Kategori arşivi: Yazılar

Bir Estetik Kategori; Yüce ve Bediüzzaman

Bediüzzaman’ın görme biçimleri

      üzerine bir çalışmadır yaptığımız.

                                             Hüsün Temaşa ve Güzel Kelimeleri

Hüsün, temaşa ve güzel kelimeleri onun kâinata, insanlara, insani olaylara, dini hakikatlere, kozmik olaylara bakışının bir kısmını yansıtır.

Onun görme biçimleri maddi nesnelere dışa bakış türündedir. Dini hakikatlere de bakışları hakikat olduğu için içe bakış tarzındadır.

Onun bakış açısını, görme biçimlerinin teorisini oluşturmak çok zor bir şey, sadece yorum yapamayan bir seyir değil, baktığı şeyin güzellik değerini tartan bir gözü var, güzellik değerini tartarken çirkinlik içinde de olsa o güzellik değerini yine görme biçimi ile güzele bağlayan bir dış ve iç gözü var.

                                            Bediüzzamanın görüş Tarzları

Tek bir görme biçimi yok,

 onun kalbinin,

ruhunun,

dilinin,

 gözünün,

 imanının,

inancının,

 basiretinin

her birinin birer görüş tarzı var.

 Bütün eserlerinde görüş tarzları bunlara bölünebilir.

 Bazen tek bir nesneye bakar, bir arıya, bir ağaca, bir çiçeğe, bir meyveye.

 Bazen birçok şeye birden bakar; güneş sistemine, bitkilere, hayvanlara, insanlara topyekün bakar ve genel görme ve basiret yorumları yapar.

Biz sadece bazı fiillerini takib ettik. Onun bu üç görme tarzının görme örneklerinde bu fiiller kullanılmaz ama verilen örnekler güzel görmelerin örnekleridir.

Mesela umumi faaliyetlerden hareketle intizamı okuma bir toplu bakıştır.

Bu intizamı okuma aynı zamanda intizamın üyeleri arasındaki birlikteliği okuma olduğu için tenasüb yani bir güzellik okumasıdır.

 Bir çiçekteki güzelliği okumak nerede, bu genel fiilleri okumak nerede?

“Madem bu kâinatın heyet-i mecmuasından arzın yevmi ve senevî deveranından ta insanın simasına ve başının duygular manzumesine ve kandaki beyaz ve kırmızı küreyvatın deveranına ve cereyanına kadar külli olsun, cüzi olsun her bir şeyde hikmetli ve dikkatli bir intizam var.” (Şualar)

 Bu bir görme biçimidir ama birçok şey arasındaki ortak değeri görmek tarzında bir okuma biçimidir.

O değer nedir i n t i z a m, intizam güzelliğin en önemli şartıdır.

                                   Yer Küresinde Cereyan Eden Olaylar

Mesela Münacaat isimli eserinde gördükleri büyük oranda nesneler, fiziki olaylardır. Kozmik ve yeryüzü varlıklarıdır. Bunlara tek tek bakıp yorumlar yaptığı gibi onları birlikte de yorumlar, aralarındaki birliği ve vahdeti, düzeni anlatır.

Burada kürede cereyan eden olayları ve büyük nesneleri, hayatımız üzerinde tesirleri büyük olan nesneleri söz konusu eder. Onların intizamlı hareketlerini ve tek tek ve birlikte intizamlarını anlatır, fayda ve hikmetlerini gözler önüne serer.

 Bu yönü ile Münacaat canlı bir estetik dersidir, her gün baktığımız olay ve nesneleri baktığımızdan çok farklı bir şekilde ortaya koyar.

                                İntizam Vahdet ve İnsicamın Yansımaları

Münacattaki güzellikler çiçek, böcek, ağaç, gibi varlıkların hüsün ciheti temaşa yönü değil azametli güzellikler, haşmetli görüntülerin güzellikleridir.

Çünkü bu görüntüler ancak intizam, vahdet, insicamın külli anlamda yansımaları ile mümkündür.

“Semavatta hiçbir deveran ve hareket yoktur ki böyle intizamıyla senin mevcudiyetine işaret ve delalet etmesin.” (Şualar)

Bu semavi bir estetik görüntü ve temaşadır.

“Hiçbir ecram-ı semaviye yoktur ki, semavi varlıklar, sükûtiyle gürültüsüz vazife görerek direksiz durmalarıyla senin rububiyetine ve vahdetine şehadeti ve işareti olmasın.” (Şualar)

Beşeri sanat bu vadilerde yürümemiş, yürüyemez.

Bir tablodaki renkler arasındaki intizam, uyum ve denge nerede, semadaki gezegenler arasındaki intizamın meydana getirdiği haşmetli güzellik nerede?

                                        İlim  Adamlarına Göre : Yüce

Bu eserde

 “Hem bu safi, temiz, güzel gökler, fevkalade büyük ve fevkalade süratli ecramiyle muntazam bir ordu ve elektrik lambalarıyla süslenmiş bir saltanat donanması vaziyetini göstermek cihetiyle Allah’ın haşmet ve azamet ve hâkimiyet gibi yüce güzelliklerini anlatırlar.

 Yüce estetiğin önemli bir kategorisidir:

 Olağan olanı aşan, sıradan olmayan, yüksek durumda olan, ulaşılamayacak kadar yüksekte bulunan, yüksekliğiyle bize korku ve heyecan veren.

Burke Yüceyle ve Güzelle İlgili Fikirlerimizin Kökeni Üzerine Felsefi Bir Araştırma adlı incelemesinde y ü c e y i “ruhun duyabileceği en yüksek heyecan” diye tanımlar. “Herhangi bir biçimde acı ve tehlike fikri yaratabilen yani şu ya da bu biçimde korku duyurabilir ya da korkunç nesnelerle ilgili olan ya da şiddete benzer bir biçimde davranan her şey yücenin kaynağıdır yani ruhun duyabileceği en yüksek heyecanı yaratandır.”

 Yüce, her zaman bizi aşan şeydir, bizim için erişilmez ya da uzakta olan değerdir. O çok zaman doğayla ilgili bir izlenimde kendini gösterir. “Yüceyi biz doğanın bir düşüncesi gibi sezeriz” der Jean Prevot.

 Yüce çok zaman gülünç olanla karşılaştırılır, yüce olan kendisine gülemediğimiz şeydir. “Yüce ile gülünç arasında ve gülünç ile yüce arasında bir adımlık yol vardır” diyerek Th Payne bu iki kavramı birbirine yaklaştırır.

Güzelle yüce arasında her zaman bir yakınlık sezeriz, güzel olanda yüceyi duyuran, yüce olanda güzeli andıran bir şeyler vardır. Yüce gibi güzel de gülünç ile karşıtlaşır. “Güzel tanrısaldır, yüce insanidir” der Theodore Jouffroy.

Amiel’e göre “Güzel yüceden üstündür, çünkü süreklidir ve doymak bilmez; yüce görelidir, geçicidir ve katıdır.”

Theodore Juffroy yücenin temeline kavga kavramını koyar, yüceyi gelişime engelleyenlerle yıkışmakta olan güç diye anlar.

 Voltere göre “İnsan duyarlı değilse her zaman yücedir, kötülük gibi yüce de bulaşıcıdır”.

 Yüce üzerine en geniş ve köklü çalışma Kant’ın 1790’da yayımlanan ünlü Kritik der Urteilskraft (Yargı Gücünün Eleştirisi) adlı yapıtının bir bölümüdür.

 Kant bu yapıtında güzelden sonra yüceyi tartışır, onu da güzel gibi beğeni yargısına bağlar.

Yüce bize hiçbir aracı kavramı gerektirmeksizin doğrudan doğruya haz verir ve bu yanıyla güzele benzer.

 Güzelde sınırlılık belirginken yüce insan kavrayışını aşacak biçimde sonsuza açılır. Bu yüzden sonsuz ve sınırsız yüce anlık ile değil us ile ilgilidir. Her zaman imgelemi zorlayan yüce öznelliğin bir ürünüdür, yani nesneden değil ruhtan gelir. “Tüm duyu ölçülerini aşan ruhun bir yetisinin göstergesi” der, Kant onun için.

 Yüce bazen matematik büyüklük ile bazen da güçlülük ile ilgilidir.

 “Yüksek dağlar karşısında duyduğumuz yücelik duygusu matematiksel, gök gürültüsü karşısında duyduğumuz yücelik duygusu güçseldir.” (Afşar Timuçin, 522-23)

                                    Bediüzzaman ve Kant’ın ‘Yüce’ Görüşleri

Bediüzzaman’ın yüce ile ilgili fikirleri Kant’ın fikirleri ile birleşir. Diğer yüce telakkileri yüzeysel görünürler.

Yüce güzelin çok farklı bir güzellik türüdür.

Sonsuzluğun insanın duyabileceği şekilde ifade edilmesidir.

 Azametli dağların, coşmuş denizlerin, fırtınaların, okyanusların tasviri yücedir. Bediüzzaman tabiat unsurlarını yüce tasarımlarla tanrısal tefekkürlere dönüştürür.

Bediüzzaman dağları iki şekilde anlatır, bunlardan biri Kur’an’daki dağlardan bahseden konular ve ikincisi kendinin dağlardan bahsetmeleridir.

Bediüzzaman’ın Kur’an ile ilgili anlatımları hem estetiğin yüce kategorisi, hem de yüce üslubun tezahürleridir.

Mesela Amme suresinin anlatımı her iki yönlü de -üslup ve estetik- yüce noktasından önemlidir.

 “Sure-i Amme’ye dikkat edilse öyle bir bedi üslup ile ahireti, haşri, cennet ve cehennemin ahvalini öyle bir tarzda gösteriyor ki, şu dünyadaki Allah’ın fiillerini, Rabbani eserleri o uhrevi ahvale birer birer bakar, isbat eder gibi kalbi ikna eder.

Bir iki noktasına işaret ederiz.

Şu surenin başında kıyamet gününü isbat için der:

 “Size zemini güzel serilmiş bir beşik, dağları hanenize ve hayatınıza defineli direk, hazineli kazık, sizi birbirini sever, ünsiyet eder çift, geceyi hab-ı rahatınıza örtü, gündüzü maişet meydanı, güneşi ışık verici ısındırıcı bir lamba, bulutları ab-ı hayat çeşmesi gibi ondan suyu akıttım.

Basit bir sudan bütün erzakınızı taşıyan bütün çiçekli meyveli bütün muhtelif eşyayı kolay ve az bir zamanda icad ederiz.

 Öyle ise yevm-i fasl olan kıyamet sizi bekliyor, o günü getirmek bize ağır gelemez.” (Sözler)

 Allah azametini, icraatının büyüklüğünü ve yüceliğini bu üslup içinde anlatır. Bediüzzaman hem matematik yüceleri, hem de dinamik yüceleri anlatır.

Matematik yüceler insanın denetleyebileceği güzelliklerin güzelliği ve bazen yüceliğidir.

 Bediüzzaman skolâstik bir düşünceyle, mantıkla çelişen dayatmayı, dini hiçbir zaman söz konusu etmez, o analitik bir düşüncedir, o her düşünceyi analiz eder, kolay anlaşılır hale getirir.

 Hatta Bediüzzaman asırlardır çözülememiş sadece söylendiği için inanılmış yüce itikadi bahisleri anlaşılır hale getirmiştir.

Çünkü Bediüzzaman demek, analitik düşünce demektir.

 Kader,

Miraç ve

Haşir konuları yüce konulardır.

İnsanlar bu tür bahisleri anlamakta zorluk çektiklerinden yüce şeyler karşısında kendini küçük gören insan bu bahisleri de olduğu gibi kabul etmiştir.

Çok büyük dehalar ve âlimler bile bu meselelerin yüceliği ve azameti karşısında çaresiz kalmışlardır.

Estetiğin üç değişik kategorisi

Bediüzzaman’da celal, cemal ve kemal olarak yer alır.

 Din insan gözüne çarpan görüntüleri ilahi eylemlere dönüştürür.

Estetik, felsefe ve sanat ise suri bir hayrete ve hazza dönüştürür.

Edebiyat yücelikler ve azamet karşısında yüce üsluplu şiirler söyler, ama din yücelikleri insanı dini eylemlere dönüştürür.

Mükemmel din, insanın şuuru yerine geldikten sonra gördüğü âlemden kendinde meydana gelen değişmeler üzerine kurulmuştur.

Namaz bu üç görüntü ve görüntünün arkasındaki mücerred büyüklük üzerine kurulmuştur, namazda insan bu görüntülere ve arkasına giderek en yüce duruşu sergiler.

Kant, bir yaz, bir dağ evinde ağaçların azametini gördükten sonra yüce denilen estetik kategoriyi hissetmiştir.

Allah insanın sürekli azameti karşısında küçüklüğünü hissetmesi için

 Kur’an’da “Rabbu’s-semavati ve’l-ard” imajını kullanır.

 Bu imaj ile her an gökyüzü ile irtibatlı ve görsel ilişki içinde bulunan insan bu azamet ve yüce ifade karşısında kendi küçüklüğünü hisseder, bu sürekli tekrar ile ona bir azamet karşısında dini bir tavır almayı öğütler.

Güzel, yüce ve yetkinlik karşısında alınan tavır,

Sanatta bir ürperti olabilir ama din sadece ürperti ile yetinmez, çünkü koca semayı ve arzı yaratan ve o azametli küreleri bizim hizmetimize veren, sonra o büyük kütleleri bir fabrikaya dönüştürüp mahsullerini önümüze gıda olarak getiren ve her yaptığını insanın yaşamına endeksli bir mükemmellikle bir kemal ve yetkinlikle yapan ilah sadece bir ürperti ile sanatsal düşünce ile kulunu bırakmaz.

 Ona bu üç görüntü karşısında bir görev biçmiştir.

Sembolik derinlikleri olan, sembolik derinlikleri ezelden ebede kadar uzanan, yaratılışın bütün safhasını, insan hayatının bütün demlerini, Allah ile mantıklı ilişkilerin, duruşların tamamını içine alan, Habibi ile buluşmayı içeren, âlemin ve insanın özeti olan kavram ve tasarımları ihtiva eden bir duruş, öyle bir duruş ki, yok öyle bir duruş dünyada.

 İki duruş var karşımızda yaratılışın binbir endamı ile duruş,

 Bizim onun karşısında bütün ilgilerimizi içine alan duruş.

N a m a z  ve bu iki duruş karşısında yaratılışın iki büyük üyesine insan ve kâinatı kendine has nazarı ile seyret âlemlerin namütenahi azameti olan ilahı, Allah-ı Zülcelâl’ı.

 “Celaline karşı kavlen ve fiilen ‘Subhanallah’  deyip takdis etmek.

Hem kemaline karşı lafzen ve amelen ‘Allahuekber’ deyip tazim etmek.

 Hem cemaline karşı kalben ve lisanen ve bedenen ‘Elhamdülillah’ deyip şükretmektir.” (Sözler)

Üç büyük görüntü var: Celal, Cemal, Kemal.

İşte celal! Yüce insan bu celalin karşısındadır, bu yüzden k a r ş ı kelimesini kullanır Bediüzzaman.

Bir tarafta celal görüntüsü ve görüntünün arka planı metafizik, maverai kısmı, varlığı celaliyle yaratan ama bize celalinin görüntülerini yarattığı azametli varlıklarla gösteren ama azameti arka planda.

Onu ne bilelim ama farklı olduğu denetlenemez olduğu kesin.

 Namazda ayakta durduğumuzda bu celalin, yücenin karşısında saygı ve kabul için dururuz, evet senin azametin ve benim küçüklüğüm, evet senin yüceliğin benim cüceliğim işte ispatı benim duruşum, o azameti gören ve hisseden yürek patlasın, çatlasın, dağılsın, devrilsin.

 Bediüzzaman o duruş esnasında nasıl bir zelzeleye tutulmuş zemin gibi duruyorsa, işte karşı duruş bu, karşı duruş bu. İşte tanrısal ürperti bu, en büyük sanatsal duruş bu!

Allahu ekber bu azamet karşısında ürpertinin zarfı, eğilmek secdeye kapanmak azametin ağırlığına tahammül edemeyen başın istirahat için başını yere koyması, çünkü namaz azamet ve yücelikten küçülmeye doğru giden bir biçimsel tasarım ile kurgulanmış, kurgusu bile mucize, çünkü tasarlayan Allah. Ayakta, eğilmek ve secdede yok olmak, ama asıl var olmak o secde hali.

                                      Allahın Azamet ve Hâkimiyetine Secde

İnsan sadece celal veya yüce görüntüler karşısında Allah’ın azamet ve hâkimiyetini görebilse ama onun dünyasının devamı için gerekli nimetlerden uzak veya onlar onun alanında olmasaydı insan melek olurdu, çünkü meleklerin bizim türümüzden gıdaları yok.

 Onlar celal ve azamet karşısında ayakta, oturarak, secdede karşı tavırlarını meydana koyarlar.

 Ama insan celal karşısında azamet ve heybet karşısında, kâinattaki hayret-nüma faaliyet ve rububiyet karşısında Allah’ın azametini görüp ve düşünüp titreyip, kusurlarından tiksinip ona secde eder, bunun yanında onunla bağlarını nimetler vasıtasıyla devam ettirir, melek değil, yarı melek, yarı insan olur, meleki yanı olduğu gibi insani yanı da vardır.

Demek insan Allah’ın eşyaya yansıyan üç temel görüntüsünü algılayan mekanizmalara sahip, ama diğer canlıların bu mazhariyetleri yok.

Yücenin özelliği sınırsızlıktır, denetlenemezliktir.

 Görüntüsü insanı baskı altında tutan, hatta ezen bir durumdur, onunla insan arasında nispetsizlik vardır.

Güzel bizim idrak ölçülerimizin içine girebilir, ama yüce girmez bizi aşar hayrette, tahayyürde, ibrette, ürpertide bırakır.

Şaşırtıcı ve ürperticidir. Küçüklüğümüzü hissederiz.

Din bu azamet ve haşmeti, ürpertiyi insanı düzene almakta kullanır, çünkü insan şu koca âlemde yerini ancak yüce şeyler karşısındaki düşüncesi ve dalıncı ile hissedebilir.

Hayatın küçük ayrıntısı güzel de olsa insana kendini aşma özelliği vermez. Hayatımıza dönük gözler bizi basit işlerle meşgul eder, basit şeylerle mutlu olmayı hayatını yaşama olarak algılarız.

                                     Allahuekber Tekrarı Günde Kaç Defa

Allah kulunu kurtarmak için, kitabında sürekli yüce şeyleri nazara verir, günde beş defa yüceyi kulaklarımıza üfler, büyük büyük minarelerden, Allahuekber, yani: “Küçük hayatın ayrıntısından başını kaldır şu koca âlemin sahibi en büyük, en büyük ile empati kur, küçülmekten kurtul, bedeninde kaybolma, arzın ve semanın haşmetine bak, o haşmetin arkasında ihata edilmez haşmet sahibini düşün, yücel, yücelere çık!”

Bunu dört defa tekrar eder, günde beş defa dört başta, iki sonda altı eder, beş vakitte otuz kere Allah büyüklüğünü hatırlatır, demek onu hatırlamak hayatımızın vazgeçilmez bir teması.

Bir de kamet verilirken tekrar edilenler altmışı bulur, eğer namazın manası kendisine ülfet edilmeseydi mağrur ve mütekebbir girdiğimiz camiden incelmiş, kaybolmuş, ezilmiş olarak çıkardık.

Samimiyet midir, başka bir şey mi?

 Bu yüzden azametli adam Bediüzzaman, kendine dönük hayatı olmayan adam, bulutlardan, mana bulutlarından, yıldızlarından aşağı inmemiş,

“Dünyada bir hanem yok ki nerede tekkem olacak?” demiş.

 Eserlerini tashih ederken etrafındaki sanat galerisi olan kâinatı seyreder, tashihi unutur, seyirden, azametin karşısındaki seyirden kendini unutur.

Ya sen neyi unutuyorsun?

 Hatırladığın var mı ki?

Din samimi olmaktır,

 Allah’ın huzurunda “samimiyetsiz” hitabına muhatap olan adam, sınavı kaybeden öğrenciye kapıyı gösteren hoca, arabada yer yoksa unutulan adam, “sana yer yok” denilen adam.

  Ayetü’l-Kübra, İkinci Şua, Münacaat, Pencereler, Yirminci Mektup, daha neler?… Hepsi yücenin, hem üslup, hem de estetik yücenin tahtına oturmuş eserler.

 Yüce manalar ve derinlikler içinde yücelere çıkıp cüceliktin kurtulmak işte büyük estetik ders.

On Dokuzuncu Mektup, Yahya Kemal şiirlerinde hep büyük insanları anlatır, büyük hükümdarları anlatır, Yavuz Sultan Selim, Fatih ve başkaları.

Namık Kemal hep büyük adamlara müpteladır, yüce adamların yanından inmez. Selahattin Eyyübi, Fatih, Yavuz, Emir Nevruz, Hugo.

Bediüzzaman büyük adamların yanına karargah kurmuş, eserlerinde empati kurduğu büyük adamlar saymakla bitmez, en büyük insan Hz. Peygamber, o da Mevlana gibi “hak-i pay-ı Muhammed muhtarem” der.

“Eserimi güzel yapan evsaf-ı Muhammedidir” der.

Mucizat-ı Kur’aniye onun en büyük yücenin kitabını anlattığı bir eser, üslubu yüce, anlatımı yüce, estetiği yücenin estetiği.

 Eğer bu yüce konuları ve adamları yıllardır okuyup hala cüce olarak değişmemiş olarak yerinde sayıyorsan, ne kabiliyetinde, ne aklında, ne dünya ile ilişkilerinde bir değişme yoksa sen kendine ne dersen de. “Ne diyeceğini bilirsin tabi” demek de ustalıktır.

Kimse alınmasın; benim, buna muhatab olan.

Alınma alınma adın olsun kalın.

Aç karın yüksek nalın salın ha salın.

Ne olacak senin halin?

Cemil Sena yüceyi anlatır:

“Alain’e göre yüce, dışsal hiçbir varlığa dayanmayan bir umuttur. Ya da herkesin kendi nefsinde bulduğu bir egemenlik ve dayanma gücüne imandır.

 İşte bize bu umut ve imanı veren yücedir.

 Her yüce güzel olduğu halde her güzel yüce değildir.

 Yücede derinlik, bilinmezlik ve büyüklük gibi bazı karakterler vardır.

Güzel ise daima derin, karanlık ve ulu değildir.

Yücede kararlarımızı ve irademizi parçalayan, bu yüzden de acizliğimizi küçüklüğümüzü, hatta faniliğimizi ihtar eden bir yükseklik vardır.

Bunun içindir ki her yüceden bir sonsuzluk izlenimi alırız.

Pascal bu duyguyu iki sonsuzluk karşısında bir baş dönmesiyle açıklar.

 Zira yücede değerler üstü bir şey vardır ki zihin için o esrarlı, bilmeceli, dinsel ve metafizik bir kavram gibi belirir.” (C. Sena, 218)

 Bediüzzaman’ın anlattığı bütün yüce kategoriler bu özelliklere sahiptir.

 Onun temaları, şahısları ve nesneleri büyük oranda yücedir ve yüce bir estetik anlatımla anlatılırlar, üslupları da yücedir.

Bediüzzaman nesneleri yeniden inşa eder.

Nesneler varlık içinde kendi halinde, birbirine yabancı telakki edilir. Bediüzzaman o birbirine yabancı olan varlıkları bir düzen ve yorum içinde ilahileştirir, bir fabrikanın çarkları haline getirir.

 Nesne fiziksel canlı ve cansız varlıkları anlatır.

 Bediüzzaman sadece nesneleri değil nesnelleşmiş, şahsiyet kazanmış vakaları ve hareketleri de yeniden gözden geçirir, onları da varlık içinde yerli yerine yerleştirir. Bütün eserlerinde onun yorum dünyasında bir hakikatı anlatmada veya hakikat penceresinden görünen nesnelerin sayısı çok fazladır.

 Nesneler yüce anlamlara göndermelerde bulunarak büyürler.

“Bu yönüyle estetik bir nesne, estetik yüklemlerin kullanıldığı  cümlelerde, öznenin  gönderme yapabildiği ya da estetik terimlerle tasvir ettiğimiz tecrübelerimize kaynak olabilen şeydir.” (Dabney Tovsent, Estetik Nedir, 103)

Birgün Barla’da gezerken yerdeki iki taşı alır ve;

 “Bak kardeşim hiç biri aynı değil, herkes sanat olarak bağımsız, sahibi de muhtar” der. İşte sıradan telakki edilen taşlara bakış açısında onu bir mana dünyasına, anlamlı ilişkiler, vahdani ilişkiler dünyasına katar.

Nesneler onunla uğraşan kişinin elinde subjektif bir yapı kazanır. Onun verdiği anlama razı olur nesne.

Picasso bir bisiklet oturağını üstüne iki demir ekleyip bir öküze benzettiği şey bir sanat eserine dönüşür, onun subjektif inşa edici kişiliği ona yeni bir yapı kazandırır. Ama Bediüzzaman

nesneleri subjektif değil, objektif ve birbirine bağımlı anlamlar dünyasına katar. O her varlığın bu büyük anlamlar dünyasındaki yerini görür ve yerli yerine koyar ve tasarımın sahibi ile bağını tesis eder.

                                     Yüce Tabirini İlk Kullanan

 Milattan Sonra 213-273 Longinus yüce kavramını ilk defa kullanan olarak kabul edilir. La Bruyere, E. Burke, H. Hume yüceden bahsederler. Mandellsohn ve Sulzer sublime sözcüğünü Erhaben sözcüğü ile Almanca’ya sokarlar. Sonunda Kant gelerek yüceyi güzelin yanında Yargı Gücünün Eleştirisinde bir temel estetik kategori olarak ele alarak onu temellendirir.

Kant’tan günümüze felsefe onun gözüyle bakar yüceye.

Bediüzzaman da İslam tarihinde, İslam felsefesi tarihinde güzelin çok yönlü kategorilerinin hâkim olduğu metinler ortaya koyar. Yüceyi, güzel çirkin ilişkilerini, en çok anlatan şahıstır.

 Ondan önce yüceden bahsedenler varsa da

Bediüzzaman

cemal,

kemal ve

celal gibi

estetiğin üç temel kategorisini eserlerinin çekirdeği yapmıştır.

 Onun eserleri bu üç tezahüre göre düzenlenebilir.

Kant, yüce ile güzeli karşılaştırarak ikisini de izah eder.

 Kant, “Yüce ile güzel ikisi de hoşa gider” der. Bunlar bilgi objeleri değil, haz objeleridir.

Hâlbuki Bediüzzaman güzel ve yüceyi sadece haz objesi olarak kabul etmez, ona göre güzel de yüce de bağlayıcıdır.

 Celaline karşı “subhanallah” demek, yani sen noksanlardan ârisin, biz ise kusur ile mali.

Cemali yani güzelliği hem varlıkların hem de hizmetindeki nesneler ve hizmetçilerin güzelliği elhamdulillahı gerektirir.

Bana bu güzellikler yansımakta ben de onlara karşı farkında olduğumu belli ediyorum.

                                    Bizi Allaha Kulluğa Çağıran Nesneler

 Bütün güzellikler Allah’ın isimlerinin perdelerden geçmiş görüntüleridir, Allah’a çağırırlar, gelip geçici bir haz değildirler.

Bütün varlık azametli bir ilahın emri ile insana koşuyorsa, insan bu azamet ve güzellik karşısında Allah’a koşmalıdır.

 Bediüzzaman sokakta kalmış çocuklar gibi ortada kalmış güzel ve yüceyi Allah’a koşturan zihinsel ve fikri yorumlar icad etmiştir.

“Celaline karşı kavlen ve fiilen

 Subhanallah deyip takdis etmek,

 kemaline karşı lafzen ve amelen Allahuekber deyip tazim etmek,

hem cemaline karşı kalben, lisanen ve bedenen Elhamdülillah deyip şükretmektir.” (Sözler)

 İlahi kudretin nazarının azametine karşı istihsan ve hayretle Allahuekber (Sözler) demektir.

Kant’a göre sadece hazdır.

Güzel ile yüce arasındaki ayrılıkları anlatır Kant:

 Doğada güzel belli bir sınırlamadan ibaret olan obje biçimiyle ilgilidir, yüce ise bu sınırsızlığın objede tasavvur edilmesi bakımından biçimden yoksun bir obje ile ilgilidir.

Öyle ki güzel belirsiz bir zihin kavramının tasviri, yüce ise belirsiz bir akıl kavramının tasviri içindir.

Bizim güzel dediğimiz şeylerde sınırlı bir obje ile karşı karşıya kalırız.

Yüce dediğimiz objelerde biçim yönünden belirsizlik ile karşılaşırız.

 Yaldızlı bir gökyüzü biçimsel yönden sınırsızdır.

 Ufuksuz bir deniz aynı şekilde sınırsızdır.

 Kant’a göre bizi aşan büyüklüklere ve sınırsızlıklara sahip objelere ancak yüce diyebiliriz. (Tunalı, Estetik, 228)

Güneş yüce bir nesnedir, onunla ilgili metinler bir haylidir.

Mucizat-ı Kur’aniye Risalesinde, asırlarca anlaşılmamış, kendisine tapılmış, daha sonra bilim dünyasınca da anlaşılmamış, sistem içindeki yeri karıştırılmış bu büyük ve yüce nesne hakkında yorumlarında onun görevleri ile beraber azamet ve haşmetini anlatır, Allah’ın azamet ve haşmetine, yüceliğine delil yapar.

“Veşşemsü tecri limüstekarrin leha” deki “tecri” kelimesi şöyle bir uslüb-u âliye pencere açar.

Şöyle ki “tecri” lâfzîyle yani “Güneş döner”  tabiriyle kış ve yaz, gece ve gündüzün deveranındaki muntazam tasarrufat-ı ilahiyeyi ihtar ile Saniin azametini ifham eder ve o mevsimlerin sahifelerinde kudret kaleminin yazdığı Samedani Mektuplara nazarı çevirir.

Halık-ı Zülcelal’in hikmetini ilam eder.

 “Veceale şemse siracen” Lamba tabiriyle şöyle bir üsluba pencere açar ki;

 Şu âlem bir saray ve içinde olan eşya ise, insana ve zihayata ihzar edilmiş müzeyyenat ve matumat ve levazımat olduğunu ve güneş dahi musahhar bir mumdar olduğunu ihtar ile

 Saniin haşmetini ve Halik’ın ihsanını ifham ederek tevhide bir delil gösterir ki, müşriklerin en mühim, en parlak mabud zannettikleri güneş, musahhar bir lamba, camit bir mahlûktur.

 Demek “Sirac” tabirinde Halik’ın azamet-i Rububiyetindeki rahmetini ihtar eder. Rahmetin vüsatındaki ihsanını ifham eder ve o ifhamda saltanatının haşmetindeki keremini ihsas eder ve bu ihsasta vahdaniyeti ilam eder ve manen der:

“Camid bir sirac-ı musahhar  hiçbir cihetle ibadete layık olamaz.”

Hem cereyan-ı “tecri” tabirinde gece gündüzün,  kış ve yazın dönmelerindeki acib muntazam tasarrufatı ihtar eder ve o ihtarda Rububiyetinde münferit bir Saniin kudretinin azametini ifham eder.

                                          Kış ve Yaz Sahifesinde Yazılan Satırlar

 Demek şems ve kamer noktalarından beşerin zihnini gece gündüz, kış ve yaz sahifelerine çevirir ve o sahifelerde yazılan hadisatın satırlarına nazar-ı dikkati celbeder.

Evet, Kur’an güneşten güneş için bahsetmiyor. Belki onu ışıklandıran Zat için bahsediyor.

Hem güneşin insana lüzumsuz olan mahiyetinden bahsetmiyor.

Belki güneşin vazifesinden bahsediyor ki

Rabbani sanatın intizamına bir zemberek ve

Rabbani hilkatin nizamına bir merkez hem

Nakkaş-ı Ezeli’nin gece gündüz ipleriyle dokuduğu eşyadaki Rabbani sanatın insicamına bir mekik vazifesini yapıyor.” (Sözler)

Hergün baktığımız güneşin büyük görevlerini ve koca güneşi bize hizmetkâr eden zatın azametini zihinlerimizde takarrür ettirmek için bahseder.

 Dinamik yüce bir varlık nesnesi dağdır.

 Bediüzzaman eserlerinde dağlardan bir coğrafyacıdan daha ayrıntılı olarak bahseder. Onun faydalarını anlatırken Allah’ın hikmet ve azametine delil olmasını da gözden kaçırmaz.

“Ey dağları zemin sefinesine hazineli direkler yapan Kadir-i Zülcelâl.

 Resul-i Ekrem Aleyhissalatu vesselamın talimiyle ve

 Kur’an’ı Hakim’in dersiyle anladım ki:

 Nasıl denizler acaipleriyle seni tanıyorlar ve tanıttırıyorlar.

 Öyle de dağlar dahi zelzele tesiratından zeminin sükûnetine

ve içindeki dahili inkılap fırtınalarından sükutuna

ve denizlerin istilasından kurtulmasına

ve havanın zararlı gazlardan tasfiyesine

ve suyun muhafaza ve iddiharlarına

ve zihayatlara lazım olan madenlerin hazinedarlığına ettiği hizmetleriyle ve hikmetleriyle seni tanıyorlar ve tanıttırıyorlar.

Evet, dağlardaki taşların envaından

 ve muhtelif hastalıklara ilaç olan maddelerin aksamından

ve zihayata hususan insanlara çok lazım ve çok mütenevvi olan madeniyatın ecnasından

ve dağları, sahraları çiçekleriyle süslendiren ve meyveleriyle şenlendiren nebatatın esnafından

hiçbirisi yoktur ki tesadüfe havalesi mümkün olmayan hikmetleriyle, intizamıyla, güzel yaratılışıyla faideleriyle,

 hususan madeniyatın

tuz,

limon tuzu,

sulfato ve

şap gibi sureten birbirine benzememekle beraber, tatlarının şiddet-i muhalefetiyle

ve bilhassa nebatatın

basit bir topraktan çeşit çeşit envalarıyla

ayrı ayrı çiçek ve meyveleriyle,

nihayetsiz kadir,

nihayetsiz hâkim

nihayetsiz rahim ve

 kerim bir saniin vücub-ı vücuduna bedahetle şehadet ettikleri gibi,

 heyet-i mecmuasındaki

vahdet-i idare ve

vahdet-i tedbir ve

 menşe ve

mesken ve

 hilkat ve

sanatça beraberlik ve

 birlik ve

ucuzluk ve

 kolaylık ve

çokluk

ve yapılmakta çabukluk noktalarından

 Saniin Vahdetine ve Ehadiyetine şehadet ederler.” (Şualar)

Münacaat yüce nesneleri yüce bir üslupla ‘yüce’ bir estetik kaygıyla anlatır.

 Bütün eser boyunca bu nesneler sıralanır. Semavat, yıldızlar, güneş, sema boşluğu ve olayları, bulut, şimşek, ra’d, gök gürültüsü, rüzgar, yağmur, feza, arz, hayvanlar, insan, bahir, nehir, çeşme ve ırmaklar, ziynetli cevherler, balıklar, ağaç, nebatat, çiçek ve meyveler, sonra yüce şahıslar enbiya, asfiya ve evliyalar ve peygamberimiz ve Kur’an-ı Hakim.

Felsefe tarihinde ‘yüce’ sanatçıları ve filozofları meşgul etmiştir.

“Lalo yüceyi, trajik ve dramatikle karşılaştırır.

Ona göre trajik edimin, dramatik ise duygunun yücesidir ve yüce de zihnin trajedisidir.

Yüce benliğin kutsal bir bilinmedik önünde emilip yükseldiğini hissettiren şeydir.

Bu bir küçük âlemin, bir büyük âlem içinde erimesidir, latiflik ve güzel bizi yavaş yavaş kendine çekerken yüce duyularımızda olduğu kadar da, bilincimiz, hayal gücümüz ve düşüncemizde sonsuzluğu algılamaktır.

Bu itibarla yüce güzelden nicel dereceler bakımından farklı ve bir bakıma karmaşık ve üstün bir duygudur.

Güzel ne kadar sempatik ise, yüce de o kadar düşündürücü, hatta korkutucu ve küçültücü bir büyüklüktür.

Baş döndürücü bir derinliktir.

Wagner’in dramatik ve sembolik eserleriyle Beethoven’in tanınmış senfonileri, Mimar Sinan’ın Süleymaniyesi büyük ülküler uğrunda yapılmış kahramanlıkları sahneye koyan trajediler ve epik eserler bu türdendirler.” (Cemil Sena, 219)

Estetik tarihinde:

‘Yüce’ mimari yapıların, dini yapıların, tarihe yön veren şahısların ve insanın içinde kaybolduğu büyük tabiat unsurlarının anlatımında kullanılmış.

Bediüzzaman estetiğinde ise yüce kategorisinin en önemli anlatımları ve mana çözümlemeleri analitik bahisler âlemlerin Rabbi olan Allah için sarfedilmiştir.

En büyük O olduğuna göre anlatımların en büyük emek verilenleri de O’na olmuştur.

Yirminci Mektubun ikinci makamı özellikle

Allah’ın eylemlerini birbiri ardınca anlatır, bu eylemlerin hepsi kâinata ve evrene hâkim olan eylemlerdir, birbirinin ardınca sıralanan fiiller âlemleri terbiye faaliyetiyle yöneten bir ilahın özel şuunatı ve işleridir.

 Bediüzzaman anlatımlarını görsel anlatımlarla gözler önüne serer.

 “Şu kâinat yüzünde, hususan zeminin sahifesinde, gayet muntazam bir faaliyet görünüyor.

Ve gayet hikmetli bir hallakiyet müşahade ediyoruz.

Gayet intizamlı bir fettahiyat, yani her şeye layık bir şekil açmak ve suret vermek aynelyakin görüyoruz.

 Hem gayet şefkatli, keremli, rahmetli bir vehhabiyet ve ihsanat görüyoruz.

 Öyle ise bizzarure şu hal ve şu keyfiyet Faal, Hallak, Fettah, Vehhab bir Zat-ı Zülcelal’in vücub-ı vücudunu ve vahdetini isbat eder, belki ihsas eder.” (Mektubat)

Bediüzzaman dört büyük eylem seçmiş

Muntazam faaliyet

Hikmetli bir hallakiyet

İntizamlı bir fettahiyet

Şefkatli, keremli bir rahmet, bir vehhabiyet

Birbiri ardından açılan sinema levhaları gibi bir anlatır.

 Önce uzaktan büyük bir faaliyet görülüyor, ama karışık değil intizamlı,

 biraz daha yaklaşınca faaliyet içinde devamlı yaratma faaliyeti görünüyor,

 kamerayı biraz daha yaklaştırınca yaratılanlara işlerine uygun bir suret açmak, elbise giydirmek görünüyor,

biraz daha yaklaşınca biçimsel ve fizyolojik yapısını kazanmış canlıların hayatlarını devam ettirmek için ihsana ihtiyacı var, karşılıksız nimetlere ihtiyaçları var o zaman bir Vehhab onların imdadına koşuyor.

 Bu fiilleri yapan ile fiiller arasındaki manayı dokuyor.

Faaliyeti yöneten Faal,

Hallakiyeti yöneten Hallak,

Fettahiyeti yöneten Fettah,

Vehhabiyeti yöneten Vehhab, dört fiil tamamen görsel ve bir laboratuar deneyi gibi veya gözlemi gibi Allah’ı gösteriyor.

Bu gözlemi yapan Bediüzzaman hayatın bir yerinde durmuş, özel olarak eylemleri seçmiş düşündüğü sonucu ortaya çıkarmak için.

İkinci kelimede kâinat yüzüne nazarını saldırtan

Bediüzzaman sonsuz varlıkların nasıl bir gaye ve hedef etrafında bir birlikle âlemi meydana getirdiğinin felsefesini yapıyor.

 Vahdehu o bir ama birlik bu kaos gibi görünen varlık tabakalarını bir maksad için bir araya getirmesidir.

Birlik nizamla, mizanla sağlanır, şeyler arasında düzen olmasa onlardan bir şey elde edilmez, arkasından düzenli şeylerin dengeli yapılarının olması gerekir, sarkmayan, bozulmayan bir düzen gerekir bu mizan ile elde edilir, kâinat bir büyük terazi gibi her an dengede, denge olmadan birlik olmaz.

Nizam düzgün sabit değil bir heykel, bir bina gibi,

devamlı değişen bir düzen

ve değişirken bozulmayan bir düzen,

 insan bedeni her gün içine giren çıkanların hesabı yok bu giren ve çıkanlar bu harika havuzun dengesini bozmuyor,

düzen hem kendi için gerekeni sağlıyor

 hem de düzenini koruyor.

Sürekli tartılıyor, ağırlığı sürekli denetleniyor, bozulmuyor.

Her şeyi modele benzetiyor modele düzenli ve dengeli suretler elbiseler giydiriliyor. İnsan bedeni her gün denetlenen bir elbise giyiyor.

Düzenin amacı olmalı, düzenin gayesi:

Dini ve dünyevi,

bedensel fayda,

değişimle fayda arasındaki dengeyi koruma,

adalet,

 hikmet,

 maslahat,

faideler korunuyor.

Bütün bunları bir kudret bir ilim yönetiyor, bu kadar iç içe eylemleri kudret ve ilim ile ölçü içinde yöneten kim, kim olacak Allah!

İşte biz bu eylemlerin sahibine secde ediyoruz, ama ya bunun anlatımı nasıl bir göz ve nasıl bir tedriç yasası ile eylemlerin ard ardına sıralanması bu Bediüzzaman işte. Dede Korkut’un;

                               “Yücelerden yücesin, kimse bilmez nicesin”

dediği Allah’ı anlatıyor.

İşte yüce kategorisi bu.

Yücelerin yücesini anlatmak, bu sıralama mantık ve fizyolojik ve hilkat düzenine uygun.

                                              Güzelin Tarihi

Yücelik ulu bir ruhun yansımasıdır, yücelik deyimi antik şiirlerde ve klasik trajedilerde dile getirilen hem yaratıcının hem de sanat eserini algılayanın duygusal katılımını tetikleyen ulu ve soylu tutkuları ifade eder,

Sanatçı sanat eserini meydana getirme süreci söz konusu olduğunda en büyük önem heyecan anına verilir, yücelik şiirsel söylemi içten harekete geçiren, böylelikle dinleyiciyi ya da okuru coşkuya sürükleyen bir şeydir.

 Yücelik bir sanat etkisidir, gerçekleşmesi için bazı kuralların bir araya gelmesi gerekir, soylu duyguları harekete geçiren bir söylem, kahramanlık konularına uygun bir gözlem ve anlatımdır yüce (Eco, Güzelin Tarihi, 270)

Batılılar yüceyi bağımsız bir irtifa gördüklerinden büyüklüklerle Allah arasındaki bağlantıyı sanata aykırı telakki ederler, ne hikmetse.

Bediüzzaman övgüye layık her şeyi Allah ile bağlantı kurar anlatır.

Ne Allah adına inkâr eden sofiler gibi, ne de bilim sanat adına.

Bediüzzaman’ın Allah’ın kelamında dağları anlattığı metninde soylu bakışları, ruhundaki ulu telakkileri vermekle birlikte Kur’an’ın farklı perspektiflere açık yüce bir kelam olduğunu ortaya koyar.

Azametli varlıklar olan dağlardan bahseder. “Meselâ,  Ve’l-cibali evtada yani Dağları zemininize kazık ve direk yaptım” bir kelâmdır.

Bir âmînin şu kelâmdan hissesi:

Zâhiren yere çakılmış kazıklar gibi görünen dağları görür, onlardaki menâfiini ve ni’metlerini düşünür, Halikına şükreder.

Bir şâirin bu kelâmdan hissesi:

 Zemin bir taban ve sema kubbesi, üstünde konulmuş yeşil ve elektrik lâmbalarıyla süslenmiş bir muhteşem çadır; ufkî bir daire sûretinde ve semanın etekleri başında görünen dağları o çadırın kazıkları misâlinde tahayyül eder, Sâni-i Zülcelâline hayretkârâne perestiş eder.

Haymenişin, çadırda oturan bir edibin bu kelâmdan nasibi:

Zeminin yüzünü bir çöl ve sahrâ, dağların silsilelerini pek kesretle ve çok muhtelif bedevî çadırları gibi, güyâ tabaka-i turâbiye yüksek direkler üstünde atılmış, o direklerin sivri başları o toprak perdesini yukarıya kaldırmış, birbirine bakar pekçok muhtelif mahlûkatın meskeni olarak tasavvur eder. O büyük, a z a m e t l i mahlûkları böyle yeryüzünde çadırlar misillü kolayca kuran ve koyan Fâtır-ı Zülcelâline karşı hayret secdesi eder.

Coğrafyacı bir edibin o kelâmdan kısmeti:

Yeryüzü havanın muhit denizinde veya esîrîde yüzen bir sefine ve dağları o sefinenin üstünde tespit ve muvâzene için çakılmış kazıklar ve direkler şeklinde tefekkür eder. O koca küre-i zemini muntazam bir gemi gibi yapıp, bizleri içine koyup aktâr-ı âlemde gezdiren Kadîr-i Zülkemâle karşı “Subhane ma âzame şaneke” (şanını eksiklerden ari görürüm) der.

Medeniyet ve heyet-i içtimâiyenin mütehassıs bir hakîminin bu kelâmdan hissesi: Zemini bir hâne; ve o hâne hayatının direği, hayat-ı hayvaniye; ve hayat-ı hayvaniye direği, şerâit-i hayat olan su, hava ve topraktır. Su ve hava ve toprağın direği ve kazığı dağlardır. Zîrâ, dağlar suyun mahzeni, havanın tarağı (gàzât-ı muzırrayı tersîb edip, havayı tasfiye eder) ve toprağın hâmîsi (bataklıktan ve denizin istilâsından muhâfaza eder) ve sâir levâzımât-ı hayat-ı insaniyenin hazînesi olarak fehmeder. Şu koca dağları şu sûretle hâne-i hayatımız olan zemine direk yapan ve maîşetimize hazînedar tâyin eden Sâni-i Zülcelâli ve’l-İkrama, kemâl-i tâzim ile hamd ü senâ eder.

Hikmet-i tabiiyenin bir feylesofunun şu kelâmdan nasîbi şudur ki:

 Küre-i zeminin karnında bâzı inkılâbât ve imtizâcâtın neticesi olarak hâsıl olan zelzele ve ihtizâzâtı dağların zuhuruyla sükûnet bulduğu ve medâr ve mihverindeki istikrarına ve zelzelenin irticâciyle medâr-ı senevîsinden çıkmamasına sebep, dağların hurûcu olduğunu; ve zeminin hiddeti ve gadabı, dağların menâfiziyle teneffüs etmekle sükûnet ettiğini fehmeder; tamamen imâna gelir, El-hikmetu lillâh-(Allah’ın hikmeti)” der.

Bediüzzaman’ın anlatım ustalığı gösteren metinlerinden biri.

 İnsanda yüce duyguları uyandıran ve onu bedensel hazlarından kurtaran ve ulviyata çeken, bütün bir âlemi yüce bir yorum ile insanın etrafında dostane birleştiren bir metin.

Anlatıcı ve iki dünya görüşü, dünya görüşleri birbirleri ile mukayese edilir, işin enteresan yanı bütün önemli varlıkların insan ile anlam kazanan bir diyalog tarzı içinde olmasıdır.

Bir tiyatro, hatta bir sinema metni gibi kaleme alınmış, konuşmalar son derece canlı. Metinde geçen varlıklar yüce bir gruplandırma ile hayatın etrafında yer alırlar. Bediüzzaman bu yüce tasnifi ve görevlendirmeyi yüce bir üslupla ve estetik ‘yüce’nin bakış açısı ile verir.

“İnsanın yeryüzündeki hayatını hidayet ışığında yorumlar, yüce bir estetik tasarım ile ve yüce bir üslupla anlatır”.

Arkadaşı ve anlatıcı doğru yoldadırlar ve iman yolundadırlar, onlara rehberlik eden, delil olan inayet ve Kur’an’dır.

 Allah’ın kudret ve inayeti insanı kudreti ile varlık sahrasına çıkardı ve yaşaması için dinin ve âlemin kanunlarını ona uyulması gereken kanunlar yaptı.

Yeryüzüne getirip insana şefkat ile giydirmiştir bu vücut elbisesini.

İnsanlık denen korunması gereken emaneti ona verdi, emanete sadakat namaz ve niyaz ile görünür.

Bizim zaman içinde devirler içinde nazımızla oynanır.

Arzu ettiğimiz her şey bize verilmiştir.

Yolda bize kolaylık gösterilir, nereye gitsek iyi karşılanıyoruz, bütün mahlûkat bize iyi muamele ediyor, bütün canlılar bize kardeşçe tavırlar sergiliyor.

 Biz onlara malımızdan veririz onlar da bize verir.

 Ticaret muhabbeti onlar bizi beslerler, hediyelerle süslerler.

Bir bayram hediyesi özel kâğıtlara sarılır, hediyedir, verilen şahıs mutlu olur.

 Bir meyve, bir elma bir kavun ne kadar harika muhafazalara sahiptirler, onlar da hediyedirler.

Hem bize hizmet ederler, hem de bizi iyi uğurlarlar.

 Şimdi şu gördüğümüz âlem, Rahmanın bayramı, insanın gürültü yeri.

Delilimiz Allah’ın nasıl davranmamız konusundaki bilgileri bize verir, onlara uyarız. Düşmanlara direniriz, dayandığımız Allah düşmanları defeder.

 Ruhumuzun ışığı Allah’a imandır, hayatımızın da nurudur, ruhumuzun da ruhudur. Kalbimiz rahat, düşmanlara aldırmaz, dünyada bir dayanak noktası bulduk, o kabiliyetlere hayat verir, emelleri gerçekleştirir.

Ebedi abad olunacak yere hazırlar. Onlara yol gösterir,  o dayanılan nokta, hayat suyu verir, insanı yetkinliğe kemale koşturur.

İnanmamız gereken ikinci kutup inanç haşirdir,

 Ebedi saadet haşre imanın cevheri, Kur’an delili. Şimdi başını kaldır kâinata bir bak onunla konuş, bize mütebessim her tarafta gülüyor, nazlıca niyaz edip ses veriyoruz.

 Görmez misin; gözümüz arı misal olmuştur!

 Her tarafa uçuyor. Kâinat bostanıdır, her tarafta çiçekler. Her çiçek veriyor ona leziz bir su. Gözün arı gibi hikmet dersleri almasını ifade ediyor,

Altıncı Sözde buna benzer bir ifade var:

“Hem ünsiyet, teselli, tahabbübü veriyor, o da alır getirir, şehadet balı yapar. Balda bir bal akıtır o esrarengiz şehbaz.

Gezeğenlerin hareketine ya yıldızlar, ya güneşe nazarımız kondukça ellerine verirler Halik’ın hikmetini hem ibret mayasını.

 Güya şu güneş bizlerle konuşuyor. Der:

“Ey kardeşlerimiz dehşet alarak sıkılmayınız. Ehlen sehlen, merhaba hoş teşrif ettiniz, menzil sizin ben ise bir mumdarım.

Ben de sizin gibiyim, fakat safi isyansız, muti bir hizmetkârım.

O Samed ve Ehad olan Zat ki tam rahmetiyle hizmetinize beni nurlu bir hizmetkâr etmiştir.

Benden hararet ve ziya sizden namaz ve niyaz”

Yahu bakın kamere yıldızlarla denizler, her biri de kendine mahsus bir lisanla , “ehlen sehlen merhaba “ derler.

 Hoş geldiniz bizi tanımaz mısınız? “Yardımlaşma sırrı ile bak, nizamın sembolleri ile bak.

Her biri söylüyor; Biz de birer hizmetkâr Celal sahibinin rahmetinin birer ayinesiyiz. Hiç de üzülmeyiniz, bizden sıkılmayınız.

Zelzele naraları, hadisat sayhaları sizi hiç korkutmasın, vesvese de vermesin.

Zira onlar içinde bir zikir zemzemeleri, tesbih demdemeleri naz ve niyaz velveleleri. Sizi bize gönderen Celal sahibi zat tutmuştur bunların dizginlerini.

İman gözü okuyor yüzlerinde rahmet ayetlerini her biri birer avaz.

Ey kalbi uyanık olan mümin şimdi gözlerimiz bir parça dinlensinler.

Onların bedeline hassas kulağımızı imanın mübarek eline teslim ederiz, dünyaya göndeririz.

Dinlesin leziz bir ses, evvelki yolumuzda umumi matem ve ölüm vaveylası zannolunan şeyler o sesler şimdi yolumuzda niyaz ve namaz oldu, birer tesbih.

 Dinle havadaki demdeme,

kuşlardaki civcive,

 yağmurdaki zemzeme,

 denizdeki gamgama,

radlardaki rakraka,

taşlardaki tıktıka

birer manidar nevaz.

 Havanın terennümleri, gök gürültüsünün narası, dalgaların nağmeleri, bir azamet zikridir.

Yağmurun şarkıları, kuşların vezinli sözleri rahmet tesbihi, hakikate bir mecaz, başka anlamları var muhakkak bu mecaz içinde.

Eşyada olan sesler birer vücut sesidir. “ Ben de varım derler” O suskun kâinat birden söze başlıyor. Bizi camid zannetme, ey boşboğaz insan!

Kuşları söylettirir ya bir nimet lezzeti, ya bir rahmetin inmesi.

 Ayrı ayrı seslerle küçük ağazlarıyla rahmeti alkışlarlar, nimet üstünde iner şükür ile eder pervaz.

                                Davası Yüce Kişilikler ve Karakter Yetiştirme Mektebi

Yüce bir güzellik şubesidir, batı felsefesi yüce ile ilk filozoflardan itibaren uğraşmış ama sonraki yüzyıllarda yakın zamanlarda sistematize edilmiştir.

 Bediüzzaman ve yüce çok büyük araştırma konusu olacak bir konudur.

O sıradan, alelade, bayağı, toplumsallaşmış, günlük hayatın kirlerini bulaşmadan yaşamış ve kendini sürekli yüce ve âli tutmuş, mekân olarak hep yüksek ve yüce yerlere merak salmış, şahıs olarak dinin ilmin, tasavvufun,  ilimlerin büyük konularını dinle bağlantılı yüce yanlarını incelemiş, hep yücelere gözünü dikmiş ve yüce bir şekilde ölmüş ve yüce ve aziz bir şekilde dünyayı terk etmiştir.

 Bediüzzaman’ın davası yüce kişilikler yetiştirmektir, karakter yetiştirme mektebidir onun düşünceleri.

 Onun eserlerinde hitap ettiği bir karakter vardır, bakması, görmesi, düşünmesi, ibadeti, Allah ve Peygamberi anlayışı, tarih anlayışı, insan anlayışı, varlıklara bakışı bu sıralamalar elliye kadar çıkar.

Hep yüce konular ile uğraşmış Kur’an’dan beşeri ilişkiler konusuna değil ulûhiyet rububiyet, ubudiyet, haşir, melekler, tevhid, saltanat, gibi Allah’ın zatı ve fiilleri ve şuunatı etrafındaki özellikleri ile uğraşmıştır.

Bediüzzaman’da çok şey var ama onun konuları insanın yeryüzüne ayak bastığından beri kaldırılmış indirilmiş, onun getirdiği yenilikler ancak o konularda düşünenler ile mukayese edilirse anlaşılır. Çalışmam bir küçük bakış açısıdır.

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer

Bediüzzaman estetiğinin çok yönlü bir penceresi: Temaşa

Bediüzzaman görsel düşünen

bir insandır, itikadı bile görsel

müşahedelerle anlatır.

Çünkü asır yüz yıldır görselliktir. Bu yüzden sıcağı sıcağına İstanbul’a geldiğinde o kargaşa ortamda sinemaya gider, kafasında bir tasarısı vardır, sinemaya gitmek bizde iyi karşılanmadığı halde molla bir adam, üstelik  çileden  gelmiş sinemaya neden gitsin?

İmparatorluğun yıkılışa doğru gittiği herkes tarafından hissedilmiştir, siyasi kavgalar had safhadadır, Bediüzzaman kalkar sinemaya gider, çünkü klasik dini kitapların mücerret anlatımlarını biteviyeliğini, tasavvufun ayağı yere değmeyen romantik hakikat dünyası, bir iki hikâyeye bir hayatı bağlayan dervişlerin dünyası onu tatmin etmez.

Bediüzzaman’ın İnşa Ettiği Yeni Yol

Felsefenin yanlış da olsa akla hakikatlerini tasdik ettiren dünyası karşısında selefin  hakikat anlayışını, bilimin her şeyi laboratuara soktuğu bir hengamda ütopik hikayelerle itikad inşasının yanlışını görüyordu. Bu yüzden onun eserlerinde birkaç tasavvuf büyüğünden başkasının adı geçmez, çünkü onları referans vermek gibi bir gayreti yoktur, yeni bir yol inşa edecektir.

Onun hayatını etkileyen ilmin hakikatlerine fen bilimlerinin hakikatlerine itikatlardan giden yollar açmaktır. Bunun teknik yanı da görsellik olacaktır, muhakeme, bilim  ve görsellik işte onun yeni dünyasının temel taşları. Onun dinin anlatımında kullandığı çok yönlü biçim ve muhteva teknikleri bir araştırma konusu olacak kadar geniştir.

Ama kendini yenilemeyen hep aynı seyirciye aynı şeyleri anlatan  adamlar, o dar çevrede kendilerini çok farklı görebilirler. Kamusal alana ve kamunun ve toplumun dilinden uzak konuşan bu insanlar kendilerini yenilemedikleri için ancak Anadolu’nun henüz dünyadan uzak bir insan tipini kendilerine bağlarlar, ülkenin varlıklı, zengin ve zeki, üniversitelerin kaliteli insanlarına hakikatı götürecek donanımdan mahrumdurlar, öyle bir dertleri de yoktur.

Allah’ın kendi sanatını temaşası, temaşa kelimesi ile kurulan cümlelerin başında gelir.

Fakat onun kendi sanat eserlerini, sanatçısı olmak hasebiyle temaşa etmesi yanında sanatı ve sanatlı varlıkları masnuatı da birbirini temaşa ederler. Bu estetik heyecanla söylenmiş bir söz, yarattığı olaylar ve nesnelerin birbirine bakması manasına geliyor ki ilk bakışta bizim anlayacağımız bir temaşa manası görünmüyor, ama Bediüzzaman onu söylüyor.

Yeryüzünün susuzluktan kurumasını gören gökyüzünün ağlaması ile yeryüzünün  ağlayan gökyüzüne sular vasıtasıyla açan çiçeklerle memnuniyetini ifade etmesi türünden kendi yorumunu buna örnek verebiliriz. “Ve rengârenk san’atında ve masnuâtında çeşit çeşit, fakat birbirini  t e m a ş a   eder haşmetli rubûbiyeti vardır.” (Sözler)

Bu cümleye böyle bir izahta bulunabiliriz.

Allah’ın mahlûkatı ile aralarında yetmiş bin perde vardır ve bu perdelerin de birbirini temaşa eden  pencereleri vardır. Bu pencerelere örnekler vermekle kalmaz, Allah’ın eserlerinde esma tecellilerini temaşaya teşvik eder. “Hem, bununla beraber, Halık-ı Zülcelâl her şeye yakın olduğu halde, yetmiş bine yakın nurânî perdeleri vardır. Meselâ, sana tecellî eden Halık isminin mahlûkiyetindeki cüzî mertebesinden tut, tâ bütün kâinatın Halıkı olan mertebe-i kübrâ ve ünvân-ı âzama kadar ne kadar perdeler bulunduğunu kıyas edebilirsin.

Demek bütün kâinatı arkada bırakmak şartıyla, mahlûkıyetin kapısından Halık isminin müntehâsına yetişirsin, daire-i sıfâta yanaşırsın. Mâdem perdelerin birbirine temaşa eder pencereleri var; ve isimler birbiri içinde görünüyor; ve şuûnât birbirine bakar; ve temessülât birbiri içine girer; ve ünvanlar birbirini ihsâs eder; ve zuhurât birbirine benzer; ve tasarrufât birbirine yardım edip itmâm eder; ve Rubûbiyetin mütenevvi’ terbiyeleri birbirine imdat edip muâvenet eder; elbette gerektir ki, Cenâb-ı Hakkı bir isim, bir ünvan ile, bir rubûbiyetle ve hâkezâ, tanısa, başka ünvanları, rubûbiyetleri, şe’nleri içinde inkâr etmesin. Belki, her bir ismin cilvesinden sâir esmâya intikal etmezse, zarar eder.

Meselâ, Kadîr ve Halık isminin eserini görse,

Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir. Belki, lâzım gelir ki, onun nazarı dâimâ karşısında  hüve, hüvallah’ı – okusun, görsün. Onun kulağı her şeyden “kulhuvallahu ehad” dinlesin, işitsin. Onun lisânı “Lailahe illallah beraber mizaned âlem” desin, ilân etsin. İşte, Kur’ân-ı Mübîn, Allahü la ilahe illa hu lehü’l-esmaü’l-hüsna  fermanıyla, zikrettiğimiz hakikatlere işaret eder.

Eğer o yüksek hakikatleri yakından temaşa etmek istersen, git fırtınalı bir denizden, zelzeleli bir zeminden sor, “Ne diyorsunuz?” de; elbette, “Yâ Celîl, yâ Celîl, yâ Azîz, yâ Cebbâr” dediklerini işiteceksin.

Sonra, deniz içinde ve zemin yüzünde merhamet ve şefkatle terbiye edilen

küçük hayvanâttan ve yavrulardan sor, “Ne diyorsunuz?” de; elbette “Yâ Cemîl, yâ Cemîl, yâ Rahîm, yâ Rahîm” diyecekler.” (Sözler)

Bediüzzaman Allah’ın icraatını sıralar bunlar büyük temaşa örnekleridir, Kur’an da  Allah’ın sanatlarının temaşa kitabıdır, o halde bu temaşa örmekleri ve temaşa kitabı Allah’tan başkasına yakışır mı ?

“Evet, şu dünyayı antika san’atlarla süslendiren

ve lezzetli ni’metlerle dolduran

ve san’at-perverâne ve ni’met-perverâne, şu derece san’atının acîbeleriyle, şu derece kıymettar ni’metlerini dünyanın yüzüne serpen,

sıravârî tanzim eden

ve zeminin yüzünde seren,

güzelce dizen bir Sâni’, bir Mün’im’den başka

şu velvele-i takdir ve istihsanla ve zemzeme-i hamd ve şükranla dünyayı dolduran ve zemini bir zikirhâne, bir mescid, bir t e m a ş a g a h -ı san’at-ı İlâhiyeye çeviren Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân kime yakışır ve kimin kelâmı olabilir?

Ondan başka kim ona sahip çıkabilir?

Ondan başka kimin sözü olabilir?

Dünyayı ışıklandıran ziyâ, güneşten başka hangi şeye yakışır?” (Sözler)

Aynı vadide başka temaşa örnekleri de verir:

“Mâzi ve müstakbel  gece ve gündüz gibi nazarına karşı hazır iki sayfa hükmünde temaşa eden ve ezel ve ebed, dün ve bugün gibi silsile-i şuûnâtın iki tarafı birleşmiş, ittisâl peydâ etmiş bir sûrette bir zaman-ı hazır gibi onlara bakan bir Zât-ı Zülcelâle yakışır bir tarz-ı beyândır.” (Sözler)

Allah’ın kendi sanatını seyretmesine bir saniye yaşamak kâfidir.

“Kendi acaib-i san’atını kendisi temaşa eder, kendi cilve-i esmâsına kendi masnuatında bakar. Bu âzamî üçüncü nevide hikmet-i hilkatini ifade için, bir saniye kadar yaşamak kâfidir.” (Lem’alar)

Kendi cemalini temaşa ettiği gibi yarattığı şuurlu canlıların da bu sanatları takdir etmesini temaşa etmesini özellikle ister. Allah sanat eserlerini hem kendi seyrine ve temaşasına hem de  takdirkâr seyircilerinin temaşasına açmıştır. Tıpkı bir sanatçı gibi, önce kendi seyreder beğenir daha sonra başkalarının takdirine meşher de açar. “Her bir mahlûk, hususan herbir zîhayatın sırr-ı tevhidle çok büyük neticeleri ve umumî faydaları vardır.

Ezcümle: Her bir zîhayat, meselâ bu süslü çiçek ve şu tatlıcı sinek,

öyle mânidar, İlâhî, manzum bir kasideciktir ki, hadsiz zîşuurlar onu kemâl-i lezzetle mütalâa ederler. Ve öyle kıymettar bir mucize-i kudrettir ve bir ilânname-i hikmettir ki, Sâniinin san’atını nihayetsiz ehl-i takdire cazibedarâne teşhir eder.

Hem kendi san’atını kendisi temâşâ etmek ve kendi cemâl-i fıtratını kendisi müşahede etmek ve kendi cilve-i esmâsının güzelliklerini aynacıklarda kendisi seyretmek isteyen Fâtır-ı Zülcelâlin nazar-ı şuhuduna görünmek ve mazhar olmak, gayet yüksek bir netice-i hilkatidir.” (Lem’alar)

P e y g a m b e r i m i z  de en büyük temaşacıdır,

Allah’ın icraatını sanatını temaşa eder. Ve Temaşa etmeyi cin ve inse öğreten bir rehberdir. Hem de en azami bir surette.

“Hem şu kâinatın Sânii, şu kâinatı enva-ı acâib ve zînetlerle süslendirmek sûretinde yapması

ve zîşuur mahlûkatını seyir ve tenezzüh ve ibret ve tefekkür için ona idhâl etmesi

ve muktezâ-i hikmet olarak onlara o âsâr ve sanâyîinin mânâlarını, kıymetlerini ehl-i   t e m a ş a  ve tefekküre bildirmek istemesine mukabil, en âzamî bir sûrette cin ve inse, belki ruhânîlere ve melâikelere de Kur’ân-ı Hakîm vâsıtasıyla rehberlik eden, yine bilbedâhe o zâttır.” (Sözler)

Miracın hakikatı da Peygamberimizin temaşalarından doğmuştur.

Bediüzzaman bu büyük temaşayı anlatır. Allah kendi mülkünün bölümlerini en büyük resüle göstermelidir ki o da ümmetine anlatsın. Yoksa mülkünü bilmediği bir Allah’a nasıl nazırlık, temaşa uzmanlığını yapacaktır. Bütün mirac hadisleri bu temaşa örnekleridir.

“Miracın hakikatı, Zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) merâtib-i kemâlâtta seyr ü sülûkundan ibârettir.

Yani, Cenâb-ı Hakkın tertib-i mahlûkatta tecellî ettirdiği ayrı ayrı isim ve ünvanlarla ve saltanat-ı rubûbiyetinde teşkil ettiği devâir-i tedbîr ve icadda ve o dairelerde birer arş-ı rubûbiyet ve birer merkez-i tasarrufa medâr olan bir semâ tabakasında gösterdiği âsâr-ı rubûbiyeti, birer birer o abd-i mahsusa göstermekle,

o abdi hem bütün kemâlât-ı insaniyeyi câmi’,

hem bütün tecelliyât-ı İlâhiyeye mazhar,

hem bütün tabakàt-ı kâinata nâzır

ve saltanat-ı rubûbiyetin dellâlı

ve marziyât-ı İlâhiyenin mübelliği

ve tılsım-ı kâinatın keşşâfı yapmak için

Burak’a bindirip, berk gibi, semâvâtı seyrettirip kat-ı merâtib ettirerek, kamervârî menzilden menzile, daireden daireye rubûbiyet-i İlâhiyeyi  t e m a ş  a  ettirip o dairelerin semâvâtında makamları bulunan ve ihvânı olan enbiyâyı birer birer göstererek, tâ Kàb-ı Kavseyn makamına çıkarmış, ehadiyet ile kelâmına ve rü’yetine mazhar kılmıştır. (Mirac Risalesi )

Bu temaşanın bölümleri çok ince.

Kemalatın mertebelerinde dolaşmak, hem seyretmek hem de seyirle kalmayıp meratibi benimseyecek şekilde görmek, bu süluk farklı bir şey. Mahlûkatın tertibindeki ayrı ayrı isimlerin ve ünvanların hepsini temaşa etmek için dolaşmak insan aklının kaldıracağı bir şey değil.

Bu yüzden kalbi bu görüntülere hazırlamış Allah onu iki defa ameliyat etmiş. Saltanat-ı rububiyetinin dairelerinde, icada hazırlama dönemlerine, yani tedbir ve sonra icad etmesi yani planlama ve uygulamanın kaynaklarını görmesi, bir imalathanenin tasarım dairesi ile icad dairesi gibi, bunlar çok müthiş şeyler. Dairelerin en ideal kısımlarını yani arşlarını görmek, merkezi uygulamaların  yerlerini göstermek, sema tabakalarındaki faaliyetlerini, sakinlerini  bu özel abdine kuluna göstermek temaşa ettirmek. Bütün bunları niye gösterir? Çünkü onlara ayna olmalı, yani görmeli, sonra onlara bakmalı yani nazır olmalı, gördüğü şeye  dellal olması, bu azametli ülkenin Rabbinin rızasının nasıl elde edileceğini bilmesi. Kâinatın çözülmez sırlarının keşifçisi  yapmak için ona böyle bir temaşayı Burak’a bindirerek berk hızında, semavatı seyrettirmiştir, arkadaşları olan peygamberleri göstermiştir, bütün sanat ve saltanatını gördükten sonra bunların sahibini de görmüştür.

İ ş t e  b u  büyük  t e m a ş a  peygamberimizin temaşasıdır.

Miracın hakikatı, peygamberin hakikatı, dinin hakikatı, bu temaşa ile peygamberlik  de din de kemalini bulmuş oldu. Selef buralara hiç girmemiş helal olsun Bediüzzaman’a. Koca miracı bir paragrafta özetlemiş.

Ve bu temaşa hayali ve rüya ile olmaz. Çünkü görülen şeyler ile empati yoksa nasıl onları anlatacak. Rüyada nasıl empati olur.

Beş duyusunu yanına almadan nasıl oralarda dolaşır yüzyılları içeren bir seyahati tamamlar. Üstelik çok yakın ilişkiler olmuş, sıcak ilişkiler olmuş. Onu beş duyudan arındırmak hakikatı eksik bırakır.

“Mâdem Sâni-i Zülcelâl, mülk ve melekûtundaki âyât-ı acîbesini göstermek

ve şu âlemin tezgâh ve menbalarını temaşa ettirmek

ve a’mâl-i beşeriyenin netâic-i uhreviyesini irâe etmek istemiş;

elbette âlem-i mubsırâtın anahtarı hükmünde olan gözünü ve mesmuât âlemindeki âyâtı temâşâ eden kulağını, Arşa kadar beraber alması lâzım geldiği gibi, ruhunun hadsiz vezâife medâr olan âlât ve cihazâtının makinesi hükmünde olan cism-i mübârekini dahi tâ Arşa kadar beraber alması muktezâ-i akıl ve hikmettir” (Mirac)

Peygamberimizin temaşası sadece miraç ile sınırlı değildir.

Onun kalbi maziyi gösterir, saadet asrından bu güne her şeyi görür, ebedi, haşir meydanını, yerden cenneti yerdeki ve gökteki melekleri gören, Hazret-i Âdem zamanından beri mazinin karanlıklarında saklı hadiseleri gören, hatta  Allah’ın rüyetine mazhar olan  bir zattır.

“Evet, zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) gayb-âşinâ kalbiyle,

dünyada Asr-ı Saadetten ebed tarafında olan meydan-ı haşri temâşâ eden ve yerden Cenneti gören ve zeminden gökteki melâikeleri müşahede eden ve zaman-ı Âdem’den beri mazi zulümatının perdeleri içinde gizlenmiş hâdisâtı gören, hattâ Zât-ı Zülcelâlin rüyetine mazhar olan nazar-ı nuranîsi, çeşm-i istikbal-bînîsi, elbette Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in arkalarında teselsül eden aktab ve eimme-i verese ve mehdîleri görmüş” (Lem’alar)

Bu kadar büyük temaşaları olan bir peygambere ümmet olmak ne büyük şeref!

Acaba Bediüzzaman nerelere kadar temaşa ediyordu merak ediyorum.

Allah teşhir ettiği  ve gösterdiği sanat eserlerinin faydasız ve hikmetsiz kalmaması için bir temaşa rehberi tayin edecektir. Çünkü sanat eserleri ancak sanattan anlayan bir rehber vasıtasiyle seyircilere izah edilir.

Bu rehber Peygamberimizdir.

“ Ve gösterdiği ve enzârın t e m a ş a s ı n a  neşrettiği mehâsin-i san’at faydasız ve abes kalmamak için, onlardaki makàsıdı ders verecek bir rehber tâyin edecektir. Hem marziyâtını zîşuurlara tebliğ etmek için, birisini bütün zîşuurların fevkınde bir makama çıkaracak ve marziyâtını ona bildirecek, onlara gönderecektir.” (Sözler)

Bir temaşacı da sahabelerdir. Sahabeler. “Dünyayı âhiret mezraası görüp, ekip biçmişler. Mevcudâtı, esmâ-i İlâhiyenin aynası görüp, müştâkàne t e m a ş a  edip bakmışlar.” (Sözler)

Onlar dünyayı Allah’ın esmasının aynası görmüş t e m a ş a  etmişler.

Abdulkadir Geylani bir temaşacıdır,

Bediüzzaman onun temaşasının boyutlarından bahseder: “Yerde iken Arş-ı Azamı ve İsrafilin azamet-i heykelini  t e m a ş a  eden Gavs-ı Azam (k.s.).”

Bediüzzaman’ın eserleri çok yönlü, çok yanlı, değişik perspektifli, içli dışlı, harici dâhili, semavi arzi, temaşalarla doludur. Birçok eseri temaşa karakterlidir. O hem tabiat temaşaları yapar, hakaiki gözlemlerle besler, hem de esma-i İlahiyi derinlikli olarak okur ve temaşa eder. Onun esma okumaları  İslam tarihinde dokunulmamış temaşa örnekleridir. Esma-yı Sitte risalesi altı büyük ismin temaşalarıdır. Kâinat tılsımı ve hilkatın muammasını çözümlemek için yaptığı eksersizler aşılmaz yüksekliklerdir.

“Bir zaman, tılsım-ı kâinat ve muammâ-yı hilkat cilvesiyle mevcudatın hikmetlerine ve faydalarına baktım, dedim:

“Acaba bu eşya neden böyle kendini gösteriyorlar, çabuk kaybolup gidiyorlar?

Onların şahsına bakıyorum:

Muntazam, hikmetli giyinmiş, giydirilmiş, süslendirilmiş, sergiye,  t e m a ş a g a h a  gönderilmiş. Hâlbuki bir iki günde, belki bir kısmı birkaç dakikada kaybolup faydasız, boşu boşuna gidiyorlar. Bu kısa zamanda bize görünmelerinden maksat nedir?” diye çok merak ediyordum. O zaman, mevcudatın, hususan zîhayatın dünya dershanesine gelmelerinin mühim bir hikmetini lûtf-u İlâhî ile buldum.

O da şudur:

Herşey, hususan zîhayat, gayet mânidar bir kelime, bir mektup, bir kaside-i Rabbânîdir, bir ilânnâme-i İlâhîdir. Umum zîşuurun mütalâasına mazhar olduktan ve hadsiz mütalâacılara mânâsını ifade ettikten sonra, lâfzı ve hurufu hükmündeki suret-i cismâniyesi kaybolur.

Bir sene kadar bu hikmet bana kâfi geldi. Bir sene sonra, masnuatta ve bilhassa zîhayatlarda bulunan çok harika ve pek ince san’atın mucizeleri inkişaf etti. Anladım ki, bu çok ince ve çok harika olan dekaik-i san’at, yalnız zîşuurların nazarlarına ifade-i mânâ için değildir. Gerçi herbir mevcudu hadsiz zîşuurlar mütalâa edebilir. Fakat hem onların mütalâası mahduttur, hem de herkes o zîhayatın bütün dekaik-i san’atına nüfuz edemezler. Demek, zîhayatların en mühim netice-i hilkati ve en büyük gaye-i fıtratı, Zât-ı Kayyûm-u Ezelînin kendi nazarına kendi acaib-i san’atını ve verdiği rahîmâne hediyelerini ve ihsanlarını arz etmektir.

Bu gaye ise, çok zaman bana kanaat verdi. Ve ondan anladım ki, her mevcutta, hususan zîhayatlarda hadsiz dekaik-i san’at bulunması, Zât-ı Kayyûm-u Ezelînin nazarına arz etmek, yani, Zât-ı Kayyûm-u Ezelî kendi san’atını kendisi t e m a ş a etmek olan hikmet-i hilkat, o büyük masarifa kâfi geliyordu.” (Lem’alar)

Bunlardan birisi insanların Allah’ın sanat inceliklerini bir sanat eseri gibi bir estetik obje gibi okumaları temaşa etmeleridir. Daha sonra bu gaye kâfi gelmeyince Bediüzzaman daha asil bir gaye bulur, o da Allah’ın kendi sanatını t e m a ş a  etmesidir.

Gayelerle ilgili bu deruni temaşaları devam eder.

“İsm-i Kayyûmun cilve-i âzamına baktırmak için, hayâlî iki dürbünden biriyle, en uzaklarda, esir maddesi içinde sırr-ı Kayyûmiyetle durdurulmuş, kısmen tahrik, kısmen tesbit edilmiş milyonlar azametli cirmleri

ve diğer dürbünle zîhayat mahlûkat-ı arziyenin zerrât-ı vücudiyelerinin vaziyet ve hareketlerini t e m a ş a  ettirir.

Her bir mahlûk, hususan herbir zîhayatın sırr-ı tevhidle çok büyük neticeleri ve umumî faydaları vardır. Ezcümle: Her bir zîhayat, meselâ bu süslü çiçek ve şu tatlıcı sinek, öyle mânidar, İlâhî, manzum bir kasideciktir ki, hadsiz zîşuurlar onu kemâl-i lezzetle mütalâa ederler.

Ve öyle kıymettar bir mucize-i kudrettir ve bir ilânname-i hikmettir ki, Sâniinin san’atını nihayetsiz ehl-i takdire cazibedarâne teşhir eder.

Hem kendi san’atını kendisi temâşâ etmek ve kendi cemâl-i fıtratını kendisi müşahede etmek ve kendi cilve-i esmâsının güzelliklerini aynacıklarda kendisi seyretmek isteyen Fâtır-ı Zülcelâlin nazar-ı şuhuduna görünmek ve mazhar olmak, gayet yüksek bir netice-i hilkatidir” (Lem’alar)

Buradaki temaşalar Bediüzzaman tarafından insanlar adına yapılır.

O insanlara Allah’ın sanatı karşısında bir sanat eseri duyarlığı ile seyretmeyi temaşa etmeyi salık verir.  Kaside,

kudret mucizesi,

hikmet ilannamesi,

sanat eseridir

Allah’ın kâinat meşherine konan eserleri. O hem kendi nazarı ile bakar hem de kullarının ilgilerini denetler.

Bu şiir Bediüzzaman’ın temaşa örneklerindendir.

Kâinat kitabının derinlikli ve renkli anlamlarını temaşa eder

“Bak kitâb-ı kâinatın safha-i rengînine,
Hâme-i zerrîn-i kudret, gör, ne tasvir eylemiş.
Kalmamış bir nokta muzlim, çeşm-i dîl erbâbına,
Sanki âyâtın Hudâ nur ile tahrîr eylemiş.
Bak, ne mu’ciz-i hikmet, iz’ân-rubâ-i kâinat,
Bak, ne âlî bir  t e m a ş a d ı r  fezâ-i kâinat.
Dinle de yıldızları, şu hutbe-i şîrînine,
Nâme-i nurunu hikmet, bak ne takrîr eylemiş.
Hep beraber nutka gelmiş, hak lisâniyle derler:
Bir Kadîr-i Zülcelâlin haşmet-i sultanına,
Birer bürhan-ı nurefşânız vücûb-u Sânia;
hem vahdete, hem kudrete şâhidleriz biz.
Şu zeminin yüzünü yaldızlayan nâzenin mu’cizâtı
çün melek seyrânına,
Bu semânın arza bakan, Cennete dikkat eden,
binler müdakkik gözleriz biz.
Tûbâ-i hilkatten semâvât şıkkına, hep kehkeşan ağsânına,
Bir Cemîl-i Zülcelâlin dest-i hikmetiyle takılmış
binler güzel meyveleriz biz.
Şu semâvât ehline birer mescid-i seyyar,
birer hâne-i devvâr, birer ulvî âşiyâne,
Birer misbâh-ı nevvâr, birer gemi-i cebbâr, birer tayyâreyiz biz.
Bir Kadîr-i Zülkemâlin, bir Hakîm-i Zülcelâlin
birer mu’cize-i kudret, birer hârika-i san’at-ı Hàlıkàne,
Birer nâdire-i hikmet, birer dâhiye-i hilkat, birer nur âlemiyiz biz.
Böyle yüz bin dil ile yüz bin bürhan gösteririz, işittiririz insan olan insana.
Kör olası dinsiz gözü, görmez oldu yüzümüzü, hem işitmez sözümüzü;
hak söyleyen âyetleriz biz.
Sikkemiz bir, turramız bir; Rabbimize musahharız. Müsebbîhiz âbidâne;
Zikrederiz.

Kehkeşânın halka-i kübrâsına mensup birer meczublarız biz.” (Sözler)

Bediüzzaman’ın ünlü eseri olan  havanın görevleri ile

Allah arasındaki bağlantıları izah ettiği  H ü v e  N ü k t e s i   kendi deyimi ile kendi temaşasıdır.

İşte, ben “Lailahe illa hu” ve  “Kulhuvallaluehad”daki hareket-i fikriye ile seyahatimde, hava âlemini  t e m a ş a   ve o unsurun sayfasını mütâlâa ederken, bu mücmel hakikati tam vâzıh ve mufassal, aynelyakîn müşâhede ettim ve “hu”nun lâfzında, havasında böyle parlak bir bürhan ve bir lem’a-i vâhidiyet bulunduğu gibi, mânâsında ve işaretinde gayet nurânî bir cilve-i Ehadiyet ve çok kuvvetli bir hüccet-i tevhid ve “hu” zamirinin mutlak ve müphem işareti, hangi zâta bakıyor?” işaretine bir karîne-i taayyün, o hüccette bulunması içindir ki,

hem Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân,

hem ehl-i zikir, makam-ı tevhidde bu kudsî kelimeyi çok tekrar ederler” (Sözler)

Çünkü bir hava zerratına birbirinden bağımsız birçok işi yaptıran Allah’ın bu lafzın arkasındaki, bu canlı varlığın arkasındaki varlığı önemli bir temaşadır.

Bediüzzaman’ın Pencereler risalesi t e m a ş a l a r dan örülmüştür.

Sözün girişi temaşa için aşılan pencerelerin izahıdır. 11. Söz’deki gibi bir saray inşa eden bir Sultan,

mucize bir saray yapar,

bölümlere ayırır,

nakışlarla süsler,

elektrik lambalarıyla aydınlatır,

yeni yeni icatlar değişmeler yapar,

sonra her menzilden temaşa için saray ehline pencereler açar.

Örnek olarak, 17. Pencere

“İnne fi’s-semavati ve’l-ardi leâyatin li’l-mü’minin”

[Muhakkak ki, göklerde ve yerde müminler için Allah’ın varlık ve birliğine, kudret ve rahmetine işaret eden deliller vardır.] (Casiye Suresi: 3)

Pencere tamamen temaşa izlenimleri üzerine kurulmuştur.

“Zeminin yüzünü yaz zamanında  t e m a ş a   edip görüyoruz ki, icâd-ı eşyada müşevveşiyeti iktizâ eden ve intizamsızlığa sebep olan nihayetsiz sehâvet ve bir cûd-u mutlak, gayet derecede bir insicam ve intizam içinde görünüyor.”

Bütün pencere bu temaşaların örnekleri ile doludur. Bunlar Bediüzzaman’ın Kur’an ayetleri ve kendi gözlemleri ile ortaya koyduğu estetiğinin temaşalarıdır.

Bir öğrencisinin mektubuna verdiği cevapta

Çam dağındaki temaşalarından örnek verir.

“Bir mektupta, buradaki hissiyatıma hissedar olmak arzusunu yazmıştın. İşte binden birini işit!

Bir gece, yüz tabakalık irtifada, bir katran ağacının başındaki yuvada, semânın yıldızlarla yaldızlanmış güzel yüzüne baktım; Kur’ân-ı Hakîmin  “Felâ uksimu bi’l-hunnesi *Elcevari’l- künnesi.” kaseminde ulvî bir nur-u i’câz ve parlak bir sırr-ı belâgat gördüm. Evet, seyyar yıldızlara ve istitar ve intişarlarına işaret eden şu âyet; “Tekvir 15-16” bu gayet âli bir nakş-ı san’at ve âli bir levha-i ibret, nazar-ı temâşâya gösteriyor. (Mektubat)

Buradaki temaşa da Kur’an ayetleri ve Bediüzzaman’ın temaşaları ile ortaya çıkmış estetik temaşalardır.

Esaretinde de böyle temaşa örnekleri vardır.

“Bir vakit esâretimde, dağ başında azametli çam ve katran ve ardıç ağaçlarının heybetnümâ sûretlerini, hayretfezâ vaziyetlerini temâşâ ederken, pek latîf bir rüzgâr esti. O vaziyeti, pek muhteşem ve şirin velvele âlûd bir zelzele-i raks-nümâ, bir tesbihât-ı cezbe edâ sûretine çevirdiğinden; eğlence temâşâsı, nazar-ı ibrete ve sem-i hikmete döndü.” (Sözler)

Çam, katran ve ardıç ağaçlarının heybetli görüntülerini temaşa etmiştir. Onların görüntülerini raks ve tesbihata benzetir, ibret nazarıyla ve hikmet gözüyle bakar.

Bediüzzaman’ın temaşa muhiti çok geniştir.

Hayalen  Asr-ı Saadete de gider orasını temaşa eder ve izlenimlerini anlatır.

“Yâhu, ey hayalî arkadaşım! Şimdilik kâfidir, geri gitmeliyiz. Yoksa yüz sene şu zamanda, şu cezîrede kalsak, yine o zâtın garâib-i icraatını ve acâib-i vezâifini, yüzden birisine, tamamen ihâta edip, t e m a ş a s ı n a  doyamayız.

Şimdi, gel, üstünde döneceğimiz her asra birer birer bakacağız. Bak, nasıl her asır, o şems-i hidâyetten aldıkları feyiz ile çiçek açmışlar; (19. Söz)

Burada temaşanın ruhu doyurucu özelliği olduğunu söylemek de ister.

Ayetü’l-Kübra isimli eseri teknik olarak bir temaşa eseridir.

Bir seyyah gördüğü her şeyi temaşa eder ve izlenimlerini hakikate çevirir. İkinci makamın başında t e m a ş a  kelimesini kullanarak eserin karakterini de ifşa etmiş olur.

“Dünyaya iman için gönderilen

ve bütün kâinatta fikren seyahat eden

ve herşeyden Hâlıkını soran

ve her yerde Rabbini arayan

ve hakkalyakîn derecesinde İlâhını vücub-u vücud noktasında bulan dünya misafiri, kendi aklına dedi ki:

“Gel, Vâcibü’l-Vücud Hâlıkımızın vahdet bürhanlarını  t e m a ş a  için yine beraber bir seyahate gideceğiz.” Beraber gittiler. Birinci menzilde gördüler ki, kâinatı istilâ eden dört hakikat-i kudsiye, vahdeti bedahet derecesinde istilzam edip isterler.” (Şualar)

Eserin ikinci makamı bir temaşa seyahatidir. Vahdet bürhanlarını temaşa edeceklerdir birlikte.

Bediüzzaman’ın  hayatının temel meşguliyetlerinden biridir temaşa.

Onlardan bazıları öyle ki temaşa zevki bazen yazmak zevkini bastırır. Temaşa zevki, yazmak zevki: “Bağlardaki güzel san’at-ı İlahiyeyi temâşâ zevki, o tashihteki zevkime mani oluyordu.” (Kastamonu)

Hayatındaki temaşalar:

“Said Nursî, bahar mevsiminde menzilinin önündeki muhteşem çınar ağacının dalları arasındaki kulübeciğe çıkar, vazifesini orada îfa eder; Risale-i Nur’un hakîkatlerini, menba ve maden-i hakîkisi olan mele-i alada tafeyyüz ve  t e m a ş a   ve tefekkür ederdi.” (Tarihçe)

Baharı temaşası:

“Bu şâşaalı baharın çiçeklerini temâşâ etmek için, araba ile bir-iki saat geziyorum. Hiç hayatımda görmediğim bir tarzda bütün çiçekli otlar, âdetin fevkınde bir tarzda büyümüş, çiçekler açmış, tebesümkârâne tesbihât edip lisân-ı hâl ile Sânilerini tesbih ediyorlardı.” (Tarihçe)

Eserleri bir temaşadır  ve  o eserleri defalarca temaşa etmiştir.

“Ben de sıkıldıkça, yüz defa t e m a ş a  ettiğim Nur meselelerini, yine zevkle tekrar mütâlâaya başlıyorum. Hattâ, müdâfaâtları dahi Nurun ilmî risâleleri gibi görüyorum.” (Tarihçe)

Demek onun eserleri hem akla, hem de başka duygulara hitap eder.

İnsan bir seyirci, temaşacıdır.

Allah’ın kendi sanatını, temaşa etmesi yanında

Peygamberimiz Allah adına nübüvvet gereği temaşalar gerçekleştirir ve bunları ümmetine nakleder, bunlara ilaveten

Bediüzzaman da bir temaşa uzmanı ve insanları temaşaya eğiten bir eğitimcidir, görsel itikad temaşaları yapar.

Dini  ve akaidi, tabiat gözlemleri,

Kur’an ve ayetleri,

ilimler ve insanlar konusundaki temaşalarını yazar, anlatır.

Bediüzzaman’ın eserlerindeki insana verdiği temaşa eğitiminden dolayı insan bu temaşa denen estetik eylemi kabiliyetince  yürütür. Onların da örnekleri vardır Bediüzzaman’ın eserlerinde.

Allah insanı bir temaşacı canlı olarak bu temaşagaha hazırlamış ve göndermiştir.

Çok büyük gayeler için tasarlanmış ve uygulaması için âleme gönderilmiştir, ama çok az insan bu şekilde yaşar, çok çok nadirattandır bu tür insanlar. İnsan beş duyusunu sıradan hatta bayağı şeyler ile bozar gider ve başına bela eder:

“Cenâb-ı Hak celîl ulûhiyetiyle, cemîl rahmetiyle, kebîr rubûbiyetiyle, kerîm re’fetiyle, azîm kudretiyle, latîf hikmetiyle, şu küçük insanın vücudunu bu kadar havâss ve hissiyât ile, bu derece cevârih ve cihazât ile ve muhtelif âzâ ve âlât ile ve mütenevvi’ letâif ve mâneviyât ile teçhiz ve tezyin etmiştir ki, tâ mütenevvi’ ve pekçok âlât ile, hadsiz enva-ı ni’metini, aksâm-ı ihsanâtını, tabakàt-ı rahmetini o insana ihsâs etsin, bildirsin, tattırsın, tanıttırsın. Hem, tâ bin bir esmâsının hadsiz enva-ı tecelliyâtlarını, insana o âlât ile bildirsin, tattırsın, sevdirsin. Ve o insandaki pek kesretli âlât ve cihazâtın herbirisinin ayrı ayrı hizmeti, ubûdiyeti olduğu gibi, ayrı ayrı lezzeti, elemi, vazifesi ve mükâfatı vardır.

Meselâ, göz sûretlerdeki güzellikleri ve âlem-i mubsırâtta güzel mu’cizât-ı kudretin envaını t e m a ş a eder.

Vazifesi, nazar-ı ibretle Sâniine şükrandır.

Nazara mahsus lezzet ve elem mâlûmdur, tarife hâcet yok.

Meselâ, kulak sadâların envalarını, latîf nağmelerini ve mesmûât âleminde Cenâb-ı Hakkın letâif-i rahmetini hisseder.

Ayrı bir ubûdiyet, ayrı bir lezzet, ayrı da bir mükâfatı var.” (Sözler)

Bediüzzaman insana temaşa sanatı öğretmek için  örnek temaşalar verir:

“Eğer bir çiçekte esmâyı okuyamıyorsan ve vâzıh göremiyorsan; Cennete bak, bahara dikkat et, zeminin yüzünü temâşâ et. Rahmetin şu büyük çiçekleri olan Cennet ve bahar ve zeminde yazılan esmâyı, vâzıhan okuyabilirsin, cilvelerini ve nakışlarını anlar, görürsün.” (Sözler)

Aynı insan eserlerden Allah’ın saltanatına ve güzelliğine temaşalar gerçekleştirir. Temaşalarını yine Allah’ın bellettiği kelimelerle ifade eder:

“İnsanlar, asâra bakıp, gàibâne muâmele sûretinde, saltanat-ı Rubûbiyetin mehâsinine t e m a ş a g e r  makamında kendilerini gördüklerinden, tekbir ve tesbih vazifesini edâ edip “Allahuekber” dediler.

Sâniyen: Esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin cilveleri olan bedâyiine ve parlak eserlerine dellâllık makamında görünmekle, Subhanallah, Elhamdülilah diyerek takdîs ve tahmîd vazifesini ifâ ettiler.” (11. Söz)

İnsan eşyanın yaratılışındaki ve sanatlı yaratıkların inceliklerini, nazenin güzellikleri t e m a ş a  eder ve Allah’a muhabbet ve iştiyak duyar:

“Eşyanın yaratılışında ve masnuâtın san’atındaki latîf incelik ve nâzenin güzellikleri t e m a ş a  ile tenzih makamında, Fâtır-ı Zülcelâl, Sâni-i Zülcemâllerine muhabbet ve iştiyak vazifesine girdiler.” (11. Söz)

İnsanın ebedi hayatının inşasında temaşanın önemli bir yeri vardır.

Şu her yönü ile zengin hayat makinesi, ona Allah’ın sanat eserlerindeki mucizeleri  görmek ve düşünmek ve temaşa ve tefekkür etmek için verilmiştir:

“Şu derece cihazâtça zenginlik ve sermâyece kesret, elbette ehemmiyetsiz, muvakkat şu hayat-ı dünyeviyenin tahsili için verilmemiştir.

Belki, şöyle bir insanın vazife-i asliyesi, nihayetsiz makàsıda müteveccih vezâifini görüp,

acz ve fakr ve kusurunu ubûdiyet sûretinde ilân etmek

ve küllî nazarıyla mevcudâtın tesbihâtını müşâhede ederek, şehâdet etmek

ve nimetler içinde imdadât-ı Rahmâniyeyi görüp şükretmek

ve masnuâtta kudret-i Rabbâniyenin mu’cizâtını  t e m a ş a  ederek nazar-ı ibretle tefekkür etmektir.” (Sözler)

Yine varlıkların süs ve latif sanatlarını beğenmeli temaşa etmeli  oradan hareketle onu yaratana muhabbet duymalı  ve onun huzuruna çıkmaya  gayret etmelidir:

“Şu mevcudâttaki zînetleri ve latîf sanatları istihsankârâne t em a ş a  etmekle, onların Fâtır-ı Zülcemâlinin mârifetine muhabbet etmek ve onların Sâni-i Zülkemâlinin huzûruna çıkmaya ve iltifatına mazhar olmaya bir iştiyaktır.” (Sözler)

İnsanın temaşası bir nevi mirac hükmünde olan namazın özellikle tahiyyat bölümünde zenginlik kazanır.

“Şualar miraç” İkinci kudsi kelime-i Miraciye,  “El-mübareketü”.

Madem hadisçe namaz, müminin miracıdır ve Mirac-ı Ekberin cilvesine mazhardır; ve madem dünya seyyahı, her âlemde, ilim sıfatıyla Allamü’l-Guyub Halıkını bulmuş; biz dahi o seyyahla beraber, mübareklerin ve görenlere “Barekallah” dedirtenlerin ve “El-mübarekatü”nün geniş âlemine girip bütün ziruhun masum, mübarek yavrulanlarını ve bütün zihayatın mukadderat ve programlarının kutucukları olan tohum ve çekirdekleri başta olarak, o mübarekat âlemini t e m a ş a  ve mütalaa ile kudsi sıfat-ı ilmin mu’cizâtlı, ince cilveleriyle Halıkımızı ilmelyakin ile bilmeye o seyyah gibi çalışacağız.” (Şualar)

İnsanın her temaşası da makbul değildir, yasaklı alanlar da vardır.

“Hem de insan hangi şeye temaşa ederse, elbette mekayisini ve esaslarını kendi nefsinde arayacaktır. Eğer bulmazsa, etrafında ve ebnâ-yı cinsinde arayacaktır. Hattâ, hiçbir cihetten mümkünata benzemeyen Vacibü’l-Vücudu tefekkür etse, yine kuvve-i vahimesi şu vehm-i seyyii düstur ve dürbün yapmak istiyor. Hâlbuki Sâni-i Zülcelâl, şu nokta-i nazarda temaşa edilmez.” (Muhakemat)

Bediüzzaman temaşanın herkese göre olmadığını avamın mücerred şeyleri temaşasının bazı zihinsel eğitimlerle mümkün olacağını belirtir. Bunu kendisi eserlerinde yapmıştır, onun örneklemeleri avama yapılan temaşa eksersizleridir.

Avam ve temaşa:

“Cumhur-u avam ise, melûf ve mütehayyelâtından tecerrüd edip hakaik-i mücerrede ve mâkulât-ı sırfeyi temaşa edemezler-meğer mütehayyelâtları dürbün gibi tevsit etseler… Fakat mütehayyelâtın suretlerine hasır ve vakf-ı nazar etmek, cismiyet ve cihet gibi muhal şeyleri istilzam eder. Lâkin nazar, o suretlerden geçerek hakaiki görüyor. Meselâ, kâinattaki tasarruf-u İlâhîyi sultanın serir-i saltanatında olan tasarrufunun suretinde temaşa edebilirler.” (Muhakemat)

Yine avamın temaşa etmesinde mücerred şeyler hayalden alınan suretlerle olacağını öngörür. O kadar her şeyi yerli yerinde anlatmış ki, akıl işi değil, Bediüzzaman’ın kelimelere getirdiği okyanus mana boyutları. Maşallah barekâllah. “Avam ise, havassa hitap olunan kelâmı hakkıyla fehmedemezler. Halbuki cumhur ise, ekseri avam, ve avam ise, me’lûfât ve mütehayyelâtından tecerrüd edip hakikat-i mahzâ ve mücerredat-ı sırfayı çıplak olarak göremezler. Fakat görmekleri temin edecek, yalnız zihinlerinin te’nisi için, me’lûf olan ziyy ve libasla mücerredat arz-ı endam etmektir. Tâ mücerredatı, suver-i hayaliye arkasında temaşa etmekle görüp tanısın. Öyleyse, hakikat-i mahzâ, me’lûflerini giyecektir. Fakat surete hasr-ı nazar etmemek gerektir. Bu sırra binaendir.” (Muhakemat)

Bediüzzaman’ın eserlerinin teknik yönelimlerini anlattığı

Muhakemat isimli eserinde temaşada mümkinat yönünden değil, Allah canibinden temaşa etmek gerektiğini ifade eder. Çok önemli bir temaşa tekniğidir, yönlendirmesidir. Nereden temaşa etmesi gerektiğini insan bilmelidir. “İnsan kâinatta mümkinatın öyle bir kuvvet ve kudretini görmemiş ki, icad-ı sırf ve idam-ı mahz etsin. Hâlbuki hükm-ü aklîsi de daima üssü’l-esası, müşahedattan neş’et eder. Demek, âsâr-ı İlâhiyeye mümkinat tarafından bakıyor. Hâlbuki hayret-efza âsârıyla müspet olan kudret-i Sâniin canibinden temaşa etmek gerektir. Demek, ibâdın ve kâinatın umur-u itibariyeden başka tesiri olmayan kuvvet ve kudretlerin cinsinden olan bir kudret-i mevhume içinde Sânii farz ederek, o noktadan şu meseleye temaşa ediyor. Hâlbuki Vacibü’l-Vücudun canibinden, kudret-i tâmmesi nokta-i nazarından bu meseleye temaşa etmek gerektir.”(Muhakemat)

Bediüzzaman temaşa eden insanı eğitmek için eserlerinde çok örnek temaşalar gösterir. Sürekli bak ve gör fiillerini kullanır:

“Zeminin yüzünü bir küçük bahçe gibi temaşa edecek bir geniş, hayalî gözle bak. Ve hem bil ki,

Rahmâniyet, Rahîmiyet, Hakîmiyet, Adiliyet gibi tâbirler,

Cenâb-ı Hakkın hem isim,

hem fiil,

hem sıfat,

hem şe’nlerine işaret ederler.

İşte, başta insan olarak bütün hayvanatın muntazaman bir perde-i gaybdan gelen erzaklarına bak, Rahmâniyet-i İlâhiyenin cemâlini gör. Hem bütün yavruların mucizâne iaşelerine ve başları üstünde ve annelerinin sinelerinde asılmış tatlı, sâfi, âb-ı kevser gibi iki tulumbacık süte temaşa eyle, rahîmiyet-i Rabbâniyenin câzibedar…” (Şualar)

Bediüzzaman suyun temaşasını örgütler insanlara:

“O kadar küçüklüğüyle beraber bir âlem-i hayvanat-ı hurdebiniyeyi istiab eden bir katre suya, aklın hurdebiniyle temaşa ediniz-tâ Sâni-i Kâinatın herşeye kadir olduğunu tasdik edesiniz.

Acaba, o halde delil müddeâdan daha hafî ve daha muhtac-ı izah olmaz mıydı? Hem de onlarca muzlim birşeyle, hakikatı tenvir etmek veyahut onların bedahet-i hislerine karşı mugalâta…” (Muhakemat)

Semavat birçok temaşacıyı kendinde barındırır:

“Cenâb-ı Hakkın acâib-i masnuâtına bakıp, temaşa edip ve ettiren işaretleriz. Yani semâvât, hadsiz gözlerle zemindeki acâib-i san’at-ı İlâhiyeyi temaşa eder gibi görünüyor. Semânın melâikeleri gibi, yıldızlar dahi mahşer-i acâib ve garâip olan arza bakıyorlar ve zîşuurları dikkatle baktırıyorlar demektir.” (Sözler)

Âlemde temaşa edenler yukarıda saydıklarımızla sınırlı değil bir başka temaşacılar hem de cok büyük bir temaşacılar meleklerdir.  Hatta bir kısmı da yıldızlardır.  “Melâikeler, o mu’cizâtı ve o harikaları temaşa ettikleri gibi, ecrâm-ı semâviyenin gözleri hükmünde olan yıldızlar dahi, güya melâikeler gibi, zemin yüzündeki nazenin masnuatı gördükçe, Cennet âlemine bakıyorlar ve o muvakkat harikaları bâki bir surette Cennette dahi temaşa ediyorlar.” (Mektubat)

Üstelik bunlar her iki âlemi aynı anda temaşa eden sakinlerdir. Kâh dünyaya, kâh cennete bakarlar.

Yine melekler temaşacıdır semavat mekânlarında:

“Yani Cennet çiçeklerinin fidanlık ve mezrâcığı olan zeminin yüzünde hadsiz mu’cizât-ı Kudret teşhir edildiğinden Semâvât âlemindeki melâikeler o mu’cizât-ı, o hârikaları temaşa ettikleri gibi, ecrâm-ı semâviyenin gözleri hükmünde olan yıldızların dahi, güyâ, melâikeler gibi, zemin yüzündeki nâzenin masnuâtı gördükçe, Cennet âlemine bakıyorlar.” (Sözler)

Cennet kuşları da temaşacıdırlar.

Üstelik bindikleri temaşa uçakları da vardır; sinekler: “Cennet kuşlarından tut, tâ sineklere kadar bir cins ervâhın tayyâreleridirler. Onlar, bunların içine emr-i Hak ile girerler, âlem-i cismâniyâtı seyrân edip, o cesedlerdeki hasselerin pencereleriyle cismânî mu’cizât-ı fıtratı temaşa ederler.” (Sözler)

Allahın bütün görevlileri “memurları” temaşacıdırlar:

“Sultan-ı Ezelînin memurları, saltanat-ı rubûbiyetin icraatçıları değillerdir. Belki o saltanatın dellâllarıdırlar ve o rubûbiyetin temâşâger nâzırlarıdırlar. Ve o memurlar, o vâsıtalar; kudretin izzetini, Rubûbiyetin haşmetini izhâr içindir.”(Sözler)

Hülasa bu dünya geçici temaşagah, Bediüzzaman’ın çok yönlü temaşa örnekleri ile doludur. Ahiret sermedi temaşa, orasını da inşallah gidince göreceğiz. Elimizden tut Allah’ım!

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer

En İyi Eğitim Reformu Nasıl Yapılabilirdi?

Bir eğitim-öğretim yılına daha giriyoruz. 23 Nisan 1920 yılında ilk TBMM’nin açılışından şimdiye kadar “eğitim reformu” adı altında ülkemizde çeşitli şeyler yapıldı ve yapılmakta devam ediliyor. Bu vesileyle sorsak: “Acaba bundan biraz daha eski tarihe gitsek 20. yüzyılın başından başlamak üzere, şimdiye kadar ülkemizde en iyi eğitim reformu teşebbüsü hangisi olmuştur?”

Bu sorunun cevabını araştırırken, günlük hayatımızdan bazı müşahhas misaller üzerinde durup düşünmekte, bu misaller üzerinde tahliller yaparak sorunun cevabı ile ilgi kurulabilecek neticeler çıkarmağa çalışmakta da fayda olabilir.

En yakın misallerden olarak: Bundan önceki yazımızda helal gıda mevzuu ile irtibatından geniş bir şekilde bahsettiğimiz “Gazozlar” meselesinde, ilim ehli olmayanların bu mevzudaki söz ve davranışlarını bir tarafa bırakırsak, acaba niçin ilim ehlinden bazıları tarafından da böyle bir mevzu “üzerinde durulmağa değmez” veya “üzerinde durulması lüzumsuz” ve bazıları tarafından ise, yaptıkları kıyâs maa’l-fârık’larla (asıl ile fer’ arasında illet benzerliği bulunmaksızın yapılan kıyaslarla) sanki çok önceden“halledilmiş küçük bir mesele” gibi telakki ve ifade edilmektedir?

Hakşinaslıkla ve samimiyetle bu mevzua cevap veren ilim ehli bunun sebebinin, fıkıh ilmini bilenlerin, fen ilimlerini bilmemeleri; fen ilimlerini bilenlerin de fıkıh ilmini bilmemeleri ve bunların birbirleriyle faydalı bir işbirliği yaparak mevzua açıklık getirmemesi olduğunu söylemektedirler.

Kısa bir süre önce, ülkemizin en tanınmış fıkıh profesörlerinden biri, en çok satılan bir günlük gazetede yayınlanan röportajında, “yaşadıkları devir için uyarlamasını yapmadıkları ayni mevzudaki çok sayıdaki fıkıh hükmünü sadece eski kitaplardan derlemekle kalarak, yaşadıkları zaman ve ortama uyum sağlayamadıkları” şeklinde samimî bir itirafta bulunmuştu. 1 Eylül 2012 de İstanbul’da yapılan “5. Uluslararası Helal Gıda Sempozyumu”nun ilk oturumunun son konuşmacısı Kuveyt’li Dr.Hani El Mazeedi yaptığı sunumda ve oturuma başkanlık eden değerli İslâm Hukuku Profesörümüz, oturumda söylenenleri özetleme konuşmasında da, fıkhî hükümler verilirken fen ve din ilimlerinin mezcedilmesindeki noksanlığa dikkat çekmişlerdi.

Bu noksanlığın bizzat yaşadığım en çarpıcı misallerinden birinde, fıkıh ilim adamlarıyla birlikte bulunduğum bir mecliste fenci ve kimyacı olarak benim de bulunduğumu bildikleri halde, bana istihale (kimyasal değişim) ile ilgili olarak bugünün seviyesindeki fennî bilgiler mevzuunda hiçbirşey sormak lüzumunu duymadan, yüzlerce yıl öncesinin eksik fennî bilgileriyle, “bir tuz yatağına düşen aslen necis bir maddenin tuz yatağında istihale ile necis olmaktan çıkıp çıkmayacağını” tartışmalarını hayretle müşahede etmiştim.

Birkaç yıl önce de, Konya’da bir yemekte, yanımda oturan bir misafiri “Hanefî fıkhının âlimlerinden” olarak takdim etmişlerdi. Sofradaki gazozları kendisine göstererek; “Bunlar sofrada olmasa daha iyi olurdu.” dediğimde, fıkıh âlimimizin yüz hatları birden asabiyetle gerilip hışımla bana dönerek: “Ne varmış gazozlarda?” mukabelede bulunmasını da yadırgamış ve hayretle karşılamıştım. Onun bu tavrı karşısında, bir kimyacıya bilim alanıyla en yakından alâkalı olan bu mevzuda ondan doğru fennî bilgi almak maksadıyla değil de, azarlamak gibi bir tavırla sorduğuna bakarak, sofrada gergin bir tartışma meydana getirmemek için susmuştum.

Gazetelerde ve internet sitelerinde fıkhî sorulara cevaplarla ilgili köşelerde de sorulara cevap verenlerin buna benzer bazı hal ve sözleri bulunuyor. Bazıları bilgi noksanlığıyla, hatalı kıyaslarla kendilerinin de müptelâ oldukları gazoz, kefir, ekşi boza ve keskin şıra gibi az da olsa içlerine dışarıdan katılmış veya alkolik fermentasyonla kasdî ve iradî olarak içlerinde teşekkül ettirilmiş sekerat verici alkol ihtiva eden meşrubatı içmeyi helal ilan ederken, bu mevzuda kendilerine göre bazı deliller de göstererek bazı hususlara dikkat çekenlerin delillerini hiç irdelemeden, onlar hakkında suizan ve iftiralarda bulunmaktan geri kalmıyorlar ve bu esnada söylediklerinin, verdikleri fıkhî hükümlerin aleyhine delil olduğunu da fark edemiyorlar.

Bu mevzuyla alâkalı olarak okuyucu suallerine cevap verenlerden bir tanesi gazozlardan bahsederken, “herkesin iftar sofralarını süsleyen gazozlar” şeklinde gazozlara bir medhiyede bulunmayı da ihmal etmemiş ve Buharî, Müslim, Muvatta, Ebu Davud, Tirmizî, Nesâi gibi sahih hadis kitaplarında yer alan :“Her sarhoş edici şey haramdır. Bir küp içildiği takdirde sarhoşluk veren bir şeyin tek avucu da, tek yudumu da haramdır.” hadisini alıp buna kendine göre manâ vererek, bu mevzuda yapılabilecek itirazları susturacak şekilde gazozları savunmasına delil olacağını düşünerek; “Gazozların bir küpü sarhoş ediyor mu?” sorusunu, önce basit bir hesap yapmağa da lüzum görmeden, yazısında sormuş.

Fazla teferruata girmeden buna, önce onun yapması gereken hesabı biz yaparak cevap verelim: Hadiste küp kelimesi geçmektedir. Normal bir küpün 100 litre kadar sıvı aldığı kabul edilirse, bir oturuşta bir küp gazozu, (ayni şekilde kefiri, bozayı veya şırayı) tabii ki, hiç kimse gerçekte içemez; fakat bunun bir oturuşta içilebilmesi mümkün olsaydı ve içilenin litresinde 5g etil alkol olsaydı, 100 litresinde 500g saf etil alkol olurdu. Bu, saf etil alkol yüzdesi 45 olan rakı, votka gibi çok alkollü içeceklerin 500/0,45=1100 ml’sine tekabül ederdi ki, bu kadar rakı veya votkayı bir oturuşta içtiği halde sarhoş olmayacak kişi yoktur. 100 litrelik küpteki içeceğin litresinde 5g yerine 4g saf etil alkol olsaydı, bu da 400/45=888 ml rakı veya votka gibi sarhoş edici içkiye tekabül ederdi. Ayni hesap, litrede 3g etil alkollü meşrubat için yapılsaydı, bunun da bir küpünün 300/0,45=666 ml rakı veya votka’daki kadar saf etil alkol ihtiva edeceği hesaplanırdı ki, bu kadar etil alkolü bir oturuşta içen de– belki çok nadir rastlanabilecek bazı istisnaları hariç- sarhoş olurdu.

Bir insan bir oturuşta gerçekte 100 litre değil, en fazla 1,5 litre kadar sıvıyı içebileceğine göre, sahih kaynaklarda yer alan bu hadisteki “bir küp içildiği takdirde sarhoşluk veren şey”le kastedilenin, “içindeki sarhoşluk verici maddenin yüzdesi çok az ve bir oturuşta içilebilecek (1,5 litre kadar) miktarı sarhoş etmese bile, bir küp miktarı içindeki (yukarıda hesaplarda belirttiğimiz) sarhoşluk verici madde sarhoş edebiliyorsa” manâsında anlaşılması gerektiği âşikârdır. Dolayısiyle; “Şimdiye kadar gazoz içerek sarhoş olana rastlanmamıştır” şeklinde, çok defa tekrarlanarak yapılan “gazoz savunması” bu hadisin manâsına ters düşmektedir ve geçersizdir. Gazozlar gibi, daha önce de bahsettiğimiz şekilde “iradî ve kasdî işlemle” dışarıdan sekerat verici etil alkolü katmakla veya bilerek fermentasyonla (tahammur, mayalanma ile) içinde sekerat (sarhoşluk) verici etil alkol teşekkül ettirilmiş kefir, şıra, boza gibi içecekler için de hükmün ayni olması gerekir.

Yıllar önce görev yaptığım bir üniversitenin, İlahiyat Fakültesi de vardı. Buradaki, daha önce müftülük de yapmış, çok iyi Arapça bilen, ve halen ayni üniversitede profesör olan bir öğretim üyesinin evine bir bayram ziyareti için gittiğimde, bana tatlının yanında (güya onun hazmını kolaylaştırmak ve verdiği susuzluk ihtiyacını teskin için) gazoz da ikram etmişti. Ben, gazoz içmediğimi ve sebebini söyleyince, aslında aralarında hiç alâka kurulamayacağı halde, beni kendi fikrine ikna etmek için Peygamberimiz’in (s.a.v.)’in yaşadığı devirde hristiyanların meskûn bulunduğu Suriye’den gelen peyniri yediğini söylemiş ve verdiği bu misal gazozların helalliğiyle ilgili çok önemli bir savunma olabilirmiş gibi üzerinde ısrarla durmuştu. Daha sonra değişik zamanlarda, o İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi gibi başkalarının da ayni kıyâsı gazozları aklamak için yapmağa çalıştıklarına rastladım. Peygamberimiz’in (s.a.v.) yaşadığı devirde hristiyanlarla meskun Suriye’den gelen bir peyniri yemiş olması, bu devirde hristiyan Garp’ta formülleri gizli tutulan meşhur gazozların da tereddüdsüz içilmesine ne derecede delil olabilirdi?

Domuz, bir yıl içinde çok yavru yaptığı için, dişi domuzun sütü yavrularına bile zor yeter ve bir hristiyan ülkesinden gelen peynirin domuz sütünden yapılmış olması fevkalade zayıf bir ihtimaldir. Vejetaryenlere (hayvan kaynaklı olan besinleri yemeyenlere) satmak amaçlı peynirlerde kullanılan “bitkisel peynir mayaları” da yapılmış olmasına rağmen, şimdi de, eskiden olduğu gibi ekseriya sığırlardan elde edilen peynir mayası kullanılır.

Belki o tarihte, Suriye’deki hristiyanlar tarafından peynir mayası alınacak sığırların şer’î boğazlanmaları yapılıp yapılmadığı sorusu da akla gelebilir. Fakat, Peygamberimizin zamanında, hristiyan ülkelerinde şimdi olduğu gibi, “medeniyet” ve “hayvan haklarını korumak” gibi adlar altında, hayatı veren ve ona nasıl son verilebileceğini bildiren Allah’ın (c.c.) emrettiği şer’î boğazlanmaya muhalefet olmadığından, bir Müslüman tarafından olmasa da bir hristiyan veya yahudi tarafından boğazlanmış kesimlik bir hayvandan alınmış mayayla o peynirin yapılmış olması halinde, o peynir Müslümanlar tarafından yenilebilirdi. Peygamberimiz (s.a.v.) her hususta Allah’ın hıfzında bulunduğundan, nasıl yapılmış olduğunu kendisi bilmese ve bu mevzuda hiç kimse kendisine bilgi vermemiş de olsa, o peynirin yenmesine mani bir durum olsa, Allah (c.c.) bunu ona bildirirdi ve yenmemesi gereken bir gıdayı yemezdi.

Hem Peygamberimiz, vesvesenin ümmeti içinde sanki bir sünnetiymiş gibi yaygın hale gelmemesi için, hristiyanlardan daha fazla İslâm’a düşmanlık eden yahudilerden gelen yiyecekleri bile, hakkında sakınılacak bir bilgi kendisine gelmediği zamanlar yemiştir.

“Başta Buhârî, Müslim, kütüb-ü sahîha haber veriyorlar ki: Gazve-i Hayber’de bir Yahudî kadını, bir keçiyi biryan yapıp pişirmiş, gayet müessir bir zehir ile zehirlemiş. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a göndermiş. Sahâbeler yemeye başladılar. Birden ferman etti: 

Yâni, pişirilen keçi bana der ki: ‘Ben zehirliyim’ diye haber veriyor. Herkes elini çekti. Fakat o şiddetli zehirin te’sirinden, Bişr İbni’l-Berra’, aldığı bir tek lokmadan vefat etti. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o Zeyneb ismindeki kadını çağırdı. Ferman etti: ‘Neden böyle yaptın?’ O menhuse dedi: ‘Eğer peygamber isen, sana zarar vermeyecek; eğer pâdişâh isen, insanları senden kurtarmak için yaptım.’ Bazı rivayette onu öldürtmemiş, bazı tarîkte öldürtmüş. Ehl-i tahkik demiş ki: ‘Kendi öldürtmemiş; fakat Bişr’in veresesine verilmiş, onlar öldürmüşler.”(el-Hakim, Müstedrek: 3/219-220, Aliyyü’l-Kari, Şerhu’ş-Şifa: 1/644-645)

Eğer kendisinin bizzat edindiği bir bilgiyle veya zehirli, pişmiş keçinin konuşmasıyla o keçinin zehirli olduğunu Peygamberimiz (s.a.v.) öğrenmeseydi, o keçinin bir gayrimüslim ve yahudi kadın tarafından pişirilip kendisine ikram edilmiş olduğuna bakmadan onu yiyecekti. Peygamberimiz’in (s.a.v.), o keçi zehirli olduğunu söylemesine rağmen onu yemiş olmadığını da bugünün bazı Müslümanlarının dikkatine sunmakta belki ayrıca fayda vardır: Onun sünneti olarak örnek alınması gereken davranışı; bir yiyecek veya içeceğin yenilmesi veya içilmesine mani durumu öğrenilince, hem kendisi onu yiyip içmemek ve hem de kendisiyle birlikte ayni sofrada bulunanları bundan menedici bir tavsiyede bulunmaktır. Gayrimüslim ülkelerin imalatı olan yiyecek ve içeceklerin Müslümanlar tarafından yenilmesine ve içilmesine mani bir durumu olduğu bildirilince de, Müslümanlar ondan el çekmeli ve onu yiyip içmekte ısrar ve devam etmemelidir. Halbuki, günümüzde gayrimüslim menşeli bazı yiyecek ve içeceklerin dinî bakımdan mahzurları defalarca söylendiği halde, Peygamberimiz’in (s.a.v.) o zaman gayrimüslimlerle meskûn olan Suriye’den gelen bir peyniri yemesini ekseriya misal gösterip, bu mevzuda da kıyâs maa’l-fârık’ yaparak, o yiyecek ve içeceklerin yenebileceğine zorlama fetva çıkarmağa çalışan, verdiğim misaldeki gibi Müslüman din görevlilerine bu zamanda maalesef çok rastlanmaktadır. Gazozları eksik fennî bilgiler ve çeşitli kıyâs maal’-fârık’larla aklamak gayretlerine karşı söylenebilecekler arasına, Peygamberimiz’in (s.a.v.) Suriye’den gelen bir peyniri yemiş olmasıyla alâkalı bu misalin doğru yorumunun eklenmesinde de fayda vardır.

Yukarıda bahsettiğimiz şekilde, bazı fıkıh profesörlerimizin de üzerine vurgu yaptığı fen ve din ilimlerinin birlikte mezcedilebilmesi ihtiyacı ve bu ihtiyacı karşılayacak üniversite kurulması, helal gıda meselemizle de yakından ilgilidir. Çeşitli mevzularda reformlar yapan mevcut siyasî iktidarın, Anayasa, Tevhid-i Tedrisat Kanunu, YÖK (Yüksek Öğretim Kurumu) gibi aşılması zor bürokratik engelleri bulunan bu mevzudaki bürokratik engelleri aşabilmesi bugün için çok zor görünmektedir. Önceki hükümetler döneminde Millî Eğitim Bakanlığı müsteşarlığı yapmış bir kişiye, kendi dönemindeki millî eğitim reformları faaliyetleri mevzuunda bir toplantıda yaptığı konuşmasından sonra, soru-cevap bölümünde söz alarak; “-Fen ve din ilimlerinin birlikte okutulduğu üniversiteler kurulması yönünde de proje üretme çalışmalarınız oldu mu?” sorum karşısında, o eski MEB müsteşarı bir an düşünmüş ve daha sonra da; “-Olmaz öyle birşey!” şeklinde bana sert bir mukabelede bulunmuştu.

24.2.2008 Tarihinde İstanbul’da yapılan “1.Uluslararası Helal Gıda Konferansı”nda sunduğum tebliğimde de lüzumuna açıklık getirmeğe çalıştığım böyle bir üniversitenin kurulması mevzuunu, yüz yıl önce ilk defa Bediüzzaman Said Nursi çok aktif olarak savunmuştur. Kendisinin Doğu Anadolu’da bir “Darülfünûn-u İslâmiye” kurmak tasavvuru, 1898-1905 yıllarında Van’da Vali Tahir Paşa’nın konağında kaldığı dönemde ortaya çıkmış, bu tasavvurunun sistematik hale getirilmesi ve projesinin neşredilmesi 1911 tarihli “Münazarat” isimli eseriyle olmuştur. “Emirdağ Lahikası” isimli eserinde de, bu üniversite projesinin tahakkuku için 55 yıl çalıştığını söylemektedir.

Bediüzzaman, bu eğitim kurumunun bütün İslâm dünyasına açık olmasını, maddiyat engeline takılmadan talebelerin buraya devam edebilmesini, eğitim ve öğretimin bütün kademelerinin birbirinin devamı olarak ayni müessesede görülmesini hedeflemiş; dinî ilimler, fen bilimleri ve tasavvufun birlikte okutulacağı bir müfredatın takibini istemiştir. İlkinin ülkemizde kurulmasından sonra, diğer İslâm ülkelerinde de kurulabilecek olanlara emsal olmasını istediği bu Darülfünûn’un Türkiye’deki tesis yerleri olarak, İslâm coğrafyasının merkezlerinden olan Bitlis, Van ve Diyarbakır’da açılmasını istemiştir.

Din ilimleri, fen ilimleri ve tasavvufun birleştirileceği bir üniversitenin müfredatına intibak edebilecek öğrencilerin ayni istikamette alt kademe öğrenimi, yani ilköğretim ve orta öğretimini de bu üniversite bünyesinde görmesi gerekecektir. Zira, ancak böyle bir kaynaktan gelen öğrenciler bu üniversitede başarılı olabileceklerdir. Öğrenim dili olarak hem Arapça’yı hem Kürtçe’yi hem de Türkçe’yi kullanacak resmî seviyeli özel bir kuruluş halindeki bu üniversite, yıllardır ülkemize büyük maddî ve manevî kayıplar verdiren terörizmin kaynağındaki “bütün kötülüklerin başı olan cehalet”e karşı çok mühim bir deva niteliği de gösterebilecekti.

Batıdan kopyalanmış ve o modele şartlanılmış bugünkü maarif sistemimize göre, Bediüzzaman’ın bir asır öncesinde ilk defa tasavvur ettiği bu eğitim modeli bazılarına göre “çok uçuk” gelse de, devlet üniversitelerimizde son yıllarda yapılan sempozyumlarla ciddî şekilde tartışılmağa başlanmıştır.

Bir yıl önce Mardin Artuklu Üniversitesi Rektörlüğü, Mardin Valiliği, Risale Akademi ve Akademik Araştırmalar Vakfı tarafından Bediüzzaman’ın bu mevzudaki fikirlerinin ilmî olarak tartışılması için Mardin Artuklu Üniversitesinde yapılmış olan “Münazarat Sempozyumu”ndan sonra, 12-14 Ekim 2012 tarihlerinde de Van’da Said Nursi ve eğitim felsefesiyle ilgili olarak “Medresetüzzehra Sempozyumu”nun hazırlıkları yapılmaktadır. Bu sempozyumla ilgili bilgilere www.medresetüzzehrasempozyumu.org web sitesinden ulaşılabilmektedir.

Gerek bir yıl önce Mardin Artuklu Üniversitesi’nde yapılan “Münazarat Sempozyumu”nda, gerekse 12-14 Ekim tarihlerinde Van’da yapılmasının hazırlıkları devam eden “Medresetüzzehra Sempozyumu”nda, anahtar hükmünde bir ölçü olarak, yukarıda bahsettiğim vicdanın ziyası olan din ilimleri ve aklın nuru olan fen ilimlerinin imtizacıyla hakikatın tecellî edeceğine vurgulamada bulunulduğu ve bundan sonra da bulunulacağı anlaşılmaktadır. Bediüzzaman’ın daha önce de naklettiğim bu mühim vecîzesinin Münazarat adlı eserindeki tam ifadesi şöyledir:

“Vicdânın ziyâsı, ulûm-u dîniyedir. Aklın nûru, fünûn-u medeniyedir. İkisinin imtizâcıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervâz eder. İftirak ettikleri vakit birincisinde taassup, ikincisinde hile ve şüphe tevellüd eder.”

Şu hususa da ayrıca temas etmekte fayda vardır: Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası-2’de, batı medeniyetinin semavî kanunlara muhalefet ettiğini ve bunun tokadını yiyeceğini bildirmektedir. Medyaya akseden haberler bunun tezahürlerinin görülmeğe başlamasıyla ilgili olabilir. Müslümanlar, batının kriterlerine uymaktan önce İslâm’ın kriterlerine uymalı, hem yiyecek ve içecek seçimlerinde, hem de diğer hususlarda körükörüne bir “batıcı”lıkla “batılı olmak” adına “bâtılı almak” hatasından sakınmayı kendisine mühim bir vazife bilmeli ve bunun için çok dikkatli ve hakla bâtılı ayırt edecek şekilde seçici olmalıdır.

Prof.Dr.Mustafa NUTKU

Allah’ım, beni sarmalayan karanlığı söndür.

Yalnızlığın cirit attığı sokaklardayım. Ayışığında ayna oldum kendime. Sıyırdım kılıflarımı, attım üniformalarımı, bir bir topladım rollerimi ve kaldırdım rafa. İşte şimdi kendimle beraberim. Ne zamandır bilmiyorum, kendimden bihaberim. Hep o, bu, sıraları doldurmuşlar. Bana hiç sıra gelmiş mi, yok haberim.
Ne zamandır iç seslerime kulaklarım tıkalı? En son ne zaman duymuştum merhametin sesini? Vijdanımın sesi hangi katmanında kaldı duyarsızlığımın? Beni sarsan soruları zihnim üretmeyeli ne kadar zaman oldu? Aklım hangi olmazların dişlisine takılıp kilitlendi? Kendime bakmadığım aynalar ne kadar zamandır toz bağladı? Görmekten kaçtığım gerçekler hangi köşelere gizlendi?
Zamanın merdiveni beni hızla taşırken, ileri sandığım gidişim, meğer hangi çukurlarda, hangi tümseklerde hız kaybetmiş, enerji tüketmiş. Ben halâ, olmam gerektiğini düşündüğüm noktaya, bir akıl mesafesinde kalakalmışım.
Beni mutlu eden rollerim, neden kendimi görmemi sağlamadınız, neden perde oldunuz bana? Edindiğim bilgilerim, elimden tutmayacak mıydınız benim? Konuşurken iyiydi, birileri dinlerken iyiydi, ya yaşarken? Nerelere kayboldunuz önümden? Kendimin dışındakiler için yaptığım plânların, programların arasında sesiniz teğet geçmişti kulaklarıma. O kadar cılızdı ki sesiniz, etkili olmadı, etkileyemedi tıka basa sıkışmış plânların arasına.
Kendimle mücadelemde, sorgulamamda zihnimdeki kayıtlar yol göstermiyor bana, çıkmaz sokaklara götürüyor gördüğüm oklar. Kötü bir rehberlik notu iliştirilmiş dönemeçteki köşe başına. Zayıflatılmış özgüvenim, beceriksiz olduğuma inandırılmış aklım, düşünme öğretilmemiş zihnimle boy göstermeye çalıştığım dünyada, şimdi kontrol edemediklerimin kontrolündeyim. Haritalar yanlış, işaretler yanlış ve bu sebeple yolculukta yanlış.
Ey ecel, nerelerdeysen henüz uğrama bana. Daha yeni kapı araladım ihmal ettiğim dünyama. Kulak kabarttım cılız sesli vijdanıma. Aklımın hançeresinden çıkan feryet içimi yaktı. Yanlış yolda yalapalayan adımlarım, aynada kendini farkeden idrakimin şaşkınlığına paralel bocaladı. Ay, saklı ışıklarını doldurdu beni gösteren aynaya. Kararan dünyamın hangi aydınlıkları gizlediğinin ayırdına vardım. Güzelliklerin, sindiği köşelerden çıkmaya hazır olduğunu gördüm.
Kendini görmemeye alışmışlığın ritmi yerini yeni alışkanlığa terkederken, sancıma ilâç almayacağım.
Gittiğim yolların köşe taşlarını iaşretleyip şahit tutacağım.
Zihnime yeni yol haritaları kodlarken, her adımda el veren aydınlığın gökkuşağında kaybolacağım.
Bir günlük ömrüm kalsa bile,
Benim için verilenlerin ortaya çıkıp yeni bir görüntü vermesi için aynaya,
Tüm enerjimle yükleneceğim, Rabb’imin isteyene açtığı kapılarına.
Ya Rab, yalnızlığıma ses, ciğerime nefes, damarlarımda kan, bedenimde cansın, biliyorum.
Ve ben. Acizler kervanının en güçsüz yolcusu,
Affına kement atmış geliyorum.
Gayrıya dönük yüzümü artık sana döndür,
Ve, beni sarmalayan karanlığı söndür. 

18.08.2010

Saliha Erdim

Müslüman’ın vazifesi, ümidini her şartta korumaktır

Lahikalar, Bediüzzaman’ın talebelerine yazdığı mektuplardır. Mektuplarda üstad’ın hizmet metodu ve ilmî meseleler yer alır.

O zamanki talebeler bu mektupları, “Üstad bana ne diyor?” diyerek büyük bir dikkatle okuyorlardı. Bugünkü talebeler de bu mektupları, aynı şekilde, “Üstad bana ne diyor?” mantığıyla okurlarsa, çok istifade edebilirler. İşte bu mektuplardan birinde Bediüzzaman Said Nursi, buyuruyor ki: “Başkasının dalaleti sizin hidayetinize zarar vermez. Sizler lüzumsuz onların dalaletiyle meşgul olmayasınız.” (Emirdağ Lahikası)

Öyle bir hayatın içinde yaşıyoruz ki, günahlar üstümüze hücum ediyor!” diyorlar. Firavun, Hz. Musa zamanında Musa aleyhisselam’a karşı çıkıp, onun tebliğ ettiği Tevrat’ı ortadan kaldırmayı ve insanların Tevrat’a değil, kendi sözlerine uymasını istedi. Firavun, Allah’a değil, nefsine tapıyordu; “Ben Rabb’ım.” diyordu. Rab ve mürebbi aynı köktendir, terbiye eden demektir. Firavun, kendi ahlakını beğeniyor, “Benim terbiyemle terbiye olun!” diyordu.

Firavun isim değil, sıfattır. Müslüman için bütün mesele Firavun’u tespit etmektir. Bana göre bu zamanın Firavun’u “sosyal hayattır.” Çünkü sosyal hayat Müslüman’ı zorluyor, “Bana uyacaksın!” diyor. Bugünkü sosyal hayat günümüz gençliğini bozmak için her şeyiyle seferber olmuştur. Nikâhsız birliktelikler, kahveler, barlar, müstehcen neşriyat, televizyon, internet, tabiatçılık… Bunlara ilave edeceğimiz daha pek çok şey, gençliği dininden, tarihinden, İslam ahlakından ayırmak için çalışmaktadır. Kimyada kıymetli cevherleri ortaya çıkarmak için “bileşikleri” ateşe atarlar. İşte bu yüzden Musa’lar Firavun’un fırınına düşerler. Firavun’u uzaklarda değil, tarih sayfalarında değil yakınımızda aramalıyız. İnsanın Firavun’u onun nefsidir. Çünkü nefis daima kötülüğü ister.

Peygamberlerin bütünü dalalete sürüklenmiş, dinden habersiz, ahlaktan yoksun insanların içinde vazifelerini yapmışlardır. Öyleyse bir Müslüman, kendisine ve çevresine bakıp da ümitsizliğe düşmemelidir!.. “Ben vazifeme bakarım!” diyebilmelidir.

Diyorlar ki: “Peygamber’deki irade bende yok!” Amma her insanda irade var. İnsan şahsi iradesiyle evine zarar vermiyor. Hastalanınca doktora gidiyor. Çoluk çocuğu için çalışıp çabalıyor. Menfaati için müdürüne itaat ediyor. Böylesine bir iradeyle insan, hayatını devam ettiriyor.

İnsan, aklını dinlese aklı ona der ki: “Ümidini kırmanın faydası yok.” Kış mevsimi gelir. Ağaçlar yapraklarını döker, kurumuş dallar ayakta kalır. O dallar bekler. Bahar gelir. Kuru dallar yeşermeye başlar. Öldükten sonra dirilmeyi ispat ederler. Sonra meyve verirler. Bahçıvan da o ağaçlara hizmet eder. Ümitsiz olmaya gerek yoktur. Acemi kaptan karaya oturunca, deniz bitti sanmış. Bu onun yanlış yorumudur. Hayatın her türlü inişi, yokuşu, fırtınası, güneşi varsa; Allah’ın da hâkimiyeti var. Kökler, önüne taş çıksa, taşı parçalayıp yoluna devam ediyor. Böylece Allah bize “Ümitsiz olmayın. Vazifenize devam edin!” diye ders veriyor.

İnsanların çok bozulduğu bu devirde önemli olan insanın yaptığı işte ihlaslı olması, yani Allah’ı razı etme gayesiyle yanıp tutuşmasıdır. Bizim vazifemiz budur…

Hekimoğlu İsmail / Zaman