Kategori arşivi: Yazılar

Gerçek iman nasıl olmalı?

Mü’minin en önemli vasfını, “İşittik ve itaat ettik” şeklindeki bu kısa manidar âyet, veciz bir tarzda ifade etmektedir.

Mü’minin tavrı, Allah ve Resûlü ne demişse, neyi emretmiş ise; “işittik ve itaat ettik” olmalıdır. Tam ve kâmil imân da budur.
“Îmân” ise, lügatta, “Bir kimseyi veyâ bir haberi tasdîk etmek” demektir. (1)

Şerîattaki tanımı ise; İslâm âlimlerince  şu şekilde yapılmıştır: “Îmân, Resûl-i Ekrem (asm)’ın Allahu Teâlâ indinden getirdiği zarûreten bilinen cümle ahkâm husûsunda, icmâlen bilinen hükümlerde icmâlen, tafsîlen bilinen hükümlerde ise tafsîlen Resûl-i Ekrem (asm)’ı tasdîk etmektir.(2)

Üstad Bediüzzamân (ra) Hazretleri de Arabî İşârâtü’l-İ’câz tefsîrinde imânı şöyle ta’rîf etmiştir:

“İmân, Rasûl-i Ekrem (asm)’ın getirdiği bütün zarûriyyât-ı dîniyyeyi tafsîlen ve zarûriyyâtın gayrisini ise icmâlen tasdîk etmekle hâsıl olan bir nûrdur.”(3)

Çoğu kavimler, peygamberlerini tekzîb etmeleri sebebiyle toptan ve umûmî bir azap ile helâk olmuşlardır. Yâni, kökten silinip gitmişlerdir. Bu ise izzet ve celâl-i İlâhînin tecellîsini gösteriyor. Hazret-i Muhammed (asm)’ın ümmeti ise; isti’sâl (toptan ve umumî helak) ile helâk olmamışlardır. Ya kılıçla, ya da başka bir tarzda terbiye olunmuşlardır. Bu ise, rahmet ve cemâl-i İlâhînin tecellîsini gösteriyor.

Hem o kavimler, Allah’a ve peygamberlerine hakkıyla itâat etmemeleri, belki “işittik, isyan ile reddettik” deyip haddi aşmaları sebebiyle ağır cezalarla cezalandırılmış ve zor tekliflerle mükellef kılınmışlardır. Bu ise izzet ve celâl-i İlâhînin tecellîsini göstermektedir. Hazret-i Muhammed (asm)’ın ümmeti ise, diğer peygamberlerin ümmetlerine muhalif olarak, “işittik ve kabul ederek itaat ettik” diyerek her konuda tam bir teslimiyetle Peygamberlerine itaatlerini ifade etmişlerdir. Bu da rahmet-i İlâhiyyenin tecellîsi sebebiyledir.

“Kim Kur’ân’da mücma’ aleyh olan (üzerinde icmâ ve ittifak bulunan, o harfin Kur’ân’da sabit olduğu hususu, bütün kıraat imamları tarafından kabul edilen) bir harfi inkâr ederse küfre girer ve ona mürtedlerin hükmü icrâ olunur.” (4)

Bediüzzaman (r.a) Hazretleri bu manada şöyle buyurmuştur:

“Bir harfin inkârı dahi kabil değildir.”(5)

Mü’minler, teklîfî emirlere  karşı, “işittik ve kabul ederek itaat ettik” dedikleri gibi; tekvînî emirlerden gelen belâ, musibet ve hastalıklara karşı da aynı şekilde mukabele ederler. Bununla, kadere teslimiyetlerini ikrar ederler.

Kur’ân-ı Azîmüşşân, bütün zamanlara ve o zamanlarda yaşayan insan nev’inin maddî ve manevî bütün ihtiyaçlarına kâfi ve vâfîdir.

Her zaman olduğu gibi, bu âhir zamanın en dehşetli ve fitnelerle dolu devrinde Kur’ân’ın o nurlarına  daha fazla ihtiyacımız vardır. Çünkü bütün peygamberlerin, şerrinden Allah’a sığındıkları bu âhir zaman fitnesinde bizler, ancak doğrudan doğruya Kur’ân’a dayanmakla imân ve i’tikádımızı muhâfaza edebilir ve o imân senedi ile ebedî Cehennem’den kurtulup sermedî bir Cennet’i, bâkí bir mülkü ve dâimî bir saltanatı kazanabiliriz.

Evet, şu fesâd-ı ümmet zamânında ecnebi diyarından gizli bir zındıka komitesi vasıtasıyla İslâm âlemi’nin  içine atılan binlerce bâtıl ve hurâfe itikadlar sebebiyle imânı tehlikeye düşen ve küllî ve dehşetli tahribata ve yaralara marûz kalan; ve “Bir kurtarıcı yok mu?” deyip kendi derdine devâ arayan mü’minlere, birden Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân, semâvî yüksek hıtâbıyla; “Ey insânlar ve ey dalâlet ehlinin bâtıl fikirleri sebebiyle imânı za’fa uğrayan mü’minler! Umutsuz olmayın. Her derde bir devâ, her ümitsizliğe bir ümit ve her zulmete bir ziyâyı bende bulabilirsiniz. Zîrâ, hak ve hakíkat, huzûr ve saâdet, âsâyiş ve adâlet benim elimdedir, bütün zulumât benim neşrettiğim nurlar sayesinde dağılabilir ve bütün müşkiller ancak benimle halledilir. Dünya ve âhiret saâdetini temin etmek husûsunda açıkladığım hükümler açısından bana denk ve emsal olacak dünyâda başka hiçbir kitap yoktur. Çünkü ben, ezel ve ebed sultânı olan bir Zât-ı Akdesin ‘Âlemlerin Rabbi’ unvânıyla bir fermânıyım” diye ma’nen hitap ediyor.

İşte, dünya ve âhiret saâdetinin yegâne sebebi olan imân ve i’tikadımızı muhâfaza etmek için Kur’ân’ın bu ma’nevî çağrısına ‘Lebbeyk’ deyip icabet etmekten başka bir yol bulunmadığını bilen bizler, Kur’ân’ın eczâhâne-i kübrâsına mürâcaat etmekle mükellefiz. Tâ ki, o ehl-i dalâletin neşrettiği küfür ve küfrândan hâsıl olan yaralarımızı Kur’ân’dan alınan o devâlarla tedâvî edelim ve Âlem-i İslâm’ın semâsını bir zulmet gibi kaplayan küfür ve şirk bulutlarını Kur’ân güneşiyle izâle edelim. Bu konuda Bakara Sûresi’nin 285. âyet-i kerîmesi mü’minlere yol göstermektedir.

‘Amenerresûlü ‘ diye bildiğimiz bu âyet-i kerimenin hazinesindeki şu mânevî mücevherâtın özetini yapacak olursak;
1) Makbûl ve geçerli imânın nasıl olacağı;
2) İmânın bir bütün olup asla bölünme ve parçalanma kabul etmediği; dolayısıyla imânın bir cüz’ünü inkâr, hepsini inkâr hükmüne geçtiği;
3) İmân konusunda peygamberlerin arasında ayırım yapmanın mümkün olmadığı; bütün peygamberlere, özellikle Âhir Zamân Peygamberi Hazret-i Muhammed (asm)’a imânın şart ve zarûrî olduğu;
4) Risâlet-i Muhammediyye (asm), umûmî olduğundan onun risâletini kabûl etmeyen Yahûdî ve Hıristiyanların gerçek ehl-i küfür oldukları ve ebedî olarak Cehennem’de kalacakları;
5) Bütün mü’minlerin imân ve teslîmiyyet husûsunda Hazret-i Peygamberden aslâ ayrılmayıp Kur’ân’ın bütün hükümlerine birden inandıkları;
6) Ümmet-i Muhammediyye (asm)’ın, Kur’ân’daki temel vasıfları olan “İşittik ve itâat ettik” diyerek O Resûl’e (a.s.m) tam bir teslîmiyyetle bağlı oldukları ve onun aracılığıyla gelen bütün İlâhî emir ve yasakları  kabûl ettikleri ve kıyamete kadar bu imândan aslâ ayrılmadıkları;
7) Ümmet-i Muhammediyye (asm)’a karşılık ehl-i kitap olan Yahudi ve Hıristiyanların, peygamberlerinin Allah tarafından getirmiş olduğu hükümlere karşı “İşittik ve isyân ettik” diyerek peygamberlerine muhalefet ettikleri ve böylece imândan ayrıldıkları gibi gerçekleri anlamış oluruz.

Diyalogu, sadece bir slogan ve ticarî bir araç olarak gündemlerinde tutan, aslında doğrudan davet ve tebliğde bulunmadan, “Üç semâvî din”  anonsuyla İslâm’ı, muharref dinlerle aynı kefeye koyan çevrelerin davranışlarını Kur’ân ve Sünnetle bağdaştırmak mümkün değildir.

Onların karşısında ezilip bükülmeden Hakk’ı tebliğ etmek gerekir. Bugünkü kitap ehli dünyasına, bütün peygamberlerin tasdik ettikleri İslâm’ın ve Kur’ân’ın tevhîd, nübüvvet, cismânî haşir, Kur’ân’a ve Kur’ân tarafından doğrulanan semâvî kitaplardaki esaslara ve hükümlere iman etmeleri hususunu tebliğ etmek, düştükleri yanlışları izah etmek, bâtıl itikad ve inançlarının tashihine çalışmak onlara neden hakaret olsun? Her müslümanın ve tebliğcinin görevi de zaten budur. Tek taraflı yapılan misyoner faaliyetlerine göz yumulması, onların bâtıl ve mesnedsiz itikatlarının hoş görülmesi, yaptıkları zulüm ve haksızlıklara, münkerâta, dini tahrif çalışmalarına, muharref dinlerini din gibi yutturma ve insanlığı uyutma gayretlerine göz yumulması, asla kabulü mümkün olmayan bir davranıştır.

Bu mühim, güncel ve pek çok ehl-i imanın kafasını karıştıran ve Kur’ân hizmetkârlarının bile farklı değerlendirdikleri meselenin müzakeresini bir başka yazımıza bırakarak mevzumuza dair söz konusu âyet-i kerimeyi birlikte kıraat ederek derin mânasını bir kez daha teneffüs edelim inşâallah:

“Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene iman etti; mü’minler de iman ettiler. Onlardan herbiri Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman etti. Allah’ın elçilerini birbirinden ayırt etmeyiz. Onlar “İşittik ve itaat ettik,” dediler. “Senden bizi bağışlamanı dileriz, ey Rabbimiz; dönüşümüz Sanadır.” (6)

Kezâ bu âyet-i kerîmede imânın bir küll olduğu, imânda istisnânın olamayacağı; bütün peygamberlere birden imân etmek mecbûriyyeti; mü’minlerin aynen Hazret-i Muhammed (sav) gibi imân ettikleri ve onun emrettiği hükümlerde ona muhâlefet etmedikleri; mefhûm-i muhâlifi (zıt ve karşıt anlamı) ile, zâhiren ehl-i kitâb olan Yahûdî ve Hıristiyanların ise peygamberleri gibi îmân etmedikleri ve İlâhî hükümlere itaat etme noktasında peygamberlerine isyân ettikleri ifade edilmektedir.

Evet, bu âyet-i kerîmede mü’minlerin, imânî rükünlerin bütününe ve o erkânın bütün cüzlerine birden imân ettikleri; yâni bütün meleklere, bütün kitâblara ve bütün peygamberlere birden imân ettikleri ve bu erkânın cüzleri arasında ayırım yapmadıkları; çünkü imânın bir bütün olduğu ve tecezzî kabûl etmediği ve ancak böyle bir imânın makbûl olacağı bildiriliyor. Dolayısıyla, Yahûdî ve Hıristiyanların Kur’ân nazarında ehl-i îmân sayılmadıkları açıkça ortaya konuyor. Çünkü, Yahûdî ve Hıristiyanlar; melekler, kitaplar ve peygamberler arasında ayırım yaparlar. Yani, bir kısmına inanıp, bir kısmını da reddederler.

Üstad Bediüzzamân (ra) Hazretleri, Allah’a îmânın nasıl olacağını kısaca şöyle ifâde etmektedir:

“Allah’ı bilmek, bütün kâinâtı ihâta eden rubûbiyyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz’î ve küllî herşey O’nun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve irâdesiyle olduğuna kat’î imân etmek ve mülkünde hiçbir şerîki olmadığına ve ‘Lâ ilâhe illallah’ kelime-i kudsiyyesine, hakíkatlarına imân etmek, kalben tasdîk etmekle olur. Yoksa, ‘Bir Allah var’ deyip, bütün mülkünü esbâba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnad etmek, hâşâ hadsiz şerikleri hükmünde esbâbı merci’ tanımak ve her şeyin yanında hazır irâde ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah’a imân hakíkatı onda yoktur. Belki küfr-i mutlaktaki ma’nevî Cehennem’in dünyevî ta’zîbinden kendini bir derece teselliye almak için o sözleri söyler.”(7)

Üstad Bediüzzamân (ra)’ın zikrettiğimiz şu mektubundaki ifadelerine dikkatle bakmak lâzımdır. Demek, mücerred “Lâ ilâhe illallah” demek yeterli değildir. Sahîh bir imânın olabilmesi için Allah’ın bütün esmâ ve sıfatlarına imân etmekle berâber, Cenâb-ı Hakk’ın gönderdiği bütün peygamberlerine ve onların ellerindeki kitaplara ve onlardaki hükümlerin tamamına  imân etmek şart, lâzım ve elzemdir.

Bu ve benzeri binlerce tefsir, delil ve açıklamalar varken, sözü edilen taifeyi ehl-i necat ve ehl-i Cennet olarak nitelemek ve onlar hakkındaki yüzlerce âyet-i kerimeyi (hâşâ) Peygamber (a.s.v) devrine ait göstermek ve inanmak çok tehlikeli bir akide ve bakış açısıdır.

Bu gayret ve çaba içerisinde mü’minlerin ve Müslümanların 1400 yıllık inançlarıyla oynayanların ve tahrîfe çalışanların kulakları çınlasın!

NOT: Muhterem okuyucularımızın ve İslâm Âlemi’nin Kadir gecesini tebrik ediyorum.

İsmail Aksoy

Dipnotlar :
1. Telhîsu’l-Kelâm, s.7
2. Mevsûatu Mustalahati Câmiı’l-Ulûm, s.194
3. B. Said Nursî, Arabî İşârâtü’l-İ’câz, s.63
4. Müslim bi-şerhi’n-Nevevî, c. 6, s. 88.
5. B. Said Nursî, Muhâkemât, s.66.
6. Bakara, 2/285
7. Emirdağ Lâhikası, c.1, s.203.

Bediüzzaman ve Kur’an Estetiğinde Bir Güzellik Kategorisi Olan: Hüsnün Mana Arkeolojisi (1)

Hüsün kelimesi güzellik demektir, Kur’an’da bütün güzellikle alakalı şeylerin önemli kısmı hüsn kelimesinden ondan doğan kelimelerden üretilmiştir, iki yüze yakın ayette hüsün, hasen, ihsan, muhsin, ahsen kelimeleri kullanılır. Bu kelimeler ile Allah bazı davranışları güzel olarak niteler ve işini güzel yapanları da sevdiğini söyler.

Risale-i Nur’da hüsün kelimesi çok farklı, değişik boyutlarda kullanılmış. Hüsün kelimesinin tasrifi, çok yönlü bir güzellik dersi, estetik dersi! Bu kelimenin kullanım alanlarını kategorize etmek başlı başına bir etüd gerektirir.
Bediüzzaman hüsün ile aşk arasında da bağlantılar kurar “hüsün elbette bir âşık ister” der.

Güzelliklerin Bir araya Gelme Karakteri

Bediüzzaman hüsnün oluşumunu anlatır, bir estetik kuralın izahını yapar. “Bir şeyin hüsün ve cemali, o şeyin mecmuunda görünür. Cüzlere ayrıldığı vakit, mecmuunda görünen hüsün ve cemal, parçalarında görünmez. O şeyin umumunda tezahür eden nakış ve güzellik, her bir kısmında aranmaz”(İ İcaz)

Güzellik onu meydana getiren cüzlerin bir araya getirilme maharetinden doğar, aksine onlar bir araya gelmeden cüzlerde güzellik aranmaz. “Sırrı tevhid ve vahdette cemal-i Rabbani ve Kemal-i Rabbani tezahür eder” demesi bunun başka bir türlü izahıdır.

Bediüzzaman güzelliklerin bir araya gelmek gibi bir karakteri olduğunu belirtir. “iki üç nükte veya iki üç hüsün içtima ettikleri zaman pek çok nükteler, pek çok hüsünler tevellüt eder. Bu sırra binaendir ki, her hüsün sahibinin ve her bir sahib-i kemalin emsaliyle içtima etmeye fıtri bir meyli vardır ki, içtimaları zamanında hüsünleri, kemalleri bir iken iki olur. “ (İ İcaz)

Kelebekte Görülen Güzellik

Hüsün kelimesi mücerred ve müşahhas diye sınıflandırılabilir. Müşahhas güzellik bir görüntü kazanmış bir kişilik giyinmiş olan güzelliktir, bir çiçekte bir kelebekte görülen güzellik müşahhas güzelliktir, ama müşahhas güzelliklerin güzelliklerini onlara kazandıran ise mücerred hüsündür.

Bir ressamın tablosu müşahhas güzellikse, ressama o şeyi düşündüren ve yaptıran kaynak ise mücerred, soyut hüsündür.
Bütün güzellikler Allah’ın esmasının tabakaları olduğundan bütün güzellikler müşahhas ama Allah’ın ki ise mücerred güzelliktir.

Bediüzzaman imanı bir mücerred güzellik olarak kabul eder. Çünkü davranışlardaki bütün güzellikler imandaki kaynağı ve zenginliği herkese göre değişen mücerred ve münezzeh güzellikten kaynaklanır. Âlemdeki hüsün, hayır, hak ve kemal de peygamberlerin elinden tevzi edilmiştir.

İmanın Güzelliği

Bir insanın imanı bir mücerred güzellik ise, bir peygamberin ki bütün insanlığa yansıyan ve alakadar eden bir güzelliktir.

“İman, bir hüsn-ü münezzeh ve mücerreddir. Madem şu âlemde parlak bir hüsün, geniş ve yüksek bir hayır, zâhir bir hak, fâik bir kemal görünüyor. Bilbedâhe, hak ve hakikat, nübüvvet içindedir ve nebîler elindedir. Dalâlet, şer ve hasâret, onun muhalifindedir. Mehâsin-i ubudiyetin binlerinden yalnız buna bak ki, Nebî Aleyhisselâm, ubudiyet cihetiyle muvahhidînin kalblerini iyd ve Cuma ve cemaat namazlarında ittihad ettiriyor ve dillerini bir kelimede cem ediyor. Öyle bir surette ki, şu insan, Mâbûd-u Ezelînin azamet-i hitabına, hadsiz kalblerden ve dillerden çıkan sesler, dualar, zikirlerle mukabele ediyor. O sesler, dualar, zikirler birbirine tesanüd ederek ve birbirine yardım edip ittifak ederek öyle geniş bir surette Mâbûd-u Ezelînin ulûhiyetine karşı bir ubudiyet gösteriyor ki, güya küre-i arz kendisi o zikri söylüyor, o duayı ediyor ve aktârıyla namaz kılıyor.” (Lemalar 17 )

Peygamberimiz ve iman mücerred güzellik oldukları gibi İslamiyet de insanlık da mücerred güzelliktir.” Bu âlemdeki hüsünleri ve hasenatları ve nurları mahsul veren âlem-i İslamiyet ve hakikatli insaniyet;” (Şualar)

Batı felsefesi ve estetik mücerred güzellikler konusuna pek girmez, çünkü o kadar derine inecek bakış açıları yoktur. Onlar matematik ilminden kaynaklanan müşahhas yani görünen güzelliklerin üzerinde felsefe yaparlar. Bütün resim, mimari, edebiyat, sinema gibi sanatlar bu matematik ve buna bağlı olarak geometriden doğan güzellikler üzerine düşünür ve yorumlar öne sürerler.

Bediüzzaman bu güzelliklerin kaynağı üzerinde de matematik ve geometri kanunlarının âlemdeki yerini belirleyen fikirler öne sürer.

“Ulûm-u riyaziye ulemasının münasebet-i adediye içinde en lâtif düsturları ve avamca harika görünen kanunları, bu hesab-ı tevafukînin cinsindendirler. Hattâ fıtrat-ı eşyada Fâtır-ı Hakîm bu tevafuk-u hesabîyi bir düstur-u nizam ve bir kanun-u vahdet ve insicam ve bir medâr-ı tenasüp ve ittifak ve bir namus-u hüsün ve ittisak yapmış. Meselâ, Nasıl ki iki elin ve iki ayağın parmakları, âsabları, kemikleri, hattâ hücreleri, mesâmatları hesapça birbirine tevafuk ederler.

Öyle de, bu ağaç, bu baharda ve geçen bahardaki çiçek yaprak, meyvece tevafuk ettiği gibi, bu baharda dahi az bir farkla geçen bahara tevafuk ve istikbal baharları dahi mâzi baharlarına, ihtiyar ve irade-i İlâhiyeyi gösteren sırlı ve az farkla muvafakatleri, Sâni-i Hakîm-i Zülcemâlin vahdetini gösteren kuvvetli bir şahid-i vahdâniyettir.
İşte madem bu tevafuk-u cifrî ve ebcedî, bir kanun-u ilmî ve bir düstur-u riyazî ve bir namus-u fıtrî ve bir usul-ü edebî ve bir anahtar-ı gaybî oluyor. Elbette, memba-ı ulûm ve maden-i esrar ve fıtratın tercüman-ı âyât-ı tekviniyesi ve edebiyatın mu’cize-i kübrâsı ve lisanü’l-gayb olan Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan, o kanun-u tevafukîyi, işârâtında istihdam, istimal etmesi i’câzının muktezasıdır.”(Şualar)

Matematik âlimleri sayılardan doğan nispetlere göre güzellikler üretirler, hesab-ı tevafuki dediği budur Bediüzzaman’ın.

Eşyanın Allah tarafından tanzimi de yine bu hesap üzeredir, yukarda buna örnekler vermiştir Bediüzzaman. İşte bu hesabi uygunluk Allah’ın vahdetinden kaynaklanır ve güzellik de bu matematik sayılara göre düzenlenmiştir.

Özellikle şu cümlesi bütün estetik biliminin ve buna bağlı olarak bütün görsel ve düşünsel güzel sanatların kaynağıdır.

”Hatta fıtrat-ı eşyada Fatır-ı hakim bu tevafuk-ı hesabiyi bir düstur-ı nizam ve bir kanun-ı vahdet ve insicam ve bir medar-ı tenasüb ve ittifak ve bir namus-ı hüsün ve ittisak yapmış. “ Burada yedi tane sanatın hatta Bediüzzaman daha harika bir kelime bulmuş eşyanın demiş, fıtrat-ı eşya demiş eşyanın fıtratı bu yedi şey sayesinde düzen kazanıyor, estetik birliktelik kazanıyor. Sanat bu terimler sayesinde sanat özelliği kazanıyor. Tevafuk-ı hesabi , hesap uygunluğu demek, bu başka bir şekilde , Bediüzzamanın dilinde nispetler yeni terimle orantı olarak ifade ediliyor. Bir başka şekilde buna simetri de denir.

Bediüzzaman burada simetri örnekleri verir.

Simetri ne demek?

Yalnızca bir yerinden ikiye katlandığında bütün noktaları çakışan bir geometrik biçimin ya da üst üste konulduğunda tüm noktaları üst üste gelen iki geometrik biçimin karşılıklı durumu!

Bir yapıda ya da bir şiirde, bir canlıda aynı şey olabilir.

Bediüzzaman buna örnek insan vücudundaki tavafuku, simetriyi örnek olarak verir.

Daha da ileri götürerek baharda ve mevsimler arasındaki simetriyi örnek verir.

Düstur-ı nizam nizamın nasıl sağlanacağı demek, düzenin, nizamın sağlanması da sayıların eşit kullanımı sayesinde olur, bir duvarın yapımında yüksekliğe eşit sayıda tuğla kullanılması gibi, bütün sanat bu düstur-ı nizam, nizam kaidesi, düzen kaidesi sayesinde sağlanır.

Kanun-ı vahdet, birçok şey arasında vahdet, birlik sağlamanın da bir kuralı, kaidesi vardır.
İnsan bedenindeki birçok uzuv arasında bir birlik sağlamak kadar gezeğenler arasında da birlik sağlama bu kural üzerinde cereyan eder.

İnsicam ile kanun-ı vahdeti birbiri arkasında kullanmış, insicam vahdetin daha gelişmiş bir şekli, Bediüzzaman bu estetik kelimeyi çok fazla kullanmaz, çünkü bu kelime kelime iktisadı yasasına göre az kullanılması gerekir, çünkü armoni zor bir kuraldır , uygulaması da zordur, hissetmek ve ifade etmek de , kullandığı yerlerde de bizim gördüğümüz onun yaşadığı ve hissettiği bir kelimedir.

Ona has bir yorum tarzıdır, daha sonra buna geleceğiz.
Eşya arasında iki türlü birliktelik sağlanır.

Kolay olanı birbirine benzer şeylerden sağlanan birliktir. Bütün askerlerin aynı elbiseyi giymesi gibi.
Ama diğeri zor olan birlik ise farklı nesnelerden ve olaylardan bir birlik elde etmektir, mesela insan bedeninin ve bir otomobilin farklı kısımları bir birliktelik içine getirilince fonksiyonellik kazanır, ama parçalar farklı şeylerdir.

Her şeyi yerli yerine koymak, dekorasyon denilen şey veya iç mimari.

Kâinatın kendine göre bir iç mimarisi var. Birisine bütün kâinatı meydana getiren nesneler ve olaylar verilse, ona her şeyi yerli yerine koy dense bu kadar çok nesne ve olayı nasıl yerli yerine koyacağını bilemez.

Güneşin bulunduğu nokta bütün matematik hesaplara göre bütün eşya ve tabiat unsurlarına göre en uygun yerdir, bütün her şey birbirine göre en uygun yere yerleştirilmiştir. Bu insicam , armoni demek. Bu noktadan bakılınca ne kadar büyük bir matematik denge ve uyum , geometrik düzen verilmiştir, hiçbir şey yerinden çıkamıyor, her şey yerli yerinde. Bütün yıldızlar yerli yerinde, Allah ona mevaki-i nücum diyor.

Sıra geldi medar-ı tenasüb’e;

Tenasüb de benzer şeyler arasındaki güzelliği sağlama, bu da kâinatta her şeye uygulanabilen bir matematik kural. Ancak tenasübün diğerlerinden farkı, bir binanın taşlarını aynı düzen içinde dizmek gerekir girişte bir taş biraz önde gösterilse binanın tenasübü bozulur, yani birliği meydana getiren şeyler arasındaki görüntü uyumu demek, insanda ağız, göz, burun ve kulaklar ve yüzün hepsinin güzelliği bozmadan yerleştirilmesi tenasüb bu . Başka yerde Bediüzzaman tenasübü güzelliğin yasası olarak ifade eder. Burada bir de ittifak kelimesini kullanmış,

farklı cüzlerin güzelliğe uygun yerlerde birlikte yer almaları.

Namus-ı hüsün ve ittisak da ,

güzelliğin kanunlarına esrarlı kanunlarına uygun yer almak, namus hem kanun hem de esrarlılık anlamına geliyor, insana öyle yüz veriyor ki her yüz esrarlı bir şekilde farklı , diğer canlılar da öyle .

İttisak da sıralama demek, kainatta hareketli güzellikler sabit güzelliklerden fazla . Bu hareket halindeki kâinatta ve hareket halindeki sayısız olaylar arasında herkesin sırasına uygun durması bir büyük estetik durumdur.

İttisak bu demek, sıralama. Baharın yeri , yazın yeri , kışın yeri ve başkaları, balıkların gelişi, çiçeklerin gelişi , meyvelerin gelişi bu ittisak demek.

Estetik Bunlara Altın Oran Demiş

Şu kelimeleri kullanan insanın derinliği konusunda hayret etmemek mümkün değil. Estetik bunlara altın oran demiş, yani orantının geometrik değeri matematik uzaklığı ve miktarı eşyanın güzelliğini sağlıyor. Bediüzzaman bu altın oran kelimesine nasıl farklı bakmış.

Hayret ne hayret. Estetik tek kelimelik piyano , asıl piyano kelimeler ve Bediüzzaman’ın kullanımı.

İnsan bütün âleme açılan kapıları olan bir canlıdır.

Âlemde hüsün varsa insandaki göz de bu güzelliklere açılan onların yorumlayan bir kapıdır.”

Göz, kâinat yüzündeki hüsün ve cemal gibi kıymettar cevher hazinelerinin bir anahtarıdır”(Şualar)

Çirkinin Varlığındaki Güzellik İlişkileri

Bediüzzaman Kur’an’da geçen hüsün ayetleri içinde özellikle bir ayet üzerinde durur, estetik tarihinde de çok bahsedilmiş olan çirkinin varlığı ve güzel ile ilişkileri bahsini irdeler. O çirkini mahkûm etmez, güzelin varlığı için bir öğe olarak görür.

”Ahsene külli şey’in halaka” âyetinin bir sırrını izah eder.

” Şöyle ki: Herşeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakiki bir hüsün ciheti vardır. Evet, kâinattaki herşey, her hâdise, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir; veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hâdiseler var ki, zâhiri çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var. Ezcümle: Bahar mevsiminde fırtınalı yağmur, çamurlu toprak perdesi altında, nihayetsiz güzel çiçek ve muntazam nebâtâtın tebessümleri saklanmış.

Ve güz mevsiminin haşin tahribâtı, hazin firâk perdeleri arkasında, tecelliyât-ı Celâliye-i Sübhâniyenin mazharı olan kış hâdiselerinin tazyikinden ve tâzibinden muhâfaza etmek için, nazdar çiçeklerin dostları olan nâzenin hayvancıkları vazife-i hayattan terhis etmekle beraber, o kış perdesi altında nâzenin, taze, güzel bir bahara yer ihzar etmektir.

Fırtına, zelzele, vebâ gibi hâdiselerin perdeleri altında gizlenen pek çok mânevî çiçeklerin inkişafı vardır. Tohumlar gibi neşv ü nemâsız kalan birçok istidad çekirdekleri, zâhiri çirkin görünen hâdiseler yüzünden sünbüllenip güzelleşir.

Güyâ umum inkılâblar ve küllî tahavvüller birer mânevî yağmurdur.

Fakat insan, hem zâhirperest, hem hodgâm olduğundan, zâhire bakıp çirkinlikle hükmeder. Hodgâmlık cihetiyle, yalnız kendine bakan netice ile muhâkeme ederek şer olduğuna hükmeder.

Hâlbuki eşyanın insana âit gàyesi bir ise, Sâniinin esmâsına âit binlerdir. Meselâ, kudret-i Fâtıranın büyük mu’cizelerinden olan dikenli otları ve ağaçları muzır, mânâsız telâkkî eder. Hâlbuki onlar, otların ve ağaçların mücehhez kahramanlarıdırlar. “(Sözler)

Estetikde de çirkin için çok şey söylenmiştir.

Zamanla Bediüzzaman gibi çirkinin güzelin bir tamamlayıcısı olduğu fikri ortaya çıkmıştır. “Çirkin güzelin karşıtı , biçimsiz ya da uyumsuz olan. Yapısında tutarsızlıklar bulunan. Çirkin genel olarak biçimsizi, hoşa gitmeyeni , uyarsızı belirler bu yönüyle estetiğin konusu olur.

Yeniçağa kadar çirkin olan her şey estetik dışı sayılmıştır, ya da estetik kavrayışta güzel ve çirkin ayrımı yapılmıştır. Bugünkü anlayış içinde çirkin güzelin bir başka görünümü, güzelin tümleyeni gibidir, özgünü sezdirdiği ölçüde, özel bir anlam ortaya koyduğu ölçüde güzelle bütünleşir.

Bediüzzaman güzel ve çirkini mülk ve melekût diye yaptığı ayrımda da anlatır

Ve görünen yüzünde olaylar birbiri içine karışıkken, iç cihetinde ise her şeyin güzel olduğunu belirtir.

“Kâinatın iki ciheti var-aynanın iki vechi gibi:

Biri mülk, biri melekûtiyet. Mülk ciheti ezdadın cevelangâhıdır. Hüsün-kubh, hayır-şer, sağîr-kebîr gibi umurun mahall-i tevarüdüdür. Onun için vesait ve esbab vaz edilmiş, tâ dest-i kudret zahiren umur-u hasise ile mübaşir olmasın. Azamet, izzet öyle ister. Hakikî tesir verilmemiş; vahdet öyle ister.

Melekûtiyet ciheti ise, mutlaka şeffafedir; teşahhusat karışmaz. O cihet vasıtasız Hâlıka müteveccihdir. Terettüp, teselsül yoktur. İlliyet, mâlûliyet giremez. İ’vicâcâtı yoktur. “(Sünuhat)

Eşyanın ve olayların bize görünen yüzü ile , görünmeyen yüzü farklı farklıdırlar. Bize görünen yüzde biz kötülükleri, çirkinleri hüsünlerden ayırmakla imtihanın gereğini yapmaktayız. Ama arka plan bizim mantığımıza göre düzenlenmemiştir.

“ Eski güzel plastik bir anlam taşıyordu, bugünkü güzel yalnızca anlamla ilgilidir diyebiliriz. Bugün birçok ressamın güzel kavramını ilkelle ve kabasabayla özdeşleştirdiğini görüyoruz. Alışılmış güzelin dışına taşmadır bu.

Paul Gauguin şöyle diyordu. “ Her şeye cesaret etme hakkını getirmek istiyorum” Birçok ressam aşırı biçim bozmalarla ya da çok değişik yorumlarla doğalın sınırlarını aşarak bize garip görünebilecek biçimler oluştururlar, burada elbette bambaşka bir güzelin arayışı vardır.

Monet yaptığı bir portreyi beğenmeyen bir model için şunları söylemiştir” Moore dövülmüş yumurta sarısına benziyorsa benim suçum mu”

Yine de güzelin doğalda ve türünün koşullarını yetkin bir biçimde sürdüren sağlıklı bireyde bulunduğunu güzel kavramının gerçekliğin derli toplu bir görünümünü ortaya koyduğunu söyleyebiliriz.

Roden şöyle der” İlk yaza yeşil katan, ilk kışa güller katan, genç dudaklara erguvan kırmızısı katan çirkinlik yaratır, çünkü yalan söyler”

Ancak doğadaki güzelle sanattaki güzeli , doğadaki çirkinle sanattaki çirkini birbirinden ayırmak gerekir.Doğal düzende daha çok türünü en iyi temsil eden bireye verdiğimiz güzel sıfatını sanatta daha çok anlamlı için kullanıyoruz.

Lalo şöyle der” Doğada canlı varlıkların güzelliği türlere uygun olağan ve belirgin özelliktir ve buna bağlı olarak uyumludur, bedensel ve ruhsal yetilerin tam gelişmesidir, fışkıran sağlıktır ve sonunda bunlardan gelen üstün güçlülüktür”

Çağdaş estetikte ne kadar değişik bir anlam versek de çirkin uyumsuz olan ve istenmeyendir.

Bayer şöyle der” Güzelin karşıtı olan çirkin özü gereği olumsuzdur.Çirkinde özden bir yetersizlik teknik araçlarla sonuç arasında bir uyuşmazlık, biçimsel bir oransızlık, bir uyumsuzluk vardır. “(Afşar Timuçin , Felsefe Sözlüğü , 108)

Bediüzzaman’ın dehası cüzde küllü gören, panoramik bakan bir göze ve yorum gözüne sahiptir.

Felsefenin en büyük ayıbı yaratılanlara yaratıcısı gözü ile bakmamaktır.

Bediüzzaman nesneden de bakar, insan yönünden de, özellikle doğal olarak Allah canibinden bakar, kıt bir perspektiftir estetiğin bakışı. Yaratığı bütün güzelliklerden onu kovmak sanat olabilir mi?

Bediüzzaman güzelle, hüsün ile onun zıddı olan çirkin arasındaki münasebeti eserlerinde yorumlar.

“Sual: Cenab-ı Hak Ganiyy-i Mutlaktır âlemde bu kadar dalaletleri ve pek çirkin fena şeylerin yaratılışında ne hikmet vardır?

Cevap: Kâinatta maksud-u bizzat ve külli ve şümullü olarak yaratılan, ancak kemaller, hayırlar, hüsünlerdir.
Şerler, kubuhlar, noksanlar ise hüsünlerin, hayırların, kemallerin arasında görülmeyecek kadar dağınık ve cüz’iyet kabilinden tebei olarak yaratılmışlardır ki, hayırların, hüsünlerin, kemallerin mertebelerini, nevilerini, kısımlarını göstermeye vesile olsunlar ve hakaik-i nisbiyenin vücuduna veya zuhuruna bir mukaddeme ve bir vahid-i kıyasi olsunlar”(İ.İcaz)

Çirkinlikler güzele hizmet eden ikinci unsurlardır, eğer çirkin olmasaydı neye kıyasla güzel güzel olacaktı, bu yüzden Bediüzzaman kâinattaki asıl gayenin güzellik ve hüsün, çirkinin güzele hizmet eden bir unsur olduğunu belirtir.

Bediüzzaman “Allah’ın isimlerinin her birinde hüsün tabakaları “ olduğunu söyler,

Mesela bir çiçekte renklerin uyumu, biçimin renkle uyumu, geometrisi bir güzellik tabakasıdır.

Bir tavus kuşunda renklerin desenin, görüntünün ve daha başka güzellik unsurlarının dizaynı başka bir hüsün tabakasıdır.

Bir insanda daha başkadır, çok daha girift ve kompleks güzellik unsurları vardır insanda ve bunları uyumlu bir şekilde cesede yerleştirmek ve ona bakanda güzel hissi uyandırmak daha farklı bir hüsün tabakasıdır, bu yüzden insana ahsen-i takvim yani en güzel surette yaratılan denilerek insanın hüsün yönünden önemli bir noktada olduğu vurgulanır.

Aynı bahse Kayyum ismini anlatırken giren Bediüzzaman

Allah’ın her isminde farklı güzellik mertebeleri olduğunu ifade eder, ama burada kayyumiyetle bağlantılı bir güzellik ve hüsün söz konusudur. Çünkü Allah bir şeyin vücudunu kayyumiyetle devam ettirirken onun güzelliğini korur, kayyumiyetten kopan bir şey güzelliğini de bir süre içinde kaybeder.

Mesela bir çiçek dalından koptuktan bir süre sonra kayyumiyetten koptuğu için güzelliğini de kaybeder, öyle de bir insan öldüğü anda bütün güzelliklerini kaybeder.

” Elbette Cemîl-i Mutlak olan Zât-ı Kayyûm-u Zülcelâlin bin bir Esmâ-i Hüsnâsından herbir ismin, kâinatın şehadetiyle ve cilvelerinin delâletiyle ve nakışlarının işaretiyle, herbirisinin herbir mertebesinde hakikî bir hüsün, hakikî bir kemal, hakikî bir cemal ve gayet güzel bir hakikat, belki herbir ismin herbir mertebesinde hadsiz envâ-ı hüsünle hadsiz hakaik-i cemîle vardır”(Kayyum İsmi , Lemalar)

Hüsün, cemal, kemal , hakikat tamamen kayyumiyetle bağlı güzelliklerdir. Ordan kopunca güzellik de gider. Cemil-i Mutlak ile kayyumiyet arasında nasıl bir bağ kurmuştur Bediüzzaman , Allah böyle tanınır, esma böyle şerhedilir. Biz nerdeyiz sen nerdesin Efendim.

Aşağıdaki paragrafta Bediüzzaman Allah’ın güzelin ve mükemmelin bütün kategorilerinde varlıklardaki güzellikler Sanatkar olan Allah’ın kemalinden tecelli eden gölgeden muktebestir. Başka yerde gölgelerin gölgeleridir der, burada ise gölgeden alınmış iktibas edilmiştir der. Bu çok önemli bir esma okumadır. Verilen hüsün, güzellik verenin güzel olduğunu gösterir, demesi önemli bir güzellik kuralıdır Bediüzzaman, Kur’an ve Risale-i Nur estetiğinde.

“Ey arkadaş! Sani-i Zülcelal, Vahid ve Vacibü’l-Vücud olduğu gibi, bütün sıfat-ı kemaliye ile de muttasıftır. Zira âlemde ve masnuatta bulunan kemalat tamamıyla Saniin kemalinden tecelli eden gölgeden muktebestir.

Öyleyse, Sanide bulunan cemal, kemal, hüsün, umum kâinatta bulunan umum cemallerden, kemallerden, hüsünlerden gayr-ı mütenahi derecelerle yüksektir.

Zira ihsan, in’am edenin servetinden doğar ve servetine delildir.
İcad, icad edenin vücuduna delalet eder.
İcab, mucibin vücuduna bürhandır.
Verilen hüsün, verenin hüsnüne delildir.”(İ İcaz)
Edebiyat Üç Alanda dolaşır
Edebiyatın konularını sınıflandırırken Bediüzzaman edebiyatın üç alanda dolaştığını belirtir, bunlar
aşk ve güzellik yani hüsün,
kahramanlığı içine alan hamaset ve şehamet
ve hakikatın tasviri.

Divan edebiyatında, halk edebiyatında, yeni Türk edebiyatında genellikle konular aşk ve güzellik üzerinedir. Hatta Tanzimat sonrası edebiyat düzensiz bir aşk trafiğidir,

Divan şiirindeki mesnevilerde aşk ve hüsün yine sonucu ibrete bağlanan olaylardır. Hamaset ve şehamet ise kahramanlığı anlatan hikâyeler ve şiirler, mesnevilerdir.

Namık Kemal ve Abdülhak Hamit hamaset ve şehamet konularını yazmışladır, onlara göre edebiyat ulvi hisleri uyandırmalıdır.

Bediüzzaman onlarla bu konuda birleşir.

“Edebiyatta vardır üç meydan-ı cevelân; onlar içinde gezer, haricine çıkamaz.
Ya aşkla hüsündür,
ya hamâset ve şehâmet,
ya tasvir-i hakikat.

İşte yabânî edebse, hamâset noktasında hakperestliği etmez.(sözler)

Tasvir-i hakikat konusuna gelince bazı hakikatleri tasvir etmek yani genişletmek bir hakikat dersine çevirmek en az olan budur. Hüsn ü Aşk ve Yusuf ile Züleyha ve daha başka mesneviler bu sınıfa girebilir.

Bediüzzaman Kur’an menbalarını sayarken altı menbayı bir papatyanın altı yaprağını bir araya geometrik bir uyumla getirmekten nasıl onun güzelliği doğarsa, Kur’an’ın altı kaynağının bir araya gelmesinden de imtizacından bir güzellik çıkar ortaya der. Bu güzellik onun hissedebildiği ve ifade edebildiği bir güzellik ifadesidir.”şu altı membadan çıkan envar-ı sitte, birden eder imtizâc. Ondan çıkar bir hüsün”(Sözler)

Ey birâder-i kalb-i hüşyar!

Ezdâdın cem’indendir tecellî-i iktidar. Lezzet içinde elem, hayrın içinde şerri, Hüsnün içinde kubhu, nef’in içinde dârrı, ni’met içinde nikmet, nurun içinde nârı, bilir misin ki sırrı? Hakàik-ı nisbiye sübut, takarrür etsin. Bir şeyde çok şey olsun; bulsun vücud, görünsün. Sürat-i hareketle bir nokta bir hat olur.”(Sözler)

Bu cümlelerde zıtların birbiri içine girmesi ile bir şeyin gücü ve derecelerinin oluştuğunu söyler, bunların birbirine oranlı hakikatları ortaya çıkarır.

Tezatlar hayatın devamını sağlar, hem de çok çeşitli olmasını ortaya koyar, güzel heryerde aynı özelliği gösterseydi insan da her şey de çok sınırlı bir düzeyde olurdu. Bunların içinde güzellik ile çirkinliğin birbirine girmesi ile güzelin ve çirkinin dereceleri ortaya çıkar.

İnsan çirkini ne kadar kendinden uzak tutarsa o kadar güzel, onun ile sınırlarını bozarsa o oranda da çirkin olur.
Bediüzzaman yüksek derecede estetik hazları ise zıtları ile bağlantılı anlatmaz.

“Mâdem evsâf-ı âliyedeki hakiki lezzet ve hüsün ve saadet ve kemâl, akran ve ezdâda bakmıyor, belki mezâhir ve müteallikàtına bakıyor” (sözler)

Bir annenin çocuğunu bir hayvanın yavrusunu korumadaki haz ve lezzet zıtlarına bakmıyor.

“İşte, kâinat yüzündeki cemâl ve kalbindeki aşk ve sînesindeki incizab ve gözlerindeki keşif ve şuhud ve heyatındaki hüsün ve tezyinat pek latif ve nurani bir pencere açar, onun ile bütün esmâsı cemîle bir Cemîl-i Zülcelâli ve bir Mahbub-u Lâyezalîyi ve bir Ma’bud-u Lemyezeli hüşyar olan akıl ve kalblere gösterir.”(sözler)

Akıl almaz güzellik unsurları ile dolu bir cümle. Kâinata bakarak yorumlanmış. Bir insan gibi düşünmüş kâinatı. Yüzünde cemal, güzellik, kalbinde aşk, göğsünde cazibe çekicilik, gözlerinde her şeyin içine nüfuz eden bir bakış derinliği, bütün görünüşünde ise bir güzellik ve süs bunlar tamamı bir büyük penceredir. Kâinatın bir büyük insan olduğu hakikatının estetik ifadesi, bütün kelimeler estetik kategorilerden alınmış. Burada güzelliğin ziynet ve bütün görüntüden doğduğunu söyler, hüsün kelimesinin buradaki tasrifi kullanımı böyledir. Büyük bir estetik tasarım ve hayal.

“Şu kâinatın mevcudâtı yüzünde tazelenen ve gelip geçen cemâller ve hüsünler, bir Cemâl-i Sermedî cilvelerinin bir nevi gölgeleri olduğunu gösterir. Evet, ırmağın yüzündeki kabarcıkların parlayıp gitmesinden sonra arkadan gelenlerin gidenler gibi parlamaları, dâimî bir şemsin şuâlarının aynaları olduklarını gösterdikleri gibi.(Sözler)

Bu cümlelerde kâinattaki güzelliklerin Allah’ın esmalarının yansımaları olduğu fikri vurgulanır. Bütün güzellikler, sonsuz bir güzelliğin cilveleri ve gölgeleridir. Burada yine Allah’tan bağımsız güzellikler olamayacağını ifade eder.
Sürekli tazelenen güzellikler değişmeyen sabit bir güzelin olduğunu gösterir. Bu hakikatı yine başka bir şekilde ifade eder, kainattaki hüsün ve kemalin perde arkasında bir hüsün ve cemali gösterdiğini belirtir.

“Kâinata bu kadar hüsün ve cemâl vermek ve mevcudâta muhtelif kemâlât vermek, ışık güneşi gösterdiği gibi, bir cemâl-i sermedîyi gösterirler”(Sözler)

Esmanın yansımalarını güzellik ve kemali bir nehrin akışındaki yansımalara benzetir.

” Mâdem mevcudât, zeminin yüzünde büyük bir nehir gibi kemâlâtın lem’alarıyla parlar geçer. O nehir güneşin cilveleriyle parladığı gibi, şu seyl-i mevcudât dahi hüsün ve cemâl ve kemâlin lem’alarıyla muvakkaten parlar, gider. Arkalarından gelenler aynı parlamayı, aynı lem’aları gösterdiklerinden anlaşılıyor ki, cereyan eden suyun kabarcıklarındaki cilveler, güzellikler, nasıl kendilerinden değil, belki bir güneşin ziyâsının güzellikleri, cilveleridir” (Sözler)

Bir de gölge noktasından bakar, bu yansımalar zayıf gölgelerdir.

” Hakiki kemâline nisbeten, bütün kâinattaki hüsün ve kemâl ve cemâl, zayıf bir gölgedir” (Sözler)

Beşerin o kadar velvele kopardığı güzellikler sadece zayıf gölgelerdir, o gölgelerin aslına dikkat çekmek nerede o gölgelerde kaybolmak nerede. Beşerin bütün sanat felsefesi gölgenin felsefesidir.

Prof. Dr. Himmet Uç

Gazozlar “Helal” midir?

Gazozlar mevzuu, helal gıda ile alâkalı tartışma mevzularından biridir ve değişik zamanlarda tekrar aktüel olarak gündeme gelmektedir. 29.6.2012 tarihli gazetelerde de, Fransa’da tüketici haklarından sorumlu kamu kuruluşu olan Millî Tüketim Kurumu (INC) tarafından gazoz cinslerinden biri olan Coca-Cola’nın gizli formülünde yer alan bazı katkı maddelerinin açıklanması sebebiyle, gazozlar mevzuu yeniden aktüel oldu ve gündeme geldi; Coca-Cola firmasının ve onun Türkiye temsilciliğinin beyanları medyada tekrar yer aldı.

Kırk yıl önce vefat etmiş olan babamın hayatta bulunduğu sırada, dindar bir doktor oluşu sebebiyle onun söyleyeceklerine itimat edilerek, gazozlarda alkol olup olmadığı ve içilmesinin helal olup olmadığı çok defa dindar kişiler tarafından kendisine sorulurdu. Halbuki, bu bir tıp konusu değildi. Babam, mahiyetini bilmediği meşrubat ile ilgili, hüküm ifade eden şeyler söylemez; fakat kendisi de hiç içmezdi. Babam gibi, her Müslüman da hangi meslekten olursa olsun, mahiyetini iyi bilmediği meşrubat hakkında hüküm ifade edecek şeyler söylememeli; ancak şüpheli bir durumu varsa ondan sakınmalıydı.

İstanbul Üniversitesi’ndeki kimya tahsilim esnasında, yaz aylarında ayni sınıftaki üniversite kimya bölümü öğrencileri olarak Türkiye içinde teknik gezilere çıkmış, çeşitli kimya tesislerini yerinde görüp incelemiş ve ilgililerden teknik bilgi almıştık. Bu teknik gezilerimizde, en basitinden en gelişmişine kadar, gazoz imalathane ve fabrikalarını da gezmiştik. Sınıf arkadaşlarımdan birinin babası da Anadolu’nun bir şehrinde gazoz imalatçısıydı ve teknik gezimizde bizi kendi imalathanelerine de götürüp orada bize teferruatlı teknik bilgi vermişti. Üniversite kimya bölümü öğrencisiyken, IAESTE adlı milletlerarası kuruluş vasıtasıyla bir yaz tatilinde gittiğim İspanya’da staj yaptığım yer de, bir meşrubat fabrikasıydı. Böylece, üniversitede kimya bölümü öğrencisi olduğum yıllardan başlayarak, gazozlar hakkındaki bilgileri de hem öğrenmiş ve hem de imal edildiği yerleri görmüştüm. Üniversite öğretim elemanı ve öğretim üyesi olarak çalıştığım yıllar boyunca da, “Sulu Çözeltiler” gibi başlıklar altında bunları genişletilmiş şekliyle teorik olarak anlatmıştım.

Şimdi için de geçerli olacak şekilde, tüm gazozlar hakkında çok kısa olarak özetlenebilecek teknik bilgi şuydu: Gazozların en basiti olan sade gazozlarda bile su, şeker, tad ve koku verici esanslar ve koruyucu maddeler vardır. Bunları su ile tam karışmış (suda çözünmüş) olarak ihtiva eden gazozun sulu ana çözeltisi, basınçlı karbondioksit gazıyla şişelere ve alüminyum kutulara doldurularak satışa sunulur. Gazozları kasdetmek için ekseriya eksik olarak sıfatlandırma yaparak kullanılan “gazlı içecek” veya “asitli içecek” gibi kelimeler, gazozları tarif ve karakterize edici olarak kâfi değildir. Maden suyu, soda, bira, şampanya gibi başka içecekler de “gazlı”; limonata, portakal suyu, vişne suyu gibi başka içecekler de “asitli” içecektir. Bunların bazılar helal, bazıları ise haramdır. Gazozlar, basınçlı karbondioksitle şişe ve kutulara doldurulduğu, kapakları açıldığında fiziksel olarak çözünmüş karbondioksit atmosfer basıncıyla dengeleninceye kadar gazozdan gaz kabarcıkları halinde çıktığı için “gazlı”, karbondioksitin kimyasal olarak kısmen suda çözünüp karbonik asit hasıl etmesiyle “asitli”dir; fakat ayrıca “şekerli”, “esanslı” ve içindeki esansları suda çözünmüş hale getirmek maksadıyla kullanılmış olan “alkollü”dür.

Çünkü, tad ve koku verici esanslar, yağ cinsinden ve suda çözünmeyen (hidrofob) maddeler olduğundan, bunları gazozun asıl maddesi olan suda çözünür hale getirmek için, hem suyla ve hem de yağ cinsi maddelerle homojen (özelliği her tarafında ayni) karışım yapabilen “ara çözücü” olarak “alkol” (sekerat verici içeceklerdeki, sekerat verme özelliğini gösteren “etil alkol”) kullanılması çok yaygındır.

Sekerat (sarhoşluk) verici olduğu, için bir damlasının bile içilmesi veya başka bir şekilde vücuda alınması haram olan “etil alkol” (bundan sonra, bu yazıda “etil alkol” kasdedilerek, sadece “alkol” denilecektir) yerine, onun gibi “ara çözücü” olarak yağları suda çözünür hale getirebilecek; fakat alkolden farklı olarak, sekerat verici olmadığı için içilmesi veya başka bir şekilde vücuda alınması haram olmayan “propylen glycol” gibi kimyasal maddeler de vardır; ancak gazoz üretiminde “alkol” yerine esansları çözücü olarak “propylen glycol” gibi maddeleri kullanan gazoz üreticisi çok azdır. Buna rağmen, gazoz üreticisi bazı büyük firmalar, nüfusumuzun büyük çoğunluğunun Müslüman olması ve bunların da mühim bir kısmının “alkol” ihtiva eden meşrubattan uzak durması sebebiyle, bu Müslüman halka yapmak istedikleri satışları azalmasın diye sekülerizmle(dünyevîlikle) maalesef doğruyu söylemeyerek, gazoz mamullerinde “alkol” bulunmadığını, her vesileyle tekrar ederler. Halbuki, gazozlarla ilgili 4080 no.lu Standard, Avrupa Birliğine uyum sağlamak için, az miktardaki alkole de “alkolsüz” demekte, Avrupa Birliği Standartlarına göre hazırlanmış Etiket Yönetmeliği’ne göre de %1,2 den az olan maddeler etikete yazılmamakta ve Müslüman halkımız bunları bilmediğinden, gazoz etiketlerindeki “alkolsüz” kelimesine bakarak, içinde hiç “alkol” bulunmadığını zannederek aldanmaktadır.

Dünyanın en büyük gazoz firmaları olan Coca-Cola ve Pepsi-Cola’nın kendi yazılı beyanlarında bile, mamullerinin üretimi esnasında bileşimlerine “alkol”ün girdiğine, fakat bu “alkol”ün az miktarda olduğuna dair mektuplarından http.//www. islamicity.org web sitesindeki Q24 no.lu soruda ve onun A24 no.lu cevabında açıkça bahsedilmektedir ve buna internetten kolayca ulaşılabilmektedir.

Gazozlar, dünyada yıllık ortalama gelir seviyelerine oranla Müslüman ülkelerde ve bilhassa Ramazan aylarında en çok tüketildiğinden, son zamanlarda Filistin hadiselerini de ticarî amaçlarla reklamlarına malzeme yaparak ranta dönüştürmeye çalışan yeni gazoz firmaları, uluslararası pazarlarda Müslümanları cezbeden isimleri marka olarak kullandıkları gazoz mamulleri ile bu pazardan pay kapmağa çalışmaktadır. Bunlardan biri olan 1954 Tunus doğumlu Fransız iş adamı Tevfik Mathlouti’nin İran’da kurduğu, 4 kıtada 30 ülkede aktif olarak satışının yanında Türkiye pazarında da pay arama arayışında bulunan “Zemzem Cola” markalı gazoz firmasının Satış ve Pazarlama Koordinatörünün 27.6.2005 tarihli Akşam gazetesinde yer alan beyanatı, “İslâmî Kola Değiliz” başlığıyla dikkati çekmektedir. Malını hem “Zemzem Kola” markasıyla imal edip satmak, hem de İslâmî kola olmadıklarından bizzat kendisi bahsetmek, tezatlı bir hal değil midir? “Zemzem Cola” Fransa’da “Mekke Cola” markasıyla ve gene Müslümanları cezbetmeğe çalışan bir isim verilerek satılmaktadır. Bu ticarî akıma 2003 Şubat ayında “Kıble Cola” adıyla bir marka daha katılmış; Tunus asıllı üç Fransız da, “Muslim Up” markasında, Müslüman kelimesinin İngilizcesini kullanarak, gazozlarını satmak için Müslüman tüketicileri hedef almıştır.

Dünya menfaatini esas alarak imal ettikleri gazozlara verdikleri İslamî kelimeleri kullanan markalarla Müslümanları gazozlarının müşterileri haline getirmeğe çalışanlara ve Müslümanlarda gazozlarla ilgili çeşitli şekillerde kafa karışıklığı meydana getirenlere karşı, o mevzuu bilenlerin, bildikleriyle Müslüman halkı aydınlatmak mesuliyeti vardır. Birinci derecede Yahudi âlimlerini kasdetmekle beraber, Bakara Sûresi’nin 174-175 âyetleri, bildiğini gizlemenin büyük vebalinden bahsetmektedir. Maddî veya manevî küçük bir menfaat için bildiğini gizlemek, onu çarpıtarak insanlara aktarmak ciddî bir münafıklık belirtisi olmasına rağmen, insanlar bazen kendi uydurduklarına bir müddet sonra kendileri de inanmaya başlamaktadır. Bu şekilde, bilenin bildiğini gizleyip çarpıtması, bilmeyenlerin bilmek hakkını yerini getirmemekle işlenen bir nevî hak gaspı ve zulüm olmaktadır.

Bu mesuliyet duygusuyla, ülkemizdeki çeşitli gıda mamulleri üreten gıda şirketlerinden birinin gazoz sektörüne de gireceğini gazetelerden öğrenince, 13.7.2002’de o şirketin sahibine, başlamak istedikleri gazoz üretimi ile ilgili Müslüman halkımızın ihtiyaç ve beklentilerinden bahseden bir sayfalık bir mektup yazıp, onu iki ekiyle birlikte faksla göndermiştim. İki hafta kadar sonra, 26.07.2002’de o şirketten bana gönderilen cevapta, yazımın dikkatle okunduğu, TSE4080 sayılı “Gazlı Alkolsüz İçecekler” standardında binde beş etil alkol müsaadesine rağmen gazozların “alkolsüz” olarak takdimine haklı tepkime aynen iştirak edildiği, su bazlı ürünlerin aromalandırma ameliyesinde “propylen glycol”de çözünmüş, yağ bazlı ürünlerin aromalandırma ameliyesinde ise “Triacetin” içinde çözünmüş koku verici maddeleri kullandıkları bildirilmekteydi. Bana gelen bu cevap mektubundan memnuniyet duyarak, onu fotokopiyle çoğaltmış ve gazozlar mevzuunda bana soru soranlara, bazen bu cevap mektubundan da bahsedip fotokopisini vermiştim.

Ayrıca eski bir dostum olan “Yeni Şafak” gazetesinin o zamanki Genel Yayın Yönetmeni Selahattin Sadıkoğlu’nu 27.7.2003 tarihinde telefonla arayarak, gazozlar ile ilgili teknik bilgiler veren bir yazı göndermek teklifinde bulunmuştum. Yazımı beklediğini bana telefonda söyleyince, hemen el yazısıyla yazıp faksladığım yazım dizdirilip ertesi günkü (28.7.2003) Yeni Şafak gazetesinin “Düşünce Günlüğü” sayfasında yayınlandıktan sonra, internette de süratle yayılmış; çok kişi tarafından ilgiyle okunmuş, Tüketiciler Birliği ve GİMDES derneği yöneticileri de bu yazımdan haberdar olmuştu.

GİMDES derneği kurucularından ve Yönetim Kurulu Başkanı olan Dr.Müh.Hüseyin Kami Büyüközer’i, yıllar önce “Gıda Raporu” kitabının ilk baskısı elime geçtiğinde gıyaben tanımıştım. Gıyabî tanışmamın vicahî (yüzyüze gelmek) şekline dönüşmesi de, onun “Cola Rekabeti” yazımı okuyup orada bahsettiklerimi mühim telakki ederek, Tüketiciler Birliği ile birlikte ASKON’un Cevizlibağ’daki merkezinde yemekli bir toplantı tertipleyip beni de davet etmesinde olmuştu.

O toplantıda bana verilen 15 dakikalık süre içinde, “Cola Rekabeti” yazımı toplantıya katılmış olan bazı ilim adamları ve yazarlar önünde tebliğ olarak okumuştum. Tebliğim ilgiyle dinlenmiş ve yazılı metinden birer suret, istekleri üzerine, orada fotokopisi çekilip katılanlara dağıtılmıştı. O toplantıya katılan bazı yazarların, o zamana kadar üzerinde durulmayan gazozlardaki alkole medyadaki yazılarında dikkat çekmeleriyle mevzu, medyada uzunca bir süre tartışma konusu haline gelmişti. Yeni Şafak gazetesinin iki köşe yazarı bile, dil afetinden sakınmak için birbirlerinin şahıs ismini vermeden bunu bir süre ayni gazetedeki köşe yazılarında tartışmışlar; bu tartışmalarına internet sitelerinden katılanlar da olmuştu. O toplantıdan sonra, Tüketiciler Birliği’nin ve daha sonra da GİMDES’in, helal gıda ile ilgili istişarî mahiyetteki bazı toplantılarına ve ayni mevzu ile alâkalı bazı radyo ve televizyon programlarına da katılmıştım.

Gazozlardaki alkolle ilgili bu tartışmalar devam ederken girilen 2006 yılının Ramazan ayında, o zamana kadar sekerat verici alkolün bir damlasının bile içilmesinin veya başka bir şekilde vücuda alınmasının haram olduğu ve onun bir damlası ile bin damlasının bu mezuda farkının olmadığını açıkça belirtmesine rağmen, gazozlar mevzuu ile ilgili özel bir fetvası bulunmayan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın verdiği bir iftarda içecek olarak gazozların bulunmaması dikkatleri çekerek, haber şeklinde medyaya yansımıştı.

2006 Yılı Ramazan ayının bundan sonraki günlerinden 12.10.2006 Perşembe günü ise, Türkiye’nin en çok satılan gazetesi, manşet haberi halinde: “Ramazan’da şok eden bir gelişme – Tüketiciler Birliği TÜBİTAK’a inceletti; 10 gazozda alkol çıktı” başlığıyla, Tüketiciler Birliği’nin bu mevzudaki basın toplantısından bahsetmekte; diğer gazeteler de o basın toplantısıyla ilgili haberi çeşitli şekillerde vermekteydi. O haberle öğrendikleri, helal içecek konusuna hassasiyeti olan Müslümanların büyük tepkisini çekmişti. O şok eden gelişme ile tekrar gündemde ön plana çıkan gazozlardaki alkol tartışmalarında Meşrubatçılar Derneği Başkanı’nın “- Gazozlarda alkol bulunması doğal. Meyvelerde ve sebzelerde de alkol var. Bütün dünyada bu normal kabul edilir” beyanı da ayni gazetede verilmekteydi. Bundan sonra, bu mevzuda kâfi bilgisi olmayanlar da dahil, medyada çeşitli beyanlarda bulunanlar oldu. Halbuki, meyvelerde de alkol olduğu ve ekmekte de alkol olduğu iddiaları ile gazozlarda alkol bulunmaması gerektiği hassasiyetine gölge düşürmek istemek, Peygamberimiz (s.a.s.) zamanındaki “Nebiz” adlı helal içecek ile Peygamberimiz (s.a.s.) zamanında bulunmayan gazozlar arasında benzerlik alâkası kurmağa çalışarak alkollü gazozlara helallik fetvası yakıştırmağa gayret etmek, sulardaki temizlik hükümlerini gazozlara da aynen uygulayarak içlerindeki alkolün rengiyle (alkol renksizdir), kokusuyla (gazozdaki koku verici esanslar, alkolün kokusunu kamufle eder, ve hissettirmez) ve tadıyla (gazozdaki tad verici çeşitli maddeler de, alkolün tadını kamufle eder ve hissettirmez) kendini belli etmediğini söyleyerek alkollü gazozları aklamağa çalışmağa, verilebilecek doğru cevaplar vardı.

Allah’ın (c.c.) helal kıldığı bazı meyvelerde, insanlar iradeleriyle ve kasdî işlemleriyle onlarda tahammur (fermantasyon-mayalandırma) işlemi yapmadan, olgunlaşmaları esnasında belki az miktarda alkol de teşekkül edebilir. Fakat, Allah’ın (c.c.) helal kıldığı o meyveleri, o ihtimale dayanarak, hiç kimse haram kılamaz. Hem, ekmeğin kendisinde değil, pişmemiş haldeki ekmek mayasında alkol vardır; fakat ekmek yaklaşık 250’C sıcaklıkta pişirildiği için, kaynama noktası 78’C olan alkol, ekmek pişerken tamamen buharlaşıp ekmekten uzaklaşır. Peygamberimiz (s.a.s.) zamanındaki “Nebîz” adlı helal içecek ise, hurma gibi bazı tatlı meyvelerin sabahtan akşama kadar veya akşamdan sabaha kadar suda bekletilmesiyle yapılır; günün üçte biri kadar olan o müddet esnasında meyvenin bekletildiği suyun içinde fermantasyonla alkolün teşekkülüne sebeb olunduğu söylenemez. Nebîz, helallik bakımından, keskin tadlı hale gelmemiş şıraya benzer ve alkollü gazozlarla kıyaslanamaz.

Madde ilmi olan kimyada “Su; renksiz, kokusuz ve tatsız bir sıvıdır” olarak tarif edilir. Su gibi, renksiz, kokusuz ve tatsız bir sıvıdaki az miktarda necis bir maddenin ya rengiyle, ya kokusuyla ya da tadıyla kendisini duyu organlarımıza hissettirmesi mümkündür. Gazozların ise, içlerinde bulunabilecek az miktardaki alkol gibi necis bir maddenin rengiyle, kokusuyla ve tadıyla farkına varmak mümkün değildir; bu sebeble sularla ilgili temizlik hükümlerinin aynen gazozlara da uygulanabileceğini söylemek, akla, mantığa ve ilmî gerçeklere uymaz. Hem, “Suların kendileri için konulmuş temizlik hükümleriyle kullanılması ‘zaruret’ veya onun yerine geçecek ‘hacet’ten dolayıdır. İbn-i Abidin’de birçok yerde, bunun gibi ruhsatların ‘zaruret’ esasına dayandığı zikredilmiştir. Suların temizliği hükmündeki bu genişlik olmasaydı abdest, gusül, elbiselerin yıkanması ve yerlerin temizlenmesi, bilhassa suyun zor bulunduğu sıcak memleketlerde, neredeyse imkânsız hale gelecek; hayat yaşanmaz olacaktı. Halbuki bu zaruret, gazozlar gibi içinde az miktarda alkol bulunan meşrubatta yoktur ve suların temizlik hükümlerinin, içinde az miktarda alkol bulunan gazozlar gibi meşrubata da aynen uygulanması bâtıldır.. Bir küp şarabı beş küp temiz suyla karıştırsanız, bu karışımı içmek helal olmaz..”

(http://www.gidaraporu.com/enerji-iceceklerinde-sasirtici-fetva_g.htm)

Gazozlar mevzuunda asıl dikkat çekilmesi gereken husus, bir damlasının bile içilmesi veya başka bir yolla vücuda alınması haram olan alkolün, bilerek ve kasdî olarak, gazoz imal edilirken dışarıdan gazoz çözeltisine ilave edilmesidir. Gazozların bu şekilde tad ve koku verici esansları suda çözünür hale getirmek için alkolün dışarıdan kasdî olarak ilave edilmesiyle yapılmasına ve ilave edilen alkolün gazoz içinde bir istihaleye (kimyasal değişime) uğramamasına rağmen, içilerek veya başka şekilde bir damlasının bile vücuda alınması haram olan alkolünün sulardaki temizlik hükümleriyle kıyas yapılmağa çalışılarak, gazozun helalliğine halel getirmemesinden nasıl bahsedilebilir? Böyle bir içeceğe “helallik” hükmü verilebilseydi, o takdirde açıkça haram kılınmış şarap ve onun emsali haram olan bütün alkollü içeceklerin de, bir oturuşta içilebilecek miktarları sarhoş etmeyecek şekilde iradî ve kasdî bir işlemle içlerine su katılıp seyreltilmeleriyle de, Müslümanlar için “helal” içecek haline getirilebilmesi ve serbestçe tüketilebilmesi gerekirdi!

Gazozların imalatı sırasında, gazoz ana çözeltisine alkolün dışarıdan katıldığı bilindiği, Meşrubatçılar Derneği Başkanı tarafından da açıkça söylendiği ve dışarıdan ilave edilen alkolün gazozlar içinde aslını muhafaza ile istihaleye uğramadığı, gıda kontrolüyle ilgili bakan Mehdi Eker’in de; “- Alkol sonradan katılmışsa, gerekeni yaparız” dediği (13.10.2006) halde, “gereken” ne ise maalesef yapılmamış ve gazozlarda laboratuar analizleriyle bulunan alkolün “imalattan sonra fermantasyonla teşekkül ettiği” gerçek dışı savunmasına dört elle sarılarak, mevzu kapatılmak istenmişti.

Tüketiciler Birliği’nin TÜBİTAK laboratuarlarında yaptırdığı analizlerde, imal ettiği markalı gazozunda alkol bulunan firmalardan birinin Halkla İlişkiler Sorumlusu da, aleyhlerinde neşriyat yapılmaması ve satışlarının düşmemesi için, çok satılan bir günlük gazetenin Genel Yayın Müdürü’ne yaptığı ziyarette; “kendilerinin imalat sırasında kesinlikle alkol kullanmadıklarını, analizlerde kendi gazozlarında tesbit edilmiş olan alkolün, imalat esnasında dışarıdan ilave etmek suretiyle değil; imalattan sonra ve zamanla teşekkül etmiş olabileceğini” söylemesi ve bu sözlerinin o gazetede firmanın açıklaması ve savunması şeklinde yayınlanması, bu mevzuda gerçek bilgisi olanları tekrar üzmüştü. Çünkü, yukarıda söylediğimiz ve tüm endüstriyel gazozların etiketlerinde yazılı olduğu gibi, sade ve basit olanları da dahil, bileşimlerinde “koruyucu maddeler” de vardır ve bunlar gazoz içindeki şekerin zamanla fermantasyonla az miktarda bile olsa alkole dönüşmesini de önler. Hem, gazozlar üretilirken hava ile temasları kesilecek şekilde basınçlı karbondioksitle şişe ve alüminyum kutulara doldurulduğundan, fermantasyonla şekerlerden alkolün teşekkülü için pozitif katalizör (reaksiyonun hızını arttırıcı) olarak vazife gören havadaki “Zymas enzimi” de, onların kapalı ambalajlarında bulunmaz. Üretimi tamamlanıp şişe ve kutulara basınçlı karbondioksitle doldurulmuş ve hava ile teması kesilmiş gazozlarda bundan sonra fermantasyon olsaydı, içlerinde yüksek oranda şeker ihtiva edenleri de bulunan tüm gazoz çeşitleri, üretimlerinden bir müddet sonra “gazoz” olmaktan çıkar ve “çok alkollü içki” haline gelirdi!

Bahsedilen o firmada imalatla ilgili sorumluluk taşıyan bir işçinin, çalıştığı fabrikanın kalite kontrolü biriminden, “ürünün iyi çıkmadığı” ikazını alınca; “-Kabahat bizde değil; alkol tanklarını temizletmeniz icabediyor” cevabını verdiği, o işçinin üniversite mezunu ve sözüne güvenilir oğlu tarafından bana nakledilince, gazoz imalatı da yapan o gıda firmasının fabrikasındaki alkol tanklarının mevcudiyet sebebinin ne olduğu ve alkol tanklarının temizliğiyle, ürettikleri hangi gıda ürününün kalitesi arasında ilişkinin olduğu sorusu, merakımı mucip olmuş ve zihnimi bir süre meşgul etmişti.

Bunları ard arda ve üzülerek yaşadıktan sonra, Tüketiciler Birliği’nin TÜBİTAK laboratuarlarında yaptırdığı analizlerde imal ettiği gazozunda alkol bulunanlardan, son olarak bahsettiğim o gıda şirketinin en yetkililerinden birisinin de bulunduğu bir toplantıda, gündem dışı söz almak ihtiyacını hissedip:

“-Helal gıda, Müslümanlar’ın hayatında en çok dikkat edeceği şeylerden biridir. Bir gıda firmasının Müslüman halkın helal gıda ihtiyacını karşılayacak şekilde üretim yapmasının; ‘Sebeb olan yapan gibidir’ kaidesine göre o firma sorumlularına kazandıracağı çok büyük sevabı olabileceği gibi, Müslümanlar o firmaya helal gıda ürettiği hususunda güven duyup mamullerini alıyorlarsa, onlar için helal gıda üretiminde tam hassasiyet göstermemek de, ayni kaideye göre; fakat aksine, gıda ürünlerini alan Müslümanlar’ın firmaya bu mevzudaki güveni kötüye kullanılmış olacağından, firma sorumlularına yüklenecek büyük bir günah yüküdür.” sözlerini söylemeyi kendime vazife telakki etmiş ve o topluluk önünde açıkça söylemiştim.

Prof. Dr. Mustafa NUTKU

 ————————————————————————————————-

Alcohol: In soft drinks

Q24 : I attach copies of two letters from the manufacturers of Coca-Cola and Pepsi-Cola which clearly indicate that alcohol is a part of the basic formula of both of these drinks. In the light of this information, is it permissible for Muslims to consume these drinks?

A24 : Thank you for attaching copies of these two letters. I will begin by quoting the relevant parts. The manufacturers of Coca-Cola in Britain say in their letter: “Some of the flavors in our products are produced by an alcohol extraction of natural substances. However, the extremely small amount of alcohol involved in the process becomes insignificant in the beverage.” Schweppes International which produces Pepsi-Cola says: “Pepsi-Cola contains only a small amount of alcohol, which is present in order to dissolve the flavoring. The composition of the natural flavoring is confidential and it is only known to a few individuals of the Pepsi Headquarters in U.S.A.” Both letters indicate clearly that alcohol is used in the preparation of these beverages.

 (http://www.islamicity.org/dialogue/q24.HTM)

“Asrı Güzelleştiren Adam: Bediüzzaman” Raflarda ve Gönüllerde!

Onunla ilgili çok şeyler yazıldı. Hem onun yazdıkları, hem de onun hakkında yazılanlar onlarca dile çevrildi ve okundu. Onun inandığı değerlerden doğan öğreti, bütün bir dünyayı sarıp sarmaladı. Şimdi, onu, hiç tanımayanlara, merak edenlere, onun hakkındaki sorulara cevap arayanlara anlatmak isteyen bir eser var: “Asrı Güzelleştiren Adam Bediüzzaman

“Asrın bedii” anlamındaki Bediüzzaman unvanıyla anılan Said Nursi, 20. Ve 21. Yüzyıllara şahit olmuş, müstesna bir ilim ve aksiyon adamıydı. Onunla ilgili yüzlerce eser kaleme alındı, onlarca yabancı dilde okumalar yapıldı. Şimdi onu sade, yalın ve basit bir dille okuyup anlamak, tanımak isteyenlere yönelik bir eser var: Asrı Güzelleştiren Adam Bediüzzaman.

Mustafa Çalışan’ın kaleme aldığı Asrı Güzelleştiren Adam Bediüzzaman, DİYA KİTAP Yayıncılıktan çıktı. Kitap, Türkiye coğrafyasının yetiştirdiği en büyük dehalardan biri olan Bediüzzaman’ın çile ve ızdırap dolu hayatını, her kesimden insanın anlayabileceği bir dille anlatıyor.

Yazar Mustafa Çalışan, kitabın sonsözünde “Tüm güzellikleri Allah’a, tüm kusurları şahsıma aittir” diye bahsediyor eserinden. Kusursuzluk, türünde tek olma, en kapsamlı olma gibi iddialar taşımayan kitabın yalnız bir iddiası var: “Üstadı ‘herkes’ anlayabilir ve okuyabilir.”

Üstad’ı herkes anlasın diye, amacı hizmet olan bir yolculuğa çıktıklarını belirten yazar, eserini özellikle Bediüzzaman’ı tanımayan ama tanımak isteyen “iyi niyetli” okurlara tavsiye ediyor. Yazar, kitapta “objektif” bir bakış açısı kullanmadığını, zaten Bediüzzaman’la ilgili hiçbir işte objektif olamayacağını da belirtiyor. “Objektiflik tarafsızlıktır. Oysa bizim bir tarafımız var. Asrı Güzelleştiren Adam’ın tarafındayız. Bu kitabı olaylara onun tarafından bakarak ancak dönemin Türkiye gerçekliğini de katarak kaleme aldım” diyen yazar, okuru Bediüzzaman’ı tarafsız olarak okumaya ama hakkaniyetle anlamaya davet ediyor.

BAŞBAKAN: “Bitlis’li Said Nursi’siz Türkiye”nin maneviyatı eksik kalır.”

T.C Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan “Bitlis’li Said Nursi’siz Türkiye’nin maneviyatı eksik kalır” mesajını kamuoyuna verdikten hemen sonra Bediüzzaman ile ilgili geniş değerlendirmelerin yer aldığı görüş ve düşünceleri bu kitabın sunum ve değerlendirme bölümünde yer almaktadır.

Aynı şekilde, Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, Üsküdar Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Nevzat Tarhan, Hollanda İslam Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Fatih Üniversitesi Mütevelli Heyet Üyesi Prof. Dr. Suat Yıldırım, İİKV Mütevelli Heyet Üyesi Prof. Dr. Faris Kaya”nın bu kitap ve Üstad için yaptıkları takdim ve değerlendirmeler eserin başlangıç bölümünde yer almaktadır.

Bunun yanı sıra, M. Fethullah Gülen, Mehmet Kırkıncı Hocafendi gibi saygın kanaat önderleri ile İslam Dünyasının önemli din âlimleri ve aydınları ve dünyanın çeşitli üniversitelerinden bilim adamlarının Said Nursi ile ilgili çok özel görüş ve değerlendirmeleri yer almaktadır.

Bu çalışma vesilesi ile Üstadın yaşayan talebeleri; Mustafa Sungur, Mehmet Fırıncı, Abdullah Yeğin, Abdulkadir Badıllı ile yapılmış röportajlar kitaba zenginlik katmaktadır.

BEDİÜZZAMAN KİMDİR?

Bitlis’in Hizan ilçesine bağlı Nurs Köyü’nde doğan bir Kürt çocuğu: Said. Ama talebelerinin yüzde 80’i Türk ve sair kesimden. Ondaki fark, çok küçük yaştayken medrese eğitiminde gösterdiği başarılarla anlaşılmaya başlanmıştı. Kısa zamanda, dönemin İslam âlimlerine “Burada sual sorulmaz, yalnız her sualle cevap verilir” diyerek meydan okuyabilecek bir ilim seviyesine ulaştı. Hayatını (kendi ifadesiyle) “Genç Said, İkinci Said, Üçüncü Said” diye üç dönemde tanımlayan Nursi, hayatı boyunca İslam’ın tanınması ve anlaşılması için çaba verdi. Bu çaba kimi zaman cephede, kimi zaman zindanda, kimi zaman payitahtta, kimi zaman Selanik Meydanı’nda, kimi zaman şimdi bomba altında olan Şam’da, kimi zamansa okuryazar insan sayısının parmakla gösterilecek kadar az olduğu Anadolu köylerinde meyve verdi. Sonuç olarak ondan geriye “Risale-i Nur Külliyatı” adında dev bir eser ve bu eserin rehberliğiyle hayatını İlahi rızaya adamış milyonlar kaldı.

KİTABIN YAZARI MUSTAFA ÇALIŞAN KİMDİR?

1956 Merzifon doğumlu. Ankara Gazi Üniversitesi İşletme bölümünde lisans, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesinde yüksek lisans eğitimini tamamladı. Kamu ve özel sektörde hizmet ifa etti. Çeşitli Sivil Toplum Kuruluşlarında uzun yıllardır yönetici ve aktivist olarak görev yapmaktadır. Gazetelerde, dergilerde dizi yazıları ve köşe yazıları yazdı. Moral FM’de ve STV’de uzun yıllar program hazırladı ve sundu. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfının kuruluşunda dört yıl Genel Koordinatörlük yaptı. İBB Büyükşehir Belediye Meclis üyeliği ve Başkan Danışmanlığı yaptı. İstanbul İlim ve Kültür Vakfı Mütevelli Heyet Üyesidir. Halen Burç Kolejinde ve bir Akademide “Halkla İlişkiler ve İletişim Teknikleri” alanında hocalık yapmaktadır. Bediüzzaman Said Nursi’nin vefatının 50 yılı münasebetiyle Yeni Şafak Gazetesinde 10 gün, tam sayfa devam eden yazı dizisi, ASRI GÜZELLEŞTİREN ADAM BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ HAYATI VE MEFKÛRESİ eserinin temelini oluşturdu… Yazar, 40 yıldır Risale-i Nur Hizmetleri bünyesinde olup, Bediüzzaman Said Nursi’nin yaşayan talebeleri ile yakın diyalogu bulunmakta ve son dönem hizmetlerinin yakın görgü tanığı özelliklerine sahiptir. Mustafa Çalışan’ın Zamanla Yarışanlar, Mukaddes Yolculuk Hac isimli kitapları ve yayınlanmış çok sayıda makalesi bulunmaktadır.

DİYA KİTAP BASIM YAYIN DAĞITIM

Gümüşsuyu Mah. Sultaniye Cad. No: 32 D/B

Beykoz-İSTANBUL

TEL & FAX: 0216 322 94 20

www.diyakitap.com info@diyakitap.com

Şimdi İtikâf Zamanı

Ramazan, nefsi terbiye etmek açısından önemli bir zaman dilimi. Oruç ibadetinin en önemli amaçlarından birisi de nefsi ihtiyaçlardan uzak tutarak bir arınma sağlaması… Nefsi arındırma noktasında Ramazan’a özgü bir başka uygulama ise itikâf. Genellikle Ramazan’ın son on gününde gerçekleştirilen bu ibadeti yerine getirmek için de artık sayılı günler kaldı.

İtikâf Nedir?

İtikâf, içinde beş vakit namaz kılınan bir mescitte/camide ibadet etme amacıyla bir müddet kalma anlamına gelmekte. Bu uygulamanın da kaynağı Hz. Peygamber’dir. Hz. Peygamber, Medine’ye hicret ettikten sonra her Ramazan’ın son on gününde mescide kapanmış ve gerekli ihtiyaçların dışında oradan çıkmayarak bütün gününü devamlı dua ve ibadet halinde bulunarak geçirmiştir. Hatta vefatından önceki Ramazan ayında son yirmi gün itikâfta bulunduğu da bilinmektedir. Daha sonraki dönemlerde de Müslümanlar bu sünneti devam ettirmişler ve özellikle Ramazan’ın son on gününde itikâfa girmeyi sürdürmüşlerdir.

Neden İtikâf?

İtikâfın en önemli amacı, dünyevi işlerden uzak durarak nefsi arındırmaktır. İtikâfta bulunan kişi, dünyevi meselelerden kendisini soyutlayıp vaktini yalnızca dua ve ibadetle geçirir. Bu noktada bu ibadet, gece-gündüz Allah’la bir arada bulunma hali olarak değerlendirilebilir. Bunun yanı sıra kişinin iç dünyasında bir sorgulama yapması, dünyanın türlü koşuşturmacasından kendini bir süreliğine uzak tutması ve vaktini Allah’ı zikrederek, O’na kulluk ve tefekkür ederek geçirmesi de bu şekilde sağlanmış olur.

Hz. Peygamber’in, itikâfa girme zamanı olarak Ramazan’ın son on gününü seçmesinin de bir sebebi vardır. Bilindiği gibi Kur’ân’da “bin aydan daha hayırlı” olarak vasıflandırılan Kadir Gecesi, -yine Hz. Peygamber’in bildirdiğine göre- zamanı tam belli olmamakla birlikte Ramazan’ın son on gününde bulunmaktadır. Hz. Peygamber’in de Ramazan’ın son on gününde böyle bir uygulamaya gitmesi, Kadir Gecesini yakalamak ve o gecenin feyzinden, bereketinden faydalanmak amacıyla paralellik arz etmektedir.

İslam dininin özünde ruhbanlık ve dünyayı tamamen yok farz ederek kendini yalnızca dinî ve uhrevi işlere vermek gibi bir düşünce yok. İslam, iki dünyaya özgü sorumlulukların dengeli bir şekilde yerine getirilmesini tavsiye etmiştir. Bu noktada itikâfın, bu anlayışa aykırı düştüğü şeklinde bir düşünce akla gelebilir. Ama tam tersine itikâf, bütün bir seneyi dünyevi işlerden kopmadan geçiren bir insanın, on gününü de kendiyle ve Rabbiyle baş başa geçirmesini sağlayarak bir denge oluşturmaktadır. Kaldı ki itikâf esnasında da yemek-içmek, uyumak, çeşitli ihtiyaçlarını gidermek ya da mescide gelenlerle sohbet etmek gibi fiillerin yasak olmadığı bilinmektedir. İtikâfın sembolik manası, Allah’ın evi statüsünde olan bir mescide sığınıp O’na yönelme kararlılığını göstermektir. Bu noktada bazı âlimler, itikâfta bulunan kişinin hal diliyle “Rabbim beni affedene kadar ben bu kapıyı terk etmeyeceğim” dediğini belirtmişlerdir.

Özellikle günümüzde dünya işlerinin, insanların hayatlarını yoğun bir şekilde hâkimiyet altına aldığı görülüyor. Yoğun bir koşuşturmacanın içindeki modern insan, kendi öz varlığıyla ve Yaratıcısı’yla bağ kuramamanın da sıkıntısını çekiyor. İşte belki de bu noktada itikâf bir süreliğine de olsa dünya telaşından uzak kalmaya ve kendi özümüze dönüp Rabbimizle hemhal olmaya imkân tanıyan bir fırsat olarak değerlendirilebilir.

İtikâfta Dikkat Edilecekler

İtikâftaki kişi abdest gibi meşru bir özrü olmadan dışarı çıkamaz. Cinsel ilişkiye giremez. Kendisinin ve ailesinin zaruri ihtiyaçlarını temin için gerekli olan alışveriş muamelesini dışarı çıkmadan mescidde yapabilir. Aksi halde itikâfı bozulur. Kişi itikâf esnasında anlamsız konuşmalardan, özellikle günah sözlerden kaçınmalı; vaktini namaz kılarak, Kur’ân okuyarak, dua ve niyazda bulunarak, tefekkür ederek veya dinî eserler okuyarak değerlendirmelidir.

SonPeygamber.info