Kategori arşivi: Yazılar

İlaç kutusunu duvara asmakla hasta iyileşmez…

Hafta sonu öğretmen hanımlar ziyaretime geldi. Sordukları bir soru okurlarımın genelini ilgilendiriyor diye köşemde yazmaya karar verdim. “Evlatlarımıza manevi anlamda nasıl faydalı olabiliriz? Bilhassa gençlere İslamiyet’i anlatınca ilgisiz kalıyorlar.” dediler…

Evvela şunu belirtelim; zaman enaniyet zamanı, devir Peygamberimiz’in hadisleri ile tarif edilen ahir zamandır. Böyle bir zamanda İslamiyet’i anlatmanın en güzel yolu “hal ile tebliğdir“. Yani, mukavemeti olmayan tebliğ… Davayı yaşamak, yaşayarak anlatmak…

Bu prensipten hareketle yirmi senelik askerlik, 50 senelik evlilik hayatımda susabildiğim kadar sustum; İslamiyet’i yaşayabildiğim kadar yaşadım. Çok kere şu sözü duydum; “İslamiyet buysa, herkes Müslüman olsun!..

Bu devirde ehli dalalet kendini cazip anlatıyor; ehli iman cazip olamıyor. Devir artık İslam’ı sevdirme devri. Çocuklarımızın İslamiyet’i sevmesi için evvela anne-babasını sevmesi lazım. Amma çocuk ebeveyninde haramla helali iç içe görünce o zaman boşluğa düşüyor. Bir filozof demiş ki; “Ne olduğun kulağımda öylesine çınlıyor ki, ne dediğini duyamıyorum!” Melek gibi konuşup şeytan gibi yaşarsak bunun bir tesiri olmuyor. Bu durumda aklımıza şöyle bir soru geliyor: “Çocuklarımıza din namına ne verdik ki, ne isteyelim?

Milyonlarca lira kıymetindeki gözlerimiz, beynimiz, kalbimiz seksen sene için verilmemiştir. Organlarımızın kıymeti gösteriyor ki, biz ebede namzediz. Ağacın her halini bir çekirdeğin içine yerleştiren Allah, insanın her sözünü, her işini ve her halini amel defterine yerleştiremez mi? Bu durumda insan evvela kendi defterine ne yazdığından sorumludur…

Bu sırrı anlayan insan kendi vücudunu cami yapmalıdır. Nasıl ki camilere içki, kumar ve diğer haramlar sokulmuyorsa, Müslüman’ın vücudu da camiler kadar temiz olmalı, günah pisliklerinden uzak kalmalıdır. Akıl müftü; kalp imam; hücrelerimizin bütünü cemaat… Zaten biz kendimizi Allah’a beğendirmeye çalışırsak en iyi sonuç sağlanacaktır.

Kasas Sûresi, 56. ayette buyrulmuş ki, “Şüphesiz ki sen sevdiğin herkesi doğru yola yöneltemezsin fakat Allah dilediği kimseyi doğru yola yöneltir. Zira O, kimin doğru yola girmek istediğini çok iyi bilir.

Kur’an-ı Kerim’de Lut’un (as) karısından, Nuh’un (as) oğlundan, Peygamberimiz’in (sas) amcasından bahsedilir. Bununla demek istenir ki, Ey Müslüman; senin karın Lut’un karısı gibi olabilir. Oğlun Nuh’un oğlu gibi olabilir. Akrabaların Hz. Muhammed’in akrabaları gibi olabilir. Bütün bunlara rağmen senin vazifen İslamiyet’i öğrenmek, anlamak ve yaşamaktır. Kişi, hakla batılı ayırmak zorundadır.

Bir zamanlar Allah demek küçücük odalarda bile yasaktı. 1924’te yazılan hutbe kitapları 1950’ye kadar değiştirilmeden aynen okundu. Hiçbir mesele, fikir, aksiyon getirmeyen hutbeler… O zaman karşımıza Üstad, Bediüzzaman çıktı… Said Nursi’nin en yakın talebeleri bütün zerratlarıyla üstadlarına bağlıydılar. Çünkü Said Nursi, inandığı gibi yaşıyordu. Böylece beyni ve kalbi doyuruyordu. Müspet hareket edin diyordu; yani kimseye zarar vermeyin. Hediye kabul etmiyordu. Mevki, makam istemiyordu. Şöhret olmaktan kaçınıyordu. İslamiyet’i yaşamaktan, anlatmaktan başka bir gayesi yoktu, bunun için de başına gelen her çileye katlanıyordu. Kendisini mahkeme mahkeme dolaştıranlara, hapishanelerde yer hazırlayanlara hakkını helal ediyordu.

Yani Said Nursi’nin hayatı eserlerinden daha tesirliydi.

Hayatı mıknatıs gibi insanları kendine çekti, eserleri beyinleri fethetti. O zaman anladım ki, bitkiler yavaş yavaş büyür. İslam’ı yaşamayan yakınlarımla mücadele etmeyeceğim. En büyük savaşım nefsimle olacak. Müslüman’ın vazifesi tebliğdir. İmanı, ibadeti nasip edecek olan Allah’tır.

Sözün özü, ilaç kutusunu duvara asmakla hasta iyileşmez. Kur’an ve sünnet, maddi-manevi her derdimize derman olacak iki ilaçtır. İlacı evvela biz kullanacağız. Bu ilacın bize deva olduğunu görenler de elbette ilaca rağbet gösterecektir…

Allah, her şeye ve herkese hakimdir…

Hekimoğlu İsmail / Zaman

 

İşte Size Kıyamet Alâmetleri..

Kıyamet, insanlığın gündemine Kur’ân ile girmiş ve zihnine Kur’ân ile nakşolmuş bir gelecek olayıdır. Kıyametin ne zaman kopacağı ve alametleri herkesin ilgisini çekmektedir.

Lügatte ayağa kalkmak, kıyama geçmek demek olan kıyamet, terim olarak kâinât düzeninin Allah’ın emriyle bozulması, her şeyin alt üst olması ve yine Allah’ın emriyle her şeyin yeniden yaratılması, ölenlerin diriltilerek ayağa kalkıp mahşere doğru, Allah’ın huzuruna doğru yönelmesi demektir. Bu durumda kıyamet hem genel bozuluşu, genel yıkılışı, hem de yıkılıştan sonra genel dirilişi ifade etmektedir.

Kıyamet, insanlığın gündemine Kur’ân ile girmiş ve zihnine Kur’ân ile nakşolmuş bir gelecek olayıdır. Kur’ân’da kıyamet bir sûreye de ad olmanın yanında, bir çok âyette bahsi geçen bir konudur. Önceki peygamberler ve kitaplar, bir büyük olay olarak Son Peygamberin (asm) gelişini ana haber konusu yapmışlardı. Kur’ân ise kıyametin geleceğini ana haber konusu yapmıştır.

Kur’ân’da kıyamet saati için, vâkıa (kesin meydana gelecek olay), saat (kesin gelecek saat), Et-Tâmmetü’l-Kübrâ (en büyük felâket), hâkka (gerçek olacak olay), gâşiye (şiddetiyle korku veren ve sarsan), Kâria (kapıyı çalacak gerçek) gibi isimler de kullanılmıştır.

İşte Kıyamet Sûresinden birkaç âyet:

Yemin ederim kıyamet gününe. Yemin ederim kendini kınayan nefse. İnsan öldükten sonra kemiklerini toplayamayacağımızı mı sanıyor? Biz, parmak uçlarına varıncaya kadar onu derleyip toplamaya kâdiriz. Doğrusu insan, ömrünü günahla geçirmek ister. Kıyamet günü ne zamanmış diye sorar. Gözler kamaştığı, ay tutulduğu, güneş ve ay bir araya getirildiği zaman. İşte o gün insan, ‘Kaçacak yer neresidir?’ der. Hayır, sığınılacak hiçbir yer yoktur. O gün varılacak yer, ancak Rabbinin huzurudur. Yaptığı ve yapmayıp geri bıraktığı her şey o gün insana bildirilir.”

Kıyamet gününün ne zaman geleceği bildirilmemiştir. Kur’ân bu konuda şöyle buyurur: “Kıyamet vaktine dair bilgi Allah katındadır.” Bir diğer âyette: “Sana kıyametin ne zaman kopacağını soruyorlar. De ki: Ona dair bilgi ancak Rabbimin katındadır. Ondan başkası onun vaktini açıklayamaz. O gökler ve yer için çok büyük bir olaydır. Size de ansızın geliverir. Sanki onun vaktini biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki: Ona dair bilgi ancak Allah katındadır. Lâkin insanların çoğu bunu bilmezler.”

Üstad Bediüzzaman Hazretlerine göre, dünyanın eceli olan kıyamet saati bilinseydi, ilk ve orta çağdaki insanlar gaflet içine gömülürler, son asırlar ise, kıyamet saatine yaklaştıkça korku ve dehşet içinde kalırlardı. Oysa imtihan sırrı kıyamet saatinin bilinmemesini gerektiriyor.

Müslüman için esas olan kıyamet vaktini bilmek değil, bir Kur’ân haberi olan kıyamet saatinin geleceğine kesin olarak inanmak ve dünyanın geçici olduğunu kabul ederek, kıyamet saati ile birlikte geleceği asla şüphe götürmeyen kendi küçük kıyameti olan ölüme, dolayısıyla ebedî hayata hazırlık yapmaktır.

Kıyametin zamanı bildirilmemekle beraber, Peygamber Efendimizin (asm) haber verdiği, kıyamet saati ile ilgili olarak bir kısım alâmetler ve işaretler söz konusudur.

Kıyamet alâmetlerini dört kısımda inceleyeceğiz:

1-Kıyametin İlk Habercileri: İnsan iradesi dışında gerçekleşen, Allah’ın din ile ilgili tasarrufları. Yani, son peygamberin (asm) gönderilmesi, son kitabın indirilmesi, son dinin gelmesi, Allah’ın, kıyamete doğru, bizim için haber ve işaret taşıyan ilk tasarruflarını teşkil eder. Başka bir ifadeyle, Peygamber Efendimiz (asm) hakkında “Ve hâteme’n-Nebiyyîn” (peygamberlerin sonuncusu) buyuran Kur’ân, bu hükümle bildiriyor ki, peygamberlik halkasının sonuncusu olan Peygamber Efendimiz’in (asm) şahsı, vazifesi, kitabı ve dini ilk kıyamet alâmeti ve habercisidir. Keza, “İkterabeti’s-Saati” (Kıyamet yaklaştı) buyuran Kur’ân, bizzat bir kıyamet alâmetidir.

2-Kıyametin Küçük Alâmetleri: Kıyametten önceki zamanlarda değişik yoğunluklarla meydana gelen ve genelde insan iradesinin eseri olan olumsuz olaylar zinciridir. Meselâ, ehliyetsiz insanın söz sahibi olması, adam öldürme olaylarının artması, dinin ihmâl edilmesi, ahlâkın bozulması, savaşların artması, depremlerin artması, dünyaya dalınması, şarabın açıktan içilmesi, zinanın yaygınlaşması, cehaletin artması bunlardan bazılarıdır.

3-Kıyametin yaklaştığını haber veren, doğrudan inançla ilgili hadiseler zinciri:

1-Deccalın çıkması: Kıyametin yaklaştığını haber veren doğrudan inançla ilgili hadiselerden birisi deccalin çıkmasıdır. Deccal, Allah inancını inkâr eden, dinde nifak tohumları atan bir cereyanın başı olarak boy gösterecek, elinde istidrac denilen bir takım olağan üstülükler bulunacak, bununla insanları etkisi altına alacak, yalanla ve aldatmayla iş görecek ve insanları dinsizliğe ve dünyevileşmeye çağıracaktır. Deccalın ve ektiği dinsizlik tohumlarının Hazret-i İsa tarafından öldürüleceği de bildirilmiştir.

2-Hazret-i Mehdinin gelmesi: İnsanlık tarihinde fitne ve fesat tohumlarının atıldığı ve insanların topluca dinsizliğe kaydırıldığı hiçbir dönem yoktur ki, Allah (cc) o döneme özgü olarak hak yolu gösteren bir tebliğci, hakikatin mücadelesini veren bir peygamber göndermemiş olsun. Son peygamberle beraber peygamberlik kapısı kapandığına göre, deccalın meydana getirdiği dinsizlik rüzgârına karşı Cenab-ı Hakkın hiçbir kimseyi görevlendirmeyeceğini düşünmek gerçekçi olmaktan uzaktır. Şu halde, deccal fırtınasına karşı Allah’ın âdeti ve imtihan sırrı bir kişinin görevlendirilmesini gerekli kılacaktır ki, Hazret-i Mehdi o kimsedir. Nitekim Hazret-i Mehdinin geleceğini, takva ehline imam olacağını, deccalın tahribatına karşı dinde tamirat yapacağını, deccalın ektiği fitne tohumlarını kurutarak umumi sulhu temin edeceğini, Hazret-i İsa’nın da kendisine tabi olacağını Peygamber Efendimiz (asm) Cenab-ı Hakkın vaadine dayalı olarak bildirmiş bulunmaktadır. Bediüzzaman’a göre, bu manalar şahs-ı manevî çerçevesinde tecelli edecektir.

3-Hazret-i İsa’nın (as) gökten inmesi: Hazret-i İsa’nın, İslamiyet’ten bir önceki din olarak kendisinin getirdiği, fakat bozulmuş olan Tevhid dinini Allah’ın rahmetiyle yeniden Tevhid çizgisine çekmek ve dinini İslamiyet ile omuz omuza getirerek, dinsizliğe karşı İslamiyet ile bir güç birliği oluşturmak gibi bir görevle gökten ineceğini Peygamber Efendimiz (asm) bildirmiştir. Bediüzzaman konuyla ilgili hadisleri, Hıristiyanlıktaki tahrifattan arınma ve tasaffî sürecine dikkat çekerek ve yine şahs-ı manevîyi öne çıkararak yorumlamıştır.

4-Kıyametin Büyük Alametleri: Kıyametin başlaması esnasında görülecek, insan iradesinin dışında gerçekleşen olaylar zinciridir.

Bu alametleri sıralayacak olursak:

1-Dabbetü’l-Arz adında bir canlı türü çıkacak ve insanlığı tehdit edecektir. Kötü ahlâkı olmayan iman ehli, iman bereketiyle bu canlı türünün tehditlerinden korunacaktır.

2-Ye’cüc ve Me’cuc adında topluluklar yer yüzünde fitne ve fesat çıkaracaklardır.

3-Kıyamete çok yakın bir süre kaldığında mü’minlerin ruhları topluca kabzedilecek ve artık “Allah, Allah” diyen kalmayacaktır. Kıyamet kafirin başına kopacaktır.

5- Güneş batıdan doğacaktır. Bediüzzaman Hazretleri bu konuda der ki: “Küre-i arz (dünya) kafasının aklı hükmünde olan Kur’ân onun başından çıkmasıyla zemin divane olup, izn-i İlahi ile başını başka seyyareye (gezegene) çarpmasıyla hareketinden geri dönüp, garptan (batıdan) şarka (doğuya) olan seyahatini irade-i Rabbani ile şarktan garba tebdil etmekle güneş garptan tulua (doğmaya) başlar, Hem müsademe (çarpışma) neticesinde emr-i İlahi ile kıyamet kopar.”

Demek, Allah’ın emri gelince güneş aklını kaybetmiş gibi yolunu şaşıracak, yer küre bir başka kürenin çarpmasıyla rotasını değiştirecek, tersine dönmeye başlayacak ve böylece güneş batıdan doğacaktır. Güneş batıdan doğduktan sonra artık tövbe kapısı kapanacaktır. Çünkü artık imtihan dünyası kapanmış olacaktır. Çünkü artık kıyamet saati gelmiş olacaktır.

Süleyman KÖSMENE

Peygamberimiz, yakıp yıkarak yapılan savunmalardan memnun olmazdı!

Peygamberimiz’e saygısızlık yapan yabancılara karşı Müslümanların sokaklarda vurucu kırıcı intikam tepkileri göstermesi Peygamberimiz’i sevdirme mesajı vermiyor, insanlığın iftihar tablosu’nun eşsiz sabır ve tebliğ anlayışını yansıtma özelliği göstermiyor.

Halbuki öyle bir tepki göstermeliyiz ki, O’nun insanlığı hayran bırakan özelliklerini bu tepkilerle dünyaya duyurmuş olalım, O’nu gözden düşürmek isteyenlerin tam aksine, O’na duyulacak sevgi saygıyı artıran mesajlar sunalım… Ne yazık ki, Peygamberimiz’i savunma adına sokaktaki yakıp yıkma tepkilerinde böyle bir sevgi saygı duyurma mesajı söz konusu olmuyor. Tam aksine düşmanlarının hazırladığı tuzağa düşerek onları haklı çıkarma görüntüleri veriyor Müslüman bu türlü yakıp yıkma tepkileriyle…

Geçmiş senelerdeki karikatür saygısızlığında gösterilen bu türlü yanlış tepkiler üzerine Peygamberimiz’in insanlığa örnek olan özelliklerini anlatan bir kitap hazırlamıştım. “Günlük Hayatımızda Peygamberimizle Yaşamak” adını verdiğimiz bu kitapla yabancıların saygısızlıklarına cevap vermiş olmayı düşünmüştük. Gökkuşağı’nın dağıtımını yaptığı bu kitap çok okundu, Kutlu Doğumlarda dağıtılarak kısa zamanda 150 bin baskıya ulaştı..

İşte bu kitabın baş tarafına Hz. Hamza’nın, Peygamberimiz’e saygısızlıkta bulunan Ebu Cehil’den intikam alma olayını da kaydetmiştim. Günümüze ışık tutan bu intikam alma olayına Peygamberimiz nasıl bakmış bir görelim düşüncesiyle o tarihi hadiseyi bir daha arz etmekte fayda görmekteyim. Olayı bir daha okuyoruz.

Peygamberliğin altıncı senesinde Mekke’deki Safa Tepesi’nde istirahat etmekte olan Efendimiz’i gören Ebu Cehil, yanına gelip hakaret dolu sözler söylemeye başlar. Efendimiz bu saygısızlık karşısında davasının selameti adına sessiz kalmayı tercih eder cevap vermez. Ancak henüz iman etmemiş olan Hamza akşam avdan dönerken uğradığı Kâbe’yi tavaf sırasında Ebu Cehil’in söylediği hakaret dolu sözleri bir kadından dinler. Doğruca Ebu Cehil’in oturduğu yere yönelen Hamza, “Amcama hakaret eden sen misin?” diyerek elindeki ok ve yayla öyle bir vuruş vurur ki, başı yaralanan Ebu Cehil’in alnından aşağıya kanlar akmaya başlar. Taraftarları Hamza’ya karşılık vermek isterlerse de Ebu Cehil büyük bir dikkatle: -Hamza haklıdır, karşılık vermeyin.. diyerek adamlarını durdurur. Ancak Hamza uzaklaşınca yanındakilere şu uyarıyı yapar:

Hamza sıradan biri değildir. Ona karşılık verirseniz İslam’a girmesine sebep olursunuz. Cephemizden cesur bir adamımızı kaybetmiş oluruz.” der.

Hamza ise büyük bir mutlulukla gelip Efendimiz’e yaptığını anlatır:

Hiç üzülme! İntikamını aldım düşmanın Ebu Cehil’den! der. Ancak Efendimiz’den beklediği memnuniyet işaretini görmeyince sorma gereği duyar:

Ebu Cehil’den intikamını aldığıma sevinmedin mi yoksa?. Cevap çok manidar:

Ben der, intikam almandan değil imana gelmenden sevinirim. İntikam aldığın da imansızlıkta devam ediyor, intikam alan da hâlâ iman etmemiş halde bekliyor, ben bu intikamın neresine sevineyim?. Sözlerini şöyle bağlar:

Hamza! Beni sevindirecek olan senin intikamın değil imanındır, imanın!..

Yani sen sadece iman etmemden mi sevinirsin?

Ona hiç şüphen olmasın!.

Bu kesin cevaptan sonra Hamza düşünme devresine girer. İç dünyasında başlayan uzunca dalgalanmalardan sonra nihayet vicdanındaki değerlendirmeyi tamamlayan Hamza’dan gök gürültüsü gibi imana girme cümleleri duyulur:

Eşhedü en lâilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Resûlüh!..

Efendimiz’den de aynı muhteşemlikte karşılık gelir:

İşte şimdi beni memnun ettin Hamza!. Ben hep iman etmelerden memnun olurum, intikam almalardan değil!.” Demek ki O’nu memnun etmek, sokaklara dökülüp rastgele vurup kırmalarla, yakıp yıkmalarla olmuyor. Keşke öfkesine mağlup kalabalıklar da bu örneği hatırlayarak intikam almayı değil de O’nu sevdirerek imana getirmeyi hedef alsalardı, doğru olan bu idi, demek istiyorum. Bilmem siz de böyle düşünüyor musunuz?

Ahmed Şahin / Zaman

Ayakları yere basan Müslüman olabilmek…

Dünya fani, fakat ne zaman öleceğimizi bilmiyoruz. Uzun ömürlü de olabiliriz, bir saat sonra ölebiliriz de… Mademki ne zaman öleceğimizi bilmiyoruz, öyleyse ölünceye kadar kimseye muhtaç olmamak için çalışmak zorundayız.

Ayrıca helal kazanç ibadettir. Bu ibadetten gelen sevapları almak için çalışıyoruz. İnsanı cennete götürecek en önemli ibadetler, parada, malda, makamda Müslüman’ca yaşamaktır. Hadis-i şerifte buyruluyor ki: “Doğru tüccar şehitlerle haşrolacak.” Her Müslüman şehit olmak ister. Bunun da en kısa ve kansız olan yolu, doğru tüccar olmaktır. Zekât vermek farzdır. Zekât ibadetinin sevabına nail olmak için zekât verecek kadar malın olması lazım… Bunun için çalışacağız.

Eskiler ‘Bir lokma bir hırka’ demişler; adeta fakirliği yüceltmişler, sanki dünyayı terk etmişler.” deniyor. Peygamberimiz ve sahabenin hayatından anladığımıza göre Müslümanlar para kazanacak fakat bencillikten kurtulacak; akrabalarına, komşularına, milletine yardımcı olmaya çalışacak… Bilhassa gerçekten zengin olan dindarların bu meseledeki sorumluluğu daha büyük! “Devlet, ülkenin kalkınmasında gerekeni yapamıyor!” demek yerine, kolları sıvayıp İslamî hizmetlerin, adam yetiştirmenin peşini kovalayacak… Meyveli ağaçlar meyvesini yemiyor, başkasına ikram ediyor.

Yıllar önce alim, arif bir şahsa sormuştum; “Hocam, mü’minle kâfirin tarifini yapar mısınız?” İki dizinin üzerinde doğruldu, “Evladım, ben beni düşünür, sen de seni düşünürsen, olur gâvurluk… Ben seni düşünür, sen de beni düşünürsen, olur Müslümanlık.” dedi…

Bir lokma bir hırka” düşüncesi Osmanlı İmparatorluğu gibi bir cihan imparatorluğunun içinde olabilir. Binlerce insan milleti, devleti en üst noktaya taşırken bazı şahıslar da fakir bir hayatı tercih edebilir. Fakat Müslümanların geri kaldığı zamanda bu hayatı tercih etmek ve savunmak ihanet olur. Dünya herkese terakki dünyası, bize tedenni dünyası olamaz. Müslüman ülkelerin genel durumuna bakarsak, imanın sadece kalplerde kaldığını, zahire çıkmadığını görürüz. Çabalarımız ibadete dönüşmeli. Karganın ağzından düşen cevizi yeşerten Allah, elbette ki bizim çabalarımızı da boşa çıkarmayacaktır…

Başkası ne yapıyor?” demeden önce, “Ben ne yapacağım?” demelidir. İnsanın insana üstünlüğü yoktur; insanları başarıya götüren, meziyet ve prensiplerdir.

Ben ne yapacağım, sorusuna dört prensiple cevap buldum:

1) Maddi olarak kimseye muhtaç olmayacak duruma gelmek

2) İlmimi artırmak

3) Kimseyi tenkit etmemek

4) Borçlanmamak

Hayatımın kalitesini böylece artırdığımı söyleyebilirim…

Hekimoğlu İsmail / Zaman

Kozmik Varlıklar, Güzel ve Musiki

Evrenin kozmik düzeninden dolayı bütün bir evren bir beste bir musiki olarak değerlendirilir.

Bediüzzaman

 “Bütün kâinat ulvî bir mûsikîdir;

 imân nuru işitir ezkâr ve tesbihleri.

Zîrâ hikmet reddeder tesadüf vücudunu;

 nizam ise tard eder ittifak-ı evhamsâz”

 Antik dönem estetiği musikiyi kabul eder ama

 Bediüzzaman ona fonksiyonellik ve ilahi bir nizamın onları notalar haline getirmesi ile mümkün olan bir musiki gözüyle bakar, bunu hissetmenin ise ancak iman nuru ile mümkün olduğunu belirtir.

Fonograf sesleri tespit ederek istenildiğinde kullanılmasını sağlayan makine, 1887 yılında Edison tarafından icad edilmiştir. Daha sonra yerini gramofon ve diktafona bırakmıştır.

Bediüzzaman ondan hareket ederek insanın ve kâinatın musikisine dikkat çeker

”Hem meselâ, mâhir bir san’atperver, maharetini göstermeyi sever bir usta, güzel, plâksız konuşan fonoğraf gibi bir san’atı icad ettikten sonra, onu kurup tecrübe ediyor; gösteriyor. O san’atkârın düşündüğü ve istediği neticeleri en mükemmel bir tarzda gösterse, onun mûcidi ne kadar iftihar eder, ne kadar memnun olur, ne derece hoşuna gider; kendi kendine “Bârekâllah” der. “

 Bu anlattığı şahıs bu aleti icad eden Edisondur.

“İşte, küçücük bir insan, icadsız, sırf sûrî bir san’atçığı ile bir fonoğrafın güzel işlemesiyle böyle memnun olsa; acaba bir Sâni-i Zülcelâl, koca kâinatı bir mûsıkî, bir fonoğraf hükmünde icad ettiği gibi, zemini ve zemin içindeki bütün zîhayatı ve bilhassa zîhayat içinde insanın başını öyle bir fonoğraf-ı Rabbânî ve bir mûsıkà-i İlâhî tarzında yapmış ki; hikmet-i beşer, o san’at karşısında hayretinden parmağını ısırıyor

Mânâsız bir eğlence hükmünde olan fonoğraf işlettirmek, güvercinlerle oynamak, mektup postacılığı yapmak, papağanları konuşturmaya bedel, en hoş, en yüksek, en ulvî bir eğlence-i mâsumâneye çalış ki, dağlar sana Dâvudvârî birer muazzam fonoğraf olabilsin ve hava-i nesîminin dokunmasıyla eşcar ve nebâtâttan birer tel-i mûsıkî gibi nağamât-ı zikriye kulağına gelsin ve dağ, binler dilleriyle tesbihât yapan bir acâibü’l-mahlûkat mahiyetini göstersin “

 Bütün canlılar bir fonograf gibi sesleri almakta ve yeri geldiğinde kullanmaktadır.Koca kainat bir musiki aletine çevrilmiştir. Bütün canlılar ve özellikle insan da fonograf özelliği göstermektedir. Bediüzzaman kainatı ve bütün  varlıkları bir büyük musiki aletinin şubeleri gibi görür.

Zat-ı Hayy-ı Kayyuma Karşı Takdim Edilen Teşekkürat

 Bediüzzaman klasik musiki ve özellikle tekke  musikisinin aleti olan neyin sesini de semavi ve yüce bir musikinin sesi olarak görür.

Hazreti Mevlana da ünlü Mesnevi’sinin ilk on sekiz beytinde neyin sesinin ayrılıkların sesi olduğunu anlatır.

Bediüzzaman da benzer ve farklı yorumlar yapar. “İşte o neyler, semâvî, ulvî bir mûsıkîden geliyor gibi sâfî ve müessirdirler. Fikir o neylerden, başta Mevlânâ Celâleddin-i Rumî olarak bütün âşıkların işittikleri elemkârâne teşekkiyât-ı firâkı işitmiyor. Belki, Zât-ı Hayy-ı Kayyûma karşı takdim edilen teşekkürât-ı Rahmâniyeyi ve tahmîdât-ı Rabbâniyeyi işitiyor”

Hazreti Mevlana’nın metninde ayrılıktan şikâyet varken Bediüzzaman kendi tespit ettiği neyin Allah’a teşekkür ve hamd olduğunu söylüyor.

Bütün memlekette yaşasınlar ve teşekkürler ile bir terhisât-ı umumiye şenliği görüyor. Hem tekbir ve tehlîl ile mesrurâne ahz-ı asker için bir davul, bir musiki sesi işitiyor

Bir önceki izahını daha açık bir dille ifade eder. Burada kâinat bir ilahi bir musiki ve yeni bir imaj olarak fabrika telakki edilir.

Buradaki izah öncekine kıyasla yeni unsurlar kazanmıştır. Orada sadece fonograftan hareket eden Bediüzzaman buraya fotoğraf, fabrika, telgraf gibi icadları da alır.

Bediüzzaman fennin icadlarını yorumlarında kullanır. Sinematograf, fonograf, fotograf, telsiz, telgraf gibi.

“Hem meselâ bir mahir san’atkâr, plâksız bir fonoğraf yapsa, o fonoğraf istediği gibi konuşsa, işlese, san’atkârı ne kadar müftehir olur, mütelezziz olur, kendi kendine Maşallah der.

 Madem icadsız ve sûrî bir küçük san’at, san’atkârının ruhunda bu derece bir iftihar, bir memnuniyet hissi uyandırırsa, elbette bu mevcudatın Sâni-i Hakîmi, kâinatın mecmuunu, hadsiz nağmelerin envâıyla sadâ veren ve ses verip tesbih eden ve zikredip konuşan bir musiki-i İlâhiye ve bir fabrika-i acibe yapmakla beraber; kâinatın herbir nevini, herbir âlemini ayrı bir san’atla ve ayrı san’at mucizeleriyle göstererek zîhayatların kafalarında bir fonoğraf, bir fotoğraf, birer telgraf gibi çok makineleri, hattâ en küçük bir kafada dahi, yapmakla beraber; herbir insan kafasına, değil yalnız plâksız fonoğraf, birer aynasız fotoğraf, bir telsiz telgraf, belki bunlardan yirmi defa daha harika, her insanın kafasında öyle bir makineyi yapmaktan ve istediği tarzda işleyip neticeleri vermekten gelen iftihar-ı kudsî ve memnuniyet-i mukaddese gibi mânâları ve rububiyetin bu nevinden olan ulvî şuûnâtı, elbette ve herhalde bu faaliyet-i daimeyi istilzam eder. “

Bediüzzaman tüm varoluşun güzelliğinden bahseder.

Kâinat ve evren “meşher-i sun-i Rabbanidir”. Dolayısıyla her şey güzeldir. Onda evren imgesi bütün hayatını kuşatan bir hâkim noktadadır. Yüzlerce cümlesi kâinat diye başlar, kâinat konusundaki fikirleri araştırma konusu olabilir. Kâinat sayı, ağırlık ve ölçü ile yaratılmıştır. Bediüzzaman büyük bir kâinat seyircisi olmak sıfatıyla hep ölçü ile bakar, matematiksel oran ve simetri ile kâinatı yorumlar. Bütün evren yorumları estetik bir kavranıştır. Mutlak güzelliğin yansıdığı kâinat Platondan beri bir gelenektir. Bediüzzaman bu mutlak güzelliğin yansıması imgesine yenilikler getirmiştir, bunun araştırılması lazımdır. Çünkü mutlak dinin ve felsefenin ve kelamın temel meselelerinden biridir, Bediüzzaman’ın mutlakın kavranma ve ifadesi konusunda büyük bir yenilikçidir.

Platon’un evren imgesi ile karşılaştırmak zor iş ama Bediüzzaman evren imgesine farklı şeyler getirmiştir, bu imge okunursa görülür,

“Çünkü bu dünya ölümlü ve ölümsüz canlıları alıp onlarla dolarak, öyle güzel görülür bir varlık haline gelmiştir ki,  kendinde tüm görülebilir şeyleri toplar, kavranabilirliğin imgesi, duyulur Tanrı’yı gösterir. Yaratıklar içinde en kusursuz olan semadır”( Timaios .92)

Azamet ve Celal Sahibi Güzel

Sadece güzel kelimesini bin beşyüze yakın kullanan bir şahıs, hüsün, hasen, muhsin, tahsin, cemal, cemil, kemal, haşmet, celal, insicam, kelimelerini binleri aşkın kullanmıştır, o olayların hikemi tarafının arkasından estetik tarafını görür, hikmetle bağlar, güzellikle hayran eder. Güzellikle hikmeti birleştirir. Sani-i Hakîm de hikmetle güzelliği sanatla birleştirirken, Sani-i Zülcelâl ile haşmetli sanatçı imajını kullanır. En çok bunlarla düşünür. Bir de cemil-i Zülcelâl’ı kullanır. Azamet ve celal sahibi güzel!

Dünya Herşeyden Daha İyi ve Daha Güzel

Ortaçağ sanatı dünyanın güzelliğinden bahseder ama güzellik kendi başınadır.

Çiçero “ Tüm şeyler arasında  hiçbir şey dünyadan daha iyi ve daha güzel  değildir”

 Bir başkası yine dünyadaki güzelliği anlatır. “ evren güzelliğin bitmez tükenmez yayılışı, güzelliğin her yanı kaplayışının yüce bir tezahürü, harikalıkların göz kamaştırıcı çağlayanı olarak belirir, en temel güzele güzellik onun tarafından tüm varlıklara  her birinin ölçüsünce  bolca bağışlandığı için  güzellik denmiştir, o her şeydeki uyumun  ve görkemin  nedeni olarak herkese ışık bıçiminde  kaynak ışının  güzelliğini veren yayıntılar döker ve her şeyi kendinde toplar.”(Eco 37)

Bediüzzaman bu özneden koparılmış güzellikleri Allah’a bağlar.

 Kur’an “Fenzur ila asari rahmetillahi ..” bak Allah’ın merhametinden doğmuş, bize olan merhametinin tezahürü olan güzelliklere “ diyor.

 Bu bir genel bakıştır. Bu kadar harika güzellikleri yaratandan bağımsız yorumlamak yaratanı incitmez mi ?

Bir tablonun sanatkarını görmezlikten gelmek sanatçıya nasıl bir hakarettir.

Bazıları da Allah’a bağlantılı düşünür.

 John Stotus Eriugena ,” Tanrı’nın ve onun dile getirilmez güzelliğinin  ideal  ve bedensel güzellikler aracılığıyla  vahyi olarak bir kosmos kavrayışı geliştirecektir,

Eriugena ‘nın bu kavrayışında Tanrı’nın vahyi olağanüstü bir birlik içinde  bir araya getirilmiş  tüm yaratının benzer ve benzer olmayan şeylerin, tür ve biçimlerin uyumunun  tözsel ve ilineksel  nedenlerin  farklı düzenlemelerin  güzelliğine nüfuz eder. Evren çok sesli bir temadır. Evrenin zarafetini ve ihtişamını düşündüğünde  onun çok güzel  bir neşideye benzediğini  ve çeşitlilikleri sayesinde , harika bir ahenk içinde  olan diğer mahlukatın  olağanüstü bir sevinç konseri  olduğunu göreceksin”(Eco 37)

Cehennemin Maddeleri ve Cennetin Münasip Maddeleri

     Kâinat ölçeğinde düşünen ve yorumlayan adam, yüzlerce yerde Kâinat diye başlar, küçük dünyamızın küçük mekânları ve küçük dertleriyle küçüldüğümüzde o kâinat ölçeğinde düşünür, kâinatın bir yerinde kendine bir mekân bulmuş oradan bütün dünyaya bakar. Kâinat ölçeğinde bir kıyamet tasviri

“Şu kâinatın eczâları dakîk, ulvî bir nizam ile birbirine bağlanmış; hafî, nâzik, latîf bir râbıta ile tutunmuş ve o derece bir intizam içindedir ki, eğer ecrâm-ı ulviyeden tek bir cirm, kün emrine veya “Mihverinden çık” hitâbına mazhar olunca, şu dünya sekerâta başlar. Yıldızlar çarpışacak, ecrâmlar dalgalanacak; nihayetsiz fezâ-i âlemde, milyonlar gülleleri, küreler gibi büyük topların müthiş sadâları gibi vâveylâya başlar. Birbirine çarpışarak kıvılcımlar saçarak, dağlar uçarak, denizler yanarak, yeryüzü düzlenecek. İşte, şu mevt ve sekerât ile, Kadîr-i Ezelî kâinatı çalkalar, kâinatı tasfiye edip Cehennem ve Cehennemin maddeleri bir tarafa, Cennet ve Cennetin mevadd-ı münâsibeleri başka tarafa çekilir; âlem-i âhiret tezâhür eder”(Sözler)

Meşahir-i deha-yı üdebanın tasvir-i harikuladesi değil mi ?

Bir başka kâinat anlatımı

 “Hem şu kâinatın Sânii, şu kâinatı enva-ı acâib ve zînetlerle süslendirmek sûretinde yapması ve zîşuur mahlûkatını seyir ve tenezzüh ve ibret ve tefekkür için ona idhâl etmesi ve muktezâ-i hikmet olarak onlara o âsâr ve sanâyîinin mânâlarını, kıymetlerini ehl-i temâşâ ve tefekküre bildirmek istemesine mukabil, en âzamî bir sûrette cin ve inse, belki ruhânîlere ve melâikelere de Kur’ân-ı Hakîm vâsıtasıyla rehberlik eden, yine bilbedâhe o zâttır.”(Sözler)

Tiyatro gibi bir cümle, kainatın sanii demiyor ş   u    kainatın sanii, şu işaret demek kapalı mekanda söylenmemiş bir söz, açık mekanda söylenmiş bir söz, şu kainatın her şeyi sanatlı yaratan sanatçı ilahı , yine  şu kainatı diyor ,  acaipliklerin acaip derecede güzelliklerin bütün çeşitleriyle ziynetlerle süslendirmiş şu kainatı , sonra şuurlu mahlukatını  s e y i r , t e n e z z ü h  ve    i b r e t  ve t e f ek k ü r için ona idhal etmesi , bakın bu kadar güzelliklerle özenerek bu evi size yaptım

Seyredin

Tenezzüh edin

İbret alın

Tefekkür edin

Hakikaten biz bunları yapıyor muyuz, hayatımızın yüzde kaçı seyir tenezzüh ibret ve tefekkür  için  geçiyor. Bu hay huy i çinde nasıl bu manalara bu yaşam tarzına adapte olmak, ne garip bir durum.

Hüdayi

Ehli dünya dünyada                      Beyhude hevayı ko

Ehli ukba ukbada                         Hakkı bula gör yahu

Her biri bir sevdada                     Hüdayiyem sözüm bu

Bana Allah’ım gerek                   Bana Allah’ım gerek

Sonra bir peygamber geliyor, güzel yaratılmış bu kâinatın anlamlarını Seyircilere izah ediyor. Seyirciler kimler,  e h l i  t e m a ş  a ,  ve  t e f e k  k ü r Şimdi  biz ehli temaşa ve  tefekkürüz , öyle mi hadi öyle olsun . Bediüzzaman’ın çizdiği portreyi doldurmak ne kadar zor. Milletiyle övünen , serveti ile öğünen, debdebesi ile övünen ehl i……. A     h     i   …… r e t Kelime de bizim kalbimiz ve ilgilerimiz gibi bölünmüş.

Yine kainat ölçeğinde düşünen , gören  bir yorum

 “Feyâ sübhânallah! Şu kâinatta zerreden şemse kadar bütün mevcudât, taayyünâtlarıyla, intizamâtıyla, hikmetleriyle, mîzanlarıyla Sâniin ihtiyârını gösterdikleri halde, şu kör olası felsefenin gözü görmüyor “(Sözler)

Felsefenin körlüğüne kör olası felsefenin gözü görmüyor diyor.

Bediüzzaman kainatın güzelliklerinden bahsederken  sayı, ağırlık, ölçü, boyut, biçim , oran ve düzene vurgu yapar. Hikmet, adalet, hakem ve daha birçok  isimlerinin gereğidir bu tespitler. Varlığı birden bütüne ,bütünden bire bir yorumla değerlendirir, farklı şartlarda eş anlamlar ve  eş fonksiyonlara vurgu yapar. Yani evrenin farklı nesnelerden meydana gelen bir armoni olduğunu öne sürer.

Kur’an Armonisi Büyük Bir Eser Olacak  Keyfiyettedir

 Kur’an’ın da birçok ayeti bu farklı unsurlardan kurulan mantıklı yapıyı nazara verir. Bu  farklı unsurlardan ortaya şuurlu varlıklar  çıkaran evrenin armonisi aynı zamanda farklı notalardan farklı sesler çıkarıp ortaya bir musiki eseri çıkarmak gibi bir misyona da sahiptir.

Allah birbiri ile fizik ve fonksiyon olarak farklı olan bu varlıkları birlikte bir gaye uğrunda çalıştırır, bir klavyedeki farklı notalardan bir beste çıkaran bir bestekâr gibi kâinat musikisini işletir. Kur’an da bu farklılıklardan oluşan Kur’an armonisi büyük bir eser olacak keyfiyettedir. Bazı örnekler aldım.

“O Rabbinize ki yeryüzünü size bir döşek, göğü de bir kubbe yaptı. Gökten yağmur indirip, onunla size rızık olarak çeşitli mahsuller çıkardı. Öyleyse siz gerçeği bilip dururken sakın Rabbinize eş koşmayın.” (Bakara 22) Yer , gök, su ve ürünler farklı olaylar ve nesneler ama aralarında farklılık yok .

“ O’dur ki yeryüzünde bulunan her şeyi sizin için yarattı. Sonra iradesi yukarıya yönelip orayı da yedi gök halinde sağlamca nizama koydu. O her şeyi hakkıyla bilir. (Bakara 29)

“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün sürelerinin değişmesinde, insanlara fayda sağlamak üzere denizlerde gemilerin süzülüşünde, Allah’ın gökten indirip kendisiyle ölmüş yeri canlandırdığı yağmurda, Ve yeryüzünde hayat verip yaydığı canlılarda, rüzgarların yönlerini değiştirip durmasında, gökle yer arasında emre hazır bulutların duruşunda, Elbette aklını çalıştıran kimseler için Allah’ın varlığına ve birliğine nice deliller vardır.”(Bakara 164)

Düşünüp İbret Almak

“O’dur ki, rahmeti olan (yağmurun) önünden müjdeci olarak rüzgârlar gönderir. Nihayet bu rüzgârlar o ağır bulutları hafif bir şeymiş gibi kaldırıp yüklendiklerinde, bakarsın Biz onları, ekinleri ölmüş bir ülkeye sevk eder, derken oraya su indiririz de orada her türlüsünden meyveler, ürünler çıkarırız.İşte ölüleri de böyle çıkaracağız. Gerekir ki düşünür ve ibret alırsınız.”(Araf 57)

“ O’dur ki Güneş’i bir ışık yaptı. Ay’ı da bir nûr kılıp, ona birtakım konaklar tayin etti ki yılların sayısını ve vakitlerin hesabını bilesiniz.Allah, bunları boş yere değil, ancak hikmet uyarınca, sabit bir gerçek olarak yaratmıştır.Bilip anlayacak kimselere Allah âyetleri böylece açıklar. Gece ve gündüzün sürelerinin değişerek peşpeşe gelmesinde,Allah’ın göklerde ve yerde yarattığı bunca varlıklarda, elbette Allah’ı sayıp kötülüklerden sakınacak kimseler için nice deliller vardır. “(Yunus 5-6)

Düşünen Topluma Açıklayıcı Ayetler

“Bu fani dünya hayatı bilir misiniz neye benzer?Tıpkı şuna benzer: Gökten yağmur indiririz, derken o yağmur sebebiyle, insanların ve hayvanların yiyerek beslendikleri bitkiler bol bol yetişir, ağ gibi etrafı sarar.Yeryüzü renk renk, çeşit çeşit meyve ve mahsullerle süslenir, bahçe sahipleri de o ürünleri devşirmeye giriştikleri sırada, geceleyin veya gündüzün birden emir çıkarırız, bir afet gelir, söküp biçer.Sanki daha dün, o şen manzara, orada hiç olmamış gibi olur…İşte Biz düşünüp ibret alacak kimseler için âyetleri, delilleri böyle ayrıntılı olarak açıklarız.” ( Yunus 24)

“ Allah O’dur ki gökleri, sizin de görüp durduğunuz gibi, direksiz yükseltti. Sonra da Arşının üstünde kuruldu.Güneşi ve Ay’ı hizmet etmeleri için sizin emrinize verdi. Bunlardan her biri belirli bir vakte kadar dolaşmaktadır.Bütün işleri O yönetir. Âyetleri size açıklar ki Rabbinize kavuşacağınıza iman edesiniz. Hem O’dur ki yeri yaydı. Orada sağlam dağlar yükseltti, ırmaklar akıttı. Her meyvenin içinde iki eş yarattı.Sürekli olarak geceyi gündüze bürüyüp duruyor. Elbette bunlarda, iyice düşünen kimseler için, alacak nice dersler ve ibretler vardır. “(Rad 2-3)

    Güzel varlıklar içinde en güzel olanlardan biri ve en önemlisi güneştir. Çünkü güneş göğün en  nazlı varlığı ve nazenin nesnesidir. Ama onun renkler ve ışınları vasıtasıyla güzelleştirdiği canlıları neden güzelleştirmek istediği konusundaki zorunluluğu ve merhameti düşünme özelliği yoktur , o halde güneş bir güzelleştiren ve merhametli birinin perdesidir.Bulut da o semada şifalı , tatlı , güzel bir şerbetçidir.İnsanların ihtiyacına koşar.

  Allah yarattığı şeyleri en güzel mertebede yaratır, hiç kimse

 Allah’ın yarattıklarını daha güzel olarak  düşünemez. Varlığın biçim ve fonksiyonları hiçbir zaman onun ihtiyaçlarına cevap  veremeyecek derecede olmamıştır. O bir insanın bütün ihtiyaçlarına cevap verecek zaman, mekân ve boyutta kapsamlı yaratmıştır her şeyi özellikle insanı.

Prof. Dr. Himmet Uç