Kategori arşivi: Yazılar

Şöyle Biraz Modern Ol, Modern Giyin, Modern Takıl!

Neden modern giyinmeye özeniliyor? İyi, güzel modern olalım da nereye kadar? Modern giyinmenin ölçüsü nedir? Modern giyinmek için illaki islâmi çizgiden uzaklaşmak mı gerekir?

“Şöyle biraz modern ol, modern giyin, modern takıl” dedi arkadaşı.
Genç kız arkadaşına istihza dolu bir bakış fırlattı:
“Nasıl yani?”
“Farklı olacaksın. Kendini göstereceksin. Üniversite mezunu olduğunu belli edeceksin. Sana bakanlar senin entelektüel biri olduğunu düşünecek. Pardösü yerine uzun bir ceket giy. Başını böyle bağlamak yerine modern bir görünüm ver. Biraz havalı ol.

Gözünde gözlüğün olsun. Kıyafetin, özellikle ayakkabı ve çantan marka olsun. Zaten marka giyinirsen farkın anlaşılır. O zaman herkese kendini beğendirsin. Tabii bu da islâmi tebliğ olur. Biz Müslümanlar fazla içimize kapandık. Dış dünyayla bağlarımızı kopardık. Neden öteki kadınlar her yere girip çıkıyor da biz geri kalıyoruz?

Artık bu kalıbı kırmamız kendimize modern bir imaj ve modern bir hayat tarzı belirlememiz gerek.” Arkadaşıyla olan konuşmalarını e -maille atan okuyucum “bu duruma siz ne dersiniz?” diye soruyor:

Evet, son yıllarda moda olan bir deyim. “modern ol ve modern giyin.” Bu deyim bilhassa Müslümanlar arasında fazla yer buldu. Bunun sebebi ise senelerce “öteki” güzüyle bakılan bu insanların artık “öteki” olmaktan kurtulmak istemelerinden kaynaklanmaktadır.

Madem tüm dünya modern ‘ben de onlar gibi olursam öteki olmaktan kurtulurum” diye düşünmenin yansımasıdır. Kendi varlığını gösterme “ben de varım, ben de sizdenim, beni öteki göremezsin bak ben de senin gibi giyiniyorum aramızda bir fark yok’ manasını ifade etmektedir. İyi, güzel modern olalım da nereye kadar?

Modern giyinmenin ölçüsü nedir? Modern giyinmek için islâmi çizgiden uzaklaşmak mı gerek? Çünkü modernizmin dini imanı yoktur. Dünyevidir. Bütün kuralları dünyaya bakar. Daha doğrusu modernlik tüketim dünyasının kullandığı bir argümandır.

Modern giyinirseniz modaya uyacaksınız. Modaya uymaksa sürekli ‘modası geçti’ bahanesiyle tüketmektir. Açıkçası kapitalizmin bir oyunudur. Birilerinin cebini doldurmak ve tüketimi körüklemek için baş vurulan bir yoldur.

Halbuki, dinin emirlerinde “tüketime dur” demek vardır. Çünkü israf haramdır. Üç elbiseyi moda diye 8-9 yapmak israftır. Daha doğrusu ihtiyaç harici her şey israftır.

Din “komşusu açken kendisi tok olan bizden değildir.”hadis-i şerifiyle zengine malını zevki için sarf etmek yerine fakir-fukarayı gözetmesini öğütlemektedir.

Ama her zaman olduğu gibi nefis ve şeytan insanı aldatıyor.’modern’ bir dünyada yabancı kalmanın islâmi hizmete zarar bile verebileceği tuzağına insanı düşürebiliyor. Böylece modernizm sadece giyimde değil düşünce ve yaşam şeklini de değiştirmektedir. İslâmın esaslarını ve kurallarını yumuşatmaktadır.

İşte bu yumuşama neticesinde bol ve uzun pardösüler daralmış, etekler kısaltmıştır. Tesettürün orası burası kırpılarak tüyü yolunmuş kuşa çevrilmiş, dini kurallarda bir esneme ve gevşeme baş göstermiştir. Düğünler kadın-erkek birlikte yapılmaya, restoranlarda ve ev gezmelerinde haremlik selamlığa dikkat edilmemeğe, iş yerinde kadın erkekle serbestçe çalışmaya başlamıştır.Böylece kadınla erkek arasındaki mahremiyet de ortadan kalkmıştır.

Zira modernizim bütün dünyayı kendi kurallarıyla idare etmeye çalışmaktadır. Aynı düşünce, aynı,fikir, aynı görüş, aynı yaşam biçimi ve giyiniş.
Durum böyle olunca islâmi yaşayış içinde olanlar dinle bağlarını koparamıyorlar ama esnetiyorlar.

Kendilerine göre islâmi yorumlar getirmeye başlıyorlar. Ayet ve hadislere kendi anlayışlarına göre uymaya çalışıyorlar ki, Allah muhafaza bu da kimilerin hadisleri bile inkar etmelerine kadar varıyor.

Oysa Müslüman “Peygamber nasıl yaşardı? Nasıl bir hayat tarzı vardı? Allah ona nasıl yaşamayı öğretmişti? Sorusunu sorması gerekir. Yoksa peygamberin sünnetini ve ayetlerini alarak acaba ben bunları modern hayata nasıl uygularım ?” diye düşünemez.

Gülay ATASOY

Nur Dergi

Bediüzzaman’ın Ahlakî Çağrısı Toplumun Dokularına İşlemiş

İslâmcılık tartışmasında en son, İhvan ile Risale-i Nur Hareketi arasında bir karşılaştırma yapacağımı söylemiştim. Araya sıcak gündemler girdi, bugüne nasip oldu. Tarih boşuna yaşanmıyor.

Bugün tattığımız güzellikler, geçmişte bugünleri tasarlayıp inşa edenlerin eseri. Yarınlar da bizim dünden bugüne yolumuzu aydınlatanların izini takip ederken, hakkı teslim etmemize ve doğru muhasebe yapmamıza bağlı olarak şekillenecek. Düne karşı kadirşinaslığımız “yıldızlarımız çarpışmaz” edebiyatına feda edilemez. Edersek yarınlar üzerindeki sorumluluğumuz yerine getirilemez.

Türkiye’de yakın tarihimizde dinî-ahlakî hassasiyetin biçimlendirdiği sosyal-siyasal alanı, bir üçgene benzetebiliriz. Bu üçgenin üç köşesini, üç farklı cazibe merkezi olarak üç isimle temsil etmemiz ve peşlerinden sürükledikleri hareketleri zikretmemiz gerekir. Birinci köşede Bediüzzaman Said Nursî ve Risale-i Nur Hareketi, ikinci köşede Necmettin Erbakan ve Millî Görüş geleneği, üçüncü köşede ise Seyyid Kutup ve İslâmcılar yer alır. Yıldızlar çarpıştı. Bu üç yıldız yekdiğerinden farklı istikametleri gösterdi.

Bugünün Türkiye’sini şekillendiren aslî güç Bediüzzaman’dır. Yaptığı iş, ortalığı yıkıp dağıtacak güçteki sel sularını, önüne set çekip bir barajda toplamak, sonra inşa ettiği santral ile, bütün Türkiye’yi aydınlatacak bir elektrik enerjisine dönüştürmektir. Bu başarının formülü ise “müsbet hareket”tir. “Müsbet hareket”in vazgeçilmez şartı siyasetten uzak durmaktır.

Elimizde, Bediüzzaman’ın onayını almış bir “Risale-i Nûr Hareketi-İhvan-ı Müslimîn” karşılaştırması var. Bağdat’ta çıkan bir gazetede yayımlanan bu makale Emirdağ Lahikası’nda bulunuyor. Bu karşılaştırmada sıralanan farklılıkların en vazgeçilmez olanı “siyasetle iştigal”dir. İhvan-ı Müslimin siyasî bir cemiyettir; Risale-i Nur ise değil.

Erbakan’ın Millî Görüş hareketi ise, Bediüzzaman’ın sınır çizdiği ve dışarıda bıraktığı siyasî alan üzerinde ilerlemiştir. Devlet üzerinden iktidar, statü ve zenginlik talep eden dinî hassasiyeti seçim sandığına yönlendirmiş ve kolaylıkla sistem dışına çıkacak siyasî eğilimleri, demokratik-çok partili düzene angaje etmiştir. Bütün bu çabaları boyunca siyasî düzeni değiştirip, dönüştürmüştür. AK Parti, Millî Görüş geleneğinin bugünün dünyasına ve şartlarına intibak etmiş halidir. “Millî Görüş gömleğini çıkarttık” sözünün kendisi bile çok fazla rahmetli Erbakan’ın üslubuna ve tarzına uygun bir söz değil mi? Türkiye’nin Kürt sorununa ve Ortadoğu’ya yönelik politikası Millî Görüş geleneği dışında nerede temellendirilebilir?

Seyyid Kutup’un “hemen şimdi” eyleme davet eden, İslâmî hassasiyeti bütün cesameti ve önceliği ile siyasî alana ve iktidar rekabetine taşıyan etkileyici bir dili var. Ama çok çelişkili biçimde, İslâmcılığın içinde siyasî inceliğin, orta ve uzun vadeli öngörü yeteneğinin ve stratejik vizyonun yer alabileceği bir aralık yoktur. Bugün Kutup’un ülkesi ile Bediüzzaman’ın ve Erbakan’ın ülkesi arasındaki farklılığı oluşturan ise işte bu stratejik öngörü yeteneği ve siyasî inceliktir.

Hiç kimse üçünün de imanını, ihlasını ve niyetini sorgulayamaz. Ama yöntemler, araçlar ve öngörü farkı arada derin bir uçurum oluşturuyor. Türkiye’nin üç köşesine üç yıldız yerleşti ve birbiriyle çarpıştı. Ortalığı hakikat şimşekleri kapladı ve bu şimşekler arasından bugünkü Türkiye doğdu.

Mısır Devlet Başkanı Mursî, İhvan-ı Müslimîn içinde Kutup dışındaki bir geleneği, daha çok Millî Görüş’ün siyasî yöntemlerini kullanan bir damarı temsil ediyor. Bıçak sırtında geçen başkanlık sürecinde, biraz da Türkiye tecrübesinin uluslararası çevreleri ikna edici gücüyle başkanlık koltuğuna oturdu. O kritik evrede Erdoğan Kahire’ye gidip İhvan’a “laiklik telkini” yapmasaydı, bu sonuç elde edilebilir miydi?

Evet üç kutup çarpıştı ve Türkiye’de siyasî ve sosyal alanda dağların, ovaların ve nehirlerin şekli belirdi. Sonuç, Bediüzzaman’ın doğrudan ve dolaylı olarak toplumun dokularına işlemiş olan ahlakî çağrısının ve Erbakan’ın dindarlığı demokratik siyasî rekabete aktarma yeteneğinin eseri değil mi? Ya İslâmcılar? Kısır bir Kutup yorumu ile hayatın dışına atılıp, sadece seyirci olarak kalmadılar mı?

Mümtaz Türköne

Şer zannettiğiniz şeylerin arkasından hayır çıkabilir?

Dilimizden düşürmediğimiz bazı sözler var ki, insanı sıkıntı ve gerginliklerden korur, rahatlatıcı tesirleri söz konusu olur.. Kimileri bu gibi tabir ve telkinleri manasız, boş laflar gibi görürlerse de aslında karşılaştığımız çarpıcı olayların şokundan kurtarıp, rahatlatıcı etki yaptığı hemen hissedilir. Tedbir alıp tevekkül etmemize sebep olur..

Onun için maruz kaldığımız şer görüntüsünün etkisine girip de gergin bir ruh hali yaşamaktansa:

-“Bunda da bir hayır vardır!.. Şer zannettiğimiz şeyin arkasından hayır çıkabilir.. Bu da geçer yahu!.” gibi sözlerle duyduğumuz gerginliği azaltmamızda, alacağımız tedbirlerden sonra tevekkülle beklememizde isabet vardır.. Aksi takdirde kendimizi aşırı üzer, sabrımızı tüketebiliriz. Bundan ise hiç fayda gelmez, kendi tevekkülsüzlüğümüzle olayı kendi hakkımızda şerre çevirmiş, dayanma azmimizi zaafa uğratmış oluruz..

Bundan dolayı şerlerin arkasından hayırların çıktığı konusunda irşat eserlerinde dinlendirici birçok olay nakledilir. Birini hem tebessüm hem de tefekkür ederek burada bir daha hatırlayalım isterseniz.

Bahar mevsiminde yaylaya çıkan köylünün köpeğini çevredeki köpekler boğarak öldürürler. Adam çaresizdir. Yapabileceği hiçbir şey yoktur.

-Bunda bir hayır vardır hanım!.. diyerek sabretmeyi tercih eder.

Fakat ikinci gece de eşeğini kurt kapar. Adam yine:

-Bunda da bir hayır vardır hanım deyip geçer, telaşa kapılmaz.

Üçüncü gecede ise kümesindeki horozunu tilki götürür. Adam yine:

-Bunda da bir hayır vardır! diyerek tevekkülünü bozmayınca, sabrı tükenen hanım feryadı basar:

– Bey bunun neresinde hayır vardır? Sana en çok lazım olan koyunlarını bekleteceğin bir köpeğin, yükünü taşıtacağın bir eşeğin, sesiyle sabaha karşı namaza kalkacağın bir horozun vardı, hepsi de gitti, hayır neresinde bunun?..

Elinden bir şey gelmeyen bey, yine moralini bozmaz, ümidini kaybetmez, her şeyde bir hayır olduğu inancı içinde: -Hanım, şer gibi görünen nice olayların arkasından hayırlar çıkabilir, muhtemeldir ki, bunların arkasından da bir hayır çıksın, sen ümidini kaybetme, tevekkül ve teslimiyetini bozma.. diyerek sükunetini muhafaza eder. Aradan çok geçmez, bir gece yayladaki evlere eşkıya baskın yapar, karanlıkta birbirine yakın dizilmiş evleri sırayla soyarlar, direnenleri de vurup yaralayarak yere serer, kıymetli kıymetsiz neleri varsa alıp götürürler. Ancak bu soygundan kendileri hiç etkilenmez. Eşkıyanın baskınına maruz kalmazlar. -Neden mi eşkıyanın baskınına maruz kalmazlar?

-Çünkü köpekleri yok ki havlasın, eşekleri yok ki anırsın, horozları yok ki ötsün de eşkıyaya yakınlarında bir ev daha olduğunu bildirsin, eşkıya da karanlıkta farkına varıp onları da soyup soğana çevirsin…

Bu sonuç karşısında, şikâyetinden dolayı mahcubiyet duyan hanım:

-Bey der, ben biraz acelecilik ettim galiba, gerçekten de bazı şer görüntülerinin arkasında hayır da çıkarmış, yoksa şimdi bizim evimizde de hiçbir şeyimiz kalmayacak, tümüyle soyulmuş, hatta yaralanmış bile olacaktık..

Beyin sözü yine aynı olur:

– Hanım bunda da bir hayır vardır. Bu olay şimdiye kadar ihmal ettiğimiz tedbirimizi almamıza sebep oldu. Şimdi yaylanın giriş çıkış yollarına nöbetçiler koyduk, bundan sonra böyle bir eşkıya girişi söz konusu olmayacaktır. Keşke bu tedbiri, bu soygunu yaşamadan alsaydık, ama derler ya, şer zannettiğiniz şeyin arkasından hayır çıkabilir diye. İşte bu şerrin arkasından da böyle bir hayır çıktı. Bundan sonra evlerimiz emniyette olacak, eşkıya giremeyecektir..

Evet, hayatta abes ve manasız hiçbir şey yoktur. Her olayın arkasında nice hikmetler, hayırlar, alınacak ders ve tedbirler söz konusudur. Yeter ki olayları yorumlamasını bilelim, ifade ettiği ikaz ve ihtarları okuyup, alınması gereken tedbirleri alarak tekrarını önleyelim. Böylece şer gibi görünen olayı, alınan ders ve tedbirlerle hakkımızda hayra çevirmesini bilelim!.

Ne dersiniz, siz de böyle rahatlatıcı bir tevekkülle bakar mısınız maruz kaldığınız olaylara?

Ahmed Şahin / Zaman

İlaç kutusunu duvara asmakla hasta iyileşmez…

Hafta sonu öğretmen hanımlar ziyaretime geldi. Sordukları bir soru okurlarımın genelini ilgilendiriyor diye köşemde yazmaya karar verdim. “Evlatlarımıza manevi anlamda nasıl faydalı olabiliriz? Bilhassa gençlere İslamiyet’i anlatınca ilgisiz kalıyorlar.” dediler…

Evvela şunu belirtelim; zaman enaniyet zamanı, devir Peygamberimiz’in hadisleri ile tarif edilen ahir zamandır. Böyle bir zamanda İslamiyet’i anlatmanın en güzel yolu “hal ile tebliğdir“. Yani, mukavemeti olmayan tebliğ… Davayı yaşamak, yaşayarak anlatmak…

Bu prensipten hareketle yirmi senelik askerlik, 50 senelik evlilik hayatımda susabildiğim kadar sustum; İslamiyet’i yaşayabildiğim kadar yaşadım. Çok kere şu sözü duydum; “İslamiyet buysa, herkes Müslüman olsun!..

Bu devirde ehli dalalet kendini cazip anlatıyor; ehli iman cazip olamıyor. Devir artık İslam’ı sevdirme devri. Çocuklarımızın İslamiyet’i sevmesi için evvela anne-babasını sevmesi lazım. Amma çocuk ebeveyninde haramla helali iç içe görünce o zaman boşluğa düşüyor. Bir filozof demiş ki; “Ne olduğun kulağımda öylesine çınlıyor ki, ne dediğini duyamıyorum!” Melek gibi konuşup şeytan gibi yaşarsak bunun bir tesiri olmuyor. Bu durumda aklımıza şöyle bir soru geliyor: “Çocuklarımıza din namına ne verdik ki, ne isteyelim?

Milyonlarca lira kıymetindeki gözlerimiz, beynimiz, kalbimiz seksen sene için verilmemiştir. Organlarımızın kıymeti gösteriyor ki, biz ebede namzediz. Ağacın her halini bir çekirdeğin içine yerleştiren Allah, insanın her sözünü, her işini ve her halini amel defterine yerleştiremez mi? Bu durumda insan evvela kendi defterine ne yazdığından sorumludur…

Bu sırrı anlayan insan kendi vücudunu cami yapmalıdır. Nasıl ki camilere içki, kumar ve diğer haramlar sokulmuyorsa, Müslüman’ın vücudu da camiler kadar temiz olmalı, günah pisliklerinden uzak kalmalıdır. Akıl müftü; kalp imam; hücrelerimizin bütünü cemaat… Zaten biz kendimizi Allah’a beğendirmeye çalışırsak en iyi sonuç sağlanacaktır.

Kasas Sûresi, 56. ayette buyrulmuş ki, “Şüphesiz ki sen sevdiğin herkesi doğru yola yöneltemezsin fakat Allah dilediği kimseyi doğru yola yöneltir. Zira O, kimin doğru yola girmek istediğini çok iyi bilir.

Kur’an-ı Kerim’de Lut’un (as) karısından, Nuh’un (as) oğlundan, Peygamberimiz’in (sas) amcasından bahsedilir. Bununla demek istenir ki, Ey Müslüman; senin karın Lut’un karısı gibi olabilir. Oğlun Nuh’un oğlu gibi olabilir. Akrabaların Hz. Muhammed’in akrabaları gibi olabilir. Bütün bunlara rağmen senin vazifen İslamiyet’i öğrenmek, anlamak ve yaşamaktır. Kişi, hakla batılı ayırmak zorundadır.

Bir zamanlar Allah demek küçücük odalarda bile yasaktı. 1924’te yazılan hutbe kitapları 1950’ye kadar değiştirilmeden aynen okundu. Hiçbir mesele, fikir, aksiyon getirmeyen hutbeler… O zaman karşımıza Üstad, Bediüzzaman çıktı… Said Nursi’nin en yakın talebeleri bütün zerratlarıyla üstadlarına bağlıydılar. Çünkü Said Nursi, inandığı gibi yaşıyordu. Böylece beyni ve kalbi doyuruyordu. Müspet hareket edin diyordu; yani kimseye zarar vermeyin. Hediye kabul etmiyordu. Mevki, makam istemiyordu. Şöhret olmaktan kaçınıyordu. İslamiyet’i yaşamaktan, anlatmaktan başka bir gayesi yoktu, bunun için de başına gelen her çileye katlanıyordu. Kendisini mahkeme mahkeme dolaştıranlara, hapishanelerde yer hazırlayanlara hakkını helal ediyordu.

Yani Said Nursi’nin hayatı eserlerinden daha tesirliydi.

Hayatı mıknatıs gibi insanları kendine çekti, eserleri beyinleri fethetti. O zaman anladım ki, bitkiler yavaş yavaş büyür. İslam’ı yaşamayan yakınlarımla mücadele etmeyeceğim. En büyük savaşım nefsimle olacak. Müslüman’ın vazifesi tebliğdir. İmanı, ibadeti nasip edecek olan Allah’tır.

Sözün özü, ilaç kutusunu duvara asmakla hasta iyileşmez. Kur’an ve sünnet, maddi-manevi her derdimize derman olacak iki ilaçtır. İlacı evvela biz kullanacağız. Bu ilacın bize deva olduğunu görenler de elbette ilaca rağbet gösterecektir…

Allah, her şeye ve herkese hakimdir…

Hekimoğlu İsmail / Zaman

 

İşte Size Kıyamet Alâmetleri..

Kıyamet, insanlığın gündemine Kur’ân ile girmiş ve zihnine Kur’ân ile nakşolmuş bir gelecek olayıdır. Kıyametin ne zaman kopacağı ve alametleri herkesin ilgisini çekmektedir.

Lügatte ayağa kalkmak, kıyama geçmek demek olan kıyamet, terim olarak kâinât düzeninin Allah’ın emriyle bozulması, her şeyin alt üst olması ve yine Allah’ın emriyle her şeyin yeniden yaratılması, ölenlerin diriltilerek ayağa kalkıp mahşere doğru, Allah’ın huzuruna doğru yönelmesi demektir. Bu durumda kıyamet hem genel bozuluşu, genel yıkılışı, hem de yıkılıştan sonra genel dirilişi ifade etmektedir.

Kıyamet, insanlığın gündemine Kur’ân ile girmiş ve zihnine Kur’ân ile nakşolmuş bir gelecek olayıdır. Kur’ân’da kıyamet bir sûreye de ad olmanın yanında, bir çok âyette bahsi geçen bir konudur. Önceki peygamberler ve kitaplar, bir büyük olay olarak Son Peygamberin (asm) gelişini ana haber konusu yapmışlardı. Kur’ân ise kıyametin geleceğini ana haber konusu yapmıştır.

Kur’ân’da kıyamet saati için, vâkıa (kesin meydana gelecek olay), saat (kesin gelecek saat), Et-Tâmmetü’l-Kübrâ (en büyük felâket), hâkka (gerçek olacak olay), gâşiye (şiddetiyle korku veren ve sarsan), Kâria (kapıyı çalacak gerçek) gibi isimler de kullanılmıştır.

İşte Kıyamet Sûresinden birkaç âyet:

Yemin ederim kıyamet gününe. Yemin ederim kendini kınayan nefse. İnsan öldükten sonra kemiklerini toplayamayacağımızı mı sanıyor? Biz, parmak uçlarına varıncaya kadar onu derleyip toplamaya kâdiriz. Doğrusu insan, ömrünü günahla geçirmek ister. Kıyamet günü ne zamanmış diye sorar. Gözler kamaştığı, ay tutulduğu, güneş ve ay bir araya getirildiği zaman. İşte o gün insan, ‘Kaçacak yer neresidir?’ der. Hayır, sığınılacak hiçbir yer yoktur. O gün varılacak yer, ancak Rabbinin huzurudur. Yaptığı ve yapmayıp geri bıraktığı her şey o gün insana bildirilir.”

Kıyamet gününün ne zaman geleceği bildirilmemiştir. Kur’ân bu konuda şöyle buyurur: “Kıyamet vaktine dair bilgi Allah katındadır.” Bir diğer âyette: “Sana kıyametin ne zaman kopacağını soruyorlar. De ki: Ona dair bilgi ancak Rabbimin katındadır. Ondan başkası onun vaktini açıklayamaz. O gökler ve yer için çok büyük bir olaydır. Size de ansızın geliverir. Sanki onun vaktini biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki: Ona dair bilgi ancak Allah katındadır. Lâkin insanların çoğu bunu bilmezler.”

Üstad Bediüzzaman Hazretlerine göre, dünyanın eceli olan kıyamet saati bilinseydi, ilk ve orta çağdaki insanlar gaflet içine gömülürler, son asırlar ise, kıyamet saatine yaklaştıkça korku ve dehşet içinde kalırlardı. Oysa imtihan sırrı kıyamet saatinin bilinmemesini gerektiriyor.

Müslüman için esas olan kıyamet vaktini bilmek değil, bir Kur’ân haberi olan kıyamet saatinin geleceğine kesin olarak inanmak ve dünyanın geçici olduğunu kabul ederek, kıyamet saati ile birlikte geleceği asla şüphe götürmeyen kendi küçük kıyameti olan ölüme, dolayısıyla ebedî hayata hazırlık yapmaktır.

Kıyametin zamanı bildirilmemekle beraber, Peygamber Efendimizin (asm) haber verdiği, kıyamet saati ile ilgili olarak bir kısım alâmetler ve işaretler söz konusudur.

Kıyamet alâmetlerini dört kısımda inceleyeceğiz:

1-Kıyametin İlk Habercileri: İnsan iradesi dışında gerçekleşen, Allah’ın din ile ilgili tasarrufları. Yani, son peygamberin (asm) gönderilmesi, son kitabın indirilmesi, son dinin gelmesi, Allah’ın, kıyamete doğru, bizim için haber ve işaret taşıyan ilk tasarruflarını teşkil eder. Başka bir ifadeyle, Peygamber Efendimiz (asm) hakkında “Ve hâteme’n-Nebiyyîn” (peygamberlerin sonuncusu) buyuran Kur’ân, bu hükümle bildiriyor ki, peygamberlik halkasının sonuncusu olan Peygamber Efendimiz’in (asm) şahsı, vazifesi, kitabı ve dini ilk kıyamet alâmeti ve habercisidir. Keza, “İkterabeti’s-Saati” (Kıyamet yaklaştı) buyuran Kur’ân, bizzat bir kıyamet alâmetidir.

2-Kıyametin Küçük Alâmetleri: Kıyametten önceki zamanlarda değişik yoğunluklarla meydana gelen ve genelde insan iradesinin eseri olan olumsuz olaylar zinciridir. Meselâ, ehliyetsiz insanın söz sahibi olması, adam öldürme olaylarının artması, dinin ihmâl edilmesi, ahlâkın bozulması, savaşların artması, depremlerin artması, dünyaya dalınması, şarabın açıktan içilmesi, zinanın yaygınlaşması, cehaletin artması bunlardan bazılarıdır.

3-Kıyametin yaklaştığını haber veren, doğrudan inançla ilgili hadiseler zinciri:

1-Deccalın çıkması: Kıyametin yaklaştığını haber veren doğrudan inançla ilgili hadiselerden birisi deccalin çıkmasıdır. Deccal, Allah inancını inkâr eden, dinde nifak tohumları atan bir cereyanın başı olarak boy gösterecek, elinde istidrac denilen bir takım olağan üstülükler bulunacak, bununla insanları etkisi altına alacak, yalanla ve aldatmayla iş görecek ve insanları dinsizliğe ve dünyevileşmeye çağıracaktır. Deccalın ve ektiği dinsizlik tohumlarının Hazret-i İsa tarafından öldürüleceği de bildirilmiştir.

2-Hazret-i Mehdinin gelmesi: İnsanlık tarihinde fitne ve fesat tohumlarının atıldığı ve insanların topluca dinsizliğe kaydırıldığı hiçbir dönem yoktur ki, Allah (cc) o döneme özgü olarak hak yolu gösteren bir tebliğci, hakikatin mücadelesini veren bir peygamber göndermemiş olsun. Son peygamberle beraber peygamberlik kapısı kapandığına göre, deccalın meydana getirdiği dinsizlik rüzgârına karşı Cenab-ı Hakkın hiçbir kimseyi görevlendirmeyeceğini düşünmek gerçekçi olmaktan uzaktır. Şu halde, deccal fırtınasına karşı Allah’ın âdeti ve imtihan sırrı bir kişinin görevlendirilmesini gerekli kılacaktır ki, Hazret-i Mehdi o kimsedir. Nitekim Hazret-i Mehdinin geleceğini, takva ehline imam olacağını, deccalın tahribatına karşı dinde tamirat yapacağını, deccalın ektiği fitne tohumlarını kurutarak umumi sulhu temin edeceğini, Hazret-i İsa’nın da kendisine tabi olacağını Peygamber Efendimiz (asm) Cenab-ı Hakkın vaadine dayalı olarak bildirmiş bulunmaktadır. Bediüzzaman’a göre, bu manalar şahs-ı manevî çerçevesinde tecelli edecektir.

3-Hazret-i İsa’nın (as) gökten inmesi: Hazret-i İsa’nın, İslamiyet’ten bir önceki din olarak kendisinin getirdiği, fakat bozulmuş olan Tevhid dinini Allah’ın rahmetiyle yeniden Tevhid çizgisine çekmek ve dinini İslamiyet ile omuz omuza getirerek, dinsizliğe karşı İslamiyet ile bir güç birliği oluşturmak gibi bir görevle gökten ineceğini Peygamber Efendimiz (asm) bildirmiştir. Bediüzzaman konuyla ilgili hadisleri, Hıristiyanlıktaki tahrifattan arınma ve tasaffî sürecine dikkat çekerek ve yine şahs-ı manevîyi öne çıkararak yorumlamıştır.

4-Kıyametin Büyük Alametleri: Kıyametin başlaması esnasında görülecek, insan iradesinin dışında gerçekleşen olaylar zinciridir.

Bu alametleri sıralayacak olursak:

1-Dabbetü’l-Arz adında bir canlı türü çıkacak ve insanlığı tehdit edecektir. Kötü ahlâkı olmayan iman ehli, iman bereketiyle bu canlı türünün tehditlerinden korunacaktır.

2-Ye’cüc ve Me’cuc adında topluluklar yer yüzünde fitne ve fesat çıkaracaklardır.

3-Kıyamete çok yakın bir süre kaldığında mü’minlerin ruhları topluca kabzedilecek ve artık “Allah, Allah” diyen kalmayacaktır. Kıyamet kafirin başına kopacaktır.

5- Güneş batıdan doğacaktır. Bediüzzaman Hazretleri bu konuda der ki: “Küre-i arz (dünya) kafasının aklı hükmünde olan Kur’ân onun başından çıkmasıyla zemin divane olup, izn-i İlahi ile başını başka seyyareye (gezegene) çarpmasıyla hareketinden geri dönüp, garptan (batıdan) şarka (doğuya) olan seyahatini irade-i Rabbani ile şarktan garba tebdil etmekle güneş garptan tulua (doğmaya) başlar, Hem müsademe (çarpışma) neticesinde emr-i İlahi ile kıyamet kopar.”

Demek, Allah’ın emri gelince güneş aklını kaybetmiş gibi yolunu şaşıracak, yer küre bir başka kürenin çarpmasıyla rotasını değiştirecek, tersine dönmeye başlayacak ve böylece güneş batıdan doğacaktır. Güneş batıdan doğduktan sonra artık tövbe kapısı kapanacaktır. Çünkü artık imtihan dünyası kapanmış olacaktır. Çünkü artık kıyamet saati gelmiş olacaktır.

Süleyman KÖSMENE