Kategori arşivi: Yazılar

O Çocuk, işte bu Çocuk!..

2012-2013 Eğitim-Öğretim yılı için start verilmiş, öğrenciler sıralarına oturmuştu.

Yeni bir mesleğin heyecanı ve gelecekte karşılaşmaları muhtemel yaşantının hayali ile doluydular…Cıvıl cıvıl hayat dolu bu gençleri bekleyen, kim bilir ne tuzaklar sipere yatmış bekliyordu.

Öğretmenleri birer birer derse giriyor ve kendilerini tanıtarak okutacakları dersin içeriğiyle ilgili açıklamalarda bulunup kendilerini tanıtıyorlardı.

Geriye dönüp baktıklarında, daha hayatın başından beri birkaç kare resmin kayıtlara geçtiğinden habersiz görünüyorlardı. Dört (4) lerden bir kaçı geride kalmıştı. Gözlerde umutlu bakışlar, gönüllerinde doldurulması gereken boşluklar vardı. Hafızalarında dizayn edilip, tashih edilmesi gereken çok şey belliydi. Hayattan, gelecekten, öğretmenlerinden beklentileri çoktu.

Seçmeli dersler arasında yer alan Siyer dersiyle birlikte Din Kültürü ve Ahlak bilgisi dersini vermek üzere beyaz önlüğüyle kapıyı açıp içeri giren mütebessim bir çehre ile karşılaştılar:

-Selamün aleyküm…

Ayakta saygı ile selama karşılık verdiler hep bir ağızdan:

-Aleykümüsselam…

-Buyurun, oturun lütfen.

Hepsi heyecan ve merakla öğretmenin yüzüne bakıyorlardı. Acaba kimdi ve neler söyleyecekti? Derse giren ve daha yeni tanışacakları her öğretmen, onlar için bir umut, bir mesajdı. Kim bilir, nasıl bir tarz ve yöntemle karşılaşacaklardı.

Kendini tanıtarak söze başladı Öğretmen. Ve hemen arkasından; yeni okullarının, gelecekteki mesleklerinin, tüm hayat karelerinin bereketli, feyizli, başarılı, sağlıklı olmasını, dünya hayatlarında olduğu gibi, ebedî hayatlarında da mutlu ve umutlu olmalarını temenni edip güzel dilekleri peş peşe sıraladı.

Ruhlar aleminden başlayan bir yolculuk serüveninin şifrelerini anlattı. İnsanoğlunun nereden, niçin ve nereye doğru bir yolculuk yapacağından bahsetti. Biraz da nabızlarını tutmaya, fıtratlarına, masum/temiz dimağlarına hitap etmeye çalışıyordu. Anlattı, anlattı, zaman zaman sorular sordu, parmak kaldıranlara konuşma fırsatı verdi. Aktif metodla sınıfı diri, zinde ve derse karşı merak modunda/frekansında tutmak istiyordu. Geçmiş birikim ve tecrübesini doyasıya kullanıyordu.

Tam o sırada bir öğrencinin ağladığını gördü.

-N’oldu kızım, neden ağlıyorsun?

-Çok duygulandım hocam! Şiir gibi anlatıyorsunuz!…

Öğretmen, yıl boyu vereceği mesajların ipuçlarını vermişti öğrencilere. Kartviziti, Allah’ın (c.c) bahşettiği zenginliklerle doluydu. Eğitimci, İlahiyatçı, Yazar.

Öğrenciler daha fazlasını merak ediyorlardı. Yazdığı kitaplardan dersiyle alakalı (gerçi hepsi ilgiliydi) “İlâhî Rahmet Hazret-i Muhammed (S.A.V)” ismini taşıyan kitap masanın üzerindeydi. Kitabın üzerindeki yazar adıyla öğretmenlerinin ismi aynıydı. Anlamışlardı Ona ait olduğunu. Ama daha fazla bilgi edinmek istedikleri belli oluyordu.

Öğretmen, ibretli bir hikâye ile o günkü dersi noktalamak istedi:

“Ana dolumuzun bir köyünde hayata gözlerini açan bir çocuk varmış. Çiftçi bir ailenin çocuğu…Çileli ve fedakâr anne-babanın bin bir emekle büyüttükleri bu çocuk, yedi yaşında kur’an dersine başlayıp on iki yaşında hafızlığı tamamlamış. Bu arada bir müddet de Arapça eğitim almış dönemin meşhur âlimlerinden. Almış almasına da, yaşı gelip 13’e dayanmış. Yani, anlayacağınız, ilkokul çağını geride bırakmış. Dayısı eğitmen olduğu için, özel aldığı dersler sayesinde okuma yazmada oldukça iyiymiş. Kur’an ve Arapça eğitiminin bu husustaki katkısını da göz ardı etmemek lazım. Derken, seviyesini belirlemek, ilkokul diploması almak üzere köyden Şehre gönderilmiş. Beşinci sınıfların bulunduğu bir sınıfta imtihan edilmiş. Seviyesi onlarla aynı bulunmuş. O günün yönetmenliğine göre, tüm beşinci sınıf öğrencileri sene sonunda sınava girerek diplomayı hak ediyorlarmış. Bu çocuk da bunlarla birlikte sınava girip ilkokul diplomasını almaya hak kazanmıştı.

Sevinçle anne-babasına koşarak müjdeyi verdi. Önünde alınması gereken çok yol vardı daha. Peki, bundan sonra ne olacaktı? Hangi okulu, nerede okuyacaktı? Geldiği noktada en uygun olanı İmam-Hatip Okuluna gitmesiydi. Bulunduğu İl’de yatılı bölümü yoktu. En yakın İl’e gitmek durumundaydı. Öyle de oldu. İki arkadaşıyla birlikte yola koyuldular. İlk defa, bulunduğu İl’in dışına çıkıyordu. Tren garında bindikleri süslü faytonun ve atların kaldırım taşlarında çıkardıkları sesler ve ritimler, kulaklarında bir musiki parçası gibi haz veriyordu gönlüne.  Bir tahta bavul, renkli bir sergiye sarılmış bir kat yatak…İlim yolunda atılan  heyecanlı adımlar, çarpan bir yürek. O zamana göre büyükçe bir şehir, geniş caddeler, yüksek binalar…

Okula ulaşmışlardı. Müdür yardımcısının odasındaydılar. İki arkadaşı kaydını yaptırmış, sıra kendisine gelmişti. Müdür yardımcısı Veysel Bey sordu:

-Evladım, senin velin nerede, gelsin de kaydını yapalım.

-Hocam, harman ve iş zamanı olduğu için velim gelemedi.

-Peki, velin kim olacak? diye sordu Hoca.

-Benim velim de siz olun hocam!..diye cevapladı kendinden emin bir biçimde.

Odada olgun bir beyefendi oturuyordu. Müdür yardımcısıyla bakışıp gülüştüler. Çocuğun bu davranışının ve samimi sözlerinin çok hoşlarına gittiği belli oluyordu.

Misafir olarak oturan kişi, şefkatli bir ses tonuyla:

-Veysel Beyciğim, müsaade ederseniz, ben bu çocuğun velisi olmak istiyorum, dedi.

-Hay hay hocam, memnuniyetle, siz istedikten sonra, diyerek takdir ve memnuniyetini ifade etti müdür yardımcısı.

Veli olan zat, öğrenciye dönerek:

-Evladım, cep defterin var mı, varsa ver de, adımı ve adresimi yazayım ki, beni bulabilesin. Artık bundan böyle sorunların ve ihtiyaçların olursa bana geleceksin, tamam mı? dedi.

Çocuk cebinden deftere benzeyen yapraklı bir şey çıkardı. Boş kâğıt parçaları bir araya getirilerek üzerine bir karton kapak geçirilmiş, alt kısmından iplikle tutuşturulmuş bir defterdi bu.

Birbirlerine bakıp tebessüm ettiler. Zaten ayaklarında lastik, başında annesinin ördüğü takkesi vardı. Çocuğun bu halinden çok etkilenmişlerdi. Hayranlık ve şaşkınlıkla seyrediyorlardı, ama belli etmemeye çalışıyorlardı.

Cebinden mürekkepli dolmakalem çıkardı ve deftere yazdı: Ahmet İspir, Yücel İlkokulu Müdürü.

O yıl, pansiyon şartları henüz tamamlanmadığı için, üç arkadaşıyla birlikte eski bir toprak ev kiraladılar. Bir hasır, üç tane hasır yastık, bir gaz ocağı, üç bardak, tencere, tava…O yıl öyle geçti. Gurbet, ana-baba hasreti, çevreye uyum ve diğer problemlerle baş etmeyi başarmışlardı.

İkinci sene pansiyona yerleştiler. İnşaat tam olarak bitirilememişti. Tavandan yağmur damlacıkları damlıyordu, battaniyenin altında ısınmaya çalışıyorlardı. Çok şükür, yine de sığınacakları bir yuvaları vardı. Her ne kadar yemekler yeterli ve doyurucu olmasa da, Allah’ın verdiği helal rızıkla karnını doyuruyordu.

Annesinin reyhanlı yoğurt çorbası ve tereyağlı mantısını özlemiş olacak ki, duygularını şiirle dile getirmişti:

Pırasa çizmeyi çekmiş dizine,

Makarnanın kimse bakmaz yüzüne,

Nohut gider belki aylık izine,

Yüce katındadır sonsuz hazine.

Yıllar gelip geçmişti. Acı tatlı hatıralar, hayatının bir parçasını oluşturmuştu çoktan.

Yedi yıllık okulun beşinci sınıfında, kalan iki sınıfın da derslerini vererek lise tahsilini beş yılda yüz akıyla tamamlamıştı.

Üniversite, arkasından değişik mekânlarda muhtelif görevler bir birini takip etmişti. O çocuk; okuyan, yazan, düşünen, düşündüren, konuşan, kitlelere hitap eden, insan yetiştiren, insana değer veren biri konumundaydı. Ruhu can kafesini terk edinceye kadar da bu kudsî dâvanın, nurlu Kur’ân kervanının kararlı ve azimli bir neferi olmaya söz vermişti. İhlas, şefkat, merhamet, gayret ve fedakârlıkla Sırat-ı Müstakimde yürümek, Kur’ân ve Sünnet çizgisinde sağlam akidenin takipçisi olarak hayat maratonunu tamamlamak istiyordu.”

Hikâye bitmişti. Tam o sırada teneffüs zili çaldı. Öğrenciler şaşkın bir vaziyette satır aralarındaki mesajları çözmeye çalışıyorlardı. Çok etkilendikleri bakışlarından belliydi. Şaşkınlıkları sessizliğe, arkasından da alkış ve takdir çığlıklarına dönüşecekti.

Öğretmen, “Allah’a emanet olun” dilekleriyle kapıya doğru yönelirken noktayı koydu:

“O Çocuk, işte bu çocuk!..”

İsmail Aksoy

Şah-ı Nakşibend Hz.’nin Hazret-i Pir Seyyid Abdulkadir Geylani’den Nakşibend İsmini Alması

Muhammed Bahauddin (K.s.a) Hz.leri’nin, Nakş-i bend ismini alması şöyle olmuştur.

Muhammed Bahauddin Nakş-i Bendi (K.s.a) Hz.leri, yaklaşık olarak Hz. Pir Abdulkadir-i Geylani (K.s.a) efendimizin ahirete irtihalinden 150 küsür sene sonra dünyaya teşrif etmiştir.

Kendisine Pir Abdulkadir-i Geylani (K.s.a) efendimizi şöyle sordular: “Kademi hâzâ alâ rakabeti külli veliyyullahi teâlâ” buyuruyor. (Yani bütün ALLAH’ın (CC) velilerinin omuzları benim ayağımın altındadır) buna ne dersiniz?” Şah-ı Nakş-i Bend (K.s.a) elini göğsüne koyarak şu cevabı vermiştir: “Alâ anî ve basîretî.” (yani başım ve gözüm üstüne) Muhammed Bahauddin (K.s.a) Hz.leri’nin, Nakş-i bend ismini alması şöyle olmuştur: Kendisi anlatıyor:

“Şeyhim Külal bana ismi celal, yani ALLAH (CC) ismini telkin etmişti ve bu isilme meşgul olmamı istedi. Ben de bu ismi çeker, tefekkür ederdim. Lakin isim yalnız dudaklarımda kalır, kalbime bir türlü işlemezdi. İşte bundan dolayı sıkıntı içindeydim ve bir gün sahrada dolaşırken Hızır (a.s) benim hacetimi keşfedip bana: “ey Bahaeddin!” dedi, “sıkılma! elbet senin de derdinin çaresi bulunur.” Ben ona sual ettim: “Benim derdimin çaresi nasıl bulunur?” O dedi ki: “Yeryüzünde tasaffur sahibi büyük bir veli vardır. İsmi Abdulkadir’dir (K.s.a). Türbesi Bağdat şehrinde. Kim O’ndan (K.s.a) hacet dilerse, hacetine yerişir.”

Bunun üzerine Seyyid Abdulkadir’den (K.s.a) istimdat ettim. O esnada Hz. Hızır (a.s) beni Bağdat’a Hz. Pir Abdulkadir’in (K.s.a) yanına iletti ve kendimi bir anda Gavs-ul-azam Sultan Şeyh Abdulkadir-i Geylani’nin (K.s.a) huzurunda buldum. Ve ona derdimi anlattım. “ey alemlerin elini tutucu. Sen benim elimi tut ki, sana el tutucu desinler.” dedim.

O anda Hz. Pir Abdulkadir-i Geylani (K.s.a) bir kere ALLAH dedi ve mübarek elini uzatıp kalbimin üzerine koydu. O anda kalbimdeki sıkıntı gitti ve bana hikmet perdeleri açıldı. Hz. Gavsulazam Abdulkadir-i Geylani (K.s.a) şöyle devam etti: “Ya Nakşbendî âlem, nakşi mârâ begir ki turâ nakşebend güyend…” (yani: ey alemlerin nakşını tutucu. Sen benim nakşımı tut ki, sana Nakş-ı bend desinler) Gözümü göğsüme çevirdiğimde orada bir yazı ile ALLAH ismini okudum ve ismim de Nakş-i Bend oldu.”

Daha sonra Muhammed Bahauddin Nakş-i Bend (K.s.a) Hz.leri, hem kendi türbesinde hem de Pir Abdulkadir-i Geylani (K.s.a) Hz.lerinin türbesinde yazılı olan şu medhiyyeyi söyledi:

Padişahî her düâlem Şahi abdülkadirest

Serveri evlâdı Âdem Şahı abdülkadirest

Âfütabu Mâhitâbi arşı ve Kürsiyyi Âlem

Nûr-i akdes, Nûr-i Âzam Şahi abdülkadirest

Anlamı:

Dünya ve ahiretin padişahı Şah Abdülkadir’dir (K.s.a) –

Evlad-ü ademin (insaoğlunun) serveri, Şah Abdülkadir’dir (K.s.a) –

Güneş, ay, arş, Kürs, Kalem bunların cümlesi-

Nuru Şah Abdulkadir’in kalbinden aldılar.

(kaynak; GIKM.org)

Arif Ağırbaş

arif.agirbas@hotmail.de

https://twitter.com/Arif_Agirbas

İslâmcılık ve Bediüzzaman

“Arap baharı” sürecinde İslâmcılık tartışması başlatılmasını iki sebebe bağlıyorum: (1) Entelektüellerin kendilerini fazla önemsemesine; (2) “Arap baharı”nın bazı Türkiye İslâmcıları için artık bittiği öngörülen İslâmcılık adına yeni bir ümit olarak görülmesine.

Entelektüellerin özellikle Türkiye’de “en küçük” bir tarikatın şeyhi kadar olsun kalıcı tesiri yoktur. Bediüzzaman’ın enfes tesbitiyle, insan vicdanı dört rükünden oluşur ve bu rükünler, ruhun da duyularıdır: Zihin, kalb, irade ve his. Zihnin vazifesi, ma’rifetullahtır; kalbin vazifesi, Allah’ı müşahede; iradenin vazifesi, Allah’a ibadet; hissin vazifesi, Allah’ı sevmektir. Din, vicdanın bu dört rüknüne hitap ve onları tatmin eder. İnsanı, bilhassa Müslüman’ı hareket geçiren, öncelikle kalb ve histir. Batı’da “aydınlanma” denilen ve aklın Din’den kopmasına dayanan akımın ürettiği entelektüelin Müslüman’ı da, bu dört rükünden sadece zihnin bir fakültesi olan teorik akla hitap eder ve genellikle ma’rifetullahtan da yoksundur. Dolayısıyla, entelektüelin bilhassa kitleler üzerinde etkisi yoktur. Oysa İslâmî hareket, kitleler, halk üzerinde yükselir ve peygamberlere ilk inanan, nebevî İslâmî hareketlere ilk destek verenler, halk tabanında yer alan ve dönemlerinin entelektüelleri tarafından “ayak takımı” ve “çöl kafalılar” olarak görülen insanlar olmuştur. Bu gerçeklere rağmen, fikirlerine meftun olan entelektüel, kendisini çok önemser. İslâmcı bir entelektüel, 1980’lerde çıkardığı ve 5000 satan aylık bir dergi ile Türkiye’de bir “İslâm devrimi” yapabileceği ümidindeydi. Bugün, Cumhuriyet Türkiye’sinin en büyük Müslüman entelektüellerinden olan merhum Necip Fazıl ve Sezai Karakoç’un bile arkasında onları nihayete kadar takip edebilecek kaç kişi bulunduğu sorusuna verilecek bir cevap, entelektüelin tesirini görmeye yeter.

Ali Bulaç, “Arap baharı”nın tesiriyle İslâmcılığın ve İslâmcıların etkisini o kadar abarttı ki, konuyu yeni çalışmaya başlayan bir talebenin bile yapamayacağı hataları yapıyor. Meselâ, içinden şiddeti benimseyebilen gruplar da çıkaran İhvan-ı Müslimîn’in temelde şiddeti benimsememesinin Türkiye’de Risale-i Nur hareketi üzerinde bile etkisini olduğunu iddia ediyor. Oysa İhvan hareketinin Risale-i Nur hareketi üzerinde en küçük bir etkisi olmamıştır. 1907’den itibaren her yerde olan Bediüzzaman, ta baştan ve daima “İslâm, dâhilde menfiye alet edilmez.” diyerek, şiddeti kesinlikle reddedip, “müsbet hareket“i esas almıştır. Ayrıca, Risale-i Nur hareketi, 1925’te başlamıştır. İhvan-ı Müslimîn ise, en önemli risalelerin artık yazılmış bulunduğu 1928’de kurulmuştur. Bediüzzaman’ın herhangi bir İhvan mensubunun eserlerini okumuş olması da mümkün değildir. O bakımdan, İhvan hareketinin Risale-i Nur hareketi üzerinde tesiri olduğunu iddia etmek, ancak iki hareketi de tarihi ve temel duruşlarıyla bilmemek demektir.

Ali Bulaç, kusura bakmasın, fakat Bediüzzaman’ı tanımadığını ne yazık ki başka yazılarında da ortaya koyuyor. Meselâ, şöyle yazıyor: “… Geri kalışımızın sebebi dinimiz değil, onu tarihte yanlış anlamamızdır. Bunda gelenek, örf ve âdetler; özellikle tasavvuf, bid’at ve hurafeler; donmuş fıkıh, içtihat kapısının kapanması; Meşşaîlik yerine Eş’arîliğin revaç bulması, Mutezile’nin mahkûm edilmesi, Gazali’nin filozoflara indirdiği ağır darbe; saltanat rejimleri vs. rol oynamıştır. Efgani’den Abduh’a, Akif’ten İkbal’e, S. Ahmet Han’dan Said Nursi’ye kadar neredeyse herkes böyle düşünür.” Bu genelleme, özellikle kendisinde Ali Bulaç’ın iddiasının tam tersini müşahede ettiğimiz Bediüzzaman konusunda o kadar büyük bir hata ki, sadece Risale-i Nurların hiç okunmadığını gösteriyor. Sözü edilen konularla alâkalı 27. Söz, 30. Söz, 29. Mektup gibi Risalelerin hiç okunmamış olması bir yana, Bediüzaman “Eski Said” dediği dönemde dahi Ali Bulaç’ın iddiasını haklı çıkaracak ne bir şey söylemiş, ne de yazmıştır.

Bu kadar büyük maddî hatalar üzerinde yürüyen bir tartışma, bilhassa İslâmcılık adına ne değer ifade eder bilemiyorum.

Ali Ünal / Zaman

Hattab’ın eşeği bile…

LEYLÂ BİNTİ Hasme ve kocası Âmir b. Rebia, ilk Müslümanlar arasındaydı. Leylâ Hatun ve kocası, müşriklerin gösterdikleri baskı yüzünden Hz. Peygamberin Habeşistan’a göç etmelerine izin verdiği sahabiler arasındaydılar.

Onların Habeş ülkesine doğru gitmeye hazırlandığı sırada, Leylâ binti Hasme’nin kocası Âmir, yol esnasında lâzım olabilecek bazı şeyleri almak üzere çarşıya gitmişti. Leylâ Hatun da evinde yol hazırlığıyla meşguldü.

Onları eziyet eden müşriklerin en önde geleni olan Ömer b. Hattab, Leylâ binti Hasme’yi yol hazırlığı yaparken görünce, gelip başucuna dikildi ve kadınları ismiyle hitabı kabalık gören Arap âdetleri uyarınca:

“Ey Ümmü Abdullah!” diye seslendi. “Demek, buradan gidiş var ha?”

Leylâ binti Hasme’nin cevabı sitem yüklüydü:

“Evet! Vallahi, artık Allah’ın yerlerinden bir yere çıkıp gideceğiz. Siz bizi işkencelere uğrattınız ve ezdiniz! Allah bize bir kurtuluş ve çıkış yolu açıncaya kadar, oralarda kalacağız.”

Bu sitemler yüreğine işlemiş olmalı ki, Ömer b. Hattab, ona:

“Allah size yoldaş olsun!” dedi.

Sonra da, dönüp gitti.

Kendisinden o güne kadar hiç görmediği bu yumuşaklık ve yufka yüreklilik, Leylâ Hatunu şaşırtmıştı.

Az sonra, kocası Âmir çarşıdan geldiğinde, kendisini şaşırtan bu olayı ona da anlattı:

“Ey Abdullah’ın babası!” dedi. “Biraz önce Ömer’in bize karşı gösterdiği yumuşaklığı ve yufka yürekliliği, gideceğimize duyduğu üzüntüyü bir görmeliydin!”

Karısının bu ümit yüklü sözleri üzerine, Âmir:

“Sen onun Müslüman olacağını mı umuyorsun?” diye sordu.

“Evet, umuyorum” cevabı alınca da, Âmir kesin konuştu:

“Şunu iyi bil ki, sen Hattab’ın eşeğinin Müslüman olduğunu görünceye kadar o adam Müslüman olmaz!”

Açıkçası, Âmir b. Rebia, “Hattab’ın eşeği dile gelip Müslüman olsa, belki ancak o zaman Hattab’ın oğlu Müslüman olur” demeye getirmişti. Ömer’den gördükleri sertlik ve Müslümanlığa karşı katı yüreklilik, kendisinden böylece ümid kestirmişti.

Gelin görün ki, zaman Âmir’in ‘öngörü’sünü değil, hanımının ‘sezgisi’ni haklı çıkaracaktı. İslâm’ın beşinci yılında eşiyle birlikte Habeşistan’a hicret eden Âmir görmese de, çok değil bir yıl sonra, altıncı yılın Zilhicce ayında bir Cuma günü Mekkeliler Ömer’in Müslüman oluşunu göreceklerdi.

18/11/2005

© 2012 karakalem.net, İsmail Örgen

Hz. Ebu Bekir Sıddık (R.A.) kimdir?

571 Yılında Mekke’de doğdu, Babası Kureyş’in Teym boyundan Ebu Kuhafe Osman, Annesi Sahrin kızı Ümmül Hayr Selma’dır. Asıl adı Abdül Kabe idi müslüman olduktan sonra Hz Muhammed (sav) ona Abdullah adını verdi, ayrıca Atik, Sıddık Yarı- gar sanlarıylada anılır. Müslüman olan ilk erkektir.

Mekke’de Kureyş’lilerin kan davalarına bakardı, daima uygun ve yerinde karar veren bir hakemdi.

Hz Muhammed(sav)’in atalarının dininden başka bir dinden söz ettiğini duyunca Resullulah’ın yanına giderek bizzat

-Ya Ebel Kasım sen kavminin , atalarının dinlerini kınıyor ve yeriyormuşsun öylemi?

Peygemberimiz(sav);

– Ey Ebu Bekir(RA) ben, sana ve bütün insanlara Allah’ın Resulüyüm, insanları bir olan Allah’a davet ediyorum şahadet getir; Deyince Ebu Bekir (RA) hiç irkilmeden, düşünmeden, dili sürçmeden, dolaşmadan Kelime-i Şahadet getirerek Sıddıkiyet makamına giden caddeye girmiş oluyordu.

Müslüman olmadan öncede Peygamber(sav) ile yakın dostluğu vardı, müslüman olunca bu dostluk erişilmez bir dostluğa bürünmüştür.

Zengin bir tüccardı, kırk bin dirheminin otuzbeş binini müslüman olan kölelerin hürriyetini kazanmaları için fidye olarak ödemiştir. Hz Bilal( RA) fidyesinide Hz Ebu Bekir (RA) vermiştir.

Yoğun baskılar neticesinde müslümanlar Habeşistan’a göçtüğünde o Peygamberimiz( sav) yanında kalan bir kaç müslümandan biri idi.

Hz Ebu Bekir (RA) “Allahım! Ahiret günü benim vücudumu o kadar büyütki cehennemde benden başkasına yer kalmasın!” diye dua etmiştir.

Asırlar sonra gelen son asrın müceddidi Said Nursi Hazretleri’de “Bir kişi için cehennemde yanmaya hazırım” diyecektir.


Hz Ebu Bekir Kur’an-ı Kerim okurken ağlardı. (bizlerde ağlayamıyorsak ağlayamadığımıza ağlamalıyız). Hicrette Peygamberimiz(sav)’e arkadaşlık edeceğini duyduğundada sevincinden ağlamıştır.

Üç gün kaldıkları Sevr mağarasına ilk giren Hz. Ebû Bekir (RA) dir, mağarada keşif yaptıktan sonra Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) içeri girmiştir.

Mağarada iken ayağını bir yılan soktuğunda ve ayağı acıdığında o sırada dizine yatıp uyumuş olan Hz. Muhammed Mustafa (sav)’yı uyandırmamak için sesini çıkarmaması, ağlarken Hz. Muhammed’in uyanıp ne olduğunu sorduğunda, “Anam-babam sana fedâ olsun ya Rasûlullah” demesi olayı Ebû Bekir’in Hz. Muhammed’e olan bağlılığının örneklerinden sadece biridir.

Kur’an-ı Kerim’de onun için”İkilerin ikincisi“Vasfı zikredilmiştir.

Hz Ebu Bekir(RA) hayatında hiç içki kullanmamıştır.

Peygamber (sav) insanların iyi huyları üç yüz altmış tanedir, hepsi Ebu Bekir(RA)’da vardır buyurmuştur.

Mescid-i Haram’da Peygemberimiz(sav) ve diğer müslümanlarla birlikteydi. Orada bulunan müşriklere Allah’a ve Resulüne inanıp bağlanmalarının gereğini anlatıyordu, müşrikler ona ve diğer müslümanlara saldırdılar ortalığı alt üst ettiler Hz Ebu Bekir (RA)’i kanlar içinde bırakıp tanınmayacak hale gelene kadar dövdüler ta ki Teyme oğulları gelip Onu yarı ölü vaziyetinde evine götürene dek.

Akşama doğru ancak kendine gelen Hz Ebu Bekir (RA) “Hz Muhammed (sav)nasıl ?” Diye sormuş ve illa görmek istemiştir. Hava kararıp ortalık tenhalaşınca Ümül Cemil ve Annesine dayanarak Resulallah(sav)’ı görmeye gitmiştir. Burada Allah’ın Resulü(sav)’nü görünce kendisine sarılmış, öpmüştür, orada bulunan müslümanları da kucaklayan Ebu Bekir (RA), burada annesinin müslüman olması için Allah Resulü(sav)’nden dua etmesini istemiş,annesi de orada müslüman olmuştur.

Hudeybiye antlaşmasının şartlarının ağırlığını gören sahabeler antlaşmanın yapılmasına taraftar değilken Hazreti Ebu Bekir (RA) Peygamberimiz (sav)’e bağlılığını bir kez daha ortaya koyarak hiç itirazda bulunmamıştır.

Hazreti Ebu Bekir (RA) ak benizli, ince yapılı ,zayıf yüzlü, çukur gözlü ,seyrek sakallı, çıkık alınlı, kuru parmaklı idi. Peygamber(sav)’in emirlerini harfiyen yerine getirmek hususundaki gayretlerini izah etmek adeta imkansızdır.

Hz Ebu Bekir (RA) imanda, amelde, cömertlikte, ihlasta, ahlakta, her yönüyle bütün faziletlerde insanların en üstünüdür.

Bir gün içerisinde oruç tutup, cenaze uğurlayıp, fakir doyurup, hasta ziyaret ettiğinde, Allah Resulü(sav) “Bunlar bir kimsede toplandımı o muhakkak cennete girmiştir.”Buyurdular.

Bedir harbinde oğlu Abdurrahman’la çarpışmak isteyince Allah Resulü(sav) “Sen benim işiten kulağım, gören gözümsün” diyerek çarpışmalarına musaade etmemiştir.

Peygamberimiz(sav)’in ebediyete göçeceğini ilk fark eden, herkesten önce sezen ve göz yaşı döken Sıddık-ı Ekber’dir.

Peygamberimiz(sav) çok hastalandığında namazı kıldırması için Hazreti Ebu Bekir'(RA)i tayin etmiştir.

Kırk bin dirheminin on binini gece, on binini gündüz, on binini gizli, on binini aşıkare tasadduk etmiş. Allah’ın “Mallarını gece ve gündüz ve aşikare sarfedenler işte onlar Rab’lerinin yanında ecirleri sırf kendilerinindir ve onlara korku yoktur ve mahzun değildir onlar” buyurduğu Ayet-i Kerime’nin müjdesine mazhar olmuştur .

Hazreti Ali (RA)’de bu ayet indikten sonra sahip olduğu dört dirhemin birini gece, birini gündüz, birini gizli, birini aleni tasadduk etmiş, niçin böyle yaptığını soranlara “Ayet-i Kerime’nin müjdesine bende mazhar olmak istedim” diye cevap vermiştir.

Hazreti Ebu Bekir (RA), iki yıl, üç ay ve bir kaç gün halifelik yapmış ve islamı sonsuz düzlüğe çıkarma başarısını göstermiştir. Ayrıca, Kur’ân âyetlerinin toplanmasını sağlamıştır. Hz. Muhammed (S.A.V.) zamanında peyderpey inen vahiy, kâtiplerce ceylan derilerine, beyaz taslara, enli hurma dallarına yazıldığı gibi, ashâbın çoğu da Kur’ân hâfızı idi. Ebû Bekir, Zeyd ibn-i Sâbit’in başkanlığında bir heyet teşkil ederek, herkesin elindeki âyetleri getirmesini emretti. Böylece bütün âyetler toplandı ve “Mushaf” meydana getirildi. Bu Mushaf Ebû Bekir’den Ömer’e, ondan da kızı Hafsa’ya geçti ve Hz. Osman zamanında çoğaltılarak Dârü’l-İslam’ın bütün vilâyetlerine dağıtıldı.

Yine; İki yıllık halifelik döneminde iki büyük zafer kazanmış İran ve Filistin O’nun zamanında feth olunmuştur.

Yediği bir zehirli yemeğin tesirinden 63 yaşında 23 ağustos 634 yılında Medine’de ahiret alemine göç etmiştir.

Kızı Hz Aişe’nin ifadesi “Vefat ettiğinde tek kuruş bırakmamıştır.”

Hazreti Muhammed Mustafa(sav) ümmetinin cennete ilk girenlerindendir.

Mubarek naaşı Allah Resulü(sav)’in irtihalinde kullanılan sedye üzerine konulup, cenaze namazını Hz Ömer (RA) kıldırmıştır. Kainatın Efendisi Hz Muhammed( sav )’in göğüsleri hizasına defnedilmiştir.

Kabre oğlu Abdurrahman (RA),Hazreti Ömer (RA),Hazreti Osman (RA) ve Hazreti Talha (RA) indirmiştir.

Allah Rahmet etsin bizleri Şefaatine mazhar etsin amin..

Çetin KILIÇ/LÜLEBURGAZ

www.NurNet.Org

Kaynaklar:

Sevgi kutupları

Kütübü sitte

kimkimdir.gen.tr

Not: Ümmetin Yıldızları ve En Güzel Örnekleri Olan Sahabelerin Hayatları İçin Tıklayınız