli bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara verirdim, ekmeğimi onun suyuyla yerdim. İşitenler benden soruyordular. Ben de derdim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. O cumhuriyetperverliklerine hürmeten, tanelerini karıncalara verirdim.

Sonra dediler: “Sen Selef-i Salihîne muhalefet ediyorsun.

Cevaben diyordum: “Hulefâ-i Râşidîn, herbiri hem halife, hem reis-i cumhur idi. Sıddîk-ı Ekber (r.a.), Aşere-i Mübeşşere ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mânâ-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.

Şualar

“Tesettürsüzlük ve Açık Saçıklık” Mes’elesine Bediüzzamanca bir Bakış

Bir ailenin saadet-i hayatiyesi; koca ve karı mâbeyninde bir emniyet-i mütekabile ve samîmi bir hürmet ve muhabbetle devam eder.

Tesettürsüzlük ve açık saçıklık, o emniyeti bozar, o mütekabil hürmet ve muhabbeti de kırar. Çünkü; açık saçıklık kılığına giren on kadından ancak bir tanesi bulunur ki, kocasından daha güzeli görmediğinden, kendini ecnebiye sevdirmeye çalışmaz. Dokuzu, kocasından dahi iyisini görür.

Ve yirmi adamdan ancak bir tanesi, karısından daha güzelini görmüyor. O vakit o samîmi muhabbet ve hürmet-i mütekabile gitmekle beraber, gâyet çirkin ve gâyet alçakça bir his uyandırmaya sebebiyet verebilir.

Şöyle ki: İnsan, hemşire misillü mahremlerine karşı fıtraten şehevanî his taşıyamıyor. Çünkü mahremlerin sîmaları, karabet ve mahremiyet cihetindeki şefkat ve muhabbet-i meşruayı ihsas ettiği cihetle; nefsî, şehevanî temayülatı kırar. Fakat bacaklar gibi şer’an mahremlere de göstermesi caiz olmayan yerlerini açık saçık bırakmak, süflî nefislere göre, gâyet çirkin bir hissin uyanmasına sebebiyet verebilir.

Çünkü; mahremin sîması mahremiyetten haber verir ve nâmahreme benzemez. Fakat meselâ açık bacak, mahremin gayrıyla müsavidir. Mahremiyeti haber verecek bir alâmet-i farikası olmadığından, hayvanî bir nazar-ı hevesi, bir kısım süflî mahremlerde uyandırmak mümkündür. Böyle nazar ise, tüyleri ürpertecek bir sukut-u insaniyettir!.. (Lem’alar, 24.Lem’a, 3.Hikmet)

Ma’lûmdur ki; kesret-i nesil(neslin çoğalması) herkesçe matlubdur. Hiçbir millet ve hükümet yoktur ki, kesret-i tenâsüle tarafdar olmasın. Hatta Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş:  “İzdivaç ediniz; çoğalınız. Ben kıyamette, sizin kesretinizle iftihar edeceğim.”

Hâlbuki tesettürün ref’i(açık saçıklık), izdivacı(evliliği) teksir etmeyip, çok azaltıyor. Çünkü; en serseri ve asrî bir genç dahi, refika-i hayatını namuslu ister. Kendi gibi asrî, yâni açık saçık olmasını istemediğinden bekâr kalır, belki de fuhuşa sülûk eder.

Kadın öyle değil, o derece kocasını inhisar altına alamaz. Çünkü; kadının aile hayatında müdürü dâhilî olmak haysiyetiyle kocasının bütün malına, evlâdına ve herşeyine muhafaza me’muru olduğundan en esaslı hasleti sadakâttır, emniyettir. Açık saçıklık ise bu sadakâtı kırar, kocası nazarında emniyeti kaybeder, ona vicdan azabı çektirir.

Hatta erkeklerde iki güzel haslet olan cesaret ve sehâvet kadınlarda bulunsa, bu emniyete ve sadakata zarar olduğu için, ahlâk-ı seyyiedendir, kötü haslet sayılırlar. Fakat kocasının vazifesi, ona hazinedarlık ve sadakat değil, belki himayet ve merhamet ve hürmettir. Onun için, o erkek inhisar altına alınmaz. Başka kadınları da nikâh edebilir.

Memleketimiz Avrupaya kıyas edilmez. Çünkü orada düello gibi çok şiddetli vâsıtalarla açıksaçıklık içinde namus bir derece muhafaza edilir. İzzet-i nefis sâhibi birisinin karısına pis nazarla bakan, boynuna kefenini takar, sonra bakar. Hem memâlik-i bâride(soğuk memleketler) olan Avrupadaki tabiatlar, o memleket gibi bârid ve camiddirler.

Bu Asya, yâni Âlem-i İslâm kıt’ası, ona nisbeten memâlik-i harredir(sıcak memleketler). Ma’lûmdur ki; muhitin, insanın ahlâkı üzerinde te’siri vardır. O bârid memlekette, soğuk insanlarda hevesat-ı hayvâniyeyi tahrik etmek ve iştihayı açmak için açık saçıklık, belki çok sû-i isti’malata ve israfata medâr olmaz.

Fakat serîü’t-teessür ve hassas olan memâlik-i harredeki insanların hevesat-ı nefsaniyesini mütemadiyen tehyic edecek açık saçıklık, elbette çok sû-i isti’malata ve israfata ve neslin zaafiyetine ve sukut-u kuvvete sebebdir. Bir ayda veya yirmi günde ihtiyac-ı fıtrîye mukabil, her birkaç günde kendini bir israfa mecbûr zanneder. O vakit, her ayda on beş gün kadar hayız gibi arızalar münâsebetiyle kadından tecennüb etmeye mecbûr olduğundan, nefsine mağlub ise fuhşiyata da meyleder.

Şehirliler; köylülere, bedevîlere bakıp tesettürü kaldıramaz. Çünkü köylerde, bedevilerde, derd-i maişet meşgalesiyle ve bedenen çalışmak ve yorulmak münâsebetiyle, hem şehirlilere nisbeten nazar-ı dikkati az celbeden ma’sûme işçi ve bir derece kaba kadınların kısmen açık olmaları, hevesât-ı nefsaniyeyi tehyîce medâr olamadığı gibi, serseri ve işsiz adamlar az bulunduğundan, şehirdeki mefâsidin onda biri onlarda bulunmaz. Öyle ise onlara kıyas edilmez. (Lem’alar, 24.Lem’a, 4.Hikmet)

Âhirzamanın fitnesinde en dehşetli rolü oynayan, taife-i nisaiye(kadınlar taifesi) ve onların fitnesi olduğu hadîsin rivayetlerinden anlaşılıyor.

Evet nasılki tarihlerde, eski zamanlarda “Amazonlar” namında gayet silâhşör kadınlardan mürekkeb bir tâife-i askeriye olarak hârika harbler yaptıkları naklediliyor.

Aynen öyle de: Bu zamanda zındıka dalaleti, İslâmiyete karşı muharebesinde, nefs-i emmarenin plânıyla, Şeytan kumandasına verilen fırkalardan en dehşetlisi; yarım çıplak hanımlardır ki, açık bacağıyla dehşetli bıçaklarla ehl-i îmana taarruz edip saldırıyorlar.

Nikâh yolunu kapamağa, fuhuşhane yolunu genişlettirmeğe çalışarak; çokların nefislerini birden esir edip, kalb ve ruhlarını kebair ile yaralıyorlar. Belki o kalblerden bir kısmını öldürüyorlar.

Birkaç sene namahrem hevesatına göstermenin tam cezası olarak; o bıçaklı bacaklar Cehennem’in odunları olup, en evvel o bacaklar yanacaklarını ve dünyada emniyet ve sadakatı kaybettiği için, hilkaten çok istediği ve fıtraten çok muhtaç olduğu münasib kocayı daha bulamaz. Bulsa da başına bela bulur.

Hattâ bu hâlin neticesi olarak o âhirzamanda, bazı yerlerde nikâha rağbetsizlik ve riayetsizlik yüzünden, kırk kadına bir erkek nezaret edecek derecede ehemmiyetsiz, sahibsiz, kıymetsiz bir surete gireceği, hadîsin rivayetinden anlaşılıyor.

Madem hakikat budur.

Ve madem her güzel, güzelliğini sever ve elinden geldiği kadar muhafaza etmek ister ve bozulmasını istemez.

Ve madem güzellik bir nîmettir.

Nimete şükredilse mânen ziyadeleşir.

Şükredilmezse değişir, çirkinleşir.

Elbette aklı varsa, hüsün ve cemalini günahları kazanmak ve kazandırmak ve çirkin ve zehirli yapmak ve o nimeti küfran ile medar-ı azab bir surete çevirmekten bütün kuvvetiyle kaçacak.

Ve o fâni, beş-on senelik cemâli bâkileştirmek için, meşru’ bir tarzda istimal ile, o nimete şükredecek. Yoksa ihtiyarlıkta uzun zaman istiskale maruz kalıp, me’yusane ağlayacak.

Eğer terbiye-i İslâmiye dairesinde, âdâb-ı Kur’aniye zînetiyle o cemâl güzelleştirilse; o fâni hüsün, mânen bâki kalacağı ve Cennet’te hûrilerin cemalinden daha şirin ve daha parlak bir tarzda kendine verileceği hadîste kat’iyetle sabittir.

Eğer o güzelin zerre miktar aklı varsa, bu güzel ve parlak ve ebedî neticeyi elinden kaçırmayacak… (Gençlik Rehberi, Birden İhtar Edilen Bir Mes’ele-i Mühimme)

Said Nursi