Kategori arşivi: Yazılar

Ağustos Zafer Ayı ve Gufran Ayı, Şehr-i Ramazan

Ağustos Ayı millet olarak büyük zaferler kazandığımız ve bu topraklardaki kaderimizi belirlediğimiz bir aydır.

Fatih 1516 Ağustosu’nda Mercidabık Zaferini kazanır. Aynı tarihte Haleb’i fetheder.

Malazgirt Savaşı gibi bize Anadolu’nun kapılarını açan ve Anadolu’nun İslam’la büyük oranda şereflenmesini ortaya koyan savaş bu ay içinde olur, Alparslan Kur’ani hayatı ve savaşı ile bu kapıyı bize açar.

Aynı tarihte Osmanlı’nın yıkılmasından sonra işgal altındaki ülkemizi düşmanlardan temizleyen savaş bu ayda yapılır ve 30 Ağustos Zafer bayramı olarak kutlanır.

Kosova Zaferi 1389 da kazanılır.

Anafartalar Zaferi 1915 de kazanılır.

Fatih’in Otlukbeli savaşı 1473 Ağustosunda kazanılır.

Trablusgarp 1551 de fethedilir.

Bu ay içindeki savaşlarda milletimiz büyük şehitler vermiş ve onların kanlarının pahasına bu topraklar elde edilmiştir.

Mehmet Akif’in

“Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı ,

düşün altında binlerce kefensiz yatanı,

sen şehit oğlusun incitme yazıktır atanı ,

verme dünyaları alsan da bu cennet vatanı”

Büyük şair bize bu topraklarda yaşamamızda dikkatli olmamızı telkin eder.

Çünkü devletler kalemlerle sınırları çizilmeden önce kan ile satın alınır. Hiç kimse ülkesini kimseye peşkeş çekmez, kan pahasına alınan ülke eğer düşmanın gücü varsa yine kan pahasına alır, yoksa kimseye bir karış toprak verilmez.

Malazgirt Meydan Muharebesi, 26 Ağustos 1071 tarihinde, Büyük Selçuklu Hükümdarı Alparslan ile Bizans İmparatoru IV. Romen Diyojen arasında gerçekleşen bir savaştır. Alp Arslan’ın zaferi ile sonuçlanan Malazgirt Muharebesi, “Türklere Anadolu’nun kapılarında kesin zafer sağlayan son temsili savaş” olarak bilinir.

Otlukbeli meydan savaşı: Anadolu’da Erzincan ilinin Tercan Ovası’nda Otlukbeli denilen yerde, Osmanlı Padişahı FATİH SULTAN MEHMED’in komuta ettiği Osmanlı ordusuyla AKKO­YUNLU İmparatoru UZUN HASAN’ın komuta ettiği Akkoyunlu ordusu arasında yapılan meydan muharebesidir.

Fatih savaşı kazanmış ama mağlup orduyu kılıçtan geçirmemiş çekip gitmesine izin vermiştir, bu da onun fazilet yanıdır.

Mercidabık Muharebesi, Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sırasında Memluk Devleti ile yapılan birinci savaştır. 1516’da Osmanlı ordusu ile Memluk ordusu arasında Halep şehrinin kuzeyinde yapılan savaşı Yavuz Sultan Selim kazanmıştır.

Kosova Savaşı veya Birinci Kosova Meydan Muharebesi Sultan I. Murat önderliğindeki Osmanlı ordusu ile Sırp kumandanı Lazar önderliğindeki bir Balkan ordusu arasında yapılmış bir muharebedir.

Osmanlılar’ın Balkanlar’daki ilerlemeleri ve Sofya, Niş, Manastır gibi önemli yerleri ele geçirmeleri Haçlı Seferi’nin düzenlenmesine sebep olmuştu.

Vezir Çandarlı Ali Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu, önce Bulgarları etkisiz hale getirdi. Osmanlı ordusu ilerlerken, Kosova’da Haçlılar ile karşılaştı. Haçlı ordusu Sultan Murat Hüdavendigar’ın okçu piyadeleri ile Sırp süvarileri arasında ki muharebede, Sırp öncü süvarilerinin önce oklanarak kendilerinin ya da atlarının vurulması ile başlamış, daha sonra Osmanlı piyadelerinin kılıçlarını çekerek bozulan Sırpları gün batımına kadar süren bir meydan muharebesinden sonra bölgede tarih sayfalarından silerek yüzyıllar sürecek olan Osmanlı hâkimiyetini yerleştirmiştir.

Savaşta Arnavut Katolik soylu ailesi Kastriotlar’dan Pal Kastrioti de ölmüştür. Savaş bazı kaynaklarca iddia edildiği gibi top kullanılarak kazanılmamıştır. Çünkü o tarihlerde Osmanlı Devleti’nde kurulmuş bir topçu ocağı bulunmuyordu.

İki tarafın da büyük kayıp verdiği bu muharebe sonrasında I. Murat “Allah bana bir daha böyle zafer göstermesin” demiştir.

Savaş sonunda bir Sırp soylusu, sultanın elini öpüp Müslüman olmak istediğini belirterek I. Murat’a yaklaşmış ve onu ani bir hamleyle hançerleyerek şehit etmiştir. Ölümünden sonra Hüdavendigar lakabının verildiği sultanın iç organları orada gömülmüş, geriye kalan naaşı Bursa’ya götürülerek orada defnedilmiştir.

 Bunun da etkisiyle I. Kosova Savaşı tarihte Sırp milliyetçiliğinin ilk yeşerdiği ve bugün Sırpların çok önem verdiği bir muharebedir

Anafartalar ise Çanakkale savaşları içinde yer alır, millet olarak Anadolu’da kalma kalmama mücadelesinin bir safhasıdır, Malazgirt’ten girdiğimizin anadoludan haçlı ruhu ile kovulmak için avrupanın yığınak yaptığı bir savaştır bu savaştan da alnımızın akı ile çıkmışız, onbinlerce ölü ile Anadolu geçilmez hükmünü vermişizdir, bugün kullandığımız hürriyet o kanların pahasına alınmış bir hürriyettir.

Bediüzzaman Anafartalar zaferinden sonra yeni devletin kurulması yıllarında Ankara’ya gelir ve mecliste namaza karşı gösterilen lakaytlığı eleştirir. Yeni cumhuriyeti kuran ve zafer kazanan bir milletin mazisi ile bağlantılı olmayan bir duruma çok içerler başkumandanı ve milletvekillerini uyarır. Meclis-i mebusanda dine karşı gördüğü lakaytlık ve garplılaşmak bahanesi altında Türk milletinin kutsi mefahir-i tarihiyesi olan şeair-i İslamiyede bir soğukluk gördüğü için mebusların ibadete bilhassa namaza müdavim olmalarının lüzum ve ehemmiyetine dair on maddelik bir beyanname neşreder ve mebuslara dağıtır

“Ey mücahidin-i İslam ve ey ehl ü hal  ü akd  bu fakirin bir meselede on sözünü birkaç nasihatini dinlemenizi rica ediyorum.

Birinci, şu muzafferiyetteki harikulade nimet-i ilahiye bir şükür ister ki devam etsin, ziyade olsun. Yoksa nimet böyle şükür görmez ise gider, mademki Kur’an’ı Allah’ın tevfiki ile düşmanın hücumundan kurtardınız, Kur’an’ın en sarih ve en kati emri olan salat gibi feraizi imtisal etmeniz lazımdır, ta onun feyzi böyle harika suretinde üstünüzde tevali ve devam etsin.

İkincisi, âlem-i İslamı mesrur ettiniz, muhabbet ve teveccühünü kazandınız, lakin o teveccüh ve muhabbetin idamesi şeair-i İslamiyeye iltizam ile olur, zira Müslümanlar İslamiyet hasebiyle sizi severler.” (Mesnevi)

Bu kadar büyük olayların geçtiği bir ayda Müslümanlar oruç tutmakta ve Kur’an okumaktadırlar. Bu toprakların kazanılmasında kanları pahasına fedakârlık eden aziz şehitlerimize dualar etmek, okuduğumuz hatim ve Kur’anları ve yaptığımız hayırları onların ruhlarına bağışlamak bize bir dini vecibedir.

Prof. Dr. Himmet Uç

“Ramazan Yürekli” İnsan Olabilmek!

Ramazan, hayatın akışını değiştirir. Hayata bir yardımlaşma, sevgi ve merhamet hâkim olur. Keşke Ramazan yüreklerimize de gelse… Ramazan yüreklerimize de gelse, sağanak sağanak rahmet yağsa üstümüze… Ramazan yüreklerimize de gelse, tüm günahlarımız tövbe iksiriyle yıkansa… Ramazan yüreklerimize de gelse, yüreklerimiz “kardeşlik” duygusuyla birleşse…

Kültürümüzde insan “merkez değer”dir. “Ahsen-i takvim” üzere halk edilmiş “eşref-i mahlukat”tır.

Her şey insana “musahhar”dır, onun yardımına verilmiştir.

Kur’an’ın bu yaklaşımı sebebiyle, Osman Gazi’nin maneviyat önderi Şeyh Edebali, “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın” sözünü ebediyetin alnına çakmıştır.

Osmanlı Devleti, bu sözü yüreğinin rehberi yaptığı dönemlerde gelişmiş, büyümüş, zenginleşmiş, bu sözün rehberliğini unuttuğunda ise tökezlemiş, duraklamış, nihayet hedefini (insanı) yitirip yıkılmıştır. Avrupa ise, “bizden biri”nin belirlediği insan eksenli yapılanmayı alıp kendini geliştirmiştir.

Her neyse… Ben galiba eski insanımızı özlüyorum.

Fazilet sahibiydi, şefkatliydi, sabırlıydı, hoşgörülüydü, gözleri sevgiyle bakardı, yardıma muhtacın yardımına karşılıksız koşardı.

Aradan çok zaman geçmedi; çok zaman geçmedi, ama çocukluğumda tanıdığım “insan”la bugünün insanları arasında büyük farklar var.

İNSAN PLANINDA ÇOK ŞEY DEĞİŞTİ

Değişimden korkan biri değilim, hatta değişimden yanayım. Ama bozulmuşluğu, kokuşmuşluğu, sapmışlığı ve kaybolmuşluğu “değişim” olarak kabullenmeye de asla niyetim yok.

Mademki varoluş sebebimiz “insan” olmaktır, elbette çocukluğumda tanıdığım “insanlar”la, şimdi tanıdığım “insanlar”ın “insanlık”larını karşılaştıracağım.

Bir çırpıda, ama üzülerek belirtmek zorundayım ki, geçmişte tanıdıklarım (Müslümanı, Hıristiyanı, Musevisiyle) daha “insan”dılar.

Daha sevecen, daha acıyan, daha duygusal, daha sempatik, daha yardımsever…

RAMAZAN TOPLUMU

Azınlıkların henüz tümüyle İstanbul’u terk etmedikleri yıllarda Halıcıoğlu’nda otururduk. Çok sevdiğimiz, çok iyi görüşüp konuştuğumuz Rum komşularımız vardı. Yılbaşlarında biz onlara armağan verir, kandil gecelerinde onlar bize “kandil simidi” getirir, Müslümanca Ramazanlarla Hıristiyanca yortuları birlikte kutlardık. İftar sofralarına birlikte oturur, iftar sonrası yapılan yemek duasına birlikte “âmin” çekerdik.

Bu tavrımızı ne Hıristiyan ruhbanlardan, ne de Müslüman hocalardan hiç kimse “küfür” olarak damgalamaz, hatta iki tarafın ruhanileri bu konuda cemaatlerini teşvik bile ederlerdi.

Çok iyi kaynaşmışken, aramıza önce Kıbrıs girdi. Sonra “Atatürk’ün Selanik’teki evinin Rumlar tarafından bombalandığı” yalanı manşetlere çıktı. Kışkırtılan kalabalıklar sokağa döküldü. Rum evleri ve dükkânları yağmalandı.

Bu olay iki tarafın (Türkler ve Rumlar) arasına kasten sokuşturulmuş bir fitne idi, ama karşılıklı anlayış ve sevgiyle ve zaman içinde aşılabilirdi. Çünkü toplumlar, aralarındaki farklılıkları, tarihten gelen alışkanlıkla renk cümbüşüne dönüştürmüşlerdi.

Fakat barışmalarına fırsat verilmedi. Bazı Hıristiyan fanatikler düşmanlığı körükleyici tavırlar sergilerken, kimi (Bediüzzaman’ın ifadesiyle) “dinde hassas, muhakeme-i akliyede noksan” dindarlarla, kendisinden daha ucuza mal satan Rum rakibini bir şekilde bertaraf etmek isteyen uyanık tüccarlar, “Müslüman kardeş, Müslümanlardan alışveriş et!” yazılı levhaları dükkânlarına asma gafletini gösterdiler. (Bu din tacirliğinin sonradan envai çeşidi çıktı.)

Bu arada da ortalığı karıştırmak isteyen uzaktan kumandalı bazı gazeteler, sözde din gayretiyle, Hıristiyan komşuları incitici yayınlar yaptılar. Müslüman-Hıristiyan diyaloğu koptu. Aralarındaki sevgi ve anlayış köprüsü uçtu. Hatlar keskinleşti. Yunanistan’a göçmek zorunda kalan komşumuz Vasilya Teyze’nin (ya da buna benzer bir isimdi de bizim kolayımıza böyle demek geliyordu) Müslüman komşularına sarılarak dakikalarca ağladığını bilirim.

İki taraf da politikacıları ve sorumsuz yayınları suçluyorlardı. Ama film bir kez kopmuştu: Giden renklerden hiç biri geri dönmedi. Uyanık Müslümanlar İstanbul’dan zoraki giden Rumların mallarını ucuza kapattıkları için sevinirken, gerçek Müslümanlar sevdikleri komşularını kaybetmenin acısını yaşıyorlardı. Renksiz kalmıştık.

SEVGİYİ YAŞATMAK ZOR, ÖLDÜRMEK KOLAYDIR

Sevgi bir kez öldürülürse, yeniden dirilmesi çok zordur. Emek ve gayret ister. Farklı toplumların uyum içinde yaşamasını sağlayan unsur sevgiydi; politik ve ekonomik sebeplerle öldürüldü. Onun öldürüldüğü yerde ise düşmanlıklar yeşerdi.

Rumlar eskisi kadar yoğun şekilde İstanbul’da yaşasalardı, kuşkusuz Kıbrıs sorununun çözümü daha rahat olur, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girişi çok daha kolay gerçekleşirdi.

Şimdi zaman zaman yüreğimiz, yakın tarihte ürettiğimiz ve öncelikle başka renklere yönelttiğimiz düşmanlıklara takılıyor.

Zaman zaman sevgisizlikten boğuluyoruz!

Hep böyle olur: Sizden olmadıklarını varsaydıklarınızdan başlattığınız nefret seferiniz, git gide sizden olanların limanına ulaşır.

Nihayet sıra size gelir, size de bulaşır ve yüreğiniz çöle dönüşür.

Ramazan çöle dönüşmüş yürekleri yumuşatma günleridir.

Bir kamuoyu yoklamasına göre, nüfusumuzun yüzde seksen beşlik (sürekli olmasa bile Ramazan’da arada bir oruç tutanlarla birlikte) ekseriyetle Ramazan’ı yaşıyoruz.

Yaşıyoruz, ama acaba tüm derinliği, manası, ruhi ve bedensel yansımaları, kavrayıcılığı ve kuşatıcılığıyla yaşayabiliyor muyuz? Bu tür bir Ramazan’ı yaşayabilmek, biraz daha “yürek Müslüman’ı” olup “Ramazanlaşma”ya bağlı gibime geliyor.

RAMAZAN YÜREKLİ OLMANIN ANLAMI

Eskiden tam yıl “Ramazan yürekli Müslüman’ı” idik. Bu yüzden daha fazla merhametliydik. İnsan hem Müslüman olup hem de inancını yüreğinden yaşarsa, Allah onu tepeden tırnağa merhamete dönüştürür.

İnsan “merhamet”e dönüşünce, ne mi olur?

1. Kendine merhamet eder. İçki, kumar, uyuşturucu, hatta sigara gibi zararlı alışkanlıklardan kendini de, yakınlarını da uzak tutmaya çalışır… Ebediyetini tehlikeye düşürmemek için “Emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker” (Allah’ın emrini tutup yasaklarından sakınma ülküsü) mantığıyla yaşar…

2. Ailesine merhamet eder. Eşine, çocuklarına ve tüm aile efradına sevgiyle yaklaşır.

3. Akrabalarına merhamet eder. İmkânları nispetinde onları korur, gözetir, ihtiyaçlarına koşar.

4. Komşularına merhamet eder. Komşuları açken, muhtaçken, “Rabbena hep bana” anlayışı içinde salt kendine yaşamaz. Komşularıyla salt maddî varlığını değil, manevî varlığını da paylaşır. Dertlerini dinler, sırlarını tutar, onları teselli eder, çözüm üretmeye çalışır.

5. Fakirlere merhamet eder. Tüm kazandığını kendine harcamaz. Sadece mecbur olduğu fitreleri, zekâtları değil, “gönlünden kopan”ları da verir.

6. Kâinata merhamet eder. Ne havayı kirletir, ne çevreyi. Kâinatın gelecek nesillerden ödünç alınmış bir emanet olduğunu, ayrıca tüm varlıkların Allah’ı tespih ettiğini bilir, ona göre davranır, asla tahrip etmez.

7. İnsana merhamet eder. Kendi hakkının-hukukunun yanı sıra, başkalarının hakkını-hukukunu da korur.

8. Varlığa merhamet eder. Öncelikle “kul hakkı” gözetir. Yalnızca “farz” ibadetlerle inancını sınırlamaz, sınırsız bir idrak ile sosyal hizmetlerde de bulunur. Kitap dağıtır, öğrenci okutur, parasızlıktan evlenemeyen sevdalıları evlendirir vs.

9. Herkese karşı nazik olur. Trafik kuralları konusunda hassas davranır. Elbisesi, çorabı, dişleri, saçları ve bedeni daha temiz olur, daha düzgün yaşar.

10. Yerken, içerken, çevresindeki insanları da dikkate alır; onları iğrendirecek hareketler yapmaktan sakınır. İnandığı dinin, insanı “hayatın merkezi” saydığını bilir ve nasıl bir inanca sahip olursa olsun, her insana “insan” olarak saygı duyar…

11. Başkalarını yargılayacağına kendi olumsuzluklarını yargılar. Başkalarını suçlamak yerine kendi nefsini suçlamayı seçer. Başkalarını yadırgamaz, kendini yadırgar. Başkalarını çekiştirmekten uzak tutar nefsini; cihadı “kendi nefsiyle mücadele” olarak algılar. “Mü’minin mü’mine gülümsemesi sadakadır” hükmü çerçevesinde her bakışını tebessümle süsler.

12. Anne-babasının değerini bilir, onları yalnızca “Anneler Günü”nde, “Babalar Günü”nde değil, tüm zamanlarda hatırlar.

13. Şeyh Edebali’nin, “İnsanı yaşat ki, devletin yaşasın” öğüdünde, “Her insan kendi varlığı içinde bir devlettir” anlamını okur, hikmetine ulaşır, sırrını çözer ve her insana “devlet” gibi davranır.

YÜREKLERE GELEN RAMAZAN

Keşke Ramazan yüreklerimize de gelse…

Ramazan yüreklerimize de gelse, sağanak sağanak rahmet yağsa üstümüze…

Ramazan yüreklerimize de gelse, tüm günahlarımız tövbe iksiriyle yıkansa…

Ramazan yüreklerimize de gelse, yüreklerimiz “kardeşlik” duygusuyla birleşse…

Ramazan yüreklerimize de gelse, hem yüzümüz, hem de yüreğimiz gonca gonca çiçek açsa…

Ramazan yüreklerimize de gelse, Ramazanlaşsak, insanlaşsak, vicdanlaşsak da, kendi içimizden taşıp birbirimize karşı zaman zaman hissettiğimiz nefretleri aşsak…

Tüm hayatımızı “adam gibi” yaşasak; yaşasak ve yaşatsak!

O zaman ortamımız Osmanlı insanının birbirleriyle ilişkileri seviyesinde ilişkilenecek…

İnsan ve devlet dengesi mükemmel seviyede kurulacak…

Temel hak ve özgürlükler hem birey, hem devlet çapında işlerlik kazanacak…

O zaman Avrupa Birliği’ne filan ihtiyaç duymadan yaşayıp gideceğiz!

Osmanlı insanının “yürek Müslüman’ı” olduğu dönemlerde, Osmanlı Devleti de yürekleşmiş, “yürek devleti” olmuştu. “Yürek devleti”ne olduğu ölçüde büyümüş, gelişmiş, zenginleşmiş, güçlenmiş, geniş bir hayır müessesesine dönüşüp her inançtan insanı sevgiyle kucaklamıştı.

Şimdi ise yüreğimiz, yakın tarihte ürettiğimiz ve öncelikle başka renklere yönelttiğimiz düşmanlıklara takılıyor. Zaman zaman sevgisizlikten boğuluyoruz!

Hep böyle olur: Sizden olmadıklarını varsaydıklarınızdan başlattığınız nefret seferiniz, git gide sizden olanların limanına ulaşır.

Nihayet sıra size gelir, size de bulaşır ve yüreğiniz çöle dönüşür.

Ramazan-ı Mübarek, ramazanlaşıp “Ramazan yürekli Müslüman”a dönüşmek için büyük bir fırsattır.

Mübarek olsun.

Yavuz Bahadıroğlu

Emanetin Bizde Değil Evladım!

Üstad Hazretleri’nin “Seni yirmi senelik kardeşim ve talebem olarak kabul ettim.” övgüsüne mazhar olan İsmet Özdikililer’in Isparta ziyareti öncesi yaşadıkları çok ilginçtir. Önce İstanbul’da Sami Ramazanoğlu Efendi Hazretleri’ne sonra da Eskişehir’de Hacı Hilmi Efendi’ye talebe olmak ister. Onların cevapları enteresandır: Emanetin bizde değil evladım!

Üstad Bediüzzaman Said Nursi’yi ziyareti öncesi ve sonrası yaşadıklarını, hissettiklerini yakın çevresinden başkasının bilmediği İsmet Özdikililer, çok değerli pırlanta hükmündeki bu sürecin manevi atmosferine zarar gelmesinden endişe ediyor. Üstad’ı tanıdıktan sonra ona talebe olmuş, Risale-i Nurları ruhunda eritmek için çabalamış Özdikililer, 50 yıl öncesinde yaşadıklarını aktarırken aynı duyguları bugün taptaze yaşıyordu. Balıkesir’de ikamet eden Özdikililer, Üstad’ı ziyaretini ve Risale-i Nurlar üzerine yaptığı çalışmayı anlattı.

Özdikililer, 1956 yılında Balıkesir 9’uncu Ana Jet Üs Komutanlığı’na ilk kez atandığında henüz 18 yaşındadır. Bir gün komutanı Halil Alnıak onu Zağnos Paşa Camii’nin civarındaki bir sohbete davet eder. Evde Salih Özcan adlı bir misafir, Sözler isimli bir kitap okumaktadır. Sohbetin cazibesi onu o kadar etkiler ki; “Sanki kendimden geçmiştim.” der. Artık o derslerin ve sohbetlerin müdavimi olur.

O günlerde bir tarikata girmek ve bağlanmak arzusu da artmıştır genç İsmet’te. Aradığını, İstanbul’da ikâmet eden Nakşi tarikatı şeyhi ve mürşidi Hacı Sami Ramazanoğlu Efendi Hazretleri’nin halifesi İhsan Ordulu Balıkesir’e gelince bulur. Ders alır. İzin alarak İstanbul’a gider ve Hacı Sami Efendi’nin huzuruna kabul edilir. İsmet Özdikililer, Hacı Sami Efendi’nin o günkü davranışını şöyle anlatıyor:

“Verilen dersin tescilini beklerken Efendi Hazretleri ani bir refleks ile öyle bir doğruldu ve işaret parmağını boşluğa doğru sallayarak, “İhsan, İhsan nasıl yaptın bunu, nasıl yaptın bunu!” diye sanki İhsan Ordulu’nun huzurunda imiş gibi ve onu tedip edercesine hitap edişini heyecanla ve biraz da ürpererek izledim. Bilâhare bana hitaben, ‘Evladım İhsan’ın verdiği dersi bırakacaksın, emanetin bende değil, sabret.’ dedi. Ben buna rağmen ‘Sizden ders almak ve müridiniz olmak istiyorum.’ diye ısrar edince, bana tekraren; ‘Evlâdım biz ezbere söylemiyoruz, elbette bir bildiğimiz var emanetin bende değil sabret.’ diyerek verilen dersi tekrar bırakmamı istedi.”

“HİLMİ EFENDİDE EMANETİN BİZDE DEĞİL” DER

İstanbul ziyareti sonrası aldığı dersi bırakarak Balıkesir’deki Risâle-i Nur derslerine devam eder. O günlerde müteaddit defalar Üstad’ı rüyasında görür. Üstad’ın şefkat dolu ve mütebessim simasındaki cezbedici ve yön tayin edici işaretlerine rağmen bir mürşid-i kâmil arayışları devam eder. Bir gün Eskişehir’de Üstad’la da teması olan Hacı Hilmi Efendi isminde bir Nakşi şeyhinin bulunduğunu öğrenir. Hilmi Efendi’yi ziyarete gider. O anı şöyle anlatır İsmet Özdikililer:

“Oldukça yaşlı, nurani bir Zât-ı Mübarek odaya girmişti. Kendisi bir şilteye oturdu, beni karşısına oturttu. Hoş geldin dedi, güzel ve gönül hoşluğuna vesile olacak sözlerle beni ikramına mazhar eyledi. Ders istediğimi intisap arzumu, müridi olmaya talebimi arz ettim. Evvelce muhatabı olduğum mukabelenin bir benzeri ve belki aynısı olan “Evladım emanetin bende değil, sabret, emanetin bende değil.” diyerek cevapladı. “Sabret inşallah yakında muradına kavuşursun.” dedi.

Eskişehir’den geldikten kısa bir süre sonra rüyasında Hacı Hilmi Efendi’yi görür. O, geniş bir meydanda kalabalık bir kitleye hitap ediyordur. “Beni görünce tepeden indi, ‘hoş geldin’ diyerek bağrına bastı. Elimden tuttu. Bir yola yöneldik.” diyen İsmet Özdikililer o rüyayı şöyle anlatıyor: Yolun nihayetinde bir Nur belirdi. Yaklaşan zât Üstad Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri idi. Selâmlaştılar, musafaha ettiler. Hacı Hilmi Efendi, Üstad’ımıza hitaben, “Üstad’ım taleben beni çok rahatsız etmeye başladı, emanetinizi teslim etmek istiyorum, dedi. Hacı Hilmi Efendi gerisin geriye döndü. Biz de Üstad’ımız ile Üstad’ın geldiği yola geriye dönerek el ele birlikte yürümeye başladık. Ve uyandım!

Artık Üstad’ı görmek için bir dakika daha bekleyecek takati kalmamıştır.

ÜSTAD’I GÖRMEK İÇİN YOLLARA DÜŞÜLÜR

Üstad’ın ikâmet ettiği evin önünde beklerken Mustafa Sungur çıkar ve onlara Üstad’ın rahatsız olduğunu, eserleri okumalarını söyler. O ise Üstad’ın bu ziyareti beklediğini, iletir. Ardından Sungur ağabey içeri girer ve kısa süre sonra onlara bir ana cadde üzerinde beklemelerini söyler.

Üstad’ın otomobili uzakta görünür. Eliyle onu çağırır. Yaklaşır elini öper. Üstad ismini sorar. “İsmet” deyince, “Maşaallah, barekallah ne güzel ismin var.” der. Devamında ise “Seni yirmi senelik kardeşim ve yirmi senelik talebem olarak kabul ettim.” der. Sonrasını ise İsmet Özdikililer şöyle anlatıyor: “Gülümseyerek başımı iki elinin arasına aldı, yüzümü bir manevi baba şefkatiyle okşamaya ve başımı sıvazlamaya başladı. Bu hal Üstad’ıma karşı olan muhabbetimi sanki misliyle artırdı, eğer araba dışında olsaydı Üstad’ım, Efendi’m diye sarılarak bu mutlu anı kollarımla Üstad’ı sararak daha da büyük ölçüde yaşamak isterdim. Dualar etti ve aynı anda öylesi bir hitabına da muhatap oldum ki şaşırdım ve hayret içinde kaldım. Zira Üstad bana Hacı Hilmi Efendi’yi ziyaretimde kendisine selâmını söylememi istiyordu. Kenara çekildikten sonra Abidin kardeşimde Üstad’ın yanına yaklaştı ve onunla da bir süre görüştükten sonra araba hareket etti.

Bu ziyaretin verdiği sevinçle havaya zıplıyordum. Üstad’ımız arka pencereden başını çevirip bize bakıyordu. Bu sevincimi görünce tebessüm ederek öyle şefkatli nazarına şahit oldum ki hayatım boyunca o şefkat dolu nazarı unutamadım. Araba uzaklaşarak bizden ayrıldı.

Zaman

Seni zengin eden kim?..

İbadetler, Allah emrettiği için yapılır. İslam’ın şartından biri de zekât vermektir. Belki zekât vermek insana sıkıntı verir, yani malını bir başkasına vermek zordur.

Adam diyor ki, “Canımı istesen veririm fakat para istiyorsun, işte bu çok zor.” Çünkü canını bedava buldu. Kolayca vereceğini zannediyor amma iş cüzdana gelince fakirlikten korkuyor ve titriyor. Ancak iman ibadete dönüşürse o zaman zekât verdiğine sevinir. “Çok şükür Allah bana zekât vermeyi nasip etti.” der. Zekât Allah’ın emri olduğu için “Ne olursa olsun; Allah emretmiş, o emre uyacağım.” denirse Allah da insana kolaylık gösterir.

Allah’ın varlığı karşısında kendi fakrını anlayan insan, zekât vermekten korkmaz. Kendi organlarına bile sahip çıkamayan insanın nesi zengin? Ömrünü uzatamayan, felaketlere mani olamayan insanın nesi zengin? Zaten zekât meselesinde anlaşılması zaruri olan husus şudur: Neden falan adam zengin olamamış da kendisi zengin olmuş? Herkesin aklı var, gücü var, işi varken, pek çok kişi zengin olmak için çabalayıp da olamıyorken, onu zengin eden kim? Böylece anlar ki onun zenginliği Allah’ın lütfuyladır. Elim ayağım, evim arabam dese de aslında onlar onun değildir. Ölünce “benim” dediği çok kıymetli vücudunu ve mallarını dünyada bırakır gider. Böylece anlar ki aslında insan çok fakir amma kainat bütünüyle Allah’a ait…

Hangi meşhura kaldı ki dünya?

Bastığın yer belki kralların kalbidir.

Gururlanma ey insan değmez,

İnsan neyin sahibidir?

Kuyumculuk yapan çok zengin bir arkadaşım vardı. Psikolojik hastalığa yakalandı. Yanıma gelip bana sordu, “Bu hastalıktan kurtulmak için ne yapabilirim?” Dedim ki, “O serveti tek başına yeme. Allah, razı olmaz. Bak hastalandın. Peygamberimiz buyurmuş ki, hastalıklarınızı sadaka ile tedavi edin.” “Ne yapayım?” dedi. “İnşaat yap.” dedim. Arkadaş inşaat işinde yüzlerce insan istihdam etti. Birçok eve ekmek girdi. Hastalık mastalık kalmadı. Allah servet verir. Fakat onu sadece bir adamın yemesine izin vermez. O servetten herkes pay almalıdır. Bunun iki çeşidi vardır: Biri şirket kurmak, işçi çalıştırmaktır. Diğeri zekât vermektir. Milletçe kalkınmak İslamiyet’te hedeftir…

Allah’ım her türlü nimeti “senden bilenlerden” eyle… Senin emirlerine tabi olanlardan eyle. Verdiğin nimetlerden ihtiyacı olanlara vermemizi nasip eyle… Bütün iyilikler Senden, kötülükler nefsimizdendir. Allah’ım bizi iyiliklerle mamur eyle. Sen bize servet verdin. Bize de zekâtlarımızı vererek, şükrümüzü eda etmeyi nasip eyle…

Hekimoğlu İsmail / Zaman Gazetesi

Asrı Güzelleştiren Adam Bediüzzaman Said Nursi Hayatı ve Mefkuresi

BİSMİLLÂH, HER HAYRIN BAŞIDIR!

Bismillâh’la başlamalı söze.

Çünkü “Bismillâh, her hayrın başıdır!” Bediüzzaman’ın koca bir külliyata giriş yaptığı cümlelerin ilkidir. O külliyat ki, on dört cilt kitaptan müteşekkil bir tefsir olmanın çok ötesinde,

Üstad’ın şimdi meyvelerini topladığı, bir ağacın tohumu olma vazifesinde. Ne büyük bir ağaç olduğunu anlamak isteyen, şöyle bir etrafına baksa yeter. Çünkü Risale-i Nur’da yazılı olanların tamamı, kâinat kitabından okunarak yazılmış birer tamamlayıcı cüzdür aslında.

Bediüzzaman, asrı güzelleştiren adam, kâinat kitabını okumuş ve 14 ciltlik bir cüze dönüştürmüştür. Bunu yaparken de öyle inceliklere, öyle latif nüktelere başvurmuştur ki, o nüktelerle bir defa karşılaşıp özümseyen bir daha bırakmaz; bırakmak istemez.

Bediüzzaman, “Zaman ihtiyarladıkça Kur’ân gençleşiyor.” demektedir. Evet, onun tahayyülünde Kur’ân-ı, Kur’ân’ın dinamizmini, modern hayatla olan uyumunu birebir yaşayan, bundan utanç değil kıvanç duyan nesiller vardır. Ve eserlerini kaleme alırken, o neslin çocuklarının hayatlarına rehber olacak kıstaslar ortaya koymuştur.

O kıstaslar, kimi son derece kısa ve net, kimi de uzun, girift ama yine net mesajlar içerir. Hiçbiri nasihat değil, hepsi Bediüzzaman’ın kendi nefsine yönelik uyarılarıdır. Her biri “Said’in” nefsini aşıp, yükselip, çoğalıp milyonların hayatlarına ulaşan uyarılar.

Kimdir Bediüzzaman?

Bazılarının “Seyda,” bazılarının “Üstad” bazılarınınsa “Kürt Said” dediği Said Nursi kimdir?

Osmanlı’ya doğup meşrutiyeti yaşayan, cumhuriyet döneminde meyvelerini veren bir “hoca”, bir “âlim”, bir “mürşit”…

Ömrünün çoğu sürgünde ve zindanda geçmiş bir çile insanı. Yetiştirdiği talebelerinden başka hiç kimsesi olmayan yalnız bir insan.

Şam’da Emeviye’nin kürsüsünden Müslümanlara seslenen bir ilim insanı. Selanik Meydanı’nı dolduran kalabalıklara seslenen bir aksiyon insanı. Esiri olduğu Rus komutanın önünde, ölümü pahasına eğilmeyen bir vakar insanı.

Yaşadığımız ülkenin temel sorununun; ‘cehalet-zaruret-ihtilaf’ olduğu gerçeğinden hareketle çözümü ‘eğitim’de gören ve bunun için dönemin padişahı Sultan II. Abdülhamid’e Doğu’da bir üniversite kurulması teklifini sunan bir proje adamı.

Ve gördüğü haksızlıklar karşısında İstanbul’un sokaklarını “Zalimler için, yaşasın cehennem!” diye inletecek kadar hür, hürriyet insanı; özgürlük abidesi.

Dünyaya dair bütün sermayesi bir sepetten ibaret olan bir adamı, kim, hangi belaya sebebiyet vermekle suçlayabilir ki? Ne zenginlik, ne makam mevki, ne de şöhret sevdasında olan bir bahtiyarı, kim başkalarını bedbaht etmekle itham edebilir? Ama ettiler. Suçladılar. İftiralar attılar. Zehirlediler, aç bıraktılar, eziyet ettiler.

Sonuç, kendisine çektirilen her cefanın, edilen her ezanın altından kalkıp büyüyen, devleşen, güçlenen Bediüzzaman. Sürgün gönderildiği Barla’da iman çiçekleri açtıran, hapis edildiği zindanların ardında Hz. Yusuf medreseleri kuran Bediüzzaman.

Bu çalışmanın muradı, Bediüzzaman’ı sevsin yahut sevmesin, ilgilensin yahut ilgilenmesin, herkesin onun bakış açısından faydalanabilmesine imkân sağlamaktır.

Zira tek bir vecizesiyle bile insanların, hayatlarının genel prensiplerini oluşturabilecek olan Bediüzzaman, sofistike olduğu kadar basit, dolaylı olduğu kadar net ve rahat bir dil kullanmıştır.

Bediüzzaman, yaşadığı çağı çok aşan küresel vizyona sahip yepyeni paradigmalar sunmuştur insanlığa. Kalemini, günümüzün en problemli meselelerine karşı kullanılabilecek çareler için oynatmıştır. Âdeta ‘Doğrudan doğruya Kur’ân’dan aldığı ilhamı, asrın idrakine sunmuştur’. Bu sunum; Kur’ân’ın evrensel mesajlarıyla gelecek nesilleri de kuşatan, bir misyonun habercisi niteliğindedir.

Yaz kardeşim.” diyerek başlattığı iman hareketinin bugün geldiği noktaya bakılırsa, hayal ettiklerinin tamamını başarmıştır. “Dua, ubûdiyetin ruhudur ve hâlis bir imanın neticesidir.” diyen Bediüzzaman’ı dualarla anıyoruz bugün.

Sadece biz, Türkiyeli Kur’ân talebeleri değil, 50 farklı dünya diline çevrilmiş eserlerini yüze yakın ülkeden Risale-i Nur talebeleri okuyor; onun sözleriyle kâinatı okuyor, onun bakış açısıyla kendilerini onarıyor.

Üstad Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı, içinde bulunduğumuz çağın ihtiyacı ile ortaya çıkan, imana ve İslam’ın temel meselelerine dair her çeşit soru ve şüphelere, en ikna edici ve aklimantıki cevapları, Kur’ân’dan ve Hadisler’den alıp göstermiştir.

Dinimize dair tılsımları-sırları keşfetmiş ve Kur’ân’ın bir mucizesi olarak hem aklı hem kalbi ikna ve terbiye eden bir büyük yol gösterici mürşit olmuştur. İnsanlığın imanlarının kurtuluşuna ait reçeteleri bizlere bedelsiz ve karşılıksız armağan etmiştir.

Kimin himmeti milleti ise o tek başına bir millettir.” diyen, tek başına millet olan, milletin sesi, ışığı, rehberi olan Bediüzzaman’ın anlamlı, güzel, özgün ve örnek hayatını, mefkûresini, idealini, hülyalarını, misyon ve vizyonunu, kainatı kuşatan ve kucaklayan gelecek projeksiyondan oluşan bir demet gülü bu çalışmamızda dikkatlerinize sunuyoruz.

Faydalara vesile olması temennisiyle…

27 Haziran 2012, İstanbul
MUSTAFA ÇALIŞAN